DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KUR’ÂN ve ONUN EŞSİZ ÜSLÛBU

KUR’ÂN VE ONUN EŞSİZ ÜSLÛBU

Kur’ân-ı Kerim, değişik mevzuları ele alıp muhataplarına arz ederken tamamen kendine has bir üslûp kullanır. Onun bu fâik üslûbuna ve mevzuların arz edilişinde seçilen, kullanılan kelimelerin inceliğine az vâkıf olan kimseler, aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen, onun hâlâ tarâvetini, halâvetini koruması karşısında hayrete düşer ve onun mucize bir beyan olduğunu hemen tasdik ederler.

Kur’ân, bir bakıma bedevî bir cemaate nazil olmuştu. Bu cemaat, Kur’ân’ın getirdiği pek çok şeye yabancı sayılan yirminci yüzyılın insanlarından daha fazla ona yabancıydılar. Pek çoğu itibarıyla bedevi bu insanlar, sürekli birbirleriyle yaka paça oluyor ve vuruşuyorlardı. Evet, başıboş ve idealsiz bir hayat yaşayan bu güruh, hiçbir zaman içtimaî, iktisadî ve ahlâkî salaha erememiş, kabile çerçevesinde olsun, şuurlu bir cemaat ve ideal bir birlik oluşturamamışlardı. Hemen bütün müşrikler, Kâbe’ye doldurdukları putlara karşı yaptıklarıyla övünüyor ve bununla kendilerini teselli ediyorlardı. İçlerinden pek az ilim sahibi olan aydınlar ise, bu putları sadece Allah’a (celle celâluhu) yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ediyor ve ancak bu ölçüde bir farklılık ortaya koyabiliyorlardı.

Böylece, insanın fıtratına emanet olarak tevdi edilmiş bulunan kulluk duygusu, bir kere daha suiistimal edilmiş oluyor ve bir kere daha ihanete uğruyordu. Bu insanlar, ağaca, taşa, toprağa, güneşe, aya, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta helva ve peynir gibi yiyecek maddelerinden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu putları yiyorlardı. Yine her yönüyle cahiliye bataklığına saplanmış ve vahşileşmiş bu insanlar, kız çocuklarını –tamamı olmasa da– diri diri toprağa gömüyorlardı ki, bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye âdeti, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ü sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı.

Evet, o gün müthiş bir buhran içinde bulunan insanlık, her gün çölün karanlıklarında bin bir fezâyiin yanında bir de, derin derin çukurlar kazıyor ve o çukurlara atılan nice masum çocuk, onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çok geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin dişleri arasında parçalanmaya mahkûmdu.

Yukarıda da işaret edildiği üzere, kısaca vasfetmeye çalıştığımız bu ortamda nazil olan Kur’ân’ın kullandığı malzeme o kadar mükemmel seçilmişti ki, dahası olamazdı. Öyle ki, dağda birkaç tane deve ile ömrünü geçiren çoban bile gönlünü ona verdiğinde, kullanılan ifadeler karşısında iliklerine kadar irkiliyordu. Bu da Kur’ân’ın, sadece üst seviyede belirli bir kesime değil, havâstan avama, bir aristokrattan dağ başındaki çobana varıncaya kadar herkesin istifade edebileceği, anlaşılır umumî bir malzeme kullandığını gösteriyordu. Seçtiği mevzular itibarıyla da öyleydi. O, bir taraftan iman esaslarını işlerken, diğer taraftan göklerden ve yerden bahisler açarak, muhataplarına astronomi ilminin ve teleskopların on dört asır sonra dahi varamayacağı, ulaşamayacağı noktaları gösterebiliyordu.

Evet, o günden bugüne, onun bu yüce beyan ve üstün üslûbuna karşı hiçbir itiraz veya yadırgama olmamıştır. Şayet böyle bir şey olsaydı, şüphesiz Kur’ân düşmanları, işlerine yarayan bu malzemeleri elden ele, dilden dile dolaştırarak destanlaştıracaklardı. Böyle bir fırsat, onların Kur’ân’la olan mücadeleleri adına ele geçmez bir fırsat olacaktı. Aslında meselenin özü işte burada düğümlenmektedir.

Kur’ân, verdiği misalleri ve ortaya koyduğu meseleleri bizzat hayatın içinden seçmektedir. Meselâ, gökten ve buluttan bahsederken, onu devenin kamburunda ele almakta; bir diklik veya büyüklüğü anlatırken bir tepeyi göz önüne getirmekte ve bu tepeleri büyüte büyüte Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştırmaktadır. Dolayısıyla bedevî, kafasını hiç yormadan, üzerine çıktığı tepelerde dolaşırken Sidretü’l-Müntehâ’yı da tahayyül edebilmekteydi.

İşte Kur’ân’ın bu ifade keyfiyeti karşısında, en ümmî bir insandan edebiyatın en derin ve dâhi üstadına kadar herkes, ondan aldıkları zevkle kendilerinden geçiyorlardı/geçmektedirler. Evet, Hz. Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anh), ondan seviyesine göre alacağı dersini alırken, tepeden tırnağa mârifet âbidesi sayılan Hz. Ebû Bekir, yaratılışı itibarıyla “büyük devlet adamı” vasfını haiz olan Hz. Ömer ve daha niceleri, bu Kur’ân’dan kendi hisselerine düşen dersleri almaktaydı. Evet, Kur’ân’ın sihirli ve manyetik alanına kim girerse girsin gönlünü ona kaptırır ve meczup bir Mevlevî gibi hep onun etrafında dönmeye başlardı.

Kur’ân’ın dili Arapça olmasına rağmen, “Gönlün ve fıtratın dili birdir.” fehvâsınca gönlünün diline kulak veren herkes, ondan ayrı bir zevk alır. Zira gönül dili, öyle bir dildir ki, Allah’ın kelâmından bir şeyler anladığı gibi, şeytanın ve insanın konuşmasından da bir şeyler anlar. Bu hakikatten dolayıdır ki Kur’ân, gönül dili ile okunmalı ve dinlenmelidir.

Kur’ân, insanı hemen her yönüyle ele alır ve onunla his ve mantık diyaloğu kurar. Aşağıda sıralayacağımız misallerde bunu apaçık görmek mümkündür. Bunların birincisi, kâfirin iç dünyasını; diğeri de hidayete mazhar olmuş, fakat her an tehlikelerle muhat bir ruhun, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu dile getiren âyetlerdir.

İlk misal: Aşağıdaki âyette, duanın sadece Allah’a yapılabileceği ve O’ndan başkasından yardım talep eden nankör bir ruhun nasıl acınacak bir hâle düştüğü ve düşeceği tasvir edilir:

“Gerçek dua, ancak O’na yapılır (ancak O’na tapılmaya davet edilir). O’ndan başka dua ettikleri ise, onların hiçbir isteklerini karşılayamaz. (Onların durumu) tıpkı ağzına gelsin diye suya avuçlarını uzatan kimse gibidir. Oysa (uzanıp suyu avuçlamadıkça) su, on(un ağzın)a gelmez. İşte kâfirlerin duası, böyle boşa gitmektedir.”1

Mealde de açıkça görüldüğü gibi, dualara icabet edebilecek olan, yalnız Hz. Allah’tır (celle celâluhu). O’ndan başkaları duaları da, dualardaki hedefi de bilemez. Hiçbir varlık, insanın içinde gizli bulunan niyetlerine vâkıf olamadığı ve insan fıtratına uygun maslahatları kavrayamadığı için yapılan dualara icabet edemez. Onun duada isteneni gerçekleştirmeye de gücü yetmez. Binaenaleyh Allah’tan başkasına el açıp dua eden kimse, beyhude yorulmuş sayılır.

İster ibadet hâlinde, isterse ihtiyaç hâlinde kapısına gelip el açan ve kendisine yalvaranlara istedikleri şeyleri verebilecek olan, ancak ve ancak bütün mülk ve melekûtun sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü her şeyin zimamı O’nun elinde olduğu gibi, her şeyin anahtarı da yine O’nun nezdindedir. Kalblerin ve gönüllerin biricik Sultanı, kâinatın yegâne sahibi O’dur. Bütün hazineler ve bütün varlıklar O’nun emrine musahhardır. Dolayısıyla kul ne isteyecekse Sultanından istemeli ve yalnız O’na teveccüh etmelidir.

Kâfir, bu hakikati anlayamadığından dolayı sürekli yanlış mercilere müracaat eder ve kendisini bir çıkmaz ve açmazlar girdabına atmış olur. İşte Kur’ân, isteklerini Allah’tan başkasının yerine getiremeyeceğini bilmesine rağmen, başka kapılara koşanların hâlini, su kaynağına varan, fakat suyun kendiliğinden avucuna dolması için elini uzaktan ona doğru uzatıp bekleyen kişinin hâline benzetir… Bu kişi, eğilip ve avuçlayarak ondan içeceği veya o suyu kabına, testisine dolduracağı yerde şaşırır ve ellerini uzaktan uzağa suya doğru uzatır. Bir an önce suya kavuşup susuzluğunu gidermek ister, fakat hiç olmayacak bir yolu denediğinden, hiçbir zaman suya kavuşamaz.. ve olmazlar “fasit daire”si içinde bocalar durur.

Evet, Kur’ân, kâfirin dünyaya ait isteklerinde yanlış bir mercie müracaat ettiğinden dolayı, onun zavallı ve acınacak hâlini anlatırken işte böylesine veciz bir üslûp kullanır. Öyle ki o, kâfirin bir ömür boyu süren hayat hikâyesini, âyetteki birkaç kelimeyle özetleyerek o denli engince tasvir eder ki, bu tasvirden daha üstün bir tasvir düşünülemez.

Evet, insan, her yanıyla mucize olan Kur’ân’ın sadece bu âyetine baksa, kâfirin bütün ahvali, hayal kırıklıkları, kalbî ve ruhî boşlukları birer birer gözünün önünde canlanır; canlanır ve Kur’ân’ın ancak ve ancak bütün kâinatla beraber kendisinin de sahibi ve müdebbiri olan bir Zât’ın kelâmı olabileceği kanaatine yönelir.

İkinci misal: Bu âyette, hidayete ermiş ve bu hidayet sayesinde cemaat olmaya mazhar olmuş kimselere, cemaat olmanın nimeti hatırlatılır. Tabiî bu arada, İslâm’ı tanıdıktan sonra onun ruhuna uygun bir hayat sergilemiş o cemaatin, bidayette nasıl bir uçurumun kenarında olduklarına dikkat çekilir: “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.”2

Evet, âyet, ruhlarımıza şöyle sesleniyor: Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.. zinhar tefrikaya ve ihtilafa düşmeyin.. Mevlâ’nın size olan o ihsanını hatırlayın ki, siz birbirinize düşman idiniz.. ondan da öte âdeta birbirinizi yiyordunuz. Allah (celle celâluhu), sizlerin kalblerini birbiriyle telif etti.. ve siz birbirinizin düşmanı iken, Allah (celle celâluhu), sizi birbirinize yaklaştırdı ve aynı vücudun hücreleri gibi bir bütün hâline getirdi. İşte dilimize çevrilmiş o Mu’ciz Beyan: “Ve onların kalblerinin arasını telif etti. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah’tır ki, onları uzlaştırdı.”3

Evet, Allah’tan başka hiçbir kimse, kalblere kendini dinletip onları telif edemez.

Bu âyetin ifade ettiği mânânın bir buudu da, daha bu dünyada iken, Cehennem hayatı yaşayan, hâl ve hareketleri itibarıyla alabildiğine kaba, delidolu bir karakterin nazara verilmesidir. Herkesi ve her şeyi kırıp geçiren, Allah’a imanı olmadığı gibi, hiçbir konuda emniyet de vaadetmeyen bir insan karakterini…

Bu ve emsali âyetleri, derinlemesine inceleyip anlamaya çalıştığımızda görürüz ki, bu âyetler kendi üslûp ve ifadeleri içinde yüzlerce enginlikle insanın kafasında canlanmakta ve mânâ çağlayanları hâlinde insanın düşünce havzına akmaktadır. Zaten Allah Kelâmı’nın başka türlü olması da düşünülemez.

A. İnsan Güzele Meftundur

İnsan, fıtrat itibarıyla güzel şeylere karşı meyyaldir. O, güzel bulduğu her şeye karşı alâka duyar. Bir çiçeği sevdiği gibi koca bir baharı hayranlıkla temâşâ eder. Tabiî sevdiği, alâka duyduğu şeylerin bekâ ve devamını da arzu eder.

Kur’ân, değişik yerlerde insanın bu yönü üzerinde durur ve bu tür duygu ve hislerini dile getirir. Sonra da, Allah’ın ona olan hedâyâ ve behâyâsını hatırlatarak ondaki minnet duygularını coşturur. Evet O, yeryüzüne yayıp serdiği çeşitli nimetleri sayar-döker ve bu konuda insanı dikkatli olmaya davet eder. Onun iş’ar ve irşadıyla her yanda tüllenen nimetler karşısında insanın içinde ciddî bir hâhişkârlık meydana gelir.. tabiî bu arada Cehennem’i arz ederken de insanı ürpertir ve ona götürecek şeylerden nefret ettirir.

Misallere geçmeden önce bilhassa şu hususun hatırlatılmasında yarar var: Burada serdedeceğimiz misaller ile bir kısım kimselerin Cennet’e, diğerlerinin de Cehennem’e gideceğini anlatma niyetinde değiliz. Burada üzerinde durmayı düşündüğümüz husus, Kur’ân’ın bu mevzudaki büyüleyiciliği ve fıtratla iç içe o muhteşem üslûbu ve bu üslûbun, insan gönlünde ne derin tesirler meydana getirdiği hususudur. Yoksa mücerret Cennet ve Cehennem meselesi bu bahsin dışındadır.

İnsanın aşk ve şevkini kamçılayan, onu ufuklar ötesi âlemlerin güzellikleriyle coşturan misaller o kadar çoktur ki, biz o deryadan sadece bir damla ile iktifa edeceğiz:

“Müttakiler (ise), güvenle tüllenir bir makamdadır. Bahçelerde ve çeşme başlarında. İnce ipekten ve parlak atlastan (elbiseler) giyerek karşılıklı otururlar. Böyle olduğu gibi (ayrıca) onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. Orada, güven içinde, (canlarının çektiği) her meyveyi isterler. Yine orada o ilk ölümden başka ölüm de tatmazlar (böylece sürekli yaşarlar). Zaten (Allah), onları Cehennem azabından korumuştur.”4

Her insanın, sonsuza uzanan bir kısım arzu ve emelleri vardır. Her şeyden evvel hemen herkes, ebedî bir gençlik; tehlikelerden uzak, emniyet ve huzur dolu bir hayat ister. Kendisine ait, içinde ırmaklar akan bir bağ ve bahçesinin olmasını da arzu eder. Bunun yanında, onu yalnızlıktan kurtaracak, dert ve kederlerini, sevinç ve neşelerini paylaşacak bir hayat arkadaşı da arzularının başında gelir. “Nimetlerin en güzeli, daimi olanıdır.” esasına binaen, sevdiği şeylerin devamlı ve hiçbir zaman zayi olmaması onun en önemli arzusudur.

Evet, gençliğinin kaybolup gidişi karşısında hüzne boğulan insan, elindeki değişik nimetlerin zeval bulup gitmesi karşısında kendi zevalini de düşünüp titrediği sürece mutlu olamaz. Çünkü devamı olmayan şeylerdeki lezzet, lezzet değil, insanın hayal hanesinde elemdir. Bu açıdan da insanoğlu, nimetler içinde yüzerken bile, hep nimetleri nimet yapan devam ve bekâ mülâhazası içindedir.

Kur’ân-ı Kerim, yer yer insanın bu mevzudaki his ve arzularına da tercüman olur, en bedevî ve ümmî insandan en medenî insana kadar herkesin arzu ve ihtiyaçlarına cevap teşkil edecek keyfiyetteki ifadeleriyle de insanı hep varlığın öbür buuduyla sevindirir.

“Müttaki”, “takva”dan gelir ve bunun birçok buudu vardır. En geniş mânâsıyla “müttaki”, helâli helâl bilerek onunla iktifayı, haramı da haram bilerek ondan kaçmayı benimsemiş; şer’î ahkâmın bütününe saygılı ve itaatkâr olarak yaşayan mü’min demektir. Yani o, daha dünyada iken ahiretteki hesap endişesini taşıyan ve Allah’tan hakkıyla korkan bir ihsan ufku insanıdır.

Bunlar, ahirette ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. Bu elbiselerin keyfiyeti, onları kimin kesip biçtiği meçhulümüzdür; meçhuliyeti de aşkınlığın gereğidir. Bu konuda, düşünebileceğimiz bir şey varsa o da, bunların fıtrî elbiseler olmalarıdır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şu kâinat kitabından kesip-biçtiği ve bize giydirdiği elbiseler gibi… Evet, Allah (celle celâluhu), bu kâinatı kocaman bir tezgâh gibi işletmekte ve buradan herkese ve her şeye kendi tabiatına münasip elbiseler kesip biçmektedir. Her şey O’ndandır ve her şey O’nun ululuğuyla mütenasiptir.

Kur’ân’ın bu üstün tasvir gücü karşısında kabaran duygular ilâhî beyan zemzemini yudumlayınca insana derin ve tatlı bir “oh” dedirtir. Öyle ki insan, Kur’ân’ın bu tasvirleriyle hayalen yemyeşil bağ ve bahçelerin, kol kol akan ırmakların içinde reftâre gezer gibi olur. Bu duygularla hemen herkesin içinde bir heyecan dalgalanması meydana gelir ve daha dünyada iken kendini, ipekten elbisesini giymiş, Cennet’in zümrüt tepelerinde dolaşıyor gibi hisseder.

Bütün bunların ötesinde âyet, bizlere şu hususları da hatırlatmaktadır: Allah (celle celâluhu), bu kâinatı, nasıl inşâ edip bir meşher gibi döşeyip insanın hizmetine sunmuş, öyle de, ondan daha mükemmel şekilde başka bir âlemi kurup vefalı kullarını orada da memnun edecektir; zira dünya ve ahiret, bir mânâda, aynı kitabın birbirinden istinsahı gibidir. Bu dünyayı inşâ eden Zât, aynıyla hatta fazlasıyla öbür âlemi de inşâ edebilir. İşte orada mü’minlere tasavvurlar üstü nimetler verilecek ve onlar, hayal bile edemedikleri saadetlerin ufkuna ulaştırılacaklardır.

Bu âyette, saadetlerin nümâyân olduğu dünyaların dışında hayat süren bir başka zümreden de bahsedilmektedir. Evet bunlar, varlığa ve onun arkasındaki Zât’a saygısızlıklarının cezası olarak aşkın bir azap içinde kıvranıp duracaklardır. Allah (celle celâluhu), mü’minlere bu zümreden de bahsederken onlara nimetinin ayrı bir buudunu hatırlatmaktadır ki, âyetin sonunda ifade edilen bu hakikat, nimetlerin en büyüğü olarak, ehl-i saadetin huzur ve mutluluğunu doruğa ulaştırmaktadır.

Evet, sadece mealini arz ettiğimiz şu kısa âyette dahi görülüyor ki Kur’ân, insanın hiçbir yönünü ihmal etmemiş, onun bütün insanî duygularını en çarpıcı tablolarla memnun etmiş ve öteler arzusuyla şahlandırmıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, âyetten de anlaşıldığı üzere, insanın güzel şeylere meftun olması, gayet derecede fıtrî ve tabiîdir. Ona bu duyguları bahşeden Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın ve kâinat kitabının âyetlerini de bu duygularla şifrelemiş ve insanın hisleri içine yerleştirmiştir. Ancak bütün bunları görebilmek, idrak edebilmek de basiret, firaset, fetanet gibi duyguların iradî fiillerle geliştirilmesine bağlıdır.

B. İnsan, Çirkinden Nefret Eder

Yukarıda, insanın fıtraten güzel şeylere meftuniyetinden bahsedip, Kur’ân’ın, o engin ifadeleriyle bu duyguya nasıl parmak basıp onu ihtizaza getirdiğini bir-iki misalle izah etmeye çalışmıştık.

Şimdi bir lahza burada durup, bir de bu tablonun öbür tarafına bakmak yararlı olacaktır. Zira güzele karşı meftun olan insanda, kötü şeylere karşı da bir nefret hissi vardır. Acaba ondaki bu his nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun cevabını bulabilmek için, yine bütün problemlerimizin çözüm kaynağı olan Kur’ân’a müracaat ederek konuyu orada takip etmemiz uygun olacaktır.

Kur’ân, insan fıtratında mündemiç bulunan nefret duygusunu harekete geçirerek, sevgiyle ulaşılacak hedefe onu bir vesile yapmaktadır. Evet o, bir tarafta, bütün ferahlatıcılığı ile o tasavvurları aşkın Cennet’i sunarken, öbür tarafta da olabildiğine dehşet vericiliğiyle Cehennemleri resmeder ve vicdanlarımıza sunar: “Zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, erimiş maden gibi onların karınlar(ın)da kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi. (Allah, zebanilere emreder): Tutun onu, Cehennem’in ortasına sürükleyin. Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün. Tat, zira sen kendi anlayışınca üstündün, şerefliydin.”5

Şecere-i zakkum, ağzı parça parça eden keyfiyetiyle Cehennem sofrasının başyemeğidir. Cennet ehli, insanın bütün arzularına cevap verecek Cennet nimetleriyle nimetlenirken, Cehennem ehlinin yiyeceği de –buna da yiyecek denecekse– zakkum ağacıdır.

Evet, Kur’ân’ın yaptığı tasvirden de anlaşıldığı gibi Cennet ehli, Cehennem’i gördükleri zaman, Cennet’in kendileri için nasıl bir nimet olduğunu; Cehennem ehli de, Cennet’i görünce, nasıl bir nimetten mahrum kaldıklarını açık seçik idrak edeceklerdir.

Kur’ân’ın tasviri, tasvirde seçtiği kelimeler ve kelimelerin kullanılış yerleri müthiş ve baş döndürücüdür. Âyet, önce zakkumu nazara vererek başlamaktadır. Zakkum, erimiş ve kaynayıp duran bir maden keyfiyetinde tesir icra edecekse, bunun insan karnında kaynadığını düşünmek ne ürperticidir! Kur’ân, buradaki “maden” sözüyle ince bir noktaya da işaret etmektedir. Su, kaynama derecesine ulaştığında, onun fokur fokur sesler çıkardığı herkesin malumudur. Ancak, Kur’ân’ın bu misali getirdiği gün, birçok insan, eritilebilen demir, bakır, çelik gibi çeşitli madenlerin potalarda yüksek derecedeki ısıyla nasıl eritildiğini çok fazla bilmiyordu. Kur’ân, o devrin insanına bunu anlatabilmek için onların, kaynayışını bildikleri suyu örnek vererek meseleyi izah etmekte ve günahkârların yiyeceği zakkum ağacını bir teşbihle anlaşılır hâle getirmektedir.

Evet, dünyada iken çok aziz ve kerim geçinen, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği nimetler başından aşağıya dökülürken, o nimetleri vereni ve niçin verildiğini düşünmeyen Karun’ların ve Sâmirî’lerin o acıklı hâllerini ifade bakımından bu ne acıklı akıbettir! Evet, dünyada iken böyle bir hayat yaşayan insana orada, bu nankörlüğünün karşılığı olarak, “Tat, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.”6 denecek ve başından aşağıya kaynar sular dökülecektir. Kur’ân’ın bu müthiş tasviri karşısında insan, iliklerine kadar Cehennem endişesiyle ürperir ve Allah’a sığınır.

Mevzuyla ilgili bir diğer misal de Nebe sûresindeki âyetlerdir: إِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًا لِلطَّاغِينَ مَاٰبًا لَابِثِينَ فِيهَۤا أَحْقَابًا “Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur (günahkârları gözetleyip durmaktadır). (Orası) azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır.”7

Şâyân-ı dikkattir, âyetlerdeki medler (harflerin çekilmesi) dahi, muhteva ve mânâya iştirak etmektedir. Cehennem ehlinin orada ebedî kalacakları ifade edilirken فِيهَۤا kelimesinde medd-i munfasıl olduğundan sonu çekilmekte ve âdeta uzun bir zamanı ifade etmektedir. أَحْقَابًا kelimesi de zaten ebediyete işaretle Cehennem ehlinin orada ebedî olarak kalacaklarını vurgulamaktadır.

Burada, mânâyı destekleyen ses, ton, âhenk, mûsıkî ve uzatmalar tam yerli yerinde ve birbiriyle âhenk içindedir. Aslında Kur’ân’ın tamamında bu özelliğin var olduğu söylenebilir. Evet, onda, kulak tırmalayıcı tek kelime bile bulunmaz ve her kelime hatta her ses, ulvî bir armoniden yükselen ses dalgaları gibidir.

Kur’ân, Cehennem ehline ait tabloları sunmanın hemen ardından terğib u terhib ve inzar u tebşir esprisine bağlı olarak Cennet ehline ait mazhariyetleri de arz eder. Böylece o, âdeta insanın içine nüfuz ederek onun arzu ve heyecanlarına tercümanlık yapmakta ve onları harekete geçirmektedir.

“Takva sahipleri için de bir başarı ödülü vardır. Bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadeh(ler).”8

Kur’ân, burada da muttakilerin Cennet’e gireceklerinden ve orada sahip olacakları nimetlerden söz eder ki, o yüce üslûbuyla bâtılı tasvire girmeden, her şeyi insan fıtratına uygun bir keyfiyette dile getirir. Onun bu tasvirinden sonra insanın Cennet’e olan iştiyakı artar ve bir daha da çıkmamak üzere hemen oraya girmek ister.

Verdiğimiz misallerde de görüldüğü gibi Kur’ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, ifadelerinde kullandığı malzemeyi çok iyi seçer ve onu mânâ, maksat, eda, ses ve konu mûsıkîsine uygun bir üslûpla arz eder. Yani Kur’ân, kelimelerle ortaya koyduğu sahneleri resmederken, bazen harf ve seslerin birbiriyle uyum ve âhengini, bazen de şahısları ve karakterlerini devreye koyar; koyar ve arz etmek istediği armoniyi muciz bir şekilde, hem de israf-ı kelâm etmeden itmam eder. Kur’ân diyeceğini deyince sahnede ses, eda, mûsıkî karar noktasına gelmiş ve tamamlanmış olur. Ve son olarak insana sadece, “Bu, olsa olsa Allah kelâmı olabilir!” demek kalır.

C. Kur’ân’ın Seçkin İfade Gücü

Kur’ân’ın, insan hislerine nasıl tercüman olduğunu kısmen mütalaa ettikten sonra şimdi de birkaç kelime ile onun kullandığı malzemeler üzerinde durmaya çalışalım:

Bir kelâmın mu’ciz olması ve beşer gücünü, takatini aşıp tarih boyunca bütün söz ve fikir dâhilerine meydan okuması gösterir ki, onda kullanılan kelimeler dahi sıradan kelimeler olmayıp, olağanüstü derinlikte ve kendilerine göre televvünü bulunan bir kısım ışıktan sözlerdir ki, her biri tasavvurlarımızı aşan ifadelere malzeme teşkil etmektedirler.

Bir kere Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kullandığı kelimeleri seçerken, maksadı ifade etmede hiç müphemiyete meydan vermeyecek bir usûl takip eder. Mevzu incelendiğinde, bu seçimin iki şekilde yapıldığı görülür:

Birincisi: Bir kelime, doğrudan doğruya o lafızla anlatılmak istenen mânâda kullanılır.

İkincisi: Seçilerek kullanılan o kelimenin yerine, başka bir kelime konduğunda, maksadı bihakkın eda edemediği açık olarak görülür.

Şimdi burada, her iki şekille de alâkalı misaller getirerek konuyu incelemeye çalışalım. Burada önce, insanın daha fazla dikkatini çeken ikinci şıktaki misalleri arz etmekle başlamak istiyorum.

Birinci Misal:

يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ

فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ

“Ey inananlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanı izlemeye durursa şeytan da ona edepsizliği ve kötülüğü emreder…”9

Görüldüğü gibi âyet kısaca, şeytana inkıyat etmekten, ona tâbi olup adım adım onu takip etmekten müntesiplerini sakındırmak istemektedir. Bu maksat ve mânâyı anlatmak için seçilen tabir لَا تَتَّبِعُوا’dur. اِتِّبَاع (İttiba) kelimesi, تَبِعَ kökünden gelir ki, şu mânâları ifade eder:

1. Birinin arkasına takılıp gitme; 2. Birine uyma ve ona uydu olma; 3. (Bir başka bâbda yani “iftial” kalıbında ise) Birinin peşine takılmayı tabiat hâline getirme…

Kelimeyi bu mânâlarda tahlil ettiğimizde karşımıza şunlar çıkar: Kelimenin sülasi kipine iki harf ilave edip onu bir başka kalıba naklettiğimizde, o, farklı mânâlara da kaynaklık eder. Yani, bir kalıpta bir mânâ ifade eden kelime, başka bir kalıpta bir başka mânâ daha anlatabilir. Söz konusu âyette تَبِعَ fiilinin “tâbi olma” mânâsında üç harfli kalıbı yerine, iftial bâbında اِتِّبَاع şeklinde gelmesi, “Şeytana itaat etmeyin ve ona tâbi olmayın; adım adım kendi yolunu izleyen şeytanın izlerine basa basa onu takip etmeye kalkmayın” mânâsını vermektedir.

Ayrıca burada şöyle bir mânâ daha sezilmektedir: Şeytan, çok sinsi bir varlıktır. Yapacağı şeyleri, dobra dobra ortaya koymaz. Her şeyi, sinsice âheste âheste, adım adım bir plan dahilinde yapar. Öyle ki şeytanın, o sinsiliği içinde ne yapmak istediğini hemen hissetmek mümkün olmayabilir. O, bir adım atar ve attırır. Ona tâbi olan insan da bu adımı küçük görerek, “Ne olacak, sadece bir adım!” der ve arkasından gider. Oysaki şeytan, peşi peşine başka adımlar da attırır; iki-üç adım derken, insanı kendisine kul ve köle hâline getirir. Böylece insan, küçük görerek girdiği günahlarla, içinden çıkılmaz bir bataklığa saplanmış olur.

İşte, لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ “Adım adım şeytanı takip etmeyin.” âyeti, bize böyle bir takipten söz etmektedir. Bu takip, âdeta farkına varmadan gerçekleştirilen, ama neticede insanda huy ve tabiat hâline gelen bir yürüyüştür. Evet, insan, çok defa bunun farkına bile varamaz. Çok defa o ilk adım atıldıktan sonra artık dizginler şeytanın eline geçmiş olur. Öyleyse لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ ifadesinde, “Ona uymayı tabiat hâline getirmeyin.” ikazı da vardır.

Ayrıca bu âyet, bir de insandaki farklı bir ruh hâletini resmeder. İnsan, bir günah işler.. işler ve “Ne olacak, küçük bir şey” der. Hâlbuki o bilemez ki, küçük bile olsa, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Eğer işlenen günah tevbe ve istiğfarla giderilmezse, o küçük gibi görünen günahlar, neticede azgın bir yılan olur ve her zaman kalbi ısırır ki, gelinen bu nokta –hafizanallah– küfür noktasıdır. Dolayısıyla bu ifade, insanın bu günahını ona anlatırken, ağırlığını ruhunda hissettirecek bir üslûp kullanır.

Buradaki “ittiba” lafzını kaldırıp, yerine uygun mânâda başka bir lafız getirmek mümkün olsa bile, bu lafızla insanın his, heyecan, huy ve tabiatını ifade etmek mümkün olmayacak ve o ifade, muhatabın gönlünde aynı tesiri uyaramayacaktır. Evet, ne şeytanın sinsiliği ne adım adım yaklaşma düşüncesi ne de insanın küçük günahlarla farkına varmadan küfre kayıp gitmesi, bu rahatlıkta ifade edilemeyecektir.

Buraya kadar geçen misallerde görüldüğü ve gelecek misallerde de görüleceği gibi Kur’ân, bütün malzemelerini kelime kelime, harf harf seçerek kullanan ve on dört asırdır alternatifi getirilemeyen bir Kadîr-i Zü’l-Celâl’in kelâmıdır.

İkinci misal:

Kur’ân-ı Kerim’de, lafızların özenle seçildiğini ve değiştirildiğinde aynı mânâların muhafaza edilemeyeceğini gösteren tipik bir örneği de aşağıdaki âyette görüyoruz: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الْأَرْضِ أَرَضِيتُمْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الْاٰخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الْاٰخِرَةِ إِلَّا قَلِيلٌ “Ey inananlar! Size ne oldu ki, Allah yolunda topluca savaşa çıkın, dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Ama dünya hayatının vaadettikleri, ahiretin yanında pek azdır.”10

Burada bir kısım tembel ve uyuşuk insanların, havanın sıcaklığı, bağ ve bahçelerin büyüleyici güzelliği ve rahat tutkusunun ruhlarını sarmasıyla cihaddan geri durmaları kınanmaktadır. Evet, bu insanlar, herkesin canıyla, malıyla iştirak ettiği cihad çağrısına kulak asmaz ve iştirak de etmezler. İşte, böylelerinin hâli, en bariz çizgiler ile burada serdedilmekte ve şöyle denmektedir:

Ey iman edenler! Size; “Yeryüzünde cihada çıkın!” dendiği zaman, ne oluyor ki, yerinize çakılıp kalıyorsunuz; sırtınıza korkunç bir ağırlık çökmüş gibi olduğunuz yerde kendinizi salıyorsunuz.

