Hareket ve Düşünce Sahası Daraltılmamalı

Temel bazı prensiplere riayet esas olmak kaydıyla insanların hareket ve düşünce sahası daraltılmamalıdır. Temel meselelere bağlı olarak, ortaya konan hareketin gidişatıyla alâkalı içtihat edebilecek serbestiyet akla verilebilmelidir. Yeter ki, fikr-i sâbitlere takılı kalıp ısrarcı tavırlar içinde olunmasın.

İnsan, her mesele karşısında hakperestçe hareket ederek gerektiğinde doğru bildiklerinden dahi dönmesini bilebilmelidir. Ebû Hanife Hazretleri’nin, hakperest davranarak, içtihat ettiği meselelerin yüzde altmışından döndüğü bilinmektedir. Zira kendi görüşünde ısrar edip dönmesini bilmeyenler, hem inkişafı inkıtaa uğratıp önünü kapatmış olurlar, hem de neticeden dolayı Allah’a hesap verirler. Herhangi bir insanın ortaya koymuş olduğu bir görüş, kendi dar dairesinden bakıldığında doğru olabilir. Ancak aynı görüş, daha geniş bir dairede yorumlandığında veya yorumlatılabildiğinde o dar dairedeki doğrunun geniş dairede yanlış olduğu her zaman ihtimal dahilindedir. Onun için insan, kendi idrak seviyesine takılıp kalmamalı ve kendisinden daha doğru düşünen veya düşünenlerin olabileceğini de kabul etmelidir.

Maalesef bazı insanlar, kendilerine gölge etmesin diye etrafındakileri hep düz insanlardan seçmektedirler. Böyle olduğu için de, o tür insanların arkalarında, bırakabilecekleri vârisler yetişmemektedir. İnsan, etrafında bulunan insanların gelişip inkişaf etmesi için onlara hep fırsat tanımalıdır. Aksi takdirde “Herkes beni dinlesin, benim dediğimi desin, ben ne yapıyorsam, nasıl düşünüyorsam öyle olsun” anlayışı kişinin yakınlarına bir baskı kurması demektir ki, bu baskı da onların kabiliyetlerini bütün bütün köreltme demektir.

Doğu ile Batı’nın Kaynaşması

Doğu ile Batı’nın gerçek iman mevzuunda kaynaşıp kader birliğine ulaşması, hayatımın en büyük gaye ve emellerinden biri olmuştur. Bana gelip, tam Cennet’e girmenin eşiğinde bulunduğum bir sırada, Doğu’yla Batı’nın bütünleştiğini, kendi değerlerini koruyarak ve birbirlerine saygı içinde bu iki dünyanın iç içe girdiğini söyleseler, bunu hayatımda bana verilmiş müjdelerin en büyüklerinden biri kabul ederim. Kim bilir belki böyle bir müjde karşısında Cennet’e girmekten bile vazgeçerim. Hatta zannediyorum ki, –bir kere rüyamda yaşadığım gibi– böyle bir misyon adına beni Cennet’e koysalar ve semavî maideler gökten inip önüme konsa; ben kendi kendime “Buradan dışarıya çıkmam lâzım; çünkü Doğu ile Batı’nın kavuşması yolunda duygumu ve düşüncemi gözyaşlarımla yoğurup insanlara anlatacağım daha çok şey var; onlara bu hakikatleri anlatmak için şimdilik Cennet’i de istemem.” der ve fırsat verilirse oradan ayrılırım. Benim bu his ve düşüncelerim bazı kimselere biraz fazla gelebilir, belki bu hislerime taklit de denebilir, ama ta en eski hasbîlerden günümüzün Bediüzzaman’ına kadar bir hayli diğergâm, “Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”1 demiştir ki, bu nurefşân zatın, yetmiş-seksen sene evvel söylediği bu sözleri tekrar etsek acaba çok fazla bir şey mi söylemiş oluruz?..

Pasif ve Aktif Anlatma

Tebliğ ve irşadda “pasif” ve “aktif” olmak üzere iki türlü anlatma metodu vardır. Pasif anlatmada, fert bütün civanmertliğiyle Müslümanlığın insanî yönlerini ortaya çıkarmaya çalışır. O, değişik vesileler bularak insanların gönlüne nüfuz etmeye gayret gösterir; düğün, sünnet, yaş günü, evlilik yıl dönümü, hasta ziyareti, yemeğe davet… gibi insanlarla temas kurulup alâkadar olunabilecek bütün vesilelere baş vurarak, devamlı verici olma durumunda olur. Zira kollanan bu fırsatlar neticesinde bir kaynaşma meydana gelir ve tebliğ insanına güven duyulmaya başlar.

Kendisine karşı ihtiram hisleri uyanan ve sempati duyulmaya başlanan mü’mine, daha sonra “Niye, niçin?” diye sorular sorulmaya başlandığında işte o zaman, konuşma fırsatı doğmuş olur. Bu şekilde aktif anlatma fırsatını yakalayan mü’min, kendisinde olan güzelliklerin kaynağını usûlünce anlatma fırsatını sonuna kadar değerlendirir.

Mü’min, hâlin, tavrın ve davranışların açık bıraktığı yerde, aktif anlatmayla bu boşlukları tamamlamasını bilmelidir. Ancak önce pasif anlatma gelir. Pasif anlatma yapmadan ve karşı tarafta tam kıvamı elde etmeden aktif anlatma yoluna gidilmemelidir.

Islah Erleri

Asr sûresi, tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde önemli bazı hususları ifade etmektedir. Cenâb-ı Hak bu sûrede meâlen şöyle buyurur: “Yemin ederim zamana, insanlar hüsranda; ancak iman edip makbul ve güzel işler yapanlar; bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”2

Tasviri yapılan bu yiğitleri, Efendimiz’in şu hadiste anlattığı gariplerle irtibatlandırmak mümkündür: “Gariplere müjdeler olsun! Onlar halkın kendisini fesada saldığı ve bozgunculuk yaptığı; dolayısıyla, kargaşa ve fitnenin dört bir yanda kol gezdiği bir dönemde (salâh erleri olarak dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülleri kırıldığı zaman bile) hep ıslah için koşturur dururlar.”3 Evet, kalbinde salâha kavuşmuş ve salih amel işleyen, aynı zamanda salâhı da şiâr edinmiş, onu başkalarına da aşılayan bu ıslahçılar, bozguncuların yaptığı ifsada karşılık her zaman ıslah eri gibi davranırlar.

Arapça grameri açısından mesele incelenecek olursa; hadiste ifade edilen ıslah ve ifsat kelimeleri müteaddi fiil olmaları açısından; başkalarını içine alabilecek ifsattan –yani sadece şahsın nefsine münhasır kalmayan bir ifsattan– bahsedildiği görülür. Başkaları nasıl ki, fesadı tamim edip yaygınlaştırmak için uğraşıyor, mü’minler de buna mukabil ıslahın yaygınlaşması ve halkın sulh ve güven içinde olması adına hep ciddî bir cehd ve gayret göstermelidirler.

İfsat, Allah nezdinde ne kadar merdut ve müfsit de ne kadar melunsa, ıslaha gayret ve muslih de o kadar makbuldür.

İdeal İnsan

İnanmayan insanların, kendi inançlarının gereğini sergilemeleri yadırganmaz da, inanan bir insanın, bir kâfire ait duygu ve düşünceyi taşıması, ona ait ses ve soluğu seslendirmesi, hiçbir şekilde kabul edilemez, aslında edilmemeli de. Meselâ, bir insan, bir müessesede, yapılan hayırlı hizmetleri engelliyorsa, kâfir olmasa bile kâfirce bir şey yapıyor demektir. Aynı şekilde birinin kıvamını bozmak suretiyle, daha aktif hizmet yapmasına mâni oluyorsa; kendi hırs, kendi kıskançlık, kendi bencilliğine yenik düşüp başkalarına çelme takıyor ve böylece aşk u şevkle hizmet edenlerin moralini bozuyorsa, kâfirler gibi davranıyor sayılır.

Allah (celle celâluhu), çok defa mü’minin mü’min, kâfirin de kâfir olmasına göre değil de, mü’minde mü’min sıfatlarının, kâfirde de kâfir sıfatlarının olmasına göre muamele etmektedir. Bu itibarla da, her mü’minin mü’mince davranması çok önemlidir. Değilse kâfirce sıfatların mağlûbu ve dolayısıyla da onların mahkûmu olur. Başka bir ifadeyle, eğer iman, onun içinde mü’min sıfatlarının öne çıkmasına vesile olamamış ve sistemli çalışamama, vahdeti koruyamama, kendi insanına karşı hazımsız davranma, küçük meseleleri büyütme ve onlarla kavga çıkarma gibi kâfirce sıfatlardan uzaklaştıramamışsa, o kendinden beklenen fonksiyonu eda edemiyor demektir ki, bu da, böyle olumsuz şeyleri kambur gibi sırtında taşıyan bir mü’minin muvaffak olmamasını netice verir. Benim, böyle bir durumda bir mü’minden beklediğim en önemli tavır, onun en mukaddes şeyleri üzerine yemin edip, nerede olursa olsun hırgür çıkarmayacağına söz vermesidir. Böyle bir tutum karşısında ne kâfirin gücü, ne şeytanın plânı, ne de ifritlerin dehası kat’iyen ona tesir edemez.

