Dünden Bugüne
Kudret eli örmüştü bizi. İlahî idi nescimiz. Sağlam kaideler üzerine bir oturuş oturmuştuk ki, Çin Seddi ayaklarımızın dibinde kalıyordu. Varlığın madde ve mânâ uçları bizde birleşiyor; arşiyeler, ferşiyeler bu sayede gün yüzüne çıkıyor ve anlaşılır hâle geliyordu. Eski Roma, disiplin ve düzeni ile; Atina, ilmî mehâfiliyle kapıkulumuz olmuş, bizden erkân dileniyordu. Askerlik bizim kışlamızda, idare bizim saraylarımızda, dışı mukassî saraylarımızda.. içtimaî, