Dördüncü Bölüm KADERLE İLGİLİ SORU VE CEVAPLAR

Soru 1: Elestü: Kâlû-belâ ne demektir?

Cevap: Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla, hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki bu mukavelede: أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: بَلٰى “Evet, Rabbimizsin!”1 cevabı alınır.

Bu meselenin iki yönü vardır:

1. Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?

2. Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibarıyla, birkaç mülâhaza arz edilebilir.

a. İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

b. İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve misak almasıdır ki, bu da, her zerrenin kendi takatinin çok üstünde, Kafdağı’ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir…

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binaen bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiare-i temsiliye tarikiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öylece hukukî kıymeti haiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften salim olamaz. Buna da yeri gelince temas edeceğiz.

c. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.”2 hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şahit olma ve bu şehadeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icap ve kabul, bu duyma ve uyanma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tembihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik (ego), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gayesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binaenaleyh, insan, varlığıyla O’nun varlığını, sıfatlarıyla O’nun servet ve gınasını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta O’nun varlığını; her ziyada O’nun nurunu hissettiği yüce Yaratıcı’yı, ilan ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demektir.

Bu mukavele, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının esrarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icap ve kabul” gibidir.

d. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismaniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celâluhu) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlukattan yükselen sesleri, sadâları dinler, anlar ve yerine göre onlara cevap verir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (celle celâluhu), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, misaklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lafzî kelâm ve beyanla yapılan bütün bu konuşmalar “kelâm-ı lafzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan, meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezahür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğundan, bu dairelerden herhangi birine, ne gelen mesajı, ne de ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nispeten bir hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan, bütün bunların bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün değildir.

Allah (celle celâluhu), zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçücüklerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu, müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzuha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzuu hâline getirdi ki, âdeta ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mahfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka bir yerde durduğumuz için, şimdilik sadece mevzuumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel yaratıldığından ve bir bakıma zaman üstü bir mahiyete sahip bulunduğundan, misakla alâkalı icap ve kabul onunla yapılmışsa, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün değildir. Şayet o, rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyorsa; telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlayabiliyorsa ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, dağılan Sovyetler Birliği’nde dahi –materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidardır– alâka görmüşse, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şahsına mahsus (orijinal) tedaileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır.

Binaenaleyh, “elest bezminde” de ruhlar Rab’le mukaveleye çağrıldılar. Cismaniyet berzahı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukaveleye imza attılar. Ancak, günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve misaka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı. Aslında, Kant’ın, Yaratıcı’yı tarif istikametinde yazılan bütün kitapları arkaya atarak, Bergson’un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitap da işte bu idi… Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuvarları tesis edilecek ve şuura akseden indekste hakikatin çehresi görülmeye çalışılacaktı…

Vicdan dediğimiz bu kitap başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şahidi ve mukaveleye imza atan akittir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmasa gerek…

Şayet kafalar, şartlanmışlıktan arınabilse, insan, vicdanının bu ilk misaka “evet” dediğini duyacak ve görecektir. Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da işte budur. Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak, mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmaya çalışılacaktır. Bu yolla kalbin derinliklerine bakmaya kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridâtı, hiçbir kitapta görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitapların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen kendini aşamamışlar ise, hiçbir zaman bundan bir şey anlayamayacaklardır.

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne, acaba bu mukavele ne zaman yapıldı? Hemen arz edeyim ki; bu mevzuda, nasslarda kat’î bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bu hususta tefsircilerin bir kısım beyanlarının bulunduğunu söyleyebiliriz: Bu icap ve kabul;

  • Spermin döl yatağına seyahati esnasında olmuştur.
  • Ceninin insan şeklini iktisap ettiği zaman olmuştur.
  • Veyahut çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur.
  • Bütün bu mütalâaların kendilerine göre müdafaa yol ve usulleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususa râcih kılacak ciddî bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

    Bu misak ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münasebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir…

    Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (celle celâluhu), bütün bu devrelerin hepsinde de bu misakı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehadetine muttali bulunmaktayız.

    Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sadık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor; duyduğu acı ve ızdıraplar için inliyor; verdiği sözde sadık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mesut ve tali’li sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

    En yüce hakikate bir mir’ât-ı mücellâ olan gönül ne zengin bir kütüphane, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âli bir mahfaza, ama, ondan anlayan mütalâacının nazarında!…

    Soru 2: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine “Evet, Rabbimizsin.” ile cevap verildiğine aklî delil var mıdır?

