Dua

Duaya İnanmak

Duada esas olan onun kabulüne inanmak ve güvenmektir. Duada elleri açmak bir yana, insan asıl gönlünü açmalıdır. Sabah ve ikindiden sonra yapılan dualarda söylenen cümleler Mecmûatü’l-Ahzâb’da mevcuttur;1 ama az bir farkla kayıtlıdır. Orada سُبْحَانَكَ يَا اَللّٰهُ تَعَالَيْتَ يَا رَحْمٰنُ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ بِعَفْوِكَ يَا مُجِيرُ denilir.2 مُجِيرُ de Allah’ın ismidir, ancak burada بِعَفْوِكَ يَا رَحْمٰنُ demek bana daha sevimli geliyor. Üstad Hazretleri bu duayı çok önemli gördüğünden olacak sabah ve ikindiye hasretmiş.

Gümüşhânevî Hazretleri, Mecmûatü’l-Ahzâb’da duaların faziletine dair pek çok şey söylemiş. Bunlardan ilk bakışta çok mübalağalı gibi görünen şeyleri Üstad’ın verdiği ölçüler çerçevesinde anlamak lazım. Yani o durum, okuyanı ilgilendirir. Başka bir ifadeyle, meselâ, “Şu duayı bir kere okuyan Cennet’e girer.” denildiği zaman bunu, “Bu dua öyle bir duadır ki, onu inanarak, gönlünü vererek lâyık-ı vechiyle bir kere okuyan Cennet’i kazanabilir.”3 şeklinde anlayabiliriz. Benim öyle inancım var ki, bir insan gönlünü açsa ve kâmil imanıyla bir kere “Allah!” dese, sonra kendini onuncu kattan aşağı atsa, betonlar paramparça olur da ona bir şey olmaz. Bilhassa âlem-i İslâm’ın kan kustuğu şu günlerde göğsünü çatlatırcasına dua etmek lazım, buna ihtiyaç var.

Dua ve İbadet İştiyakı

Soru: Sahabe mesleği denilen yolda bulunanlar genellikle mânevî terakkîlerinden haberdar olmuyorlar. Ancak bazıları zamanla ibadet ü taate fevkalâde bir iştiyak duyuyorlar. Âdeta kendilerini ibadete, tesbihata, evrâd ü ezkâra sevk eden, zorlayan bir şey oluyor. Bunun izahı nedir?

Cevap: O hâl, devamlı ibadet eden bir insanda, ibadetin zamanla fıtratın bir yanı hâline gelmesinden dolayı olabileceği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bilemediğimiz bir sırla ibadet ü taate iştiyak (arzu) uyarması şeklinde de olabilir. Her iki durumda da bu iştiyak Allah’ın bir lütfudur. İbadet etmek bir lütuf; ibadete karşı içte hissedilen arzu ve alâka da o lütfun üzerine ayrı bir lütuftur. Cenâb-ı Allah bazen bir kula bu duyguyu lütfeder; o da ibabetleri tabiî ihtiyaçları, âdetleri gibi görür. Bu, o insanın iyi ve güzel hallerinin iştiyaka dönüşmesi demektir. Bu iştiyakla, “Ne kadar yapsam az.” der.

Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, ne kadar evrâd ü ezkârda bulunursa bulunsun “Senin Zâtını senâ ettiğin (övdüğün, methettiğin) ölçüde Seni senâ etmeye gücüm yetmez.” felsefesine bağlı vazifesini eda edemediği, iyi bir kul olamadığı gibi bir duygu içinde varsa, yani yaptığı her şeyi azımsıyorsa bu kişi Allah’ın epey bir lütfuna mazhar demektir. Meselâ, günde bin tane salât u selâm okur da sonunda der ki; “Ya Resûlallah! Senin kadr u kıymetine göre salât ü selâm okuyamadım.” İnsan, günde bin defa, meselâ Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethi sırasında tekbir getirip Allah’a hamd ü senâ ettikten sonra söylediği, لَا إِلٰهَ إلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ صَدَقَ وَعْدَهُ وَنَصَرَ عَبْدَهُ وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ “Allah’tan başka ilâh yoktur, sadece O vardır. Ordusunu aziz etti, kuluna yardım etti, düşmanlarını tek başına mağlup etti.”4 sözlerini tekrar ediyorsa; sonunda da “Bu olmadı. Rabbim karşısında bununla yetinmem çok küçük kalır, çok ayıp olur.” لَا أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِـــكَ5 diye gönlünden geçirebiliyorsa bu bir mazhariyettir.