Burada kullanılan kelimeler içinde bilhassa اثَّاقَلْتُمْ konuyla alâkalı anahtar bir kelime mahiyetindedir. Bunun yerine تَثَاقَلْتُمْ veya ثَقُلْتُمْ kelimesi kullanılabilirdi. Zira bunlarda da ağırlaşıp yerinde kalma mânâsı vardır. Ancak Kur’ân-ı Kerim, bu kelimeden türetilmiş اثَّاقَلْتُمْ kelimesini özellikle seçmiştir. İştikak ilmine vâkıf olanların da malumu olduğu üzere, buradaki şedde, kelimenin telaffuzu ve fiilin bu sigada kazanmış olduğu mânâ, cihada karşı tenperver davranan bir insanın ruh hâletini anlatması bakımından emsalsiz bir uygunluk arz etmektedir.

Üçüncü misal:

وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلٰى ظُهُورِهِمْ “…Onlar, günah yüklerini sırtlarında taşıyorlar.”11 âyetidir.

İnsan, kendi ağırlığını, bir başka deyişle her insanın vücudunu kendi ayakları taşır. Bu müsellem hakikatin yanında, bir de batmanlar ağırlığında bir yükü sırtına almış, yolda giden bir adam düşünün; yolu oldukça tehlikeli, vücudu fevkalâde çelimsiz ve ayakları da olabildiğine cılız ve dermansız.. hele bir de sırtında başkalarına ait yükler de varsa, böyle bir insanın, bu sıkletin altında kalıp ezilmesi ne ürperticidir!

İşte bu âyette, böyle bir insanın, kendi günahlarının yanında başkalarının da günaha girmesine sebebiyet vermesi, kendi günahıyla beraber onların günahlarını da yüklenmesini, Kur’ân’ın o kendine has enfes ifade gücüyle öyle bir anlatır ki, bunu görebilmek için maddeten ve mânen çelimsiz bir vücudun ağır bir yük altında nasıl ezileceğini düşünmek yeter. Ayrıca âyetin bu konuyu tablolaştırırken kullandığı kelimeleri seçmedeki harikulâdeliği görmemek mümkün mü?

Evet, bu âyet-i kerimede günah bir “yük”, hem de Mevlâ’nın huzurunda insanın belini bükecek ölçüde ağır bir yük olarak tavsif edilmekte; sonra bu yükün insanı dünyada ve ukbâda nasıl iki büklüm bir hamal hâline getireceği esprisi verilmektedir ki, böyle batmanlarca günahın yanı başında, yolun yokuşları, zikzakları ve virajları hesaba katılacak olursa, kelimenin ifade ettiği mânâ ve o mânâdaki enginliğin kalblerdeki tesirini varın siz tahmin edin.

Evet, sırtlarında yük taşıyanlar, başka cinsten varlıklardır. İnsan, sırtında yük taşımaya müsait olarak yaratılmamıştır. Ancak Kur’ân, günahın ağırlığını, onun taşınma keyfiyetini ve vicdanda hissedilen sıkletini böylesine mânâlı bir üslûpla ifade etmektedir. İnsan bu mülâhaza ile âyeti okurken, bütün günahlarının ağır bir yük hâlinde sırtına yüklendiğini hisseder ki, bu da bize, Kur’ân’ın malzemelerini nasıl bir titizlikle seçerek kullandığını ve başka kelimelerin –aynı anlamda kullanılsa bile– aynı mânâ ve mûsıkîyi veremeyeceğini açık bir şekilde göstermekte ve Kur’ân’ın, bu yanıyla da nasıl bir mucize olduğunu ortaya koymaktadır.

D. Kur’ân’ın Lafız-Mânâ Bütünlüğü

Kur’ân’ın seçtiği lafızlar, hedeflenen mânâyı eksiksiz olarak ifade ederler. Her bir lafız, hangi mânâ için seçilmişse, o mânâyı eda etmesinde herhangi bir eksikliğe veya ihmale rastlamak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki hemen bütün lafızların bu tarzda olduğu söylenebilir ve bu konuya misal teşkil edecek birçok âyet getirmek mümkündür. Ne var ki, sözü uzatmamak için biz burada sadece bir-iki misal ile iktifa etmeyi düşünüyoruz:

Birinci Misal: وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَۤا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ “Onlar orada; ‘Rabbimiz, bizi çıkar, (önce) yaptığımız (menfi şeylerden) başkasını yapalım’ diye feryat ederler…”12

Bu âyette, Cehennem ehlinin, hem yüzlerine bakılmayacak şekildeki hâlleri hem de ağlayıp feryat etmeleri dile getirilir. Kur’ân burada, صَرَخَ fiilini “iftiâl” bâbında يَصْطَرِخُونَ olarak kullanmaktadır ki, kısaca:

1. Şiddetli bağırmak,

2. Avaz avaz feryâd u figan etmek,

3. Çığlık atıp yardım talep etmek,

4. Ehl-i Cehennem’in kulak verilmeyen bağırış ve haykırışları,

5. Kadının, ölen oğluna feryat etmesi gibi mânâlara gelir.

Kelime, değişik kalıplara girdikçe, ihtiva ettiği mânâlar da çoğalmaktadır. Ancak, hemen hepsinde de, “yavrusunu yitirmiş bir ananın feryadı” temel anlam gibidir. Yani Cehennem ehlinin hâli, “yüreği yanmış ananın, bağırıp çağırarak sağdan soldan imdat istemesi”ne benzetilir. Mânâ bunu ifade ederken, lafızlar da aynı hâlet-i ruhiyeyi soluklamakta ve bilhassa boğazdan çıkan خ harfiyle خُونَ lafzı, mûsıkî olarak da ümitlerini yitirmiş insanların şaşkın ve yeis içindeki çığlıklarını hatırlatmaktadır.

İkinci misal: قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ۝مَلِكِ النَّاسِ۝إِلٰهِ النَّاسِ۝مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ۝اَلَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ۝مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ “De ki; ‘Sığınırım ben, Rabbine nâsın. Melikine nâsın. İlâhına nâsın. Şerrinden o sinsi vesvâsın. Ki vesvese verir sinelerinde nâsın. (Onlar) gerek cin gerekse insden.”13

İfadenin bu şekildeki sıralanışı, önceden sıfatı zikredilmek suretiyle o sinsi vesveseci hakkında duyguların tepkiye geçmesi ve o sinsi vesveseciye karşı bir metafizik gerilim içindir.

Bu âyetler, şeytanla/şeytanlarla alâkalıdır. Ancak burada, sadece lafız ile mânâ arasındaki uyuma dikkat çekilecektir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi şeytan, çok sinsi bir varlıktır. O, bu sinsiliğiyle şüphe ve desiselerini hiç sezdirmeden insanın içine atıverir. İşte bu mübarek âyetler, şeytanın bu sinsice işlerine karşı insanı uyarmaktadır. Kur’ân, hâdiseyi öyle bir üslûpla anlatmaktadır ki insan, onun seçtiği her kelimede bu sinsiliği ve bu esrarengizliği duyabilmektedir.

Sûrenin bütün âyetlerinin sonu “s” ile bitmektedir ki bununla biraz da aliterasyon esprisi çerçevesinde şeytanın fısıltıları, vesvese ve fitneleri nazara verilmekte ve ona karşı insan uyarılmaktadır. Bundan anlaşılan da, şeytanın bütün gücü, silahı ve malzemesinin, sadece hile ve vesveseden ibaret olduğudur. O, her an insanın zayıf bir anını yakalamaya ve bir çelme ile onun sırtını yere getirmeye çalışır. Tabiî böyle bir şeye azmettiği zaman, öncelikle sinsiliğin bin türlü tuzağını kullanarak kalbde ve kafada tahribat yapmayı ve insanı değişik zaaf noktalarından yakalayarak kendi sultası altına almayı planlar.

Evet, bu sûre, her harfiyle, bu vesvâs ve sinsi varlığa karşı insanı uyarmakla beraber, insanoğlunu her an her şeye nigehbân olan Rabbine teveccüh etmesi için de teşvikte bulunur. Çünkü şeytan, tam bir hilekâr olarak hiç ummadığı yerde insanın karşısına çıkar. Esasen her sinsi ve fitneci ruhta bu şeytanlığın var olduğunu da Nâs sûresinin kelimeleri arasında bulmak mümkündür. Öyle ki, mânânın gizliliği ve bilinmezliği kadar lafızlar da fısıltılarıyla bu mânâya iştirak etmektedir. Binaenaleyh, insan bu âyetleri okurken, sesini ne kadar yükseltirse yükseltsin, yine de lafızların ifade ettiği ses ve nağmenin üstüne çıkamaz.