Evrensel Dil: Hâl Dili

İlâhî hakikatleri, gidilen ülke insanlarına anlatmak için o insanların dillerini öğrenmek önemli bir vesiledir. Zaten her peygamber de kendi kavminin diliyle mesajını sunmuştur. Ancak havarilerin halka müessiriyetlerini sadece gittikleri halkın dilini konuşmalarına bağlamak yanlıştır. Hatta ben, bu iddiayı tarihî çok önemli bir gerçeğe kılıf bulma gayreti olarak değerlendiriyorum. Evet havariler gittikleri her yerde çok ciddî müessir olmuşlardır. Ama onların bu müessiriyetlerinin altında yatan gerçek, halka yaklaşımlarında evrensel bir dil kullanmalarıdır ki, o evrensel dil de hâl dilidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan sahabeye, sahabeden günümüze kadar bütün gönül sultanları hep bu dili kullanarak kalbleri fethetmişlerdir.

Gittikleri halkların dillerini çok kısa bir zamanda öğrenmelerinin nasıl olduğu –eğer doğru ise– o kadar önemli değildir. Bu durum, Allah’ın o insanların tebliğ aşk ve iştiyaklarına mukabil bir ikramı olabileceği gibi ölesiye gayretlerine de verilebilir.

Hasta Ruhlar

Her devirde nebilerin dizinin dibinde bile olsa, kalbinde marazı olan hasta ruhlar bulunagelmiştir. Günümüzde de, kalbinde maraz bulunan bir hayli böyle ruh vardır. Şöhrete talip olma, “benim yaptığım” deme, yalnız kendiyle alâkalı şeylere alkış tutma.. işte bütün bunların hepsi ihlâssızlık belâsıdır ve hizmette ayak bağıdır, yani marziyat-i ilâhiyeye kilitlenememe ve ihlâssızlık problemidir.. evet bu durum, insan için en büyük bir belâ ve problemdir. Hem öyle bir belâ ve problemdir ki, bir yerde ihlâssız böyle bir adamın bulunması, genel âhenk ve havayı bozmaya yeterlidir. Zira bir cemaati teşkil ettiren fertlerin her biri, âdeta bir çark hükmündedir. Çarkların birinde bir balanssızlık varsa bu, bütün çarkların âhengine tesir eder. Bu itibarla iman ve Kur’ân hizmeti yolunda her fert kendisine terettüp eden işe talip olmalı ve asla inhiraf da göstermemelidir. Bunun için de, iman ve Kur’ân hizmetini bir beyin gibi kabul edip bütün bencil ve egoist duygulardan sıyrılıp genel hedef istikametinde kalma adına Allah’tan hep ihlâs ve samimiyet murad etmek gerekir. İman hizmetinin, genel hedeflerine ve kurgusuna tâbi olmayıp kendi bencilliğini aşamamışlara fırsat vermek ise, Allah (celle celâluhu) davasına ihanet etmek demektir.

Bir hizmet insanı şunu gönlünden gele gele her zaman rahatlıkla söyleyebilmelidir: “Ben, arkadaşlarım olmadan Cennet’e bile gitmemeliyim.” Bizim hizmet ahlâkımız hasbîlik, diğergâmlık ve fedakârlığa dayanmaktadır. Zaten bu dava bir körük gibidir; er geç ihlâssızları süpürüp atar. Bu tür insanlar, bulundukları müddetçe âhenksizliğe sebebiyet verir, problem çıkarır ve diğer fertleri de meşgul ederler.

Fakir, şu anda kâfir ve münafık olacağından korktuğum çok kimse var. Onun için onları kendi dünyaları içinde tutarak İslâm ve toplum adına ordubozanlık yapmalarına ve telef olmalarına mâni olmaya çalışıyorum. Bunlardan dolayı çok defa oturup hıçkıra hıçkıra ağladığım da az değildir. Bu insanlar her zaman kendilerine biraz teveccüh edilince, hemen bencilliklerine takılıp önü alınmaz problemlere sebebiyet verebilmektedirler. Hz. Mesih, on iki havarisinden Yahuda’nın önünü alamadığı gibi, bu insanları engellemek de zorlardan zor olsa gerek. Bunlar, teveccühü hazmedemeyen egoist ruhlu insanlardır. Aslında mü’min, meyve yüklü ağaçlar gibi her zaman toprağa doğru eğilmesini bilmelidir. Bu tür insanlarsa, onlara azıcık bir imkân verildiğinde, kendi bildiğince gittikleri, kendince ekip yapıp grup kurmaya kalktıkları ve bir de bu imkânlarla caka yaptıkları görülmektedir. Onun için milletin başındakiler çok basiretli ve uyanık olmalıdırlar. Bu insanlar, tarih boyu bir imtihan olarak hep var olmuş öyle habis ruhlulardır ki, hemen her fırsatta hizmete giden yolları tıkayan birer belâ olagelmişlerdir. Allah bu ümmeti böyle belâlardan korusun!

Peygamberlerin bile kendi dönemlerinde böyle belâların önünü alamadıkları, sadece dondurabildikleri görülmektedir. Bir insan, hangi heyetle olursa olsun, o heyet ve toplum için esas sayılan hususlara mızıkçılık etmeden uymasını bilmelidir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’da her şeye rağmen heyetin aldığı karara tâbi olmuştur.4 Evet, vahiy ile müeyyed olan bir Zât bile eğer istişare kararına uyuyorsa, dar akıllı ve dar ufuklu bir insanın itirazda bulunmaya hiçbir hakkı olmamalıdır. İnsan, istişare meclisinde, şayet bir düşüncesi varsa onu seslendirmelidir. Bu düşünce kabul gördüyse mesele yok.. ancak kabul görmediyse ondan sonra o kişiye susmak ve alınan karara uymak düşer. Allah milletçe hepimize insaf ve istikamet versin!

İslâmî Meselelerde Orijinalite Arayışı

Günümüzde bazı bilim adamları, anlaşılması zor ve genellikle de oryantalistlerin çeşitli gayelere matuf olarak Müslümanların düşünce hayatına soktuğu bazı meseleleri, çok önceden yazılmış olmalarına rağmen, bunlar o kabîl şeylere yeni muttali olduklarından, ya orijinal bir şey söyleme ya da “yazılan her şey söylenmelidir” mülâhazasıyla yazıp çiziyorlar. Oysaki bunlar çok önceleri söylenmiş ve cevabı verilmiş olan hususlardandır.

Meselâ bir ilâhiyatçı –Allah selâmet versin!– bu tür eskiden söylenmiş olan birkaç mevzuu kitabına alıp değerlendirebilmiştir. Bu haber bedevî Arap milleti, cahiliyesini yaşarken Efendimiz’in de onların putlarına kurban kestiği ile alâkalı sakim bir haberdir. Böyle bir habere hiç kimse itibar etmemiştir; zira bu haber hadisçiler nezdinde yalancılığıyla meşhur Kelbî tarafından rivayet edilmektedir.

Benzer sakat görüşlerden biri de Prof. Pilip K. Hitti’nin iddia ettiği: “Aslî şekliyle İslâmiyet, Sâmî kavimlere ait dinlerin mantıkî mükemmelleşmesidir.” şeklindeki fikirdir. Bu fikir aslında, Allah’ın bir kabile dinini, bir ölçüde evrenselliğe açılma faslında getirip âlemşümul bir din öğretmesi mânâsında doğrudur. Ama nasılsa Hoca, mübarek bir isme bağlı kitabında bu meseleyi ifade ederken, bir dinler tarihçisi yaklaşımı içinde, bu dinin toplum içinde tekâmül ede ede bu hâle geldiğini beyan etmektedir ki, bunun doğru olduğuna inanmak mümkün değildir. Dahası hocamız, bu fikri naklettikten sonra, bu düşünceye katıldığını da ifade etmektedir.

Oysaki biz Müslümanlar, çarpıklığın her türlüsünden uzak durmamız gerekmektedir. Selefimiz bu fikirlere dalâlet demiş ve bu fikirlerle uğraşanları “fırak-ı dâlle” içinde mütalâa etmişlerdir. Evet! Bu hususlarda temkinli davranmak gerekmektedir.

Kur’ân’ın tarihselliğini savunan kişiler de benzer hataları irtikâp etmektedirler. Oysaki, her meselenin temel bir kısım prensipleri vardır ve o prensiplere müdahale edildiği takdirde bütün meseleler alt-üst olur. Binaenaleyh, “Hükümlerin illeti değişince hükümler de değişebilir.” gibi yaklaşımlar, bence suiniyetlilerin kaba tevili olsa gerek. Bunlar, avlamak için zehire bal sürmek kabîlinden şeylerdir. Buna kâil insanlara ilk cevap verenlerden biri de “es-Sünnetü ve mekânetühâ fi’t-teşrîi’l-İslâmî adlı kitabıyla tanıdığımız merhum Mustafa es-Sibâî’dir.

Bizim buradaki itirazımız, daha çok oryantalistler tarafından sürekli gündeme getirilen bu tür görüşlere cevap verme değil, bu hususların incelenip araştırılmadan, ilim adamlarımız tarafından eserlerine alınması ve neredeyse müsteşrikler gibi davranıp, çözüm üretmekten öte problem sunma metodu ile İslâmî meselelerin içinden çıkılmaz hâle getirilmesine bir itirazdır.

Hatalarımız ve Perdeyi Yırtmamak

Soru: Günümüzde mü’minler, birbirlerinin yüzlerine karşı hep müspet yanlarını söylerken, menfi taraflarını söylemekten kaçınmalılar mı? Böyle bir durum insanı kısmen de olsa şımartmaz mı?

Bence perde yırtılmamalı ama eksik-gedik de mutlaka giderilmeye çalışılmalıdır. Asr-ı Saadet’e bakıldığında, Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer gibi üstün insanlar arasında dahi zaman zaman birbirlerini tenkit etme mahiyetinde muhaverelerin cereyan ettiği görülecektir. Evet, esasen bu bir sahabi ahlâkıdır. Onlar birbirlerinde gördükleri yanlışlıkları, bütün bir ihlâs ve samimiyetle gidermeye çalışırlardı. Tıpkı onlar gibi bugünkü mü’minler de belli bir üslûpla Allah için yapılan işlerde birbirlerini ikaz etmeli ve buna kendilerini alıştırmalıdırlar. Bu ikaz etme meselesi yüz yüze yapıldığı takdirde, gıyabında konuşma da kendiliğinden kalkacaktır.

Burada üslûp meselesinin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu tür yüz yüze olan bire bir görüşüp konuşmalarda, perdeyi yırtmadan, muhatabı, kırıcı söz ve tavırlarla rencide etmeden, onun kuvve-i mâneviyesini kırmadan ve suçlayıcı, karalayıcı bir üslûp kullanmadan, yol gösterici mahiyette, tamamen Allah rızasını gözeterek hareket etmek çok önemlidir. Bu bir ahlâk hâline getirildiğinde hem kardeşlik duygusu tecellî edecek, hem de gıybet kapısı kapanmış olacaktır.

Allah’ın, bir insana en büyük lütfu, ona kendi ayıplarını göstermesidir. Basiret sahibi gerçek mü’minler kendi kusurlarını, Allah’a karşı samimî kulluk performansındaki düşüklüğün bir neticesi olarak görebilirlerse, bir ölçüde kendilerini de düzeltebilirler.

Ayrıca herkesin bir hayırhâh edinmesi, kusurlarını düzeltmesi açısından çok tesirli çarelerden biridir. Kişi, samimî olduğu bir arkadaşına “Bende gördüğün her türlü yanlış ve eksikleri yüzüme karşı söylemen için sana yetki veriyorum.” diyerek bir hayırhâhlık mukavelesi imzalıyor gibi birinin gözüyle kendini kontrol altına almalıdır.

Yaşadığımız çağ itibarıyla, dört bir tarafı saran kötülük virüslerinin ruhta kök salması, sonra da dönüp insanı teslim alması her zaman ihtimal dahilindedir. İşte böylesi bir atmosferde çoğu kere ülfet ve ünsiyet girdabına düşen bir insanın metafizik gerilimini muhafaza etmesi zorlardan zor bir mesele hâline gelir. Ancak çehresi hakikat gamzeden ve iradesinde Allah iradesi çağlayan bir hayırhâhın olması kişiyi ihtimal böyle bir iklimden uzaklaştırarak gerilimini korumasına yardımcı olur.

Asırlar boyunca pek çok âlim, insanın kendi kusurlarını bilmesi istikametinde alternatif yol ve yöntemler aramış ve geliştirmişlerdir. Bence günümüzde gerek sosyal, gerekse fen ilimlerinde yaşanan muazzam inkişaflara imza atan insanoğlunun, bugün mânevî buhran ve tedenni açısından kendi kusur ve hatalarını görüp tedavi etmesi istikametinde bir kısım yeni yöntemler geliştirmesi gerekmektedir. Bunun için ne kadar gayret edilse ve ne kadar bilim adamı istihdam edilse azdır. Kusurlarını göremeyen insan, insanlığı ile beraber her şeyini kaybetmekle karşı karşıyadır; zira insanın bozulması hiçbir bozulmaya benzemez.

İlhamların Önünü Açmak

Ömer b. Abdülaziz (radıyallâhu anh), birine çok edebî bir mektup yazar; sonra da, mektubu çalımlı ve tumturaklı ifadelerle yazdığını fark edince, nefsine bundan pay çıkarmış olma ihtimaline binaen mektubu yırtıp atar.

Evet, yapılan hizmetler, vazifeler insanda nefsanî bir coşma ve kendini beğenme gibi bir hâl meydana getiriyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülâhazasıyla, Ömer b. Abdülaziz gibi davranarak hemen nefsi dizginleyip Allah’a teveccüh etmeliyiz.

Bununla beraber cüz’î ve küllî, nefsin istihsanlarının her zaman işin içine karışmasının muhtemel olması mülâhazasıyla bu yol her zaman herkes için pek de mümkün olmasa gerek. Çünkü bu durumda insanın, meselâ yazdığı yazıları sürekli yırtıp sonra tekrar yazması lâzım gelecektir. Kanaat-i âcizânemce, Mevlâna’nın Mesnevî ve Divan-ı Kebir isimli eserlerinde, Üstad’ın ise bütün Risalelerde yaptığı gibi; durum, şartlar, insanların istek ve ihtiyaçları nazar-ı itibara alınarak ona göre bir şeyler konuşulmalı, daha sonra imkânlar el verdiğinde de onlar düzeltilerek yazıya geçirilmelidir. Bu şekilde yazılan yazılar daha az hatarlı olacak ve nefisler de işin içine çok karışamayacaktır. Nitekim Divan-ı Kebir isimli eser, Mevlâna’nın semâ anında söylediği sözlerin bir araya getirilmesiyle meydana gelmiştir. Yine o, Mesnevî’yi, Hüsameddin Çelebi’ye yazdırmıştır. Üstad’ın da bu metodu kullandığı görülmektedir. Hatta Üstad’ın bizzat kendisinin yazdığı şeyler çok mahduttur. O, –eserlerindeki üslûptan da anlaşıldığı üzere– talebelerine vaaz ediyor gibi konuşmuş, talebeleri de bunları yazıya geçirmişlerdir. Daha sonra ise kendisi bunları redakte etmiştir.

Risaleler genel itibarıyla şu şekilde vücuda gelmiştir: Üstad’a etrafındaki kişiler tarafından sorular sorulmuş, o da bu soruları şartların el verdiği ölçüde cevaplandırmıştır. O, kabz ve bast hâllerini yaşaması durumuna göre bazen çok mufassal tasniflere girmiş, bazen de ihtisar etmiştir. Hatta bazen sadece âyetleri zikrederek konuyla irtibatlandırmış ve birer kelime ve cümle ile deryalara işaret etmiştir. O esnada uzun boylu meseleyi açmaya ruh hâli müsait olmadığı için, işi tabiîliği içinde bırakmış ve kesinlikle hiçbir yerde, hiçbir zaman sun’îliğe girmemiştir. Bu sebeple Risalelerdeki bu türlü yerler cilt cilt şerh edilmeye muhtaçtır.

Burada istidradi olarak şunu da ifade etmekte fayda görüyorum. Meselâ bir kimseyle herhangi bir konuda mülâkat yapılacağını düşünelim. Şimdi bu durumda kişi önce genel bilgi açısından teferruat ve detayına inmeden konuyu kaynaklarından bakmalı, genel değerlendirmeyi ise mülâkat esnasındaki atmosferin ona üfleyeceği ilhamlara bırakmalıdır. Böyle olmadığı takdirde kişi, oraya bir hafıza hamalı olarak gelecek, her şeyi hafızasında tutmaya çalışacaktır.. ve tabiî sun’îliklerden de kurtulamayacaktır; kurtulamayacak ve ilhamın kolunu, kanadını kırarak sadece mantık hokkabazlığı yapacaktır. Vicdana açık durmadan başka hiçbir şeyin ruhun kanatlanmasını sağlaması mümkün değildir.

Aktif – Pasif Ümit

İnsan hiçbir zaman ümidini yitirmemeli; aksine hep ümitli olmalıdır. Bazen hiçbir şey yapılamasa bile, kişinin ümitli olması yeter ve bu kadarı bile ona sevap kazandırır. M. Âkif, İstiklâl Marşında:

Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk’ın

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın

derken bu duruma işaret eder ve hiçbir şekilde yeise düşülmemesi gerektiğini salıklar. Üstad ise, aynı duruma, “Yeis, mâni-i her kemaldir.”5 sözleriyle işaret eder.