Yaptığı ile iktifa eden mü’mindir, inanıyordur, ibadet ü taatindedir; ama bu ölçüde mazhariyete ulaşamamış demektir. Yani, günde bin rekât namaz kılsa da “Hayır, Rabbime karşı borcumu kat’iyen ödeyemedim!” demek “Ona karşı şükran borcumu eda edemedim!” mülâhazasına girmek mevhibe üstü bir mevhibedir. Onun için mükemmelini anlatma sadedinde hadis olarak da rivayet edilir:

مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbim, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!”,6

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allahım, Sana hakkıyla kulluk edemedik!”,7

مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُEy her dilde meşkûr olan Rabbim, Sana gereğince şükredemedik!”,

مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allahım, şanına lâyık zikri yapamadık!” sözleri, vicdanın kriterlerine ve kadirşinaslığına göre “tam eda edemedik!” şuurunu anlatır.

İmanın kalbde sebat bulması çok önemli olduğu için, ben dua ederken mütemâdiyen (sürekli olarak) اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle!” diyorum. Gerçi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu genelde nefs-i mütekellim (birinci tekil şahıs) sigası ile demiş: اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ8 Bir yerde قُلُوبَنَا9 şekli gözüme ilişmişti; ama meşhur olan ikinci söylediğim şeklidir. Başka bir duada da, اَللّٰهُمَّ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلٰى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren, kalblerimizi ibadet ü taat sevdasına çevir!” diyorum. Buna ilaveler yapabilirsiniz: إِلٰى مَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى لاٰسِيَّمَا إِلَي الْإِخْلَاصِ “Kalblerimizi sevip razı olduğun işlere, hususiyle de ihlâsa yönelt!” diyebilirsiniz. إِلَي الْإ۪يمَانِ الْكَامِلِ وَ الْيَق۪ينِ الْأَتَمِّ “İman ve mükemmel yakîne yönelt!” diyebilirsiniz. إِلَي الْحِلْمِ وَالْأَنَاتِ Yumuşak huyluluk ve düşünerek, temkinli davranmaya yönelt!” diyebilirsiniz. Bunlar istenir Allah’tan. Fiille de ısrar edilirse, Cenâb-ı Hak her şeye rağmen, cismaniyete ve bedene rağmen ibadete aşk u iştiyak verir. O hâle gelir ki insan, santim eksik yapsa çok ızdırap duyar ve yaptığı her şeyi az görür, küçük kabul eder.

Evet, elinden geldiğince O’na karşı kulluğunu ifade edeceksin; ama sonunda “Diyemedim…” diyeceksin; “Söyleyemedim, edemedim, yapamadım… Nerede Rabbimin sonsuz lütufları, nerede O’na tam şükürle mukabele!” Bize, bunları söyleme, bu istikametteki istekleri ortaya koyma düşer.

Fâtiha, En Güzel Duadır

Dua okuyacağım zaman bir hadis-i şeriften istinbatla Fâtiha sûresini okuyorum, sonra da (meâlen) “Allahım, işte bu şifa vesilesi Fâtiha’dır; sen de Şâfî’sin, şifa veren yalnız sensin. Senden başka şifa verebilecek kimse ve senin şifandan başka da şifa yoktur. Hastalığımı gider, bu derdime deva ver. Hastalıktan hiçbir eser bırakmayacak bir şifa nasip et!” diyorum.