Bu mevzuda çok daha çarpıcı misaller getirmek mümkündür. Ancak hepsini burada teker teker serdetmenin imkânı yoktur. Zaten mevzuumuz da bütün Kur’ân-ı Kerim’i anlatmak olmayıp, sadece birkaç misal ile onun bu meseledeki mucizevî yönüne dikkat çekerek akılları, vicdanları, hisleri ve zevkleri Kur’ân’a karşı uyarmak ve duyarlı kılmaktır.

Görüldüğü gibi Kur’ân’ın seçtiği lafız ve kelimeler, mânâyı, maksudu ve matlubu asla ve en küçük tarzda bile ihmal etmemenin yanında, iç ve dış bütünlüğüyle de ayrı bir mûsıkî, ayrı bir şiiriyete sahiptir. Onu okuyan her hâhişkâr ruh, ondaki bu taklit edilemez âhenk ve mûsıkîyi, bütün his, zevk ve kabiliyetleri ile duyar ve bu zevkle iliklerine kadar ürperir. Mevlâ-yı Müteâl, İslâm’a ve Kur’ân’a bel bağlamış her ferdi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semasına i’lâ buyursun..!

E. Kur’ân ve Mûsıkî ile Alâkalı Birkaç Kelime

İnsan, yorgunluktan sonra dinlenme ihtiyacını duyan bir varlıktır. Ondaki bu ihtiyaç fıtrîdir. Fıtrata ait ihtiyaçlar, şayet meşru yoldan temin edilmezlerse, gayr-i meşru yollara sapmalar olabilir. Kur’ân, mü’minin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir. Zira o, insanın ferdî ve içtimaî dertlerine çare olmak üzere indiği gibi, onun ruhî zevklerini de karşılamayı tekeffül etmiştir/etmektedir.

İnsan, içtimaî bir varlık olmanın da ötesinde çok hususiyetleri olan komplike bir canlıdır. Evet, her insanın kendisine ait bir kısım hususî hisleri, zevkleri ve ruhî hâlleri vardır. Mükemmel bir cemiyet, mükemmel fertlerden teşekkül ettiğine göre, mükemmel bir cemiyet için mükemmel fert çok önemlidir. Bir ferdin ruhî ve ahlâkî kemali, onun her yönüyle terbiye edilmesine bağlıdır. Bu itibarla cemiyetin en başta gelen vazifesi, fertleri topluma ve içtimaî hayata faydalı hâle getirmektir. Ve işte Kur’ân, fert ve cemiyete güçlü bir yapı kazandıracak şekilde maddî ve mânevî, ruhî ve ahlâkî, sosyolojik ve psikolojik değer yargılarını ve terbiye sistemini de beraber getirmiştir. Bu itibarla o, kıyamete kadar beşerin ihtiyaçlarına kâfi ve vâfi bir kitab-ı Samedanîdir.

1. Kur’ân, İnsanın Mûsıkî İhtiyacını da Karşılar

Hemen her insanda güzel söz ve seslere karşı fıtrî bir meyil vardır. Dünyanın dört bir yanında insanlar bu fıtrî duygularını tatmin için meşru veya gayr-i meşru mûsıkî ve müzik aletleri geliştirmişlerdir ki, işte bütün bu gayretler, insandaki bu duygunun fıtrîliğini göstermektedir.

Şüphesiz Müslümanlar’ın da kendilerine has mûsıkî kültürleri vardır. Hatta kütüb-ü fıkhiyede uzun uzun mûsıkî dinlemenin hükmü tartışılmış ve meşru ile gayr-i meşru arasına bir kısım sınırlar konmuştur. Biz bu tartışmaları o kaynaklara havale ederek, düşüncelerimizi Kur’ân mûsıkîsi üzerinde yoğunlaştıracağız.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, her derde deva olduğu gibi mü’minin, mûsıkî ihtiyacını da karşılayabilecek bir enginliktedir. İnsan, otururken, yatarken, kalkarken her zaman Kelâm-ı İlâhî’yi dinleyebilir. Vâkıa fıkıh kitaplarında insan iş görürken, gezerken ve yatarken Kur’ân’ın okunmasına dair kerâhet ifade eden sözler var ise de, bunlar işin âdâb yönüyle alâkalı olup, ciddî mesnedlere de dayanmamaktadır. Bilakis Kur’ân-ı Kerim’de: “Onlar; ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken hep Allah’ı anarlar, zikrederler…”14 buyrularak, herkesin otururken, kalkarken, yatarken Kur’ân’ı her zaman vird-i zeban etmesi, âdeta zımnen teşvik edilmektedir. Tabiî ki tazim, temkin, tedebbür ve konsantrasyon çok önemlidir; ama bunlar her zaman bulunmayabilir.

Kur’ân’ın bu yönünü kavrayamayan bazı kimseler, beşer fıtratında var olan bu duyguyu tatmin için, mûsıkî adına bir kısım hırıltılara cevaz vermeye kalkışmışlardır. Oysaki Batı kaynaklı bu gürültülü şeyler, insanda ne Cennet arzusu ne meâliye ait his ve heyecan ne de vatan ve millet sevgisi gibi ulvî ve lâhûtî bir his uyarabilmektedir. Lâhûtî bir his uyarmak şöyle dursun, tam aksine onların değer yargıları ve ürünleri, bütün âdiliği içinde mûsıkî yoluyla insanımızın kalbini, ruhunu ve kafasını bulandırmış ve onun meleklik yanını söndürmüştür. Zira mûsıkî kılığındaki bir kısım hırıltıların hemen hepsi, insan mahiyetinde ne kadar süflî duygular varsa onları uyarmakta ve insandaki ulvî hisleri fesada uğratmaktadır. Hâlbuki mü’min, Kur’ân’ı dinlediği ve onu diline vird-i zeban ettiği zaman, ihtiyacını meşru yoldan karşılayacağı gibi meâliye müştak gönlünü de tatmin etmiş olacaktır. Böylece gönlümüze endişe salan hususlar da söz konusu olmayacaktır.

Mü’mine düşen temel vazife, bütün vakitlerini Kur’ân’la zenginleştirmek, onu hakkıyla anlamaya, diline vâkıf olmaya, bir meal, bir tefsir ile mevzu içindekileri takip etmeye çalışmaktır. Bir de onu güzel tilavet eden ve tatlı okuyan ağızlardan dinleyebilirse, artık böyle biri başka şeylere kat’iyen ihtiyaç duymayacaktır. Ne var ki bu, topyekün bir cemiyetin terbiyesi ile alâkalı bir husustur. Evet, camiden eve bütün mekânlar Kur’ân’a ait lahutî mûsıkîlerle donatıldığı ve fertler de bunu duyup zevkettiği an, toplum gerçek yolunu bulmuş olacaktır.

Burada hemen ifade etmek gerekir ki, mûsıkîde ruhsat, insanı meâliye götüren, Cennet ve ibadet aşkını pompalayan, insanı Mevlâ’nın huzuruna yönelterek onu cûş u hurûşa getiren kısımlarına aittir. Yoksa din-iman aşkı, vatan ve Allah sevgisi veya Cennet iştiyakı, Cehennem korkusu hâsıl etmeyen, aksine insanın içine karamsarlık salan, onun ümidini yıkan veya bedenî ve cismanî duygularını şahlandıran karışık ve bulanık şeyleri dinlemek, memnû ve merdut olduğu gibi, aynı zamanda vakit israfıdır. Allah (celle celâluhu) gözümüzü, gönlümüzü, dilimizi kulağımızı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ını dinlemeye hâhişkâr kılsın!..

Şimdiye kadar Kur’ân’ın mûsıkîsine dair çok söz söylenmiş ve çok şey yazılmıştır. Gerçi böyle bir tabiri yadırgayanlar da olabilir ama zannediyorum burada ifade edilmek istenen hususun yanlış anlaşılmasından veya ifade edenlerin tam olarak ne demek istediklerini dile getirememelerinden kaynaklanmaktadır.

Evet, bazıları, genelde mûsıkî deyince belli hususları anladıklarından ve o hususlara göre düşündüklerinden, Kur’ân’la alâkalı böyle bir nisbeti biraz garip bulmaktalar. Oysaki çok defa tekrarladığımız gibi, Kur’ân’ın kendine has bir sesi, bir şivesi, bir üslûbu ve hatta kendine has melodisi vardır. Zannediyorum iltibas, bizim dar mûsıkî telakkimizden kaynaklanmaktadır.

Meseleyi böylece yerli yerine oturtunca, buradaki mûsıkî kelimesinden kastedilen klasik mûsıkî midir, modern mûsıkî midir türünden akla gelen istifhamlar da artık söz konusu olmayacaktır. Zira Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, her şeyiyle kendidir ve onun kendine has bir beyan zemzemesi vardır.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Kur’ân, insan fıtratına hitap etmektedir. Evet, fıtratta mevcut olan bütün duygulara Kur’ân’da cevap bulmak mümkündür. Güzel sesin belli keyfiyetlerde terennüm edilmesiyle, beşerde meknûn (saklı) bazı duygu ve hisler heyecana gelir. Şüphesiz beşerî duyguları en güzel şekilde heyecanlandıran en üstün beyanların başında Kur’ân gelir. Bir şecaat hissi, kahramanlık hissi, diğergamlık hissi neyse, güzel sese ve güzel terennüme meyil duygusu da odur. İşte Kur’ân, hakikî okuyucusuyla bütünleştiği zaman, dinleyicisinin gönlünü öyle mest eder ki, artık onda başka herhangi bir şeye meyil ve arzu bırakmaz. Arzu ederseniz bu mevzuu biraz daha açalım:

Peşinen ifade etmeliyim ki, bazı sözler, bazı kişilerde rahatsızlık uyarabilir. Ama Kur’ân, kendi özü, kendi ruhu ve kendine has ritmiyle eda edildiği takdirde böyle bir mülâhaza asla söz konusu değildir. Kur’ân’ın kendine has okunuşu, mûsıkîsi, bazı ülkelerde biraz da millî müktesebat ve millî mülâhazalara bağlı geliştiği bir gerçektir. Meselâ, bir dönemde bizde, Kur’ân’ı klasik mûsıkînin Sabâ, Uşşak, Hüseynî, Nihavend, Hicaz, Acemaşirân, Acemkürdili vs. klasik Türk mûsıkîsi makamlarına göre okuma âdet olmuştu. Hâlâ da bir ölçüde öyledir. Kur’ân’ı süslü olarak sunup onun dinleyici üzerindeki tesiri yönüne gidilmiş olabilir. Bu, aslında doğru da olabilir. Ne var ki bunun, Kur’ân’ın kendine has ifade üslûp ve şivesinin yerini almış olması itibarıyla çok ciddî boşluklar meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu mülâhaza ile hep kendi kendime, “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kendine has mûsıkîsi, vücuhu ve kıraat-ı aşeresi içinde olabildiğine renkli ve kulaklara monoton gelmeyen o mübarek terennümatının yerine bunlar neden ikâme edildi?” demişimdir.

Oysaki Kur’ân-ı Kerim’in ruhunda öyle tatlı bir sihir vardır ki, bizim heva ve heves ürünlerimiz kat’iyen onun yerini dolduramaz.

Zaten Kur’ân, kat’iyen mûsıkînin o dar kalıplarında kendi olarak kalamaz. Hele hele onu, yapmacık, bozuk ve sıkıcı arabesk gibi bir üslûpla eda etmek, onun ruhunu hırpalama demektir. Zira o mûsıkîde, mânâsız çekip uzatmalar, ağızda gevelemeler, sözleri ve kelimeleri anlaşılmaz hâle sokmalar söz konusudur ve bunlar, en âmi nazarlardan dahi gizli kalamaz. Hatta denebilir ki, en temiz ve mevzun güftelerde, bestelerde dahi bu arızaları görmek mümkündür. Ne var ki, Kur’ân’ın bu çeşit arızalara asla tahammülü yoktur. Âyetlerin sonunda dahi olsa, münasebetsiz ve mânâsız uzatmaları onda görmek mümkün değildir. Bazılarımızın okuyuşunda olsa da bu, Kur’ân’ın ruhuna aykırıdır.

Kur’ân’ın ruhî yapısına uygun tecvid ve kıraat kaideleri geliştirilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ı okurken bu kaidelere riayet etmek esastır. Aslında onun kelime ve lafızları da bu kaidelere uygun irad buyrulmuştur. İnsanda heyecan ve iştiyak hâsıl etmesi için, bunlar hep göz önünde bulundurulmalıdır; bulundurulmalı ve Kur’ân’ın tabiî havasıyla, edasıyla bütünleşmeli, sadece mûsıkînin dondurulmuş kalıplarını gözetmeden daha ziyade kendi idrak ve hislerinin hâsıl ettiği duyuş ve sezişlere göre kıraat ve tilavette bulunmalıdır.

Böyle bir yaklaşımla kendini ilâhî beyanın çağlayanlarına salan insandır ki, Kur’ân’la bütünleşir ve onun için zaman-mekân âdeta ortadan kalkar. Artık daha sonraki kelimeye gelmeden, hangi çeşit ses ve ton gelecekse dili kendi kendine o sesleri, hem de kendi tonlarıyla seslendirmeye başlar.

Mahir bir okuyucu her zaman Kur’ân’ın içine girer, kalbini ve hislerini ona teslim eder.. hâlen ve ruhen Kur’ân’ın mânâ ve muhtevasını anlamaya müheyya hâle gelir. Artık bundan sonra onun dilinden, tatlı tatlı, dinleyenleri mest eden Kur’ân terennüm ve tegannileri coşa coşa akar durur.

Keşke, bu mevzuda yetişmiş, mahir Kur’ân hafızlarının insanı coşturan Kur’ân nağmelerini neslimize dinletebilseydik!.. İhtimal, bu sayede onları başkalarının cızırtılı seslerinden kurtararak Kur’ân’ın mûsıkî, mânâ ve mahiyeti etrafında bir araya getirmiş olurduk.

Zaman zaman yaptığımız tarif ve tasvirlerde, Kur’ân âyetlerindeki eda, ton ve mûsıkîyi nazar-ı itibara alarak, onlardaki âhengi ifade etmek için, “Tıpkı şiir gibi” ifadesini kullanmışızdır. Aslında bu “dîk-i elfâz”dan kaynaklanan, yani Kur’ân’daki güzelliği, bediiyyatı ve inceliği ifade için daha güzel bir benzetme bulamadığımızdan dolayı kullandığımız bir tabirdir. Böyle bir benzetme ile hata etmiş de olabiliriz. Hata ise, Allah cürmümüzü affetsin.

Kur’ân-ı Kerim, beşer karihasından akan ve belli kalıplar dahilinde dile dökülen manzum söz ve şiirden fersah fersah uzaktır. Bunu da, bizzat Kur’ân kendisi söylemekte ve “Biz, O’na (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) O’na yakışmaz da. (O’na vahyedilen) sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.”15 buyurmaktadır.

Bütün özellikleriyle şiirin, beşerî idrakin dar kalıplarına hapsolmuş, tabiat kaynaklı, his kaynaklı söz dizilerine münhasır olmasına karşılık Kur’ân, hiçbir zaman, şiirdeki veznin ve kafiyenin esareti altına girmemiş ve belli ölçülere tâbi kılınmamıştır. Âyetler, bir yönüyle tıpkı gökteki yıldızlar gibi, kendi daireleri içinde serbesttir. Her yıldız, kendi kümesine ait bir eleman olmakla birlikte, tek başına da parıldamaktadır. Âyetler de, her biri kendi iç nizamına bağlı bulundukları kadar, müstakil ele alındıklarında da müstakil ve serbest mânâlar ifade edebilmektedirler.

Hiçbir asırda, hiçbir anlayış, Kur’ân’ın bu engin anlatım üslûbunu yakalayamamış ve onu tanzîr edememiştir. Zira Kur’ân, her zaman beşer anlayışı ve bu anlayışın dar kalıplarının üstünde olmuştur. Bunun için de, eski-yeni şiir ve mûsıkî çeşitlerinin zaman aşımına uğramasına mukabil Kur’ân, hep o mukayese kabul etmeyen enginliği, zenginliği ve yeniliğiyle devam edegelmiştir.