Evet, aktif sabır gibi, aktif ümit.. siz tavuğu, yumurtalarının üzerine abanmış yatarken gördüğünüzde, bu hayvan, miskin miskin yumurtaların üzerinde yatıp duruyor dersiniz. Oysa o, aktif bir sabır örneği sergilemektedir. O, üç hafta boyu ne sancılar ne sancılar çekiyor bilemezsiniz..! O âdeta bütün hararetini göğsünde toplar ve o sıcaklığı gece-gündüz gözünü kırpmadan yumurtalara vermeye çalışır. Yumurtalarını fevkalâde bir titizlikle çevirir ve onları kıracağım diye ödü kopar. Onun yanlış hareket ederek, kendi yumurtalarını zayi ettiği hiç mi hiç görülmemiştir. Tavuğun, o incelerden ince hassasiyeti, titizliği, hayvanî şuuru ile sergilediği o aktif sabır gibi bizim de insana yakışır şekilde bir aktif ümidimiz olmalıdır.

Pasif ümit, biraz dervişâne bir ümittir; mektep ve medresenin vâridâtı bütünleştirilememiş ve aynı zamanda bu anlayışın kışla disiplinine de bir menfezi yoksa, o pasif bir ümit sayılır. Bu anlayışta olanlar, “Allah nasıl olsa verecek..” derler. Oysaki O (celle celâluhu), istemeden vermez. Tabiî istemenin değişik yolları vardır; biri el açıp yalvarma ise, diğeri de hiç durmadan esbabın kapısını dövme, sebepleri sonuna kadar zorlamadır.

İnsan Yetiştirme

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan yetiştirme, yetiştirip istidat ve kabiliyetleri yerli yerince değerlendirme büyük önem arz etmektedir. Ancak, bu çok önemli vazifenin yapılabilmesi için öncelikle sağlam bir alt yapının oluşturulması şarttır. Bunun için de en başta sağlam bir aile yapısı, her türlü melanetten arındırılmış bir sokak ve en iyi şekilde dizayn edilmiş değişik terbiye müesseseleri gerekmektedir. Günümüzde böyle bir alt yapıdan bahsetmek oldukça zordur. En başta, çocuk yetiştirme düşüncesine bağlı bir aile yapısı kalmamış, sokaklar çirkinliklerle dolup taşmakta.. mektepler ise büyük ölçüde kendilerinden bekleneni eda edememekte ve uygulanan sistemle âdeta istidatları köreltmektedir.

Eskiden medreselerde hakaike, tahlil ve terkibe kapalı “hafız-ı Kur’ân” yetişirdi, günümüzde de okullarda, sadece “hafız-ı kimya”, “hafız-ı fizik” vs. yetişmekte. Ezbercilik muhakemenin önünde, zekâ dogmalara bağlı ve dumur yaşamakta, buna karşılık şablonculuk gırla gitmekte… İşte böyle bir ortamda –Einstein ruhlu insanlar bile olsa– hiçbir zaman o ayarda dâhiler yetişmeyeceği açıktır. Çünkü zemin, böylelerinin yetişmesine müsait değildir; kalıplar önceden konmuş ve ona uygun insanlar yetiştirilmektedir. Öyle ki o şablonun dışına çıkanlar asi sayılmaktadır. Bu itibarla, en başta bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekmektedir.

Yine iyi bir idarecinin yetişmesi için de, aynı şekilde yetiştirici esaslarıyla işleyen iyi bir devlet mekanizmasının olması lazımdır. Ufku dar ve kapalı bir sistem içinde insanüstü dâhileri bile istihdam etseniz ve onlara, “Siz sadece size gelen emirleri uygulayın, başka bir işe karışmayın.” deseniz, onların dâhiler olarak kalmaları şöyle dursun, normal insanlık kabiliyetlerini de kaybedecekleri bedihîdir. İşte böyle bir politika çarkı içinde bir idarecinin, bir içtimaiyatçının kendi istidat ve kabiliyetini inkişaf ettirmesi mümkün değildir. Her şeyiyle sürüm sürüm böyle bir sistemde sloganlar, atıp-tutmalar vardır ama, başarı yoktur. Yanlış anlaşılmasın; ümitleri yıkıp, bir şey yapamadığımızı/yapamayacağımızı söylemek istemiyorum. Demek istiyorum ki bu hâlimizle devletler muvazenesinde bir cihan devleti olmamız mümkün değildir. Bir zamanlar ülkemiz, kritik bir dönemden geçiyordu. Düşmanlarımız, âli bir devletten geriye kalan bir milletin kolunu kanadını kırmak, ondan da önemlisi azmini, ümidini parçalamak için bahaneler arıyor ve “Sizin dışarıda işiniz yok; size çizilen sınırlar içerisinde kalacaksınız…” diyorlardı ki, böyle bir dönemde, “cihan” davası güdülemezdi. Değil cihan davası, ülkemizin hasımları en küçük bir adaya dahi müdahale hakkı vermezlerdi. Bu yüzden o gün bir maslahat için söylenmiş bazı sözler olabilir. Ancak günümüzde şartlar olabildiğine değişmiştir; dolayısıyla o sözlere takılıp kalınmamalı ve yeni stratejiler takip edilmelidir.

Mevzu ile alâkalı olarak bir misal daha vermek gerekirse; bizler ilim telâkkisi konusunda da ifratlardan kendimizi kurtaramamışızdır. Şöyle ki, Mustafa Reşit Paşa’nın, Auguste Comte’nin sadık bir talebesi olmaya soyunduğu Tanzimat yıllarında biz, ilimde batıdan daha pozitif olmuşuzdur. Şüphesiz pozitif metodun ilimde tartışılmaz bir yeri vardır; ancak pozitif mülâhaza, suistimal edilmezse, ilmîliğin televvünlerinden sadece biridir. Ama aydınımız bu konuda da ifrat etmiş ve yanlış yapmıştır. Bu konuda, Attila İlhan’ın söylemiş olduğu bir sözü nakletmek istiyorum. O, bir televizyon programında, “Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de işleri hep aydınlar bozmuş, arkadan halk gelip onu düzeltmiştir.” demişti.

Evet, ilim çok önemlidir, bu yüzden dinimiz de ona büyük ehemmiyet atfeder. Ancak ilim, ne sadece aklî yollarla elde edilen şeyler ne de “havass-ı selîme” dediğimiz duyu organlarının ihsasıyla ulaşılan neticelerdir; bunların yanında o, mütevatir haberi de kapsayan geniş bir referans alanına sahiptir. Bu itibarladır ki eğer ilim vahyin tayfları altında şekillenmez ve Allah’a teslim olmazsa, ilim müesseseleri günümüzde olduğu gibi farklı mecralara kayar ve kendisinden bekleneni eda edemez. Hatta belli ölçüde bu müesseseler devletin istikrarına, milletin ümidine indirilmiş birer darbe olabilir. Netice itibarıyla, her şeyi, kıymeti miktarınca kabullenmek ve değer atfetmek çok önemlidir.

Son olarak bir hususa daha işaret etmek gerekirse; biz millet olarak tarihten bugüne çok istidat ve kabiliyetli insanların başını yemişizdir. Yıllardır ülkemizde bir kaht-ı ricalin yaşanması da Cenâb-ı Hakk’ın bize vermiş olduğu bir ceza sayılabilir.

Kimlik Bunalımı ve Kudsîler

Biz, materyalist düşüncenin fikir hayatımızı hâkimiyeti altına aldığı, ilhad düşüncesinin her yanı tuttuğu çok sıkıntılı, bunalımlı ve talihsiz bir zaman diliminde neş’et ettik. “Kimlik arama” sözü bundan 20-30 sene evvel hem milliyetçi, hem de dindar cephede çok üzerinde durulan bir mevzu idi. O dönemlerde kendi duygu ve düşüncemize ait ne bir kıpırdanış, ne de bu mevzuda ümit vaad edebilecek bir düşünce bulmak mümkündü. Ama biz, o dönemde de her şeye rağmen değişik düşünce akımları karşısında, “Hele şu inançlarımızı koruyalım da Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” diyor, her zaman sürpriz inayetler bekliyorduk.

Askerlik öncesi Edirne’de bulunduğum zaman içinde yer yer Darvinizm’den de bahseden bir Türk yazarının romanını okumuş ve cidden çok müteessir olmuştum. O dönemde bütün düşünce sistemleri, sanki din her türlü terakkiye mâniymiş gibi dine saldırıyorlardı. İşte o günlerden bugünlere –Allah’a binlerce hamd ü sena olsun– çok tehlikeli dönemeç ve uçurumlardan geçilerek gelinebildi. Şimdi dünyanın dört bir yanında güller açıyor, bülbüller ötüyor ve nesiller ellerinde demet demet güllerle İnsanlığın İftihar Tablosu’na yöneliyor ve O’na “Selâmün aleyküm” diyebiliyorlar. Bu açıdan bugünkü nesiller, geleceğin bundan da güzel ve mükemmel olacağına inanmalı ve ona göre çalışmalıdırlar. Ne mutlu ikinci dirilişin aydınlık süvarilerine…

İrşad İnsanlarına Bir Mesaj

Bugün dünyanın, Müslümanların sunacağı mesajlara her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Zira sırtında birçok problem taşıyan dünya, bu üst üste kamburları daha uzun süre taşıyamaz. Evet bugün dünya, âdeta “Ben artık sırtımda bu günah yükünü taşıyamıyorum.” diyor ve dönüp acı acı nübüvvet davasının temsilcilerinin yüzüne bakıyor.. bakıyor ve: “Gelin Allah aşkına dünyayı Sodom ve Gomore’ye çevirmeyin.” diyor. Dilerim ak yolun yolcuları bu çağrıya “Lebbeyk” diyerek, cevab-ı savap verirler ve bulundukları her yerde şimdiye kadar olduğundan daha fazla bir canlılık ve gayretle şu köhnemiş dünyayı son bir kez daha ihya ederler. Yoksa şimdiye kadar birkaç defa dolup boşalan bu yaşlı dünya, bütün bütün bir Cehennem’e dönüp yaşanmaz hâle gelme ihtimaliyle karşı karşıya bulunmaktadır.

Bizden kaynaklanan bir sıklet-i mânevî ile onun sık sık omuz silkmesi, böyle bir tenbihi ihtiva ediyor gibi. Keşke ibret alsak da tekerrür etmese…

Fert ve Cemaat Gururu

İnsanın kendi tabiatındaki gurur ve bencillik gibi hâller, bazen cemaat içinde o cemaatin de parlak ve cazip yanlarına dayanarak –buna aidiyet mülâhazası da diyebilirsiniz– ferdî olmaktan çıkar ve bir cemaat gururu, cemaat bencilliği hâline gelebilir.

Bunu biraz daha açmak gerekirse; bizler, Yüce Allah’ın, birlik hâlinde hareket eden insanlara iyi işler gördüreceğine inanırız; zira birlik ve beraberlik ruhu içinde hareket edenlere O’nun inayet edeceğine dair garanti ifade eden nasslar vardır.. ve bu garanti kat’iyen ferdî hareket edenler için söz konusu değildir. Bu yüzden ferdî sürçmeler, ferdî kaymalar, cemaate göre her zaman daha fazla olur. Meselâ Cenâb-ı Hak değişik alanlarda hizmet eden mü’minlere değişik başarılar ihsan eyledi; bunu inkâr etmeye imkân yoktur. Ancak bazen bir kısım kimseler yanlışlıkla bu başarıları, kendinden bilerek, “Şu kadar zamandan beri bu işin içindeyim.” gibi enaniyet kokan laflar edebilir. Yine yerinde bir reca, bir ideal, bir ümit olarak düşünülmesi ve öyle kabul edilmesi gereken, bazı kimselerin bizler hakkında “Dünyayı kurtaran kahramanlar, âleme yeniden bir çehre kazandıracak insanlar, geleceği kuracak fikir işçileri” vb. iltifatkâr ifadelerine kapılıp kendimizi bir şey zannedebiliriz. Bazen de bu düşünceler, bütün bir cemaatin duygu ve düşüncesi hâline gelir de, “Allah (celle celâluhu) bizleri el ele, omuz omuza, diz dize verdirdi, bizi başarılı kıldı, sa’yimize semere lütfeyledi.” deyip gurura girebiliriz. İşte bunlardan biri ferdî gurur, ferdî çalım; öbürü de cemaat gururu olur ki, bunların ikisi de mahvedici birer maraz ve bütün kazanımları yok eden bir virüstür.

Oysaki, böyle iltifatlara muhatap olanlar; “Bizler mü’miniz; Ehl-i Sünnet anlayışı içerisinde, sa’yeder, cüz’î irademizi sonuna kadar kullanırız ama inanırız ki, bütün başarıları, muvaffakiyetleri Allah yaratır. Bizim yaptığımız şeyler sadece esbaba tevessülden ibarettir. Dolayısıyla, Allah’ın bize ihsan ettiği bu lütuflar, bizim cehdimizle elde edilebilecek gibi şeyler değildir; aksine tamamen O’nun inayetinin neticesidir. Öyle ise netice itibarıyla bunları O’na vermemiz icap eder.” demeleri gerekir. İşte böyle hareket edildiği takdirde, ne başkalarına karşı bir üstünlük iddiası, bir fahirlenme, ne de başarısız kalındığı zaman ümitsizliğe düşüp üzülme söz konusu olur.

Evet, insan neticeye dilbeste olunca, sanki çalışmalarının karşılığını mutlaka alması gerekiyor gibi bir tavır içine girebilir ve alamayınca da ümitsizliğe düşebilir. İman ve Kur’ân hizmeti açısından meseleyi değerlendirecek olursak; meselâ, ev açtık bir şey olmadı, okul açtık bir şey olmadı, Asya’ya gittik, Pasifiklere açıldık yine bir şey olmadı.. diyerek yeislere düşülebilir. Hâlbuki bu şeylerin olması Allah’a aittir; siz bütün şartları haiz olabilirsiniz ama Allah dilemezse olmaz. Sadeddin Teftâzânî’nin iman tarifinde olduğu gibi iman, sizin gayretleriniz sonucu Allah’ın içinizde yaktığı bir meş’aledir. Siz iradenizi ortaya koyar gayret edersiniz, o meş’aleyi Allah ya yakar ya da yakmaz; o, O’nun bileceği bir iştir. Nitekim dünya kadar insan, şu kâinat fenleri arasında dolaşıp durduğu hâlde, “Vermeyince Mâbud, neylesin Mahmud.” misali, gözü açılmaz ve bir ümmî insanın elde ettiği mârifeti dahi elde edemez ve Allah’la münasebetin en küçüğünü dahi temine muvaffak olamaz.

Bu yüzden insan evvelâ kendi vazifesini yapmalı, “Ben çalışacağım, belki şimdi vermedi ama O verecek olduğuna göre elbet bir gün verecektir.” deyip şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışmamalı. Zamanı gelince O (celle celâluhu), kendi şe’ninin gereğini yaratır ve hiç beklenmedik şekilde onu bir sürprizle karşı karşıya getirebilir.

Ancak bu anlayış mârifet adına bir seviye işidir; belli bir seviyeye ulaşmamış insanlar için bu şekilde düşünmek fazla olabilir. Çünkü yapılan bu vazife, bir dönemde peygamberlerle gerçekleştirilen vazifedir. Dolayısıyla Zât-ı Ulûhiyet hakikati, haşrüneşr hakikati, Allah’a kulluk ve tevhid-i rubûbiyet hakikatleri gibi esas peygamberlikle hedeflenen şeylere talip olan insanların duyguda, düşüncede belli bir seviyeye ulaşmış olmaları gerekir ki, çevrelerinde hiç kimse olmadığı zaman bile, tıpkı peygamberler gibi asla ümitsizliğe düşmesinler; düşmeyip yollarına devam etsinler. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), enbiyâ-i izâma ait hususiyetleri câmî, makam-ı cem’in sahibi olması hasebiyle, geçmiş ümmetlere ait bütün hususiyetler, başka bir ifadeyle Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Musa kavimlerine ait, ölçünün tartının alt-üst olması, ihtikârın, ihtilâsın, spekülasyonların toplum hayatına yön vermesi, ticari emniyet ve güvenin sarsılması gibi daha nice mesâvî, bugün bu ümmet içinde yaşanmaktadır. Ve bu problemler sadece bir yere, bir bölgeye has da değil, dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumda. Yine onları ıslah edecek bir Nuh, bir Hud, bir Salih, bir Şuayb, bir Musa da yok. Dolayısıyla onların işi daha da zor görünmektedir.

Bu açıdan Muhammedî ruh ve mânâyı dünyanın dört bir yanına taşımak suretiyle bütün bu mesâvîyi yok etmeye azmetmiş hizmet erleri, muvaffakiyetleri Allah’tan bilerek yollarına devam etmelidirler ki, gurur-kibir gibi öldürücü duyguların altında kalıp ezilmesinler ve takılıp yollarda kalmasınlar.

Cemaat Olgusu

Bugün bizim cemaat dediğimiz olgu; tıpkı günahlarımızdan arınalım diye Hac yollarına dökülüp arefe günü Arafat’ta toplanan insanlar gibi, aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşan ve “Milletimize nasıl hizmet ederiz, ülkemizi maddeten ve mânen nasıl kalkındırırız, aklı nasıl ziyalandırır, kalbi nasıl nurlandırırız?” düşünceleri etrafında himmetlerini birleştiren insanların meydana getirdiği sivil topluluklardır. Eğer bu tür bir araya gelmelere cemaat denecekse, “fe ni’me ve bihâ..” Bu anlamda, meselâ bugün karşılaştığımız herkese eğitim seferberliği tavsiye ederiz. Biliriz ki, Anadolu insanı vefalıdır; makul, müspet, yararlı bir hizmete inanırsa, ona gönül verir ve o yolda koşar. Nitekim buna inananlar, bugün Asya’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ve hatta Afrika’ya açılmış ve gittikleri yerlerde yüzlerce okul inşa etmişlerdir. Tabiî bu dile kolay.. Cumhuriyet’in onuncu yılına gelindiğinde, Türkiye’deki bütün okulların sayısı ancak 60 veya 70 kadardı. Evet, belli bir medeniyeti, kültürü, vâridâtı olan bir devletin okul sayısı bu idi…

Yine bu insanlar, bu başarıları değişik engellemelere rağmen elde etmişlerdir. Meselâ bir yerde bir okul açmaya teşebbüs ettiklerinde, burada okul açacaksınız da ne olacak, burada okul yok mu diye bir sürü bahane çıkarmışlardır. İnanıyorum ki, bu mevzuda insanımızı az ayağa kaldırır ve bu şuura uyandırabilirsek, milletimiz adına daha hayırlı hizmetler yapılabilecektir.