Evet, en güzel dua Fâtiha’dır. Samimi bir kalble, hangi hastalığa okunursa okunsun biiznillah şifa vesilesi olur. Zaten, Fâtiha’nın isimlerinden biri de “Şâfiye”dir. Ayrıca, başka yirmi kadar ismi de vardır. Meselâ, namazda okunması vacip olduğundan “Sûretu’s-Salât”; başlı başına yeterli olduğundan “Vâfiye” ve “Kâfiye”; bütün sûrelerin aslı ve özü durumunda olduğundan “Ümmü’l-Kitab” ve “Esas” bu isimlerden bazılarıdır.

Siz de her türlü dert ve sıkıntınızın izâlesi için Fâtiha’yı okuyup, “Rabbim, işte bu sûre Kâfiye’dir. Senin izin ve inayetinle her derde yetebilir. Sen Kâfi’sin. Okuduğum şu sûre hürmetine dert ve sıkıntılarım hususunda bana yardımcı ol!” diyebilirsiniz.

Allah’ı Anma ve Dua

Hak dostları evrâd u ezkâra (Kur’ân ve dua okumaya, Allah’ı anmaya) çok önem verirler. Her gün bir miktar Kur’ân okuma ve değişik dualarla Allah’a niyazda bulunmanın onunla irtibatımız açısından çok önemli olduğunu söylerler. “Her fert, kendi gücü nispetinde bir şeyler belirlemeli ve onu her gün okumalıdır.” derler. Üstad Hazretlerinin Mecmûatü’l-Ahzâb’ı on beş günde bir hatmettiğini bir yakınından birkaç defa dinledim.10 O kitap üç cilttir; demek ki, ciltlerden her birini beş günde bir okuyor. Onca kitap yazma, telif, tashih, arkadaşlarıyla görüşme, yaşadığı ağır şartlar, hapishaneler, takipler, tevkifler, tarassutlar, tehcirler… Bütün bunlara rağmen evrâd u ezkârında hiç kusur etmiyor.

Bazıları “Duada mübalâğa etmemeli, aşırı gitmemeli” falan derler. Zannediyorum aşırı gitme meselesini Ubâde b. Sâmit’in oğluna yaptığı vasiyetteki ifadelerini yanlış anlayarak ortaya atıyorlar. O, dua ederken, meselâ, bazılarımızın “Allahım! Şöyle bir Cennet, yamacında şöyle bir köşk, köşkün yanından akan pırıl pırıl bir çay” dediği gibi, teferruata ait şeyler zikrediyor; ayrıntılara dalıyor. Bu sebeple Hz. Ubâde, “Oğlum, ben Resûlullah’tan duada ifrattan sakındıran sözler duydum.” diyor. O, ifratı (aşırılığı) meselenin keyfiyetiyle alâkalı detaylarla uğraşma şeklinde anlıyor. Yoksa, Cenâb-ı Hak “Ey iman edenler, Allah’ı çok anın, çok yâd edin.”11 derken, bir insan sabahtan akşama kadar durmadan سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ dese, yine duanın hakkını eda etmiş olamaz. Efendimiz bu duanın sabah akşam yüzer defa söylenmesini tavsiye ediyor. Ümmü Seleme Validemiz de taşları veya fasulye tanelerini yanına koyuyor ve onlarla sayarak her gün yüz defa söylüyor.

Birbirini tanıyan, bilen insanlar değişik gruplar hâlinde dua okuyabilirler. Meselâ, Büyük Cevşen’i birkaç kişi paylaşıp okuyabilir. Paylaşıldıktan sonra artık her insanın kendisine ayrılan bölümü okuması onun için gerekli olur. Yani “Allah’ı anma, zikretme hususunda ben her gün şu kadar bir şey yapacağım.” diyen insan, üzerine bir sorumluluk almış olur ve bu sorumluluğu yerine getirmesi artık zarurîdir. İsteyenler Büyük Cevşen dediğimiz hizbi baştan sona kadar kendi başlarına da okuyabilirler. Fakat bir heyet hâlinde okuyunca, herkesin defter-i a’mâline o okumanın bütününden hâsıl olan sevap yazılır. Hakikî şahs-ı mânevî teşekkül edince herkes bütünün okuduğu kadar okumuş olur.

Bu hususta özellikle Mecmûatü’l-Ahzâb’ın çok istifadeli olacağını düşünüyorum; çünkü o kitap, oldukça geniş ve pek çok velinin dualarından değişik bölümler ihtiva ediyor. Gümüşhânevî Hazretleri onları toplarken bugünkü ölçülerde tashih etme imkânı olmamış. Üstad’ın eline de ondan geçmiş. O okuduğu yerleri kısmen tashih etmiş. Keşke bir iki gayretli insan yeniden onun üzerinde çalışsa ve o kitabın elden geldiğince hatasız olarak basılmasına vesilelik etse.

O basıldıktan sonra duaya iştiyaklı mü’minler aralarında taksim ederler. Öyle bir metod geliştirirler ki, herkes farklı zamanlarda farklı yerleri okur. Meselâ, bir ay boyunca şu bölümü okuyan insan, ikinci ay diğer arkadaşının yerine geçer. O üçüncü arkadaşın, o da dördüncü arkadaşın yerine… Böylece herkes Mecmuatü’l-Ahzâb’ın her yerini okumuş olur. Gördüğü duaların orijinal, yepyeni olması insanda ayrı bir heyecan uyarır. Meselâ, Şâh-ı Geylânî’nin insanın gönlünde ürperti hâsıl eden duasını bile otuz gün üst üste okuyan biri, zamanla onu ilk gün okuduğu gibi duyamayabilir. Fakat bu duayı ikinci ay biraz bekletir, başka dualar okur, ona karşı içinde hâsıl olan ülfeti giderir ve bir müddet sonra tekrar o bölüme dönerse yine ilk defa okuyormuş gibi duyup hissedebilir. Benim ömrüm vefa eder mi bilemiyorum; ama istiyordum ki, ben de onu birkaç arkadaşımla paylaşıp okuyayım. Bunun nasip olmasını çok arzu ederim.

Bazen şu husus kafama takılıyor: İşin esası, bir kenara çekilip kimseye demeden dua okumaktır. Fakat burada “Ben de böyle bir kenarda dua okuyabilirim, kimseye ihtiyacım yok.” gibi bir gizli bencillik var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa bu çok tehlikelidir. Bir başkası da “Ben kendim bir kenara çekilip dua okuyabilirim; ama arkadaşların dualarının arasında olursa benim dualarımın da kabule daha yakın olacağını umarım.” düşüncesinde olabilir. Böyle bir yaklaşımla duanın hiç olmazsa bir parçası, yarısı veya çeyreğini arkadaşlarıyla beraber okur. Fakat bu ikincisinde de görünme, duyulma hissi bulunabilir. Bunların hepsi tehlikelidir. Dua öyle hâlis olmalı ki, ona hiçbir mülâhaza bulaşmamalı. Onun sağından solundan, altından üstünden, neresinden bakılırsa bakılsın şeffaf, saydam bir şey gibi hep Zât-ı Ulûhiyet tecellîleri görülmeli.

Bazen de, meselâ aynı camide namaz kılan insanlar birbirlerine “Gelin selef-i salihînden rivayet edilen şu duaları okuyalım. Meselâ, bir gece kalkalım, iki üç saat sürse de on dokuz defa Fetih sûresini okuyalım.” diyebilirler. Ama herkes içinden gelerek katılmalıdır böyle bir dua şirketine. Fırlamalı, kalkmalı yerinden… Bir hâcet namazı kılmalı; yük Cevşen’i, Evrâd-ı Kudsiyeyi, Sekîne’yi okumalı. Arkadaşlarıyla beraber on beş yirmi dakika okuyorsa, sonra da kimsenin görmeyeceği, aklına herhangi bir mülâhazanın gelmeyeceği bir yere gitmeli, bir yarım saat de orada okumalı.

Evet, yalnız başına okurken “Bak, arkadaşlardan kaçtım, kendi kendime kimse görmeden yapıyorum, daha ihlâslıca oluyor.” duygusuna kapılma veya “insanlar duysun, görsün” diye başkalarına sesini duyurma ve bu ikisinde de şeytana kapı aralama olabilir. Üstad Hazretleri, sesli okuyup insanlara duyurmayı İmam Gazzâlî’ye dayandırarak istihsan ediyor: “Ben önceleri sesli okuyordum; ama işin içine riya girer mi diye de endişe ediyordum. Sonra gördüm ki, İmam Gazzâlî ‘Başkalarını uyarma ve teşvik etmeye matuf olunca mahzursuzdur.’ diyor.”12 Fakat bütün bunlarla birlikte kalbimiz Üstad’ın kalbi de değil.

Cennet’ten içeriye gireceğimiz âna kadar bizim kalbimize her şey girebilir. Kırdaki, bayırdaki deliklerde yılan, çıyan arayacağına elindeki fenerini kalbine çevirmesi gereken bizlerin her hâlükârda çok dikkatli olması lazımdır.

Ey Hâlık-ı Kerîm’im ve Ey Rabb-i Rahîm’im!

Onyedinci Lem’a’nın on ikinci notasında Üstad Hazretleri şöyle diyor: “Ey Hâlık-ı Kerîm’im ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnûun ve abdin, hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem musin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu hâlde, kırk sene sonra nedâmet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatını itiraf ediyor.”13

Bilindiği üzere peygamberler masum ve masundur; hem onlar günah işlemezler, hem de günah ve hatalara karşı Allah (celle celâluhu) onları muhafaza eder. Bediüzzaman gibi insanlara gelince, onlar masum değilse de masundurlar; yani, günahsız olmasalar bile Cenâb-ı Hakk’ın sıyaneti altındadırlar ve Allah onlara günah işletmez.

Üstad yukarıdaki sözleri söylerken ne yapıyordu sanki! Hâşâ ve kellâ onun bu sözleri söylemesindeki sâik günahları değildi. O şekilde düşünmek suizan olur. Hayır, o, vazifesi ve misyonu gereği kendi gönlünce yapması gerekli olduğu gibi hizmet edemediğini düşünüyor; yapıp ettiklerini az görüyor; iyi bir kul olamadığı korku ve endişesiyle iki büklüm bir vaziyette, kendine göre, halinin ıslahı için niyaz ediyordu.

İşte, keşke bizim gönlümüzü de her an bu duygular kaplasa ve o sözler bizim vird-i zebânımız olsa, kendimiz hesabına söylesek onları. Kendi vicdanımıza söyletsek. “İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin afv u rahmetini intizar ediyorum.” deyip her an herkesin başına gelebilecek olan ölümü yaşıyor gibi olsak ve şöyle devam etsek: “Eğer kemâl-i rahmetinle beni de kabul edersen, mağfiret edip rahmet edersen, zaten o Senin şanındandır. Çünkü erhamu’r-râhimînsin. Eğer kabul etmezsen; Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!”

Evet, günah ve hataların ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti var, o dilerse çok küçük şeylerden dolayı da affeder. Hem Üstad’ın, hem İmam Gazzâlî’nin ve hem de Muhâsibî’nin dediği gibi hayattayken insan korkuyla tir tir titremeli; ama çaresiz kaldığı ölüm anında ümide ve recaya sarılmalı ve “Ya Rab, benim hiç sermayem yok; sadece ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah’la Sana geliyorum.” demeli. Sekerât-ı mevtte recaya sığınmalı ve “Artık elimden bir şey gelmez; fakat Senin rahmetin melceimdir, ‘rahmeten lilâlemîn’ olan habîbin de şefaatçim.” duygusunda olmalı. Ne var ki, o zorlu dakikalarda bu hâli yakalayabilmek, her şeyi yerli yerine koymaya ve temiz olup temiz kalmaya bağlıdır.

İnsan, iyilik yapma, iyi bir kul olma, her işi ihlâsa bağlama hususunda kat’iyen kanaatkâr olmamalı. Kulluk hususunda hırsla, ölesiye daha iyiyi, daha güzeli talep etmeli. Başka türlü davranmak dûn himmetlik olur. Hele kendini Kur’ân talebesi kabul edenler, veli olup uçsalar dahi, “Bu işte bir bit yeniği vardır, ben ihlâsımı bir daha gözden geçirmeliyim, kalbimi derinlemesine yoklamalıyım. Kontrol etmeliyim kendimi, onunla alâkalı olan mülâhazaların dışında başka mülâhaza var mı gönlümde, başka bir şey düşünüyor muyum?” demeli; sadece onun rızasını aramalı.

Cenâb-ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının imanı hususunda hizmet etme imkânları lütfetmiş. Bu ilk lütuf, ilk mevhibe, ilk vârid; bunun nemalandırılıp bir sermaye gibi değerlendirilmesi lazımdır. İradelerimiz sadece birer şart-ı âdî… Bir yere getiren, lütfeden o. “Kendi aklımla buldum, bu başarılar benden.” sözü firavunların ifadesi. “Estağfirullah ya Rabbi, Sen verdin, Sen ihsan ettin!… Tutmasaydın, biz burada duramazdık; bakmasaydın, görülüp gözetilen olamazdık. Tut bizi Allahım; tut ki, edemeyiz sensiz!” yakarışı imanlı gönüllerin sesi.

Üzerindeki lütufları, elde ettiği başarıları kendi kabiliyeti, istidadı ve becerilerine bağlayanlar mânen terakki edemezler. İşleri Allah’a verince Cenâb-ı Hak ruhta bir inkişaf yaratır. Zannediyorum, herkes kendi hayatı açısından meseleyi değerlendirse bir tarafa çekilmiş, çağrılmış, hatta bir hayır yoluna zorla sürüklenmiş olduğunu görür. Bizden çok daha zeki, aklı her şeye eren insanlar vardır ki, Kur’ân dairesinin dışında kalmıştır. Çok samimi talebe olduğumuzu söyleyemeyiz. Bir Bediüzzaman Hazretleri gibi kendimizi yürekten bu işe verdiğimizi, hiç sönmeyen bir heyecanla, bütün mülâhazaları kafamızdan atarak milletimize hizmet ettiğimizi söyleyemeyiz. Fakat böyle işin kenarından köşesinden tutuyorsak, uhrevî yanı itibarıyla bu bile Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir nimetidir. Yoksa bütün bütün zayi olup gideriz. Kabiliyetimiz değil, istidadımız değil; O’nun lütfu sadece.

Erzurumluların bir lafı vardır: “Suya aşağıya doğru atacaksın, yukarıya doğru arayacaksın, bulursan da başına vuracaksın.” Biz de, nimetleri kendimizden bilme duygularını, suya aşağı doğru atmalı; yukarı doğru aramalı; kazara bulacak olursak, başına vurup o tür duyguları boğmalı ve her şeyi Allah’tan bilmeliyiz.

1 Mecmûatü’l-Ahzâb, (Şâzilî cildi) s.333-336.

2 Mecmûatü’l-Ahzâb, (Şâzilî cildi) s.333.

3 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.164 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota) s.188 (Yirminci Lem’a, Birinci Nokta).

4 Ebû Dâvûd, diyât 17; Nesâî, kasâme 33-34; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/410, 5/411.

5 Müslim, salât 222; Tirmizî, daavât 75, 112; Ebû Dâvûd, salât 147

6 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.

7 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/184; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/629.

8 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, dua 2.

9 İbn Mâce, mukaddime 13; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/182; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/414.

10 Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor 4/10.

11 Ahzâb sûresi, 33/41.

12 Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.153.

13 Bediüzzaman, Lem’alar s.162 (On Yedinci Lem’a, On İkinci Nota).

-+=
Scroll to Top