Şimdi örnek olarak Âdiyât sûresini arz ederek meseleyi noktalayalım:

وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا۝فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا۝فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا۝فَأَثَرْنَ بِه۪ نَقْعًا۝فَوَسَطْنَ بِه۪ جَمْعًا۝إِنَّ الْإِنْسَانَ لِرَبِّه۪ لَكَنُودٌ۝وَإِنَّهُ عَلٰى ذٰلِكَ لَشَهِيدٌ۝وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ۝أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ۝وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ۝إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ

“Andolsun nefesleriyle (güp güp) ses çıkararak koşan (at)lara, (tırnaklarıyla yerden) ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, (koşarak) toz koparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara. (Bunlara andolsun) ki insan, Rabbine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna şahittir. Doğrusu o, malı çok sever. O bilmez mi ki, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde bulunanlar devşirildiği zaman, o gün Rabbileri onların her hâlini haber almış, (gizli ve açık bütün yaptıklarını bilmiş)tir. (Bunu bilmez mi insan? O hâlde neden bu bilgisine uygun hareket etmez?)”16

Görüldüğü gibi âyet-i kerimede önce âdeta bir savaş meydanı canlandırılmaktadır. Bu canlandırma, seçilen kelimeler, o kelimelerin telaffuzundaki ton, ses, mûsıkî bizleri bir savaş alanının içine çekmekte ve etrafı toza-dumana boğan atlar arasında bulunma gibi müthiş bir arenada dolaştırmaktadır. Evet, hayal dünyası geniş, ufku engin olanlar, sûrenin ilgili âyetlerini okurken, zırhlı birliklerin tanklarından ve atların nallarından çıkan kıvılcımlarını, mücahitlerin nâra ve tekbirlerini Kur’ân’ın o ulvî mûsıkîsi sayesinde rahatlıkla hissedebilir ve duyabilirler.

Yalnız hemen ifade etmeliyim ki, bu biraz da okuyucunun seviyesine, istidadına ve bediî zevkine vâbestedir. Ve tabiî herkesin aynı şeyleri duyması ve hissetmesi de mümkün değildir. İnşâallah neslimiz, Kur’ân’la bütünleştiği zaman, –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– onun bütün özelliklerini de duyacak, ruhen, kalben ve hissen doyacaktır.

2. Kur’ân-ı Kerim ve Güzel Sesle Alâkalı Küçük Bir Mütalaa

Asr-ı Saadet’ten bugüne hemen herkes, Kur’ân-ı Kerim’in gönüllerde heyecan uyaran bir eda ve ruhları inşirahla coşturacak bir enginlikte okunmasında ittifak etmişlerdir.

Kur’ân’ın güzelce okunması hususunda, birçok rivayet mevcuttur. Şimdi müsaadenizle bunlardan birkaçını arz edelim:

Hz. Berâ İbn Âzib (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Nebi’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazında “وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ”yi okurken işittim. Ondan daha güzel bir ses ve okuyuş duymadım.”17

İtiraf etmeliyim ki, okuyan Resûl-i Ekrem, dinleyen de sahabe olunca, onda duyulan hazzı bizim tarif etmemize imkân yoktur. Demek Hazreti Sahibu’l-Kur’ân, kendine has tadı, şivesi ve kendi duyuş ve sezişine göre okurken, arkasındaki Berâ İbn Âzib’ler kendilerinden geçebiliyorlardı; geçebiliyorlardı zira Kur’ân’ı en iyi okuyan, en iyi duyan, en iyi bilen, mehbit-i vahy-i ilâhî olan Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinliyorlardı.

2. Berâ İbn Âzib’in rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyururlar: “Kur’ân’ı sesinizle tezyin ediniz (süsleyiniz).”18 Yani bir mânâda, müzeyyen olan Kelâm-ı İlâhî’nin ziynetine göre sesinizi ve dilinizi güzel kullanın. Böyle bir mânâyı özellikle arz etme lüzumu duydum; zira bir kısım katı hadis nakkadı (tenkitçisi) ve zâhirperest kimseler, sahih hadis kitaplarında rivayet edilmiş olmasına rağmen, bu hadisi kabul etmezler ve “Kur’ân, zaten süslü ve ziynetlidir ve onu sesle tezyine ne hacet var? Hadisin metni, ‘Seslerinizi Kur’ân’la süsleyiniz.’ şeklinde olmalıdır; olmalıdır çünkü Kur’ân-ı Kerim’in bizim sesimizle güzellik kazanmaya ihtiyacı yoktur. Aksine bizler onun kıraatiyle seslerimizi tezyine muhtacız. O ise her zaman güzeldir.” derler. Fakat bu, oldukça tekellüflü bir yaklaşımdır. Zira hadis-i şerifte “Siz, Kur’ân’ı kendi seslerinizle süsleyin.” buyrulmaktadır.

Gerçi Kur’ân-ı Kerim’de baş döndüren bir ifade ve üslûp güzelliği vardır ama, sesi güzel olmayan ve tecvid kaidelerini bilmeyen birisinin, münasebetsizce bağırarak ve harflerin başını-gözünü yararak okuduğu Kur’ân, şüphesiz onun dilinden ve mûsıkîsinden anlayan insanların kulaklarını tırmalar. İhtimal, böyle bir okuyuş, gönüllerde heyecan uyandırma yerine insanları Kur’ân dinlemekten dahi soğutur.

Bu açıdan da denebilir ki, “Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz.” tevcihinin önemli bir mahmili olmakla beraber, hadisle vurgulanmak istenen husus, ayrı bir güzelliğe atıfta bulunmaktadır. Zira sesini Kur’ân’ın muhtevasıyla bütünleştirip, onun mûsıkî ve âhengini yakalayan, kıraat ve tecvid kaidelerine de hassasiyetle riayet ederek, onu güzel sesle okuyan birinden Kur’ân dinlemek, insanı zevk ve heyecana boğar.

Evet, zatında güzel olan sesler, Kur’ân tilavetiyle bir derece daha güzelleşir. Çünkü gerçekten de Kur’ân’ın kelime ve lafızlarındaki o müthiş mûsıkî ve âhenk, iyi bir icra ile desteklendiği, bütünleştiği ve seslendirilebildiği takdirde, Kur’ân’ın o kendine has sihirli beyanı ve mûsıkîsi olduğu gibi ortaya çıkar. Nitekim Ebû Musa el-Eş’arî, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine: “Sana Hz. Davud’un mizmarından bir mizmar verilmiştir.”19 buyurduğunu nakleder.

Hadisin sebeb-i vüruduyla alâkalı olarak şunu naklederler:

Allah Resûlü, Eş’arîlerin kapısının önünden geçerken büyüleyici bir Kur’ân okunuşuna şahit olur ve oradaki insanlara: “Bu kimin evidir?” diye sorar. Onlar da: “Ebû Musa el-Eş’arî’nin evidir.” cevabını verirler. Bunun üzerine Efendimiz, Ebû Musa el-Eş’arî’ye: “Sana Hz. Davud’un mizmarından bir mizmar verilmiştir.” buyurur.20 Mizmar, bir çeşit çalgıya verilen isimdir. Allah Resûlü’nün meseleyi bir çalgıya teşbihle ifade etmesi, ya Kur’ân’ın gönüllerde heyecan, neşe ve sevinç uyandıran mûsıkîsini anlatmak, ya Hz. Davud’un mezâmiri tilavet etmesine benzetmek ya da onun yaptığı tevbede yana yakıla dile getirdiği sözleri, yani Zebur’daki âyetleri hatırlatması sebebiyledir.

3. Konuyla alâkalı Berâ İbn Âzib’in rivayet ettiği bir başka hadiste ise, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kur’ân’ı seslerinizle tezyin ediniz. Güzel ses, Kur’ân-ı Kerim’in okunuşuna güzellik katar.”21 buyururlar.

Zikredilen bu hadis-i şeriflerin hemen hepsi de göstermektedir ki, Kur’ân’ı güzel ve hoş bir sesle okuma, ona saygının ayrı bir buudunu teşkil etmektedir. Ve bu konu, Kur’ân’a bir hizmet olarak mutlaka ele alınmalı ve hassasiyetle üzerinde durulmalıdır. Ancak, bilmem ki, bunca zamandır Kur’ân’a yabancılaşmış zevk-i selimden mahrum insanlara bunu anlatmak mümkün olacak mı? Ben, şahsen çok kolay olacağını zannetmiyorum.

1 Ra’d sûresi, 13/14.

2 Âl-i İmrân sûresi, 3/103.

3 Enfâl sûresi, 8/63.

4 Duhân sûresi, 44/51-56.

5 Duhân sûresi, 44/43-49.

6 Duhân sûresi, 44/49.

7 Nebe sûresi, 78/21-23.

8 Nebe sûresi, 78/31-34.

9 Nûr sûresi, 24/21.

10 Tevbe sûresi, 9/38.

11 En’âm sûresi, 6/31.

12 Fâtır sûresi, 35/37.

13 Nâs sûresi, 114/1-6.

14 Âl-i İmrân sûresi, 3/191.

15 Yâsîn sûresi, 36/69.

16 Âdiyât sûresi, 100/1-11.

17 Buhârî, ezân 102, tevhîd 52; Müslim, salât 177.

18 Ebû Dâvûd, vitr 20; Nesâî, iftitah 83; İbn Mâce, ikâmet 176.

19 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 31; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 235-236.

20 Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 2/485; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/23.

21 Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 34; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/768.

-+=
Scroll to Top