Kur’ân-ı Kerim’in Büyüleyici İklimi

Kur’ân her yönüyle çok güzeldir; onun güzelliği âdeta beni büyüler ve azıcık aklımın erdiği yerlerde duygularım heyecanla köpürür. Evet her yönüyle Kur’ân’a hayran olduğumu bütün samimiyetimle söyleyebilirim. Bu hayranlığım, sadece onun Allah kelâmı olmasından ötürü ve mutlaka hayranlık duymamız gerektiği için değildir. Çok defa onu okuduğum zaman âdeta beni büyülüyor gibi olur ve kendimi onun hayranlık uyandıran ikliminde bulurum. En güzel şeylerden bile insan usanabilir ama Kur’ân’dan usanmak mümkün değildir. Onu kıraat ederken bazen kendinize o kadar yakın hissedersiniz ki “Şu sözler bana ne kadar yakın, sanki benim benliğimden fışkırıyor.” dersiniz ve o, size çok duru, tabanı berrak taşlarla örülmüş bir su gibi gelir. Ayağınızı atınca, ancak dizinize çıkar zannedersiniz, içine daldığınızda ise elli defa boyunuzu aşar fakat yine de o arîz-amîk enginliğinde onda hep bir duruluk içinde seyahat edersiniz.

Evet Kur’ân, bugünün ve yarının gerçeğini ve iç yüzünü terennüm ediyor; kim bilir o ahirette nasıl inkişaf edecek!.. Belki size, “Haydi gelin, kızartılmış kuşlar, püryan olmuş dana butları ve daha ne istiyorsanız hepsi var, yiyin..” denecek, ama siz, “Hayır, ben şimdi Kur’ân yiyor, Kur’ân içiyorum.” diyeceksiniz.

Ayrıca olmuş-olacak hâdisât bütün satırları, sayfaları, paragrafları, cümleleri ile hep onda mündemiçtir. Ama onca muhteva farklılığına rağmen o ne tenasüp, ne üslûp, ne anlatış, ne enginliktir! Ne var ki, bu da anlatma ile değil; doğrudan doğruya vicdanların duymasıyla bilinir. Ben şahsen, meseleye bu zaviyeden baktığımda, nesillerimizin nasıl tali’siz hâle getirildiğini görüyor ve bir de ona ağlamak istiyorum. Onlar da fazla değil bizim bildiğimiz bu kadarcık bir bilgi ile, Rabbilerinden gelen mesajı okuyup heceleyebilselerdi.. ama bu nesil ondan da mahrum. Ne olurdu bazı mekteplerde azıcık Arapça okutulsa ve dinin dili öğretilse idi!.. Herhâlde o zaman ufukları daha bir inkişaf eder ve insanlar daha derin düşünebilirlerdi!.. İnşâallah bu aczimizi, fakrımızı, yetersizliğimizi, tutarsızlığımızı birileri görür; “Derbeder ağızlarda, fütursuz beyanlarda Kur’ân’ın ızdırap çektiği yeter.” der ve ona sahip çıkar…

Rüyaların Bize Bakan Yönü

Bir dönemde, sahabe efendilerimiz, İslâm’ın yerleşip kök salmasında çok önemli hizmetler görmüşlerdi. Bir taraftan İslâm yerleşip yapılanıyor, diğer taraftan da onlar o yapılanmanın hademeleri, fikir işçileri gibi işin içinde harıl harıl çalışıyorlardı. Dolayısıyla nazil olan âyetler, Efendimiz’den şerefsudur olan beyanlar, hep onlarla irtibatlı oluyordu. Bu mevzuda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Falan şahıs şunu yaptı, Allah indinde şöyle hora geçti; filan insanı gördüm, durumu Allah nezdinde şöyle idi.” vb. tebşirat, tebcilat ifade eden sözleri, meseleye ilk misal teşkil eden o insanları şahlandırıyor ve şevklerini artırıyordu. Bu anlamda meselâ bir sahabi bir iyilik yaptığında hemen bir âyet iniyor, Efendimiz o şahsa, bu âyet seninle alâkalı diyor, o sahabi de oturup hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Demek Rabbim benden bahsetti.” veya “Rabbim benim amelime böyle mukabelede bulundu.”6 diyordu…

Bugün ise, o dönem tamamlandı. Biz nasıl hareket edeceğiz, ne tebcil görüyor ne de takdir, denecek olursa; bizler de yine işlerimizi Kur’ân ve Sünnet muvacehesinde ayarlayıp plânlayacağız. Onları yaparken de, mübeşşirat nev’inden bir kısım rüyalarla7 ya da yakaza hâlinde bazı şeyleri müşâhede ile muştulanır ve sevindirilebiliriz. Çünkü rüyalar, berzah âlemine açılan birer menfezdir ve insan, o menfezlerin aralığından her zaman en enfes temâşâlara ulaşabilir. Nitekim bu daire içinde, kadimden bu yana çok rüya görülüyor. Görülen o rüyalar toplansa, zannediyorum dört-beş klâsör oluşturur; tabiî bir o kadar da anlatılmayanları var.

Evet, Cenâb-ı Hak günümüzdeki insanları, ya firasetli bazı kimselerin bu mevzudaki müjdelerini sunmalarıyla veya yakazaten bazı şeyleri göstermekle sevindiriyor, hizmetin şevkiyle şahlandırıyor ve bütün bunlar günümüzün hak erleri için birer avans oluyor. Nitekim Hz. Sâdık u Masduk, ahir zamanda en doğru olan şey rüyalardır, buyururlar. Bizler beşeriz; belli zaaflarımız var ve belli engeller karşımıza çıkınca, takılıp yollarda kalma ihtimali söz konusudur. Takılıp kalmamamız için de, Cenâb-ı Hak, ister şekerleme nev’inden sayılsın, ister avans, isterse ahirette vereceği lütufların berzahî gölgeleri, akisleri sayılsın onlarla inayet ediyor, bizim bu yolda devam etmemizi sağlıyor.

Diğer taraftan, her şey o devirde Kur’ânî hakikatler üzerine bina ediliyordu, bu devirde sadece rüya görülüyor denemez; o devirde de yine mübeşşirat nevinden görülen rüyalar, verilen müjdeler vardı ki, zannediyorum onlar da toplansa bir cilt kitap olur.

Himmette Tadil-i Erkân

Nasıl ki tadil-i erkân –önemli olmakla birlikte– namaza göre ikinci bir mesele, yani öncelikle namazın eda edilmesi esas; öyle de, eğer infak etmenin de kendine göre bir erkânı, bir âdâbı varsa, onlar da vermeye göre tâli şeylerdir denebilir. İsterseniz bunu biraz daha açalım:

Kendilerine namazın farz olduğu anlatılan insanların, ilk anda belki sadece farzları kılmaları, belki de çoğu kez onu da verip veriştirmeleri ve ancak zamanla namaz insanı hâline gelmeleri gibi infakta da evvelâ zatî verme matluptur; yani insanlar, öncelikle infak etmeye alışmalı, onu vicdanlarında duymalı ve tabiî davranışlarından biri hâline getirmelidirler. Böyle bir infakta, başta ihlâs ve marzî-i ilâhînin gözetilmesinde bir boşluk olsa da, zannediyorum vermenin zatî değeri, o boşlukları kapatır. Zaten marzî-i ilâhî, dinin i’lâsı gibi mülâhazalar olmasa, insanın kendi kazandığı şeyden vermesi de çok zordur. Hele hele bir insanın kendisi sıkıntı içinde olduğu ve belki kendi borçlarını ödeyemediği bir zamanda, infak edeceği şeyleri düşünmesi mümkün değildir. Gün gelip de o, eğer verme yollarını kollayıp gözetiyor, “Arkadaşlarımdan geri kalmamam lâzım.” diyebiliyorsa, zannediyorum artık ona menfi başka duygular yol bulup tesir edemeyecektir. Çünkü bir insan ne kadar alışırsa alışsın, tıpkı oruç tutmaya alışan bir insanın, yine açlığı, susuzluğu hissetmesi gibi, o duygular olmadan, malından bir parça ayırıp vermesi ona çok dokunur. Hele o insan sıhhatli ve çoluk çocuğu da varsa, evet işte o zaman verme daha da zorlaşacaktır.

Vermeyi tabiî bir ihtiyaç hâline getirmiş insanların bu davranışları zamanla tabiatlarının bir yanı hâline gelir ve –her ne kadar vermenin sıkıntısını belli ölçüde içlerinde duysalar da– o insanlar riyaya, süm’aya girmezler. Tıpkı beş vakit namaz için camiye giden bir insanın, camiye giderken dellal tutup “Ben camiye gidiyorum, âlem duysun.” demediği gibi, onlar da gizli-açık infak ettiklerinde asla bu türlü duygulara girmezler.

Allah (celle celâluhu), bana ne ciddî bir şey kazandırdı ne de verdiğim zaman tam dokunacak şeyler verdi. Ama Kur’ân, insanın cibilliyetinde cimrilik vardır diyor. Yine tefsirciler, وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ8 âyetindeki “hayr”ı mal diye yorumlarlar.9 Demek mala karşı insanın çok şiddetli hırsı var ve hatta bazen o uğurda canını bile verebilir; verebilir de malını vermez. Bu, insan tabiatının sesi, soluğudur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Malı uğrunda mücadele ederken öldürülen şehit olur.”10 diyor. Dolayısıyla bir insanın uğrunda öldüğü şeyi, başkalarına vermesi çok kolay bir şey olmasa gerek. Ama eğer bazı kimseler vermeyi kolay hâle getirmişlerse, demek bunu epey işlemişler veya bu insanların gönül koydukları, göz koydukları, bakıp büyülendikleri çok önemli bir mesele var…

Maksadı İfade

Toplum karşısına çıkıp konuşma durumunda olan kimselerin mümkün mertebe insanları şaşırtacak, onları tereddüde sevk edecek ve kendi değerlerimiz hakkında içlerine kuşku salacak ifadelerden sakınmaları gerekir. Her zaman halk efkârında istikameti korumak, aydınlarımızın sorumluluğu cümlesindendir. Bazı konular vardır ki yer yer onları ifade mecburiyetinde kalabiliriz. Ancak ele aldığımız mevzu yanlış anlaşılmaya müsait ise, icmalde kalmak tafsilden daha iyidir. Yoksa mesele suitevil ve tefsire uğrar, yanlış anlaşılır. Bunu biz Müslümanlar kendi yaptığımız hizmet adına da söyleyebiliriz. Bence çoğu insanın hizmetler adına susması daha iyidir; zira önemli bir kitlenin gıyabında konuşurken, ağzımızdan onları olduğundan farklı gösterecek veya farklı mânâlara çekilebilecek sözler çıkabilir…

Bilhassa idareciler, hangi müessese olursa olsun iktisatlı konuşmalıdırlar; meselâ bir düşünceyi kafasında evirip çevirmeli, acaba bunu kaç kelime ile anlatırım deyip onun hesabını yapmalı ve öyle konuşmalıdır. Sofîler, kıllet-i kelâmı (az konuşma) riyazet yolunun önemli esaslarından biri saymışlardır. “Sözün en hayırlısı, az ve delâletli olanıdır.” altın sözü, Hz. Ömer’e aittir. Atalarımız da, “Çok konuşanın çok sakatatı olur.” demişlerdir. Hayvanın sakatatı bellidir; bağırsağı, karnı, bacakları vs. Fakat çok konuşan insanların bütün varlığı sakatat olabilir. Sakatat hâline gelmemek için, çoğu zaman sükut tercih edilmelidir.

Vefa

İnsana ancak iman soluk aldırtabilir. Benim çok farklı bir vefa hissiyatım var. Bu, başkalarına tuhaf gelebilir ama, benim için gayet tabiîdir. Meselâ birisi kalkıp benden elbiselerimi istese, hemen çıkarır veririm, hatta canımı dahi verebilirim. Ama kahve içtiğim bir fincan kırılınca sanki kafamın bir tarafı kırılmış gibi olur ve fevkalâde üzülürüm. Bana bu esnada deseler ki, “Bunların kırılması mukadderdi. Bu kadar teessüre gerek yok”; ben de, “Aman benim yanımda kırılmasın da, nerede kırılırsa kırılsın” derim.

Keza üzerinde notlarım bulunan bir kâğıdı atarken, aman saygısız davrandım, bu kâğıt çok işe yaramıştı der ve üzülürüm. Bu sebepledir ki, uzun zaman not aldığım kâğıtları bir yere istif edip biriktiriyorum. Onları çöp kutusuna yırtıp atmak ağır geliyor bana. Ama o kadar işe yaramaz kâğıdı korumak da zordu. Şimdi bir değirmen buldum, onları değirmene atıp öğütüyorum, sonra da ebediyete mazhar olsun diye parçalarını bir yere gömüyorum.

Ayrıca sonbaharda sararıp solan yaprakların dallarından kopup düşmeleri karşısında içim hep kan ağlar ve ancak her şeyin yeniden dirilişlerini tahayyülle kendimi teskin etmeye çalışırım. Aynı şekilde başımda gölge edip salınan bir ağacın dalını, ters bir hareketimle kırsam, öyle müteessir olurum ki, kendi kendime o ağacın da yaşama hakkı vardı; bunu nasıl yaptın derim.

Üstad da Barla’da, Ankara davasının çok ağır, çok şiddetli geçtiği bir dönemde, dağın başında o kurumuş ağacın dibinde otururken, “Bana deseler ki, Ankara’da sizi beraat ettireceğim, fakat şu ağacı kesmek istiyoruz. Ben beraat istemiyorum, yeter ki ağacıma dokunmasınlar derim.” şeklinde düşünür. Biri kuru bir ağaç, öbürü de hayatını vakfettiği davası!.. Yine bir defasında yemek yediği tahta kaşığı kırılınca, onu çiviyle raptederler. Sonra birisi, onu atıp yerine bir başka kaşık koyar. Eski kaşığını göremeyince, “Nerede benim 30 senelik kaşığım?” der ve rahatsızlık izhar eder. Kaşığı bulup getirirler, o da sakinleşir.

Benim gelmek istediğim asıl nokta şudur; bu bizim mini bir şefkat ve alâkamızdır ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve şefkatinin binde biri bile değildir. Bunun, binde dokuz yüz doksan dokuzu, kendi katında olan O yüce Allah, var edip yarattığı ve diğer bütün canlılardan üstün kıldığı insanları hiç zayi eder mi? Hiç onların amellerini, güzel söz ve davranışlarını boşa çıkarır mı? Aslında insan, etrafında neye bakarsa baksın, zannediyorum hepsinde “Allah sana ne küstü, ne darıldı ne de yalnız bıraktı!”11 sırrını görür. Zaten Cenâb-ı Hak, çürüttüğü şeylere bile, yeni bekâ yolları açmıyor mu? Dâne başağa, tohum ağaca, sperm insana yürümüyor mu?

Öyle ise, insan da toprağın altından ebediyete yürüyor demektir. Şayet İslâm olmasaydı insan, bunları bu ölçüde duyup değerlendiremez, duyguda istikameti yakalayamaz ve bu türlü engince teessürlerin ızdırabı altında mahvolur giderdi. Evet insana ancak iman soluk aldırtabilir ve bir yerde bunalıp gırtlağı sıkıldığı anda, “Allah bes, bâki heves” diyerek, imanın güç ve zenginliğiyle ferahlayabilir.

İnsan Garipse Sahibi Allah’tır

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Bu din garip olarak başladı, tekrar bir garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu! O garipler ki, bazı insanların fesat çıkarmalarına karşılık onlar sürekli ıslahta bulunurlar.”12

Bu din, bidayet itibarıyla, dinin ve dindarın kadir ve kıymetini bilmeyen insanlar içinde zuhur etmişti. Daha sonra bir inkişaf ve inbisat dönemi yaşanmış, fevç fevç ona dehaletler olmuş ve dindarane tavırlarla dinin ruhu büyük çoğunluğun vicdanına hükmetmeye başlamış ve bir ölçüde gurbet de zail olup gitmişti. Ancak, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi o gurbet yeniden avdet edecek ve dinde yeni garipleşme yaşanacaktı; dinî telâkki, dinî mantık ve dinî felsefe bir vadide, insanlar ise ayrı bir vadide gurbet yaşayacaklardı. Evet bir insan, ferdî hayatında kendini, dinî duygu ve düşüncelerini ifade edecek bir ortam bulamıyorsa ve aynı zamanda ümitlerini inkişaf ve inbisat ettirme ufkunu da yakalayamıyorsa o insan garip yaşıyor, din de bir gurbet içinde demektir.

Hadisin devamında “O garipler ki, bazı insanların fesat çıkarmalarına karşılık sürekli ıslahta bulunurlar.” buyrularak gariplere ait takdir ve tebcil edici bir vasıftan söz edilmektedir. Evet, onlar, inançsızlık rüzgârlarıyla tahribata uğramış gönülleri tamir eder ve insanları Allah’a (celle celâluhu) yönlendirirler. Şüphesiz ki, tahrip kolay, tamir ise zordur. İşte o gurbet döneminde gurbet erleri, bu zor vazifeye talip olacak, tahrip değil, tamir vazifesini üzerlerine alarak insanları ıslah edeceklerdir.

Ayrıca bu hadisten, böyle ulvî bir misyonu taşıyanların içinde bulundukları toplumun, hâlâ ıslah edilebilecek hususiyette olduğunu da anlamak mümkündür. Bir bünye hastalandığı zaman hararetin yükselmesi, bu bünyenin hastalığa karşı koyması mânâsına geldiği gibi, ıslah eden insanların ümidi, aşkı ve iştiyakı da üstlendikleri o tamir vazifesini yapacakları mânâsına gelmektedir. Onun için Kur’ân-ı Kerim, içinde ıslah edicilerin bulunduğu bir toplumu, istihkakları olsa bile Allah’ın helâk etmeyeceğini bildirmektedir.13 Çünkü orada hâlâ bir ümit var demektir. Bu itibarla da içinde bu ümidi canlandıracak olan gariplerin bulunduğu bir toplumu Allah helâk etmeyecektir diyebiliriz. Evet, gariplerin arkasında Allah vardır ve insan garipse sahibi Allah’tır.

Dost – Düşman Tavırlara Karşı Üslûbumuz

Biz, bize ait değerlere bağlı yetişmiş kendi davamızın, kendi düşüncemizin çocuklarıyız. Bizlerin, hem Yunus’a, hem Mevlâna’ya, hem de Üstad’a bir çeşit iktidamızın olduğu söylenebilir. Onlar da, İnsanlığın İftihar Tablosu ve Sultanlar Sultanı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çırakları sayılırlar. Meşrebin çerçevesi bu olunca bizler, bize gelecek saldırılara karşı bu temel felsefenin gereği “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve dervişler gönülsüz gerek!” der yürürüz yolumuza.

Diğer taraftan bizim ehl-i imana karşı zaten bir tavrımız olamaz; bir kere başta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet olarak kendisine intisap eden insanların aleyhinde hiç mi hiç konuşmamış, konuşmak şöyle dursun, “Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan Zât’a yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın infak etse, bu infak onlardan birinin tasadduk ettiği bir müdd’e (küçük bir ölçek) hatta yarım müdd’e bedel olmaz.”14 deyip onlardan övgüyle bahsetmiştir. Üstad’ın da, ehl-i imandan bir kimsenin aleyhinde konuştuğu vâki değildir. Kendisine yapılan onca kötülüklere rağmen, zannediyorum herhangi bir insanın aleyhinde yarım cümlecik söz etmemiştir. “Bunlar toplanıp Risale okuyorlar. Maksatları idareyi ele geçirmek.” diye kendisini gammazlayan bir hoca hakkında, en fazla, “Bir hoca bozması adliyeyi aleyhimize tahrik etti.”15 demiş ve efendice bir üslûp kullanmıştır.

Bunlara iktidâen cami kürsüsünden, “Bütün Müslümanlar bilsinler ki, bazı kimseler kalkıp bana hayvan, mahluk, aşağılık deseler de –ki çıkardıkları çeşitli mecmualarda bunları dediler– mukabelede bulunmayacak ve cevap vermeyeceğim. Ancak, uygunsuz şeyler isnat ederlerse, onları hukukî yollarla düzeltirim.” demiştim. Şu âna kadar da hep öyle davranmaya çalıştım. Başka gazetelerin benim hakkımda yazıp-çizdiği şeylerden kat kat fazlasını yazıp çizen, hakkımda çeşitli isnatlarda bulunan, hatta bana “Tevbe et!” diyen Müslüman görünümlü insanlar oldu. Oysa ben hiçbir zaman İslâm’dan başka bir şey tanımadım; ömrümde yaptığım şeylerin hesabını da Allah’a vermeye hazırım. Allah (celle celâluhu), diğer Müslümanlarla beraber bana da Müslüman ismini vermiş, dolayısıyla benim bundan daha şerefli bir unvanım olamaz. Ehl-i iman kabul ettiğimden dolayı ben böyle diyen kimselere de cevap vermedim.

Evet, beraber bulunduğumuz insanlarla geçinme mecburiyetindeyiz. Bir kere sağımızda solumuzda açıktan açığa dine küfreden, dindara fundemantalist diyen bir sürü insan var. Böyle bir yerde bu insanların hissiyatını göz önüne almaz ve yumuşak davranmazsak İslâm’a vefasızlık etmiş oluruz. Bizler, aynı kaderi paylaşma mecburiyetinde olduğumuz insanlarla kavga ederek değil, Müslümanlığın âlicenaplığını, müsamahasını, afv u safhını göstererek onların gönüllerindeki yerimizi korumaya çalışmalıyız. Hatta çok defa ağzımızla anlatacağımız şeyleri hâlimizle anlatmalı ve sözlerimizden rahatsızlık duyuluyorsa kimseyi sözlerimizle rahatsız etmemeliyiz. Kendimizi ifadede gönül esastır. Bu mülâhaza ile ülkede % 80 dolayındaki mütereddit ve mütehayyir insanların, belki on defa nabzınızı tutarak, “Allah Allah! Bir de bu insanlar için şöyle böyle diyorlar. Nesi var bu insanların?” demesi çok önemlidir. İnşâallah bir gün gelecek bu mülâhaza bütün mâşerî vicdanın sesi olacaktır. Nitekim “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” demiştir atalarımız. Bu anlayışın başladığını söylemek mümkündür. Cenâb-ı Hak sonuna kadar götürmeye muvaffak kılsın.

Gerçek Düşmanımız

Din ve milliyet düşüncemize düşman bir kısım gizli cemiyet mensuplarını, olduğundan fazla güçlü görmek kat’iyen doğru değildir; zira onlar aslında alternatifsizliğin önlerini açtığı yığınlardır ve zatî hiçbir kıymetleri de yoktur. Eğer yeryüzünde, hakikaten sağlam ve vahy-i semavîden, tecrübeden, mantıktan gücünü alan ve bu kaynaklardan beslenen bir toplum olsa idi, bu gizli cemiyetlerin varlığı ile yokluğu müsavi olurdu. Bu açıdan denebilir ki, biz şunun bunun değil, kendi cehaletimizin, kendi zaaflarımızın, kendi fakrımızın kurbanı olduk. Konuyla alâkalı Muhammed Hamidullah Hoca’nın bir sözünü arz etmek istiyorum.

Hoca, komünizmin revaçta olduğu bir dönemde, ilâhiyat fakültelerinin birinde konferans veriyordu. Dinleyenlerden bazıları masonluk mu daha tehlikeli, komünizm mi? diye bir soru sordular. Bunlardan bazıları, bir “cemiyet-i sırriye” olması itibarıyla, “Masonluğun Allah belâsını versin.” diyorlardı. Diğerleri de kan döküp, kan içmesi açısından “Allah komünizmi yerin dibine batırsın.” diye homurdanıyorlardı. Eğer Hoca komünizm daha kötüdür dese bunlar itiraz edeceklerdi. Yok masonluk daha kötüdür deseydi, öbürleri “Alın ağzınızın payını..” diyecek ve berikilerin yüzüne bakıp güleceklerdi. Bunun üzerine Hoca: “Onların iyi ya da kötü olması önemli değil, önemli olan bizim cehaletimiz ve Müslümanlığı bilmeyişimizdir.” demişti.

Buna, Üstad’ın, “Bizim hastalıklarımız” dediği şeyler de diyebiliriz. Evet bizim hakikî düşmanımız ve bizi yiyip bitiren hastalıklar, cehalet, fakr u zaruret ve tefrika gibi problemlerdir ki, bunlar bizim için en korkunç düşmandır.16 Nitekim biz, tarih boyu hasımlarımızla yaka paça olmuş, kavga etmiş ve sonuçta Allah’ın inayeti ile hepsinin üstesinden gelmişizdir. Hatta dünyanın, “hasta adam” kabul ettiği dönemde bile, Çanakkale’de iki yüz bine yakın insanı şehit vermiş, bu korkunç baskını, bu müthiş işgali ve istilâyı durdurmuşuzdur ama cehalet, fakirlik ve tefrikaya yenik düşmüşüzdür.

O hâlde, bizim, “En büyük düşmanımız şu mu, bu mu?” dememizi, bir mânâda abes kabul ediyoruz. Zira düşmanlık onların karakterinin gereğidir ama bilindikleri takdirde zarar veremezler. Bugün güçlü görünebilirler; ama görünmek başka, olmak başka şeydir. Onların kuvveti vâhi ve mukavemetsizdir. Önemli olan yurdun asıl sahiplerinin imanlı ve uzun soluklu olmalarıdır. Aksine şu muzır, bu muzır deyip şununla-bununla meşgul olmaya kalkarsak, kendi hizmetlerimizi aksatırız; onların da sonu gelmez.

Evet, biz tefrikanın, cehaletin, fakr u zaruretin çocuklarıyız. Bizim kolumuzu kanadımızı kıran ve bizi felç edip tesirsiz hâle getiren, millet düşmanlarına zemin hazırlayan bizim zaaflarımızdır.

1Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

2Asr sûresi, 103/1-3.

3Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/177, 222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/83.

4Bkz.: Dârimî, rüya 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351.

5Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı).

6Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (98) 2-3; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 245-246.

7Bkz.: Buhârî, tâbir 4; Tirmizî, rüya 1.

8“İnsandaki mal hırsı pek şiddetlidir.” (Âdiyât sûresi, 100/8).

9Bkz.: el-Vâhidî, Tefsîru’l-Vâhidî 2/1226; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/518.

10Buhârî, mezâlim 33; Müslim, îmân 226.

11Duhâ sûresi, 93/3.

12Müslim, îmân 232; Tirmizî, îmân 13; İbn Mâce, fiten 15.

13Bkz.: Hûd sûresi, 11/117.

14Buhârî, fezâilü ashâb 5; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 221-222.

15Bediüzzaman, Şualar s.287 (On Üçüncü Şua).

16Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.61 (İlk Hayatı).

-+=
Scroll to Top