Dünyada Yeni Tekevvünler

Dünyada her an yeni gelişmeler oluyor ve bu gelişmeler sonucu yeni oluşumlar meydana geliyor veya biz öyle zannediyoruz. Zira insanlığa yeni diye sunulan şeylerin çoğu genelde eski şeylerden ibaret. Bunlar, Necip Fazıl’ın ifadesiyle bir kısım insanların, Müslümanları farklı zamanlarda farklı şeylerle isimlendirdikleri ve itham ettikleri gibi, her dönemde farklı isimlerle ortaya atılmış dedikodu da olabilir. Dolayısıyla bunlara yeni demeden ziyade, aynı şeylerin tekrarı ya da eskilerin farklı versiyonları, değiştirilmiş taklitleri demek daha doğru olur zannediyorum. Dünyada ille de bir değişim olacak, yeni bir tekevvün meydana gelecekse, her hâlde bu uzun fetret döneminden sonra, tekrar İslâm’a, Kur’ân’a.. sahip çıkılması ve onların o diriltici düsturlarıyla bütün insanlığın yeniden dirilmesi şeklinde olacaktır.

Bu açıdan denebilir ki, Kur’ân’ın iki yüz ya da üç yüz yıldan beri yaşadığı gurbet yılları bitmek üzeredir. Evet, Efendimiz’in ifadesiyle öyle zamanlar olmuştur ki, insanlık bir vadide, Kur’ân da başka vadide; o orda yalnız, onlar da ayrı bir yerde Kur’ân’sız yaşamışlardır.1 İşte insanımız, böyle karanlık bir dönemden kurtulmak üzeredir. Bir zamanlar, folklor gibi icra edilen dinî hayat günümüzde kendi orijinine has ses ve soluk ile seslendirilmeye başlanmıştır. İnşaallah bir gün gelecek bu gariplik tamamen bitecek ve “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.”2 âyetinin ifadesi olarak, insanlık yeniden Kur’ân’la buluşacaktır.

Evet, yıllar var ki Kur’ân hâlinden, dilinden anlaşılmaz, sahipsiz, yabancı bir kitap hâline getirilmiş; mücerret, zayıf ve işe yaramayan bir saygı ifadesi olarak sadece mahfazalar içine yerleştirilip, evlerin başköşesine asılmış, ama ondan gerektiği gibi istifade edilmemiştir. Merhum Âkif, onun bu hâle getirilmesine şöyle isyan eder:

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

Kim bilir, belki de bu muvakkat ayrılık, insanımıza yeni bir aşk ve şevk de kazandırmış olabilir. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri, İslâm dünyasının geri kalış sebeplerini dört maddede özetlerken, bu mesele üzerinde durur ve: “Bu kadar zaman Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın esaslarından uzak kaldıktan sonra yeniden ona dönünce onu çok taze ve her derdimize derman bulacağız.” meâlinde sözler eder. Yani muvakkaten ondan uzak kalmamız, bizim birbirimizle daha sıcakça kucaklaşmamıza ve ona sımsıkı sarılmamıza sebep olmuştur. İki-üç asırdan beri ondan uzak kalmanın vermiş olduğu hasretle, onu bağrımıza basacak ve gökten yeni inmiş gibi onu taze bulacaksak, hasenâtımızın seyyiâtımıza racih gelmesiyle sevineceğiz. Tabiî o da bizi, gökten inmiş Mesihler gibi bulacak; bu iki gökten inmiş ses ve soluk, birbiriyle bütünleşince etrafta semavî düşünceler tüllenecektir.

İşte o zaman, bütün televvünleriyle Kur’ân’a sahip çıkanların temsil edeceği bir yenilik meydana gelecektir. Biz bu konuda ilk adımın atıldığını zannediyoruz. Zira bugün Asya’dan Amerika’ya, oradan da Afrika’ya.. ailesini, evini-barkını bırakıp giden her fert, gittiği her yerde bir ocak tüttürmeye başlamıştır bile. Yakın gelecekte bu aydınlık, bütün dünyayı kaplayacak ve topyekün dünyada kardeşlik, sevgi ve hoşgörü meltemleri duyulacaktır. Geçenlerde bu duygularla dopdolu Japonya’ya giden iki genci görünce, öyle duygulandım ki, neyim varsa hepsini çıkartıp veresim geldi. Onlar, o hâlleriyle sanki yüzme bilmeyen, fakat yüzmeyi denizde öğreniriz düşüncesiyle kendilerini ummana salan insanlara benziyorlardı.

Burada bir hususa daha değinmek istiyorum. Şüphesiz bugün aynı gaye için çalışan başka insanlar da var. Ancak yıllarca Türk-İslâm anlayışını temsil etmiş Anadolu insanının kendine has bir sesinin, soluğunun olduğu da muhakkak. Bu ses, sekiz-dokuz asırdır tecrübe edilmiş bizim insanımızın sesidir. Bu ses, farklı bir sestir ve bütün insanların içini yumuşatacak bir üsluba sahiptir.

Tasavvur ve Düşünce Yörüngemiz

Bizim tasavvur ve düşüncelerimizin yörüngesi, Allah’ın varlığına imandır. Biz bu yörüngeyi varlığın bütün cüzlerine karşı olan yaklaşımımızda da korumak zorundayız. Ve bizim her türlü düşünce ve tasavvurumuz, bu temel üzerine bina edilmelidir.

Evet, Allah vardır.. bu kâinatı Allah yaratmıştır.. insan Allah’tan gelmektedir.. ve o ebediyete namzettir.. Hz. Sadık u Masduk’un beyanıyla ağacın altında gölgelenen bir yolcu gibidir insan..3 daha sonra da buradan göçüp gidecek ve ötede Cennet ve Cemalullahla serfiraz olacaktır.. insan, imtihan için gönderildiği bu fani dünyada ya kazanacak ya da kaybedecektir.. bu bakımdan o bütün dikkat ve temkinini toplayarak hedefini on ikiden vurabiliyorsa vurmalı, on ikiden vuramazsa ona yakın bir yerden vurmalı ve hangi sahada olursa olsun inanç dünyasını ihata eden düşünce ve tasavvur ekseninden sapma göstermeden en büyük hedef olan Allah’ın rızasını elde etmeye doğru yürümelidir.

Gaye ve Metod

İnsanların ve topyekün dünyanın İslâm’a uyanması için, Hz. Sadık u Masduk’un takip ettiği çizgide bir yol ve metot takip etmek gerekir. Hz. Sahib-i Hakikat’ın ifadesiyle, “Bir tek insanın hak ve hakikate uyanması, yeryüzünde yığın yığın koyunların ve develerin tasaddukundan daha hayırlıdır.”4 Çünkü bir insanın hidayetine vesile olmak, daha dünyada iken onun vicdanındaki Cennet’i ona duyurmak, ahiretteki Cennet’e de onu hazırlama demektir. Bu sebeple bu irşat ve tebliğ faaliyetlerini bir plân ve program dahilinde ve hiç doyma bilmeden yapmak, herkesi doyuracak noktaya ulaştığında da “Hel min mezid –Daha yok mu?” demek, çok yüksek bir idrak ve mübarek bir gayrettir.

Evet, müspet düşünceler, yine müspet esas ve disiplinler üzerine bina edilmeli ve bu uğurda himmetler hep âlî tutulmalıdır.

Gulyabani ve İnsan

İman ve Kur’ân’a tam hizmetin –özellikle de günümüzde– çok büyük itibar gören makam-mansıp, şöhret, para vb. dünyevî şeylere bütün bütün kapalı kalmakla olabileceği kanaatindeyim. Dünyevî hatta uhrevî beklentiler içinde bulunan insanların tam anlamıyla kendilerini bu işe veremeyecekleri muhakkaktır; isim be isim bunun pek çok örneğini vermek de mümkündür.

Evet, Arapların gulyabani, Bediüzzaman Hazretlerinin de “Sûreti me’nus, sîreti menhûs”5 dediği türden birçok şey, bugün iman ve Kur’ân hizmetine kendilerini adamış ve adayacak olan insanların önünü kesmiş durumdadır. Bunun böylece bilinmesi, bizleri onlara karşı hazırlıklı hâle getirecektir. Gulyabani, çölde ceylân, geyik vb. suretlerde zuhur edip, insanı peşinden koşturan, sonra da birden canavarlaşıp onu öldüren hayalî bir varlıktır veya canavardır. Bu açıdan makam-mansıp, şöhret, şehvet, para vb. şeylere gulyabani benzetmesini oldukça yerinde ve doğru buluyorum.

Zira, tertemiz duygu ve düşüncelerle hizmet etmeye başlamış, yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçmiş, başkalarının acılarını, ızdıraplarını vicdanında duymuş birinin veya birilerinin, birdenbire dünyanın cazibedâr güzelliklerine koşması, fânî ve zâil şeylerin peşine düşmesi, kadına, paraya dilbeste olması, makam-mansıp sevdasına kapılması, rahat ve rehavetinden başka hiçbir şey düşünmeyen biri durumuna düşmesi.. işte bütün bunlar başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Evet onu Allah’ın rızasına giden bu yoldan alıkoyan şeylere, gulyabani demek doğru olsa gerek.

Ancak bütün bunlar aşılmaz şeyler de değildir. Dünya, bir imtihan mekânıdır.. ve herkesin imtihanı da değişik şekilde cereyan etmektedir. Bunun şuurunda olarak, bizim beslenme diyebileceğimiz şeylerle bunların hepsi aşılabilir. Nedir beslenme? Beslenme insanın fıtratında potansiyel olarak varedilen güçleri harekete geçirmektir. Allah insanı “a’lâ-yı illiyyîn” ile “esfel-i sâfilîn” arasında gidip-gelebilecek bir fıtratta yaratmıştır. Bu noktada insana düşen şey, kendini “a’lâ-yı illiyyin”e çıkartacak unsurları inkişaf ettirmekten ibarettir. Allah kullarına karşı zalim değildir. O’nun rahmeti gazabının önündedir.6 İnsan bu ve benzeri hasımlarını yenebilecek güçte yaratılmıştır. Yeter ki o potansiyel gücünü kullanarak bu yolda bulunabilsin.

Bir aksiyon dini olan İslâm’ın mümessilleri sayılan bizlerin, her zaman canlılığımızı korumamız, sararıp solmamamız için böyle bir aksiyona ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda her köşe başında bekleyen birer gulyabani gibi bizi Cehennem’e çekip götürecek kötü duygulardan da bizleri kurtaracaktır. Haddi zatında aksiyonun olmadığı yerde kokuşma ve yok olma kaçınılmazdır.

İdeal Muhacirin Vasıfları

Kelime mânâsı olarak, bir yerden bir yere göç etmeye hicret, bu ameliyeyi pratiğe döken kişiye de muhacir denir. Daha geniş ifadesiyle hicret, içteki duygu ve düşüncenin aksiyona dönüşmesidir. Bu mânâda hicretin, hemen her yüce davada çok önemli bir yeri vardır.

Biz burada hicret mevzuundan ziyade, ideal mânâda bir muhacirde mutlaka olması gereken bazı esaslar üzerinde durmak istiyoruz:

1. Hicrette iç dizayn ve iç kontrol çok önemlidir. Bu açıdan muhacir olarak bir yere göç edilirken, sadece bu “gitme” meselesi nazar-ı itibara alınıp hâlisane bir niyetle gidilmelidir. Sahabe Efendilerimiz (radıyallâhu anhüm) Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yurdu-yuvayı bütünüyle terk etmişler ve daha sonra arkada bıraktıkları şeyleri hayallerinden bile geçirmemişlerdir. Oysaki Mekke, öyle kolay kolay terk edilecek bir şehir değildi. Bir kere o zamanlar, Medine halkının yarısı çoban, yarısı çiftçi ve sınıf itibarıyla da ikinci-üçüncü sınıf insanların yaşadığı bir yerdi. Hâlbuki Mekke, hem ilim hem de ekonomik seviye olarak o zamanki Arap yarımadasının en medenî şehirlerinden biriydi. Buna rağmen sahabe-i kiram, Mekke’yi kafalarından öylesine söküp atmışlardı ki, daha sonraki dönemlerde değişik vesilelerle Mekke’de kalan muhacirler hastalandıkları zaman, “Burada ölüp kalacağız ve hicretimiz bâtıl olacak!” endişesiyle tir tir titrerlerdi. Bu sebeple, yüce bir mefkûre uğruna göç eden insanlar, hep ihlâs ve samimiyetle hareket etmelidirler.

2. Hiçbir beklentiye girmeden bu şerefli işi gerçekleştirmelidirler. Bu sayededir ki, Cenâb-ı Hakk’ın, hicret uğrunda terk edilen şeylere mukabil büyük lütuflarda bulunması beklenir. Evet Allah (celle celâluhu), niyetin hulûsuna göre terk edilen şeylere karşılık olarak, bazen bir, bazen on, bazen yüz, bazen bin kat karşılık verebilir. Bir kere daha hatırlatalım ki, bunun yegâne şartı beklenti içinde bulunmamaktır. Buna rağmen Allah, çeşitli lütuf ve ihsanlarda bulundu ise, insan “Rabbimizin meşiet-i Sübhâniyesi öyle gerektirmiş ki, hiç lâyık olmadığımız hâlde bize bunları bahşetmiş.” demeli, şükran duyguları içinde iki büklüm olmalıdır.

3. Muhacir, hicret edeceği yere giderken, “bir daha geri dönmemek” üzere gitmelidir. Çünkü muhacirin mezar taşları, hicret ettiği yeni dünyaların bir nevi tapu kayıtları gibidir. Hatta muhacir, kendi ülkesinin yemyeşil yamaçlarını, bağlarını ve diğer bütün güzelliklerini düşündüğünde “Aman Allah göstermesin burada ölmek mi!” duygusuyla sahabe gibi tir tir titremelidir.

Evet, ideal muhacir, niyetini hâlisane yaptıktan sonra gideceği yere gitmeli, “Senede bir defa olsun gelip ülkemi göreceğim.” gibi mülâhazalara kapılmamalı ve bir daha da geriye dönmeyi düşünmemelidir. Hatta o ilk garipler gibi yerlerini terk etmeyi, savaşta cepheyi terk etmekle eş tutmalı ve bir adım bile yerlerinden ayrılmamalıdırlar.

Hak Erlerine Pırlanta Ölçüler

Allah’tan başka en parlak şeylere bile iltifat, gölgeyi hakikatin yerine koymak demektir. Hâlbuki en sönük hakikatler, en parlak gölgelerden daha parlaktır. Allah ise hakikatler hakikatidir.

O’nunla alâkalı bir yüce davada kaybetmek söz konusu değildir. Bir panayır gibi kazanç yollarının herkese açık olduğu bir davada, kendilerini riya ve süm’a ile tecrit eden tâli’siz ruhların, er geç iflas edip mahrumiyete düşmeleri kaçınılmazdır.

Herhangi bir mü’mine, “Git falan yerde falan işi yap.. filan şeyi anlat..” şeklinde bir vazife tevdi edildiğinde, “Allah Allah! Bu insanların bakış zaviyeleri mi bozulmuş? Onca güzel insan varken ne diye beni seçiyorlar?” şeklinde düşünmeli ve en küçük işleri bile kendinden çok büyük görmelidir.

Allah’ın her tecellisi bize bir rahmettir. İnsan, ufkunu iyi seçebilirse, her şeyi güzel görebilir ve her zaman ilâhî vâridâtı soluklayabilir. Fakat kulluk çok zordur. İnsan, her defasında ayrı bir mantık, muhakeme ve tedbir-temkin adına yeni mülâhazaların tespiti ile ancak yolunu devam ettirebilir.

“Adı Konulmamış Bir Tasavvuf Hareketi”

Soru: Bir gazeteci, sizin teşvik ve tavsiyeleriniz ışığındaki faaliyetleri, “Adı konulmamış bir tasavvuf hareketi” olarak tarif ediyor. Bu tarifi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tasavvuf, İslâm’ın ruhî hayatıdır. Hiçbir dönemde ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisine göre İslâm’ı temsil edenler, o ruh ve mânânın dışında olmamışlardır. Tarikat ise tasavvuf düşüncesi çerçevesinde, dinin özüne varmak ve Hakk’ın rızasını, dolayısıyla da dünya ve ahiret saadetini kazanmayı amaçlayan disiplinler mecmuasıdır.

Tasavvuf, bir hayat tarzı olarak Asr-ı Saadet’te yaşanmış; daha sonra ise “tarikat ricali” diyebileceğimiz insanlar tarafından, şahısların karakter, ruhî yapı ve anlayışlarına göre sistemleştirilmiştir ki bu gayet normal bir harekettir. Şu anda benim gücüm yetse ve insanların içlerini, kafalarını okuyabilsem, sünnet kıstasları içinde insanların istidat ve kabiliyetlerine göre onlara hep insan-ı kâmil olma mülahazasını telkin ederim. Örneğin birisi tefekkür insanıdır; ona devamlı tefekkürle hemhâl olmasını salıklayıp aynı zamanda şu evrâdı da ihmal etme ve Allah kapısında sabit-kadem ol, derdim. Kur’ân’ı çok iyi anlayan başka birisine de devamlı Kur’ân’la meşgul olması tavsiyesinde bulunurdum. Bu bir yönüyle değişik istidatları, müstaid oldukları konularda istihdam etmektir. Esasında meşâyihin yaptığı da bundan farklı değildir. Onlar, şahısların karakterlerine, içtimaî durumlarına, genel yapılarına göre insanlara, dinin ruhuna uygun sorumluluk tahmil ederek, herkesin kabiliyetine göre onun mânevî terakkisini sağlayıp, “İnsanın yaratılışının gayesi olan, insan-ı kâmil ufkuna ulaşma”yı hedeflemişlerdir ki işte tasavvuf da budur..!

Bu işe, “Adı konulmamış bir tasavvuf hareketi.” denmekle, şayet Allah’a yaklaşma yolunda olan insanlar veya insan-ı kâmil olma peşinde koşan insanlar mânâsı kastediliyorsa, bu doğrudur ve bu mânâda mutasavvıf olmayan veya tasavvuf yolunda bulunmayan bir mü’min de yoktur. Ama bununla, tasavvuf duygu ve düşüncesini ister muhatapların farklılığı, isterse o işi temsil eden şahısların farklılığı açısından tarikatlar hâline getirip sunma meselesi anlaşılıyorsa bu mânâda bu çalışmalar, ne tasavvuf ne de tarikattır.

Kardeşlik

Üstad Hazretlerinin “Kardeşlerinizin meziyetleri ile iftihar ediniz.”7 şeklindeki tavsiyesi, tamamen inanca bağlı bir olaydır. İnancı kavi olmayan insanların, bu hakikati tam yaşayabileceklerine ihtimal verilemez. Evet, konuşan bir kardeşinizin sürç-ü lisanları sizi rahatsız etmiyorsa veya onun dinleyenlerin gönlünde inşirah hâsıl eden konuşması, sizi sevindirmiyorsa, siz “kardeş” makamını ihraz edememişsiniz demektir.

Diyalog

Günümüzde bazıları, bütün dinlerin ortak noktalarını ortaya koyup bundan bir din meydana getirelim ve insanları onun etrafında toplayalım düşünce ve çabası içindeler. İlim dünyasının, hiç de yabancı olmadığı bu düşünce ve faaliyetlere karşı uyanık olunması gerektiği kanaatindeyim. Zira, bu sözde düşünce, en azından ateizm kadar, özellikle İslâm dinine zarar verebilecek mahiyettedir.

Bana göre bir anlamda orijinalite yapma, popülarite kazanma gibi sâiklerle ortaya atılan bu düşüncelere isabetli cevap verebilme, İslâm’ın evrensel esaslarına göre hareket etmekle mümkündür. Bu cümleden olarak, Hristiyan ve Yahudilerle diyaloğa geçme, onlara karşı olan tutumlarımızda sert davranmama gibi hususları sayabiliriz.

Şimdilerde, Hristiyan dünyasının da bizimle böyle bir temasa geçme çabası içinde bulunduğu söylenebilir. Böyle bir çabada onların gerçek niyetleri ne olursa olsun, zahirî durumdan hareketle bu fırsat mutlaka değerlendirilmelidir diye düşünüyorum. Tarihî hâdiseleri, tarihsellik çukuru içine gömerek, hiç mevzuubahis etmeden, onları kendilerini tarif ettiği konumları içinde kabullenmek suretiyle, belki de tarih boyunca gerçekleşmeyen ortak değerler etrafında bir birleşme gerçekleşebilir. Yeter ki biz, bize düşeni, belli yol ve yöntem içinde yapabilelim.

Orta Asya

Asya, kadimden bu yana insanlığın, hususiyle de Âlem-i İslâm’ın kaderinde çok büyük bir rol oynamıştır. Bundan dolayı Asya’nın bahtı üzerinde ısrarla durulmuş ve bu bahtın açılması, meşveret esasına bina edilerek; “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûradır.”8 denilmiştir. İslâm’ın ilk infial dönemi, hatta beşinci asra kadar Batı’ya ışık tutan Rönesans dönemi, hep tomurcuk tomurcuk Asya’da açmıştır.

Bir yanıyla ilk Müslümanlar Asya’yı hedeflemişlerdi. Evet, daha hicret-i seniyyenin 80-90. senelerinde ta Buhara’da, ilk mücahitlerin; hicret-i seniyyenin 94. senesinde de, Haccac-ı Zalim’in yeğeni Muhammed b. Kasım’ın atlarının nal sesleri ta Sindabad’da yankılanıyordu.

Bu fatihler, girdikleri topraklarda maddî fetihle kalmıyor; aynı zamanda temsil ettikleri yüce hakikatlerle de gönülleri fethediyorlardı. Evet, gönüller öyle fethedilmiştir ki, Semerkand’lar, Taşkent’ler, Buhara’lar fethedilip, Aral Gölü ve Amuderya’ya ulaşılmış; bu ülkelerdeki insanlar Arapça’yı da süratle öğrenerek, ortaya koydukları eserlerle, ta o devirden günümüze ışık tutan Buharî, Müslim, Neseî, Tirmizî gibi pek çok dâhi imamlar yetiştirmişlerdi.

Evet İslâm, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) hızını alıp, âdeta bir çağlayan gibi, köpük köpük Arap yarımadasından çıkmış, anilmerkez bir güçle Asya’ya, oradan da bize kadar gelmiştir. Din adına ne biliyorsak, Mehmet Âkif’in, Efendimiz için;

“Dünya neye malikse, onun vergisidir hep; Medyun O’na cem’iyyeti, medyun O’na ferdi. Medyundur o Ma’sûm’a bütün bir beşeriyyet… Yâ Rab, Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret.”

dediği gibi biz de, hadisiyle, fıkhıyla, kelâmıyla onlara medyunuz. Hanefî mezhebinin akidede imamı İmam Mâturidî Hazretleri, Maveraünnehir’de yetişmiştir. Fıkıhta, ilklerin sonu sayabileceğimiz Merginani’nin Hidaye’sinden; Hindistan’dan Pakistan’a, Pakistan’dan Afganistan’a kadar dünyanın dört bir yanında eserleri tedris edilen Serahsî’ye kadar fıkhın o devasa kametlerinin hepsi Asyalıdır. Asya, sadece bunlarla kalmayıp fünûn-u müspeteye de beşiklik etmiştir. Harizmî’ler, bir yönüyle İbn Sina’lar, Endülüs’te tam bin sene tıbbın cerrahî dalına dair kitapları tedris edilen Zehravî’ler.. hep bu dönemin ışık insanlarıdırlar.

Şimdi müsaadenizle, burada bir tespitte bulunmak istiyorum: Anadolumuzun diğer bir adı da “Küçük Asya”dır. Bu Küçük Asya birçok yönüyle Büyük Asya’ya medyundur. Zira Büyük Asya, onu besleyip, büyütmüş ve Anadolu’ya askerliğe göndermiştir. O da annesine ve babasına vefa hissiyle tam 9 asır bir dünyanın barbarlığına ve yobazlığına karşı muhafızlık vazifesi görmüştür. Selçuklular, Anadolu’da 8-10 defa Haçlıları göğüslemiş ve âdeta onları eritmişlerdir. Alparslan’la başlayan o kutlu mücadele, hep Müslüman Türk soyuyla devam etmiştir. Koca Selahaddin, Koca Nureddin, Melikşah, Kılıçarslan.. bütün bu insanlar, Haçlılara karşı sinelerini siper etmiş büyük komutanlardır. Daha sonra Osmanlılar, tam altı asır, Haçlı güruhuna karşı vesayet kanatlarını açıp, bünyesinde bulundurduğu 72 milletten hemen herkesi müdafaa etmiştir.

Bu, bir milletin başka bir millete ne Asya’da, ne Afrika’da, ne de Avrupa yamaçlarında baskı yapması demek değildir. Aynı zamanda bu, bir milletin başka bir milleti kültür emperyalizmi altına alması veya ağabeylik yapma ukalalığı demek de değildir. Biz, bu tür düşüncelerden fersah fersah uzağız. Anadolu insanı, ne Kazak’a, ne Özbek’e, ne Türkmen’e, ne de Kırgız’a, ne Azeri’ye ağabeylik yapma ve “Size bir şeyler öğretmeye geldik.” cakasına talip değildir.

Ben, 13 yaşımdan beri hep Asya steplerini düşünmüş, hicranla iki büklüm olmuşumdur. Ve şimdi oralara vefa borçlarını edaya koşmuş insanımız vasıtasıyla hasret gideriyorum. Biz, duygu, düşünce, anlayış, felsefe ve mantıkta bizimle beraber aynı değerleri paylaşan insanlarla, yolların bizi getirdiği bu son kaderdenk noktada buluşuyor, elimizde olan şeyleri onlara veriyor ve onlardan da maddî-mânevî hiçbir şey beklemiyoruz.. beklemiyoruz; zira biz, şimdilerde kardeşlerimizi bulmanın engin sevincini yaşıyoruz.

Bilge İnsanlar

Allah’ın birlik ve beraberliğe yapmış olduğu ihsan, ferdî teşebbüslere yaptığı ihsandan kat kat üstündür. “Allah’ın yardım eli, toplu yaşayan, müşterek hareket eden insanların üzerindedir.”9 hakikati zaten bu gerçeği dile getirmektedir. Yalnız bunun sebepler plânında birtakım ön şartlara ihtiyaç duyduğu da izahtan vârestedir. Bu hususta, akla ilk gelen örnek olması itibarıyla Bediüzzaman Hazretlerinin tespitleri içindeki “vazife taksimi, mesai tanzimi ve yardımlaşmanın kolaylaştırılması” verilebilir.

Bu çerçevede ihmal edildiğini üzülerek gördüğüm bir hususa bilhassa temas etmek istiyorum; hayatın hemen her alanında liyakat, yetki ve sorumluluk gibi ölçülere riayetle vazife taksimi yapılıyor olmasına rağmen, tecrübeleri ve sadakatleri müsellem yaşlılardan tam anlamıyla istifade edilemediği de bir gerçektir.

Dinamik bir beyin, dinamik bir vücut ve daima cevvaliyet isteyen işlerde, elbette ki bu bilge insanlar çalışamaz ve çalıştırılamaz ama onların istişare ve fizibilite gibi hususlarda pekâlâ düşünce ve tecrübelerinden istifade edilebilir. Bu itibarla da onlara saygı ve hürmette kat’iyen kusur edilmemelidir. Kur’ân:

“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!”10 buyurmak suretiyle bize böyle bir edebi öğretmektedir.