    Cevap: Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izah etmek çok zordur. Anlatılabilirse de bu gibi şeylerin ancak mümkün olduğu anlatılabilir. Aslında, Allah (celle celâluhu) böyle bir şeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmamış demektir.

    Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:

    1. Böyle bir şey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?

    2. Mü’min fert bu işten haberdar olmuş mudur?

    Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir, suali vârid oluyor. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde:

    وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪يۤ اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْۚ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ قَالُوا بَلٰىۚ

    “Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim.’ (demişti).”3 denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesi hakkında pek çok şey söylemişlerdir.

    Daha önce de kısmen arz edildiği gibi, bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar hâlindeyken, ileride terkip hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır.” demektedir. Bazı tefsirciler de, “Bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür.” derler. Bir hadis-i şerifin de teyidine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “Hayat nefhedildiği anda o insandan alınmış bir sözdür.”4 kanaatini izhar ederler.

    Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız.

    Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle?” Biz de: “Şunu şunu dedik.” diye anlatır ve bu husustaki kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu, nefsî bir konuşmadır.

    Bazen olur ki, rüyalarımızda bir şeyler konuşuruz. Başkalarından da bir şeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.

    Bazı kimseler uyanıkken dahi, misal âleminden nazarlarına arz edilen misalî levhaları görür ve misalî şahıslarla konuşurlar. Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “halüsinasyon” derler; varsın desinler… Resûl-i Ekrem’in mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Âlem-i misale, âlem-i berzaha ait misalî levhalar, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir.

    Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geliyordu. Efendimiz dışında kimse hiçbir şey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek bir şey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysaki bazen zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu hâlde vahiy gelirdi de, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyardı ama, öbürleri ne bir şey duyar ne de hissederlerdi. Resûl-i Ekrem ise, o vahyi harfiyen beller ve onlara anlatırdı. Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır…

    Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine bir şeyler fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi bir şey… Morsda nasıl “di.. di.. dâ..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.

    Bir de telepati var… Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi. Bu da bir başka beyan…

    Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.

    Şimdi gelelim meselemize. Allah (celle celâluhu) bize أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”5 buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen Mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhâlde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise, o zaman da ruha hitap nevinden değildir…

    Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misal âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize diyor ki: “Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar.”6 Acaba adamın neyine soru soracaklar?

    İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez. Sorduklarını ölü duyar ama onun yanında bulunan kimseler kat’iyen duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tespit edemezler. Çünkü artık mükâleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte onun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.

    Binaenaleyh, bu أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ7 Allah’ın (celle celâluhu) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz.

    Bir keresinde bu meselenin izahını yaparken birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum!” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhî olduğum hâlde nâmütenâhî arzularımla duydum bu sesi.

    Evet, esasen ben Allah’ı da hakkıyla bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrak edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile onu duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhîyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda Cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var ki, bundan dolayı ben “Onu duydum.” diyorum.

    Vicdan dediğimiz şey her ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için latîfe-i Rabbaniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim:

    اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۘ أَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۘ

    “Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.”8 buyuruyor.

    Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığı hususunda sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır… Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdariptir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman, ezelî ve ebedî bir Mâbud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır.

    İşte bu hâl, bu eda, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah Teâlâ’nın: أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”9 hitabına verilen: بَلٰى “Evet Rabbimizsin.” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu, kafada, cesette aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında meknî olarak vardır. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir husustur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik görmüş ve göstermişlerdir.

    Ama aklî isbatına gelince, mahsusatı ispat ettiğimiz gibi, yani bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Ne var ki vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.

    Soru 3: İrade-i külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’ân-ı Kerim’de beyan olunmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’î bir iradenin insana verildiği de malumdur. Hâl böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın irade-i külliyesi mi günah işletir?

    Cevap: Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşîet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti veya kudret, irade ve tekvin diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır.) Mesele, sadece Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır. Bu suretle de, işin içine cebr girer. Mesele yalnızca insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılır. O zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan “Kaderîlik” fikri girer.

    Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.”10 âyeti bunu ifade eder. Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlikı yalnız Allah’tır. Meselâ siz taksi yapsanız veya bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz, Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus vardır ki, o da bir kesb ve bir beşerî mübaşerettir. Bu ise âdi bir şart ve temayül gibi bir şeydir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak olan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi…

    Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul etmiş ve yapacağı her şeyi onun üzerine inşa buyurmuştur.

    Meselâ şu caminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş, işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, camiyi tenvir etme birer fiildir. Bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (celle celâluhu) aittir. Ama bu caminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübaşeretiniz vardır; o da, Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Kurulması, sizin irade ve takatinizin çok fevkinde olan o mekanizmanın, tenvir vazifesini yapması ise tamamen Allah’a aittir.

    İsterseniz biraz daha açalım: Meselâ, hazırlanıp işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş olsun. O makineyi harekete geçirme ise, onu kuran ve inşa eden zata mahsustur. İşte, beşere ait bu küçük mübaşerete biz, “kesb” veya “cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Böylece bir irade inkısamı karşımıza çıkıyor:

    A. Küllî İrade

    B. Cüz’î İrade.

    İrade dediğimiz; murad etme, dileme demektir ki tamamen Allah’a aittir.

    وَمَا تَشَۤاؤُۧنَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُۘ

    “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz…”11

    Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, “Kulun da bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen “cebrî determinizma” diyeceğimiz çarpıklıktan uzaklaşmış bulunuyoruz. “İşi meydana getiren Allah’tır.” derken de, Mutezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmuş oluyoruz. Allah (celle celâluhu) nasıl ki, zâtında birdir; icraatında da birdir, işini başkasına yaptırtmaz. Allah (celle celâluhu) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübaşeretini de şart-ı âdi olarak kabul buyurmuştur.

    Meseleyi daha fazla tenvir için, burada bir büyük zatın bu mevzuda irad ettiği bir misali arz etmek istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki, beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa; şimdi o çocuk sana: “Beni niye buraya getirdin?” diye itirazda bulunabilir mi? Bulunamaz, çünkü kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun.”

    Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Edilemez; zira o talep etti ve istedi.12 Ama onu oraya getiren sensin… Hastalanma işini de, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binaenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden, birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve anlayışla bakarız.

    İşin doğrusunu, her şeyi takdir eden Allah bilir.

    Soru 4: Kur’ân-ı Kerim’de, “Ben, kime dalâlet murad edersem, dalâletten ayrılmaz; kime hidayet murad edersem hidayetten ayrılmaz.” deniliyor. Hem de “İnsanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi eline bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim. Hangisinden giderse gitsin.” deniliyor. Bunlar, nasıl telif edilir?

    Cevap: Bu soruda iki şık var; birincisi: “İrade-i külliye ile Cenâb-ı Hak nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesini mi kullanıyor?” Bu sorudaki âyet şöyledir:

    مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا۟

    “Allah bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz. O kimi de dalâlete iterse, onu hidayete getirecek bir yardımcı bulamazsın.”13

    Mânâ olarak hidayet, doğru yol, rüşd, nebilerin gittiği istikametli yoldur. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve umumî şehrahtan ayrılma demektir.

    Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir ve beşere ait yönü ile birer uf’ûle, birer fonksiyondur. Bu itibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktiza eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcidir. Ona râci olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizasıyla yaratan, hidayeti, Hâdi isminin tecellîsine bağlayan ancak Allah’tır (celle celâluhu). Demek ki, ikisini veren de Hak’tır. Ama bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübaşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidayete sevk ediliyor da, o, ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.

    Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür: Hidayete ermede veya dalâlete düşmede bu ameliye ne kadar olursa olsun meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mi’şarını (yüzde birini) dahi insana vermek hatadır. Hakikî mülk sahibi Allah’tır ve o iş mülk sahibine verilmelidir.

    Müsaade buyrulursa biraz daha açayım: Allah hidayet eder ve hidayetinin de vesileleri vardır. Camiye gelme, nasihat dinleme, fikren tenevvür etme, hidayetin yollarından bazılarıdır. Kur’ân-ı Kerim’i dinleme, mânâsını tetkik ve derinliklerine nüfuz etme, hidayet yollarındandır. Aynı şekilde Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzur-u risaletpenâhîlerine gitme, rahle-i tedrisi önünde oturma, O’nu can kulağı ile dinleme, O’nun gönülden ifade edilen sözlerine kulak verme ve O’ndan gelen tecellîlere gönlünü mâkes yapma, hidayet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidayete mübaşeret eder. Evet, camiye geliş, küçük bir mübaşerettir. Ama Allah (celle celâluhu), camiye gelişi hidayete vesile kılar. Hidayet eden Allah’tır; fakat bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” unvanıyla döven kuldur.

    İnsan, demhaneye, meyhaneye, puthaneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “Beni saptır!” demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyrulursa, insanın elinde o kadar cüz’î bir şey vardır ki, bu ne hidayeti ne de dalâleti asla meydana getiremez.

    Misal mi istiyorsunuz? Bakınız! Siz Kur’ân-ı Kerim’i ve va’z u nasihati dinlediğiniz zaman; keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark oluyor. Hâlbuki bir başkası, minarenin gölgesinde ezan-ı Muhammedîyi duyarken, va’z u nasihati işitirken, hatta en içten münacâtlara kulak verirken rahatsızlık duyuyor ve tedirgin oluyor da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikâyette bulunuyor.

    Demek oluyor ki; hidayet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (celle celâluhu). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (celle celâluhu) da binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; –tıpkı düğmeye dokunma gibi–, sonra da insanı, dalâlete meylettirir. O arzusundan ötürü de ya cezalandırır veya affeder.

    Soru 5: Allah (celle celâluhu) çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder, vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor? Uçmak için yaşayanla, sürünmek için yaşayan arasındaki fark nedir?

    Cevap: Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lâzımdır.

    Allah (celle celâluhu) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğini de fakr u zaruret içinde kıvrandırır. Ancak bütün bunlarda, aile ve saireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirayet ve kiyasetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazancına sebep olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah, bazı kimselere, liyakat izhar ettiği hâlde, yine onlara mal-menal vermemiştir. Mamafih, zayıf bir hadis-i şerifte; Allah’ın, malı sevdiğine de sevmediğine de verdiği, din ve imanı ise sadece sevdiğine verdiği ifade edilmektedir14 ki, mevzuumuz itibarıyla oldukça mânidardır.

    Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (celle celâluhu) mal-menal ve dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama Allah’ın (celle celâluhu) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametten de ayrılmış isen, Allah’ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

    Evet, istikametin yoksa, fakirlik de senin için küfre bir sebep olur. Çünkü o seni Allah’a karşı isyana sevk eder de, her gün O’na karşı yeni bir isyan bayrağı açarsın. Yine şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin de senin için bir belâ ve musibettir,

    اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ

    “Mal ve evlât, dünya hayatının ziynetidir ve bir ibtilâdır.”15 Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri hâlde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

    Binaenaleyh, bunlara Cenâb-ı Hakk’ın mal ve menal vermesi bir istidraç ve sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar her şeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için buna müstahak olmuşlardır.

    Bu arada, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman, Allah (celle celâluhu) onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kılmaz. Berâ b. Mâlik, onlardan birisidir.”16 Hâlbuki Enes’in kardeşi Berâ’nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri vardı. O âdeta, kût-u lâ yemûtla yaşıyordu.

    İşte Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmürde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin derinliğiyle değerlendirilmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) diliyle yemin etseler, Allah, yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

    Onun için, ne müstakillen servet ne de fakirlik bir felakettir. Belki yerine göre fakirlik de servet de Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) iradesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuştur. Hz. Ömer’e hitaben,

    أَمَا تَرْضٰى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الْاٰخِرَةُ

    “İstemez misin dünya onların olsun, ahiret bizim.”17 buyurmuşlardır. Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı hâlde, bir fakir insan gibi kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

    Ama öyle fakirlik de vardır ki, –Allah muhafaza buyursun!– küfür ve dalâlettir. Meselâ, yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü’minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi kâfir olurdu.

    Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır. Yani:

    “Yâ Rabbi, Senden ne gelirse gelsin makbulümdür. Hoştur bana Senden gelen, ya hıl’at ü yahut kefen; Ya taze gül, yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

    diyebilmektir.

    Şarkî Anadolu’da da; “Senden, o hem hoş, hem bu hoş.” derler.

    İnsan hil’at giyip servet içinde de yüzse, Allah’la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylânî gibi, yine ayağı velilerin omuzunda ve mübarek başı da Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyası da hüsran, ahireti de hüsran demektir. Keza Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesut gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrana uğrayacaktır.

    Soru 6: Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?

    Cevap:

    1. Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’na karışamaz ve O’nun icraatına müdahale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden de yine Allah’tır (celle celâluhu). Sen bunları sana lütfeden Allah’a daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin. Eğer sen, sana verilenler mukabilinde Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “Bir göz verme, iki göz ver; bir el verme, iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya.. “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Hâlbuki sen Allah’a (celle celâluhu) bir şey vermemişsin ki, –hâşâ ve kellâ– O’na adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O’na karşı ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık irtikâp edildi!

    Allah Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak… Azıcık dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlukat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

    2. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularında inkişaf başlatırsa çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile hakikatte bu ona, Allah’ın lütfunun ifadesidir. Tıpkı şehit edip ona Cennet vermek gibi…

    Evet, bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehadetle Mahkeme-i Kübra’da, Allah’ın huzurunda, sıddîkların, salihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehadet nasip etseydi.” derler. Binaenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nisbeten çok daha büyüktür.

    Çok nadir olarak bazı kimseler bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabîl eksiklikler, daha fazla Allah’a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarat-ı muzırra nevinden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzuda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında, o âleme ait iştiyakı uyarmaktır. Bu arızalıda, arızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü, başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmalar şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

    “Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah…”18

    Hz. İbrahim Hakkı

    Soru 7: Bir tabiî afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?

    Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buudları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencamesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey, aslında böyle bir “son” ve “bitim” yazısıyla dünyaya gelir.

    Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağrına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.

    Bu, hemen bütün varlıkların müşterek alın yazısıdır. Bu yazı ile her varlık gün yüzüne çıkar ve yine bu yazı ile geldiği gibi ayrılır gider.

    Başlangıçlar bitimin emaresi; sonradan meydana gelişler, sona erişin esasıdır. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. Ezelî olandır ki, ancak ebedî olan da O’dur.

    Sonradan meydana gelen her şeyin varlığına hükmeden, onu belli bir programla bu âleme gönderen ve her şeyini görüp gözeten bir Yüce Varlık’tır ki; bütün bu gelip gitmelerin, doğup-batmaların dışındadır. Olmuş, olacak bütün müddetler ve süreler de, O’nun tasarrufu altındadır.

    Bu itibarla da, ne gelmelere ne gitmelere “tabiî” demek doğru olmayacağı gibi, afetler ve onlara bağlı hâdiselere de “tabiî” demek kat’iyen uygun değildir. Eşyanın varlığa mazhariyeti, haricî bir emir ve irade ile ve aynı zamanda bir vazife çizgisinde cereyan etmektedir.

    İnsan, hayvan, nebat ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhir ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler.

    Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhir, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcud’un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitamında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan o Gizli Varlık’ın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir.

    Evet, hiçten ve yoktan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören, duyan, bilen birinin mevcudiyetini gösterdiğimiz gibi, bir hayat boyu sırtımızda emanet olarak taşıdığımız her şeyi terk edip gitmekle de, bir bir gelenlere; bir bir gidenlere, gidip gelmeyenlere mukabil, sır olan bir “BİR”i göstermekteyiz. O,

    اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًاۘ

    “O’dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır.”19

    Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur!.

    Şimdi bu küçük hazırlıktan sonra, mevzuumuz olan “Bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?” hususunu ele alalım:

    Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mâni yoktur. Varlığı bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmalar ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzuda hiçbir mâni teşkil edemez.

    Kudreti Sonsuz’un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misal bulamamakla beraber, yine de, O’na ayna olabilecek ve bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür.

    Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsaf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyası altında renkten renge girer; onunla en revnektar hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir, pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, her şey, aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plan ve programıyla, o sonsuz irade ve meşîetin yönlendirmesiyle; evet, gelişigüzel ve kendi isteklerine göre değil, o meşîet ve iradenin istediği istikamette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler.

    وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۘ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْأَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

    O, karada ve denizde olan her şeyi bilir… Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.”20

    Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddî takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sahibi, elbette en aziz mahluku, en değerli sanatı olan insanın, her hâline ehemmiyet verecek ve O’nun bir ferdine, sair varlıkların cins ve nevinin mazhar oldukları şeyleri lütfederek, âlemlerin fihristi olan insanı, hususî olarak ele alacak, hususî iltifatına mazhar edecek, hususî sevkiyatıyla huzurunda şereflendirecektir.

    Bu davet ve sevkiyat, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felaket ve afetle olabilir. Hatta ayrı ayrı mıntıkalarda toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcı’nın insana bakışı zaviyesinden, bunlar, asla neticeye tesir etmezler. Her insanın zimamını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren Sonsuz İlim ve Kudret Sahibi, nezdindeki Kitab’a göre, belli fert ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve mâkuldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhis edilmeleri tesbit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icra edilmesi gibi bir şeydir.

    Ayrıca, ruhların kabziyle vazifeli meleğin vazifesinin şümulüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce afetin kol gezdiği her yerde, sahibinin irade ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle kurbanlarını istikbal edebilirler.

    Bu türlü afetler, çok ciddî tetkiklere tâbi tutulduğu zaman, gerçekten, hem bir ilk takdiri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu husustaki enteresan ve harika hâdiselerin bütününü tespit etmek için ciltler lâzımdır. Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzu olacak, böyle fevkalâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım.

    Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insan bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukabil, zelzeleden günlerce sonra, kendilerini korumaktan âciz yüzlerce çocuğun, hiçbir zarar ve ziyana uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir arızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakta bir çocuğun bulunması.. hem bir uçak kazasında, en mahir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç arıza almadan kurtulması… gibi yüzlerce hâdise ispat etmektedir ki; hayat da ölüm de, kendi kendine olmayıp, aksine, bilen, gören ve idare eden birinin tedbiriyle meydana gelmektedir.

    Hayata, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât’a âyine ve tercüman olma mükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhis edilirler.

    Bu bilme, tesbit ve sonra da vefat ettirme, yani aynı anda ecellerini getirme ve işlerini bitirme, her şeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (celle celâluhu) için, gayet kolaydır. Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık her şeyi Bilen’den öğreniyoruz. Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârid olabilir: “Bu kabîl musibetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de masum telef olup gitmektedir. Acaba buna dair de bir şeyler söyleyebilir misiniz?”

    Hemen arz edeyim ki, bu istifham da yine, akide ve tasavvurdaki bir yanlışlıktan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı belki bu itirazın da mâkul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Hâlbuki insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu ve semere zamanı; nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme mekânıdır.

    Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle; mücrimin nezihle vefat etmesinde hiçbir gayri tabiîlik yoktur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en mâkul ve en mantıkî olanıdır. Zira ikinci dirilişle, herkes niyet ve davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muamele görecek ve ona göre ya tekdire maruz kalacak veya ulûfe alacaktır.

    Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir. Böyle bir süre, insanın iradesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plan keyfiyetinde olup ve yine her şeyi bilip gören Zât’ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infaz edilmesinden başka bir şey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferit olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur.

    Öyle zannediyorum ki, pek çok meselelerde olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim, kudret ve iradesini bilememe; inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zaviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvacehesinde kafalarımızı hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecride erememişsek; içimiz zayıf akidelerle, şeytanî vesveselerin muharebe meydanı hâline gelecektir.

    Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık –mesnetsiz dahi olsa– her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikametinin bozulmasına değil de, hâlâ istikametini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir.

    Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabîl meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddia edilebilir. Ne var ki, imana taalluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda itikatla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesametinde ve cihanbahâdır. Bu itibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir.

    Bu hususu nazar-ı itibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız.

    Soru 8: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?

    Cevap: Her şey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan her şey, insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, belli esaslar içinde varlığını sürdürme ve belli bir zamandan sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattir. Evet, her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir, sonra da ölür gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve düzendir.

    Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında doğan ve gelişen pozitif ilimler, o ilimlere ait sabit prensipler ve âlemşümul kaidelerde, her şey için böyle bir ilk belirleme, bir tayin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle ilk bir planlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve âhengi izah etmek ne de onun bağrında müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın olabildiğine hendesî, olabildiğine riyazî ve bir kısım tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki, fizik laboratuvarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kaideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sabit bir kısım kaidelerle fezanın derinliklerine açılmak mümkün olabilmiştir.

    Âhenksiz bir kâinatta, plansız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. İlimler, aslında, varlık içinde mevcut olan bir kısım kaide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onların birer unvanı olarak kitaplara geçmişlerdir.

    Bu ifadelerle ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer, önem ve ağırlıklarını hatırlatıyor ve onlardan çok daha mühim hususlara dikkat edilmesi lâzım geldiğini belirtiyoruz ki, o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderî bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!

    Bu, yukarıdan inme ve hâkim kanunları insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile çıktı. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı Cebriyecilik her zaman tenkide açık olsa da, böyle bir tespit âlemşümul bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça mânidardır.

    Aslında inanç ve itikada müteallik bir hakikat, kendi kendine vardır ve haricî desteklere, tasdiklere dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları çeşitli haricîliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait hezeyanlarla yerinden oynamış tali’siz neslimize “Yerine dön!” çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenakuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa temas etme faydalı olacağı kanaatindeyiz. Ve işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa bütün kâinatın fevkalâde bir tenasüp ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar her şeyin göz doldurucu bir nizam ve âhenkle hareketi, bütün eşyayı sımsıkı birbirine bağlayan bir tayin ve takdire ve bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O’nun iradesine ram ve O’na inkıyat üzere, hâlden hâle dönerek devam edip durmaktadır.

    Ancak, insan ve benzeri diğer irade ve hürriyete sahip varlıklar için de, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sair varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra bu iradeli varlıklar, iradeleri altına giren hususlarda, emsallerinden tamamen ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de, “önceden belirlenme”nin mânâsı, insan ve benzerleri için değişik bir hâl alır. Esasen, sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekten doğmaktadır. Bu itibarla, insan ve sair varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halleder kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i ilâhînin bütün eşyayı çepeçevre ihata etmesini kabullenmekten ibarettir.

    Evet, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir hürriyet ve iradesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır. Ve işte, o hürriyet ve irade, o meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevap ve günah insana nispet edilir. İnsan irade ve isteğinin, meydana gelen o büyük neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irade, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabul edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irade dediğimiz cüz’î emrin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır.

    Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına yüklenemeyecek kadar ağır olsa da, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mesuliyet veya mükâfat da ona ait olacaktır. O mesuliyet ve cürümü önceden tayin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mesuliyet ve cürümden muallâ ve müberrâdır.

    Meselâ, O yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlayıp sonra da dese ki: “Şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm.” Bizler, tenasüb-ü illiyet prensibi açısından, nefes alıp verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münasebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, vaad ettiği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin çok fevkinde dahi olsa bu işe biz sebebiyet verdiğimiz için sorumlu da biz oluruz.

    İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz’î irade ve ihtiyariyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefalı sayılır, mükâfata mazhar olur.

    Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcı’nın, her şeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan iradesinin tevfik edilmesi keyfiyetini…

    Allah’ın (celle celâluhu) ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi her şey, sebep ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. Öyleki o noktada, önce-sonra, sebep-netice, illet-mâlul, evlât-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra önce gibi, netice sebep gibi, mâlul illet gibi, bilinir ve hükmedilir.

    Kimin, hangi istikamette, nasıl bir temayülü olacak ve kim âdi bir şart ve sebepten ibaret olan iradesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeplere göre meydana gelecek neticeleri takdir ve tesbit etmek, insan iradesini ne bağlamakta ne de zorlamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, iradesi kabul edilmekte ve ona değer verilmektedir. Nitekim bir büyük zat, hizmetçilerine; “Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahane hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz!” dese, onların iradesini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikamette bir meyil gösterecek olursan, ben de senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve işte senin o temayülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum.” diye ferman etse, onun iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.

    Binaenaleyh, ilk belirlemede iradeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızası hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.

    Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah’ın (celle celâluhu) ilmî programlarından ibarettir. Yani kimlerin hangi istikametlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plan ve program hâline getirmesi demektir. Bilmekse, hariçte olacak şeylerin şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hariçte olup biten şeylerin şöyle veya böyle olmasını insanın temayüllerine göre, Yaratıcı’nın kudret ve iradesi icat eder.

    Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir. Bilakis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve tayin de işte budur. Kelâmcılar bunu, “İlim, mâluma tâbidir.” sözüyle ifade ederler. Yani, bir şey nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve planlarımız pratikte tasavvur ettiğimiz şeylerin vücud bulmasını gerektirmiyor; öyle de, Yüce Yaratıcı’nın tasarı ve planları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hariçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecburî kılmayacağı bedihidir.

    Hâsılı: Allah, olmuş-olacak her şeyi ihata eden geniş ilmiyle; sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır.

    Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden tayin edilmiş olması, mesuliyeti giderici değildir. Zira takdir, onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de muâhezeye tâbi tutulacaktır.

    Kaderle alâkalı bu derin meselenin bilhassa kendi kaynaklarında tekrar tekrar mütalâa edilmesi şarttır. Bizim yaptığımız şey, sadece selefin sağlam prensipleri içinde meselenin avamî bir anlayışa intikal ettirilmesinden ibarettir.

    Soru 9: İrade-i külliye ve irade-i cüz’iye ne demektir?

    Cevap: İrade-i külliye, avam halk arasında, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine verilen bir isimdir. Fakat sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde bu ıstılah söz konusu değildir. Yani, onlar Cenâb-ı Hakk’ın iradesine küllî irade; beşerin iradesine cüz’î irade dememişlerdir. Ne var ki, halkın meseleyi anlayabilmesi için böyle bir ıstılah vaz’etmede çok fazla zarar olmasa gerek. Tabiî, benim bu sözüm de yine tenkide açıktır.

    Esasen böyle bir ıstılah, vak’aların neticelerinden çıkarılmış tabiî bir değerlendirme ifadesidir. Dolayısıyla da bu değerlendirmenin haklı bir dayanak noktası var sayılabilir.

    Aslında, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine küllî irade denmekle şu mânâlar kasdolunmuştur: Bütün irade Allah’a aittir. İrade, O’nun iradesine verilen bir isimdir. O murad buyurduğu zaman, başkasının iradesine bakmaksızın, murad buyurduğu şeyi yaratır. Burada, daha önce dikkatinizi çektiğimiz bir hususu yeniden hatırlatmak istiyoruz. Bazıları yanlış olarak, “O dilediğini yaratır, dilemediğini yaratmaz.” der. Bu söz yanlıştır. Doğrusu şu şekilde olmalıdır: “Allah’ın (celle celâluhu) olmasını murad ettiği şey olur. Olmamasını murad ettiği şey de olmaz.”

    Kâinatta cebir hâkimdir. Allah (celle celâluhu), kâinatı yaratırken hiç kimseye sormamış ve hiçbir iradeyi esas almamıştır. O, فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُۘ “Dilediğini yaratır.”21 Fakat insanlara da bir irade vermiştir. Bu irade, insan için bir terakkî veya tedennî vasıtasıdır. İradenin verilişi, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm isimleriyle alâkalıdır. Yani, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın bu isimlerin tecellîsiyle insana bir lütfudur. Yoksa, İsm-i Âzam ve “Allah” lafzı hesabıyla eşyaya bakacak olursak tüm kâinat ciddî bir cebir içinde çalkalanıp, durmaktadır.

    Evet, “Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder.” kaidesi bütün varlıklar için geçerlidir. Sadece insandır ki, ona mahiyeti meçhul bir irade verilmiştir. O, bu iradesini hayra sarf ettiği zaman, Allah (celle celâluhu) hayrı yaratacak, şerre sarf ettiği zaman da, eğer murad buyurursa, şerri yaratacaktır. Burada bizi böyle bir hüküm verme cüretine sevk eden de yine Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetine olan itimadımızdır.

    Yani, biz hayrı istediğimiz zaman kat’iyen inanıyoruz ki, Cenâb-ı Hak o hayrı yaratacaktır. Fakat, bazen insanın istediği şerri Allah (celle celâluhu), lütfu olarak yaratmaz. Meselâ, birisi insanın kafasına girer, onu yoldan çıkarmak ister, o da ona meyleder. Fakat Cenâb-ı Hak o insanın ya mazide işlediği güzel bir ameli sebebiyle ya da istikbalde yapacağı iyi amelleri vesilesiyle onun dalâletini murad etmez ve onun için o kötülüğü yaratmaz. Hatta bir engel çıkarır ve onu öyle bir kötülükten alıkor, kötü yere gitmesine meydan vermez. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın atâsıdır. Ancak Cennet dahi bir bakıma insanın iradesini kullanmasına bağlı olduğundan, Cenâb-ı Hak hayır adına istenen şeyleri yaratır. Elverir ki insan bütün hayırları silip süpüren büyük bir günahla Cenâb-ı Hak’tan gelecek atâ ve ihsana liyakatini ortadan kaldırmış olmasın.

    Soru 10: Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanununu izah eder misiniz?

    Cevap: Atâ kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir. İ’tâ da aynı kökten gelir.

    Mevzuumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. İnsan, şerri talep ederse, Cenâb-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur. Zaten insan hakkında yapılan takdirler, onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır. Meselâ: Benim elimi kaldırmam, daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenâb-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarf edeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı –olmuşu ve olmamışı–, Kendi zâtı da dahil her şeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek, Ben de onu yaratacağım.” veya “Ben bunu böyle yazdım.” diyor. İşte bu, kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir.

    Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder. Fakat Cenâb-ı Hak o kulun güzel bir hâli, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususî bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbat’ta cereyan eden şeylerdir. Yoksa ilm-i ilâhîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususî defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir; fakat Levh-i Mahfuz-u Âzam’da değişiklik söz konusu olmaz.

    Atâ bir lütuftur. Lütuflarda ise istihkak şart değildir. Esasen meseleye bu zaviyeden baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenâb-ı Hakk’ın atâsı olduğunu görürüz.

    1 A’râf sûresi, 7/172.

    2 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.

    3 A’râf sûresi, 7/172.

    4 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 4/2331.

    5 A’râf sûresi, 7/172.

    6 Buhârî, cenâiz 68, 87; Müslim, cennet 70.

    7 A’râf sûresi, 7/172.

    8 Ra’d sûresi, 13/28.

    9 A’râf sûresi, 7/172.

    10 Sâffât sûresi, 37/96.

    11 İnsan sûresi, 76/30.

    12 Bediüzzaman, Sözler s.509 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas).

    13 Kehf sûresi, 18/17.

    14 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/387; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/232.

    15 Kehf sûresi, 18/46.

    16 Tirmizî, menakıb 54; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/66.

    17 Buhârî, tefsîru sûre (66) 2; Müslim, talâk 31.

    18 İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı 11. beyit.

    19 Mülk sûresi, 67/2.

    20 En’âm sûresi, 6/59.

    21 Bürûc sûresi, 85/16.

    -+=
    Scroll to Top