Unutmayalım! Toplumda A’dan Z’ye her seviyedeki insanın yapacağı şeyler vardır. Bu açıdan Allah’ın tevfikine bir davetiye hükmünü taşıyan birlik ve beraberlik içinde hareket ederek, o bilge insanlara da kapasiteleri istikametinde iş verilmeli. Böyle olunca “vahdet-i ruhiye” zedelenmez, Allah sağanak sağanak bereketini üzerimize gönderir.

Tebliğ-Temsil Münasebeti

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ve temsil olmak üzere önemli iki misyonu vardır. Tebliğ yönü ile insanlara hak ve hakikatleri anlatan Allah Resûlü, temsil yönüyle de kendisine yüklenen rolü bütün benlik ve samimiyetiyle yerine getirerek, insanlığa örnek olma mevkiindedir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu sahnede, herhangi bir senaryoyu oynayan insandan tefrik etmek için “bütün benlik ve samimiyetiyle” ifadesini bilhassa kullandım. Çünkü Nebi, oynadığı rolü –tabiri caizse– önce kalbinde oynar. O’nun anlattıkları, kalbî hisleri ve insanlığın kurtuluşu adına yaşadığı hafakanlarıdır. Bu açıdan Efendimiz’in temsil keyfiyeti, hususî bir mânâda tebliğ keyfiyetinden her zaman bir adım daha önde olmuştur.

Aslında insanlara hak ve hakikatleri anlatmada gerçek müessiriyeti biraz da “temsil”de aramak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri, “Ağzımız Kur’ân-ı Kerim okurken ef’al ve ahvalimizle İslâm’ı yaşarsak sair dinlerin sâlikleri ve küre-i arzın bazı kıtaları İslâmiyete dehalet edeceklerdir.”11 derken, bu hakikate işarette bulunmuşlardır.

Evet, tebliğ adamı, anlattığını aynı zamanda mutlaka yaşamalı ve onu en iyi şekilde temsil etmelidir. Zaten bunun aksi de münafıklık alâmetidir ki, her mü’min böyle bir vartadan mutlak uzak durmalıdır.

İlâhî Lütuflar ve Şükürle Mukabele

Cenâb-ı Hakk’ın insanlara olan fazl u keremi, lütf u ihsanı, bazen o insanların liyakatlerine binaen, bazen de liyakat gözetilmeden verilir. ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ “Evet, Allah fazlından dilediğine dilediği kadar ihsan eder.”12

Cenâb-ı Hakk’ın bazı insanlara, ekstradan çok büyük lütufları olur. Sahabe-i kiram Efendilerimiz (radıyallâhu anhüm), bu lütfa ekstradan mazhar olan insanlardır. Onlar, ısmarlama bir Nebi’ye, ısmarlama bir ümmet olarak gelmiş ve o Nebi’nin kendilerine emanet ettiği vazifeyi bihakkın yerine getirmiş, o mazhariyete şükürlerini eda ederek yeni lütuflara kapılar aralamışlardır. Yine bir dönemde Allah, Osmanlılara da büyük lütuf ve ihsanlarda bulunmuş; bulunmuş, onlar da, bu ihsanın şükrünü eda yolunda, Osmanlı unvanıyla İslâm dünyası için Batı’ya karşı asırlarca bir karakol vazifesi görmüşlerdir.

Günümüze gelince, –Asr-ı Saadet istisna edilecek olursa– bunca dalâlet karanlıkları içinde, Cenâb-ı Hakk’ın engin lütuflarıyla çok kısa zamanda ma’şerî vicdanın sahip çıkmasıyla kısa bir zaman içinde bu seviyede inkişafa mazhar olmuş çalışma çok azdır. Ben, “tahdis-i nimet” nev’inden yer yer bunun vurgulanmasında fayda mülâhaza ediyorum.

Evet, Allah’ın bugüne kadar milletimize pek çok lütuf ve ihsanı olmuştur. Bunca handikap ve engellemelere rağmen, Cenâb-ı Hak insanımızı, çok kısa zamanda topyekün dünyada herkese duyurduğu bir ses ve soluk hâline getirmiştir. Bu bir nimettir ve bunu dile getirmek de bu nimete olan şükrün bir tür edasıdır. Allah’ın nimetlerine karşı şükrün bir buudu olarak, o nimeti her yerde ve her fırsatta yâd etmek gerekir ki, bu, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği nimetlerini duymamız, hissetmemiz, idrak etmemiz ve vicdanen ona mukabelede bulunmamız bakımından bir şükür ve sık sık Allah’ı bize hatırlatması bakımından da bir zikirdir.

Zaman zaman arz ettiğim bir düstur vardır: “Her nimet, kendi cinsinden şükürle mukabele ister.” Cenâb-ı Hak bize, hidayet nasip ederek büyük bir nimet ve ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh, bizim de başkalarına hidayet adına yardımcı olmakla bu nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunmamız gerekir. Şimdiye kadar bizim istek, dilek, hesap ve plânlarımızı aşarak Cenâb-ı Hakk’ın lütufları hep devam edegelmiştir.. gelmiştir ve şimdilerde bu gayretlerin hendesî şekilde katlanarak büyüyüp gelişmesi de bunun apaçık bir ifadesidir. Bu da, bunların hepsinin, Allah’ın milletimize olan bir lütuf ve ihsanı demektir. Bugüne kadar dar bir zeminde olan bu faaliyetler, şimdi gidip dünyanın dört bir yanına ulaştı. Şimdilerde dünya, bu çalışmaların arkasındaki kahramanları merak ediyor ve hep onları konuşuyor. Şayet vade vefasızlıkla bu iş bozulmazsa –bozulmasın inşaallah– gelecek nesiller de bir yâd-ı cemil olarak yine hep bu kahramanlardan bahsedeceklerdir.

Kim bilir, önümüzdeki yıllarda daha neler duyacak, nelerle sevinecek, nelerle gerilecek ve hangi nimetleri düşünerek Allah karşısında iki büklüm olacağız? On sene evvel şu anda mazhar olduğumuz nimetleri tasavvur ve tahayyül edemiyorduk. Herhâlde on sene evvelki değerlendirmelerimizde şimdiki durumu görebilseydik, bugün çok daha farklı şeyler anlatacaktık. Zannediyorum bugün de, ülfet ve ünsiyetten ötürü şu muhteşem tabloyu tam mânâsıyla kavrayamıyoruz.

Evet, Rabbimizin milletimize sonsuz lütuf ve ihsanları oldu. Şimdi bunca nimet karşısında, her hâlde ihlâsın, takvanın, zühdün asgarisi ve velâyetin umumisiyle Allah’ın bu sonsuz lütuflarına mukabele etmek bizim için bir ar olsa gerek. Bize müyesser olur mu olmaz mı, bilemeyeceğim ama, Allah’tan ihlâsın azamisini istemeliyiz; hem O kadar istemeliyiz ki, O’na karşı yaptığımız işlerde başkalarının arzusunun zerresi bile gözümüzün içine girip bakışımızı bulandırmasın. O’ndan başka hiçbir hayal rüyalarımıza girmesin. Öylesine takvaya sarılmalıyız ki, değil sadece haramlardan içtinap etmek ve farzları yerine getirmek –ki bu takvanın ilk kapısıdır ve bu kapıdan içeriye giren kurtulur– şüpheli şeyleri bütünüyle bir tarafa atma hatta bazı mübahları dahi “şüpheli” mülâhazasıyla terk etme yolunda olmalıyız ki, mele-i âlânın sakinleri “İşte bunlar, onlardır.” desinler. Âlemin demesi bir şey ifade etmez ama, semada vaz’edilen muhabbet ve vüdd, yerde de hüsnükabule vesile olması açısından çok önemlidir. Öyle bir zühd ortaya koymalıyız ki, Allah’ın bu sonsuz nimetlerine karşı, O da bize vaadettiği şeyleri lütfedip is’af buyursun… İşte bu da, Allah’ın bize olan nimetlerine karşı şükrün ayrı bir buududur.

Her soluk alış verişte üzerimizde bulunan her şeyi Allah’tan bildiğimiz takdirde –inşaallah– bir kısım vartalara düşmekten kurtulur ve emniyet içinde ötelerin sahillerine ulaşırız. Yoksa –hafizanallah– bazı hakikatlere erken uyanmış olmanın verdiği ülfetle bir kısım beklentilere girmek vb. sapmalar, Allah’ın lütfettiği nimetlerin kesilmesine sebebiyet verebilir. Zira derinleştikçe daha ciddi, daha mahviyet içinde, daha hasbî ve daha fedakâr olunmalı ve üzerimize tevdi edilen vazifeler mutlaka ve harfiyen eda edilmelidir.

Cemaatle Namaz ve Kolektif Şuur

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın cemaatle kılınmasına çok ehemmiyet vermiş ve her vesile ile bunu teşvik etmiştir. “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra bir kimseye emredip insanlara imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm.”13 hadisi O’nun cemaate verdiği önemi göstermektedir. Nitekim fukaha, bu hadisten hareketle cemaate farz, vacip ve sünnet-i müekkede hükmünü vermişlerdir. Ahmed İbn Hanbel Hazretleri; “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rüku edenlerle birlikte rüku edin.”14 âyet-i kerimesi ve arz ettiğimiz hadis-i şeriften hareketle, namazın cemaatle kılınmasının farz-ı ayın olduğu hükmüne varmıştır. Şafiî fukahası, namazın cemaatle kılınmasını farz-ı kifaye olarak kabul ederken, Hanefî ve Malikîler ise sünnet-i müekkede olduğunda ittifak etmişlerdir.

İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan 27 derece daha üstündür.”15 buyurmuş ve cemaatle kılınan namazın sevap açısından daha faziletli olduğunu bildirmiştir. Sevab-ı uhrevînin umuma terettüp etmesi itibarıyla, bir ferde verilen sevaptan diğerlerinin mahrumiyeti söz konusu değildir. O sevabın tamamı, nuraniyet sırrıyla herkesin defterine işlenir.

Bu hadisler, aynı zamanda bize, Allah yolunda yapılan ibadet ü taat ve seyr u sülûkteki ferdî muvaffakiyetlerin, mutlak mânâda mükâfat ve karşılık göreceğini, ancak neticede bunların yine ferdiyet plânında kalıp, hiçbir zaman cemaat hâlinde eda edilme keyfiyetine ulaşamayacağı hakikatini öğretmektedir. Bu husus; namaz, oruç, hac vs. ibadetlerde olduğu gibi, iman ve Kur’ân yolunda yapılan gayretlerde de mevzuubahistir.

Ancak, devamlı olarak tek bir ferde, Allah’ın vaadettiği şeylere ulaşma teminatının olmadığının da mutlak olarak bilinmesi gerekir. İnsan, iman ve Kur’ân adına tek başına harikulade bir şeyler yapsa bile bu, daima ferdiyet plânında kalır. Fakat bir iş, duygu ve düşüncede aynı değerleri paylaşan bir topluluk hâlinde eda edildiği takdirde, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturundan hareketle, o insanların her bir ferdi bu amelden kazanılan sevaptan hissedar olur.

Hâsılı, asrımız kolektif şuur asrıdır ve ancak bu şuurla hareket edilerek Kafdağı’ndan ağır yükler kaldırılabilir.

Kur’ân ve Yorumu

Şimdiye kadar “İslâm’ın vaadettikleri”, “Kur’ân’ın vaadettikleri..” adı altında birçok eser yazılmış olmasına rağmen, onun gerçek mânâda temsili hususuna pek değinilmemiştir. Bütün bu çalışmaları takdir etmekle beraber, bizce en önemli olan husus, temsil ve fiilî anlatımdır. Yani onların çarşı-pazar emniyeti, sanat telâkkisi, gaye-i hayali, insanları kucaklayıcılığı.. adına vaadettiği şeylerin, bizzat yaşanarak ortaya konmasıdır. Zannediyorum Bediüzzaman Hazretlerinin, fikrinin en çok yoğunlaştığı ve merkezileştiği husus da işte budur. O, bir taraftan: “Ağzımız Kur’ân okurken, ahval ve etvarımızla onu yaşarsak, sair dinlerin salikleri, belki küre-i arzın bazı kıt’aları İslâmiyet’e dehalet edecektir.”16 buyururken, diğer taraftan da birer birer o düsturları hazmetmiş ve nur hüzmeleri olarak insanlığa sunmuştur.

Diğer bir husus da; teknik ve teknolojide baş döndürücü ilerlemeler sayesinde, nasıl artık yarım asır önceki bir dünyadan bahsetmek mümkün değil; ihtimal, birkaç asır sonra da, bugünün dünyasından bahis açmak mümkün olmayacaktır.

Bir zamanlar insanlar, teokratik, monarşik, aristokrat.. düzen derken, bugünlerde demokrasi, cumhuriyet… demektedir. Dolayısıyla, bir tekamülün yaşandığı şu zaman diliminde, teferruata ait bu gibi meselelere takılıp kalma yerine, her biri eskimez birer “asıl” olan Müslümanlık değerlerinin yaşanıp temsil edilmesi gerekmektedir. Bu değerlerin temsil edilmesi yerine, “Müslümanım” diyen bir kısım insanların, dünyevî meseleleri daha önde tutmaları, kendi inandıkları dava adına utandırıcı bir olaydır. İşin doğrusu böyle bir iç ve dış dengesizlik bana çok dokunmaktadır. Bazen kendi kendime; “Bu insanlar, Hz. Muhammed’in mesajını anlatmıyorlarsa, bu ne vefasızlık böyle!” diyor.. bu husustaki yaşadığım iç burkuntudan dolayı da iki-büklüm oluyorum. Aslında bütün bunlar, hepimizin derdi. Evet hemen pek çoğumuz: “Evvelâ işimizi kuralım, fabrikalarımızın çarkları işlesin, sonra da vakit bulabilirsek, kulluğumuzu araya sıkıştırırız!” düşüncesiyle hareket etmekteyiz. Oysaki, Müslümana göre düşünce tarzı, “Benim için asıl önemli olan dinimdir. Bunun arasında da fırsat bulursam, diğer işlerimi yaparım.” şeklinde olmalıdır. Evet, hayatımızın gayesi, bütünüyle dini omuzlamak olmalıdır.

Hâsılı; herkes bu davanın dertlisi ve şu kısacık dünya hayatından ahirete gözü açık gidebilmek için, daima “Çok şükür Rabbim, bizi istihdam buyurdun. Namın dünyanın her tarafında duyuldu.. ve duyulmadık çok az yer kaldı. Ama Sen biliyorsun ki, şayet beni vefat ettirmese idin, dinini oralara da götürmeye çalışacaktım.” inancı içinde hareket etmelidir ki, bence işin aslı-esası da budur. Ve işte böyle yaşandığı an, hayatın bir anlam ve değeri olacaktır.

Kur’ân Tefsirinde Bir Ölçü

“Yaş ve kuru her şey, Kitâb-ı Mübîn’de vardır.”17 Zerreden kürreye her şeyi birbiriyle münasebet ve ahenk içinde yaratan Cenâb-ı Hakk’ın “Muhit” ilminden gelen Kur’ân’da her şeyin bulunması gayet tabiî ve normaldir. İnsanın her şeyi bilmesi mümkün değildir. Hatta en mükemmel insan olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile ilmi sınırlıdır. Nitekim “De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim.”18, “De ki: Ben, size “Allah’ın hazineleri yanımdadır” demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ben melek olduğumu da söylemiyorum. Bana ne vahyediliyorsa Ben ancak ona tâbi olurum.”19 … gibi âyetler aksine ihtimal vermeyecek şekilde bu kat’î gerçeği vurgulamaktadır.

Günümüzde, fen ve teknik sahadaki bütün gelişmeler, baş döndürücü bir hâl almıştır. Bu gelişmeleri, Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği akıl ve düşüncenin semeresi olması bakımından takdirle karşılarız. Evet her şey, Allah’ı bilme üzerine semere verdiği takdirde, zamanla bu semereler tanınacak ve insanları şükre sevk edecektir. Netice itibarıyla insanlık bir gün afakî ve enfüsî tefekkürleri sayesinde أَنَّهُ الْحَقُّ “Kur’ân haktır.”20 diyecek ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu haykıracaktır. Buna inancımız tamdır.

Ancak Kur’ân-ı Kerim’i tefsir ederken her zaman dengeli olunmalıdır. Meselâ insan anatomisinin ortaya koyduğu en son buluşlarla Kur’ân’ın bir âyeti omuz omuza verse, bu âyet, o ilmî hakikatle telif edilirken ve bu telif ışığında tefsir yapılırken mutlaka çok dikkatli ve ihtiyatlı olunmalıdır. Değişik ihtimalleri hiç hesaba katmadan kesinlik kazanmamış bir meselede “Bunun mânâsı sadece budur.” dediğimizde, pek çok yanılma noktasının ortaya çıkması mukadderdir. Tefsir kitaplarına bakıldığında bunun bir hayli örneği görülebilir. Hangi devirde yazılırsa yazılsın, en büyük hataya düşen müfessir, devamlı gelişen ilimler karşında “Bu âyetin mânâsı kesinlikle budur.” diyen tefsirci olmuştur. Bu sebeple âyetleri değişik ihtimaller içinde ele alıp “böyle bir mânâ da olabilir, şöyle bir mânâ da olabilir” şeklinde tefsir etmek daha doğru olsa gerek. Risale-i Nurlardaki bazı âyetlerin yorumlanması buna iyi bir örnek teşkil eder.

Biat ve Günümüz

Soru: Biat sünneti, asrımızda nasıl tatbik edilebilir? İzah eder misiniz?

Biat; bir kimsenin hâkimiyetini tanıma, ona itaatini bildirme, uyup bağlanacağına söz verme mânâlarına gelir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinde birkaç defa ashabından kendisine biat etmelerini istemiştir. Ensar, “Akabe Biatı”nda O’nu her türlü kötülüklerden koruyacaklarına dair söz vermiş ve biat etmişlerdir. Daha sonra bu biat uygulaması, Mekke’den Medine’ye hicretten sonra Hudeybiye’de devam etmiştir.

Sahabe-i kiram, biatlerini Efendimiz’in elini sıkarak gerçekleştirmişlerdir. Zira bunun mânevî tesiri çok büyüktür. O kadar ki, Hudeybiye’de Hz. Osman (radıyallâhu anh) Mekke’ye elçi olarak gönderildiğinde bizzat bu biatte bulunamamış; bulunamadığı için de Allah Resûlü, Hz. Osman nâmına önce sağ elini kaldırıp “Bu benim elim!”, daha sonra sol elini kaldırıp “Bu da Osman’ın eli.” demiş ve ardından sözlerine şöyle devam etmiştir: “Şahit olun, ben Osman’ın yerine biat ediyorum.”21

Meseleye bu zaviyeden bakınca Müslümanlığın başlangıcında biat çok önemli görülüyor ve kadın-erkek herkes, “Ya Resûlallah! Allah şahit olsun ki, biz Seni kendi nefislerimize, evlâtlarımıza ve mallarımıza tercih edeceğiz.” diyerek O’na biat ediyorlardı.22 İşte bu şekildeki bir biat, inanmış bir sinenin, hayatını bağlayacağı her hususla alâkalı, Allah’ın şehadetiyle, O’nun Resûlüne söz vermenin ifadesi oluyordu.

Günümüzde, hayatın onlara bağlanması gereken hususlara gelince; her şeyden önce bugün doğrudan doğruya bize tevdi edilen bazı emanetler var. Nitekim Nebiler Serveri, “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünneti.”23 buyurarak bu emanetlere dikkat çekerler.

Bu itibarla hangi devirde olursa olsun bu emanetlere sahip çıkmak zımnî bir biat gereğidir ki, Cenâb-ı Hak da, “Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun.”24 âyet-i kerimesiyle her dönem bu emanetlere sahip çıkacak bir topluluğun bulunmasını ister ve âdeta bize şunları söyler:

İçinizde, güzelliği temsil eden, Allah’ın güzel dediğini güzel kabul eden, çirkin dediklerini de çirkin sayan ve gönülleri fetheden ve her sineye iyilik bayrağını diken kutlu bir cemaat olsun; olsun ve gittikleri her yere burcu burcu Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gül kokusunu götürsünler. Bunu yaparken de sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın ululuk ve izzetini dört bir yana duyurmanın heyecan ve helecanını yaşasın; başka hiçbir mülâhazaya da bağlanmasınlar.

Şimdi biat anlayışında bu mânâların daha önemli olacaklarını zannediyorum. Evet “İnandım.” diyen herkes, Rabbisinin haysiyet ve izzetini, mukaddes, münezzeh, muallâ ve mübeccel onurunu müdafaa etme vazifesini de üzerine almış sayılacağından bu yaklaşım önemlidir.

Ayrıca, günümüzde mü’minlerin biatı, İslâm adına bulundukları yerin kadir ve kıymetini bilmeleri ve hiç kırılıp darılmayarak sonuna kadar dayanmalarıdır da diyebiliriz. Bu kutsî vazifede çok defa şeytan onların arkalarına düşebilir, ehemmiyetsiz şeyleri büyük gösterip içlerine düşmanlık salabilir, ama onlar, “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir hayal sinyali ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerinin ufkuna yönelirler.”25 âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi bu tür vesveselere iltifat etmeyip vazifelerine devam ederler.

Şeytanların Zincire Vurulması

“Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.”26 buyurur Bediüzzaman Hazretleri. Aslında şeytanlar, değil bir toplumun, tek bir ferdin bile Rabbisi ile olan münasebetinden dolayı çıldıracak hâle gelirler. Dolayısıyla birbirleri ile uyumlu bir şekilde, din-i mübîn-i İslâm için koşturan insanlar karşısında şeytanların çıldırmaması düşünülmemelidir.

Bu çerçevede şeytanların muvaffak olma ihtimaline gelince; yer yer Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde irtidat hâdiselerinin olduğu, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde ise bu tür çalkantıların içtimaî bir buud kazandığı, Cemel ve Sıffin savaşlarının olduğu düşünülecek olursa, şeytanların kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Demek ki, en sağlıklı bünyede bile bu türlü hâdiseler olabiliyor. Öyleyse günümüzde bünyesi kat’iyen sahabe bünyesi kadar sağlam olmayan bir toplumda, böylesi hâdiselerin vukuu gayet normal görülmelidir.

Şeriat-i Fıtriyenin Prensipleri

Şeriat-ı fıtriyenin kapılarından içeriye girmek ve koridorlarında yürümek için belli başlı prensipler vardır ve bu prensiplere harfiyen uyulması gerekir. Aksi takdirde insanın tökezleyip baş aşağı gelmesi kaçınılmazdır. İnsan, Allah’ın kâinat kitabında cereyan eden ahkâmını ve o ahkâmın işleyişini kollayarak şeriat-ı fıtriyenin koridorlarındaki girinti ve çıkıntılara çarpmamaya dikkat etmelidir. Bu da, o büyülü kitabı bütünüyle kavramaya bağlıdır.

Enbiya-i izam, Hakk’a giden yollara nur saçıp, o yolları ışıklarla donatmışlardır. Onlardan sonra gelen ışık insanlar ise, reflektörler gibi yürünecek şeritleri tayin ve tespit etmişlerdir. Evet onlar, öyle bir şehrah meydana getirmişlerdir ki, insanın takılıp yollarda kalması söz konusu değildir.

Bu açıdan şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine anlaşılmaz şeyler denilemez. Yeter ki biz, Kur’ân’ın ruhunu ve o ruhun kâinat kitabından fışkırdığı şeklini, yani kâinatın Cenâb-ı Hakk’ın ilim pergeliyle çizdiği, kudret ve iradesiyle yazdığı bir kitap olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in de, Kelâm sıfatından geldiğini, bunların aynı hakikatin değişik yüzlerinden ibaret olduğunu ve bu iki kitap arasında menfezler bulup, geçişi kolaylaştıracak köprüler kurmanın mümkün olduğunu anlayalım…

İslâm Fıkhı

İbadetlerle alâkalı hususlar bir yana, fıkhın sair alanlarında günün gerçeklerine cevap verme noktasında, yani bir tenkih ve tanzime gidilmesi gerektiğinde şüphe yok. Evet, elimizdeki mevcut fıkıh kitaplarında, değişik konularla alâkalı bazı meselelerde kaynakların mutlaka yeniden gözden geçirilmesi gerektiği inancındayım. Bu noktada;

1. Usûl-i fıkhın yeniden gözden geçirilmesi ve geçmiş müdevvenat bütünüyle taranarak alternatif bir usûlün ortaya konulması şarttır.

2. Şimdiye kadar belli ölçüde gelişmiş bulunan örf ve âdet kaynaklı içtihatlar, yeni baştan bir kere daha tertip ve tensike tâbi tutularak, kolektif içtihat ve tercih heyetlerinin içtihatlarında ya da tercihlerinde mutlaka bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Tabiî eski devirlerdeki örf ve âdete bina edilen hükümlerin günümüzün şartlarına göre kritik edilmesinde de zaruret vardır. Zira, günümüzdeki örf ve âdetler o dönemden çok farklıdır. Hükmün menatının değiştiği bir yerde, aynı içtihadı günümüze yansıtmak doğru olmasa gerek.

3. Ayrıca, içtihadî hükümlere ihtiyaç duyulan alanların çok iyi tespit edilmesi ve bu noktada herhangi bir boşluğa meydan verilmemesi çok önemlidir.

4. Bir kere daha vurgulamada yarar var; bütün bu faaliyetlerin mutlaka bir heyet tarafından gerçekleştirilmesi şarttır. Bu fikri tam 25 yıldır savunuyorum. Fikir dağınıklığına, merci karışıklığına sebebiyet verir düşüncesi ile de zarurî durumlar hariç, yeni içtihadî hükümler ortaya koymaya karşı olduğumu hep ifade ediyorum. Zira özellikle günümüzde meseleler, o kadar girift ve iç içe bir hâl arz etmektedir ki, hayatın bütününe müteallik hususların birden değerlendirilmesi gerekli olan meselelerde, ne kadar uzman da olunsa, her hâlde, dar mânâda “din” âlimlerinin yeterli olamayacakları söylenebilir.

Evet, bir din âlimi hem sosyolog, hem psikolog, hem iktisatçı vb. olamayacağına göre, o zaman bu işi ancak, uzman kişilerden oluşacak bir heyet halledebilir diye düşünüyorum.

1 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.

2 Âl-i İmrân sûresi, 3/103.

3 Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/301, 391.

4 Buhârî, fezâilü ashab 9, meğâzî 38; Müslim, fezâilü’s-sahabe 33, 34.

5 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.79 (Hubab).

6 Bkz.: Buhârî, tevhid 15, 55; Müslim, tevbe 14-16.

7 Bediüzzaman, Lem’alar s.203 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur).

8 Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye s.66.

9 Bkz.: Tirmizî, fiten 7; İbn Hibbân, es-Sahîh 10/438.

10 Haşr sûresi, 59/10.

11 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.87 (İlk Hayatı).

12 Mâide sûresi, 5/54.

13 Buhârî, ezân 29, 34, ahkâm 52; Müslim, mesâcid 251-254.

14 Bakara sûresi, 2/43.

15 Buhârî, ezân 30; Müslim, mesâcid 249.

16 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.87 (İlk Hayatı).

17 En’âm sûresi, 6/59.

18 A’râf sûresi, 7/188.

19 En’âm sûresi, 6/50.

20 Fussilet sûresi, 41/53.

21 Buhârî, fezâilü ashab 7, meğâzî 19; Tirmizî, menâkıb 18.

22 Bkz.: Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve s.302-303.

23 Tirmizî, menâkıb 77; Muvatta, kader 3.

24 Âl-i İmrân sûresi, 3/104.

25 A’râf sûresi, 7/201.

26 Bediüzzaman, Lem’alar s.200 (Yirmi Birinci Lem’a).

-+=
Scroll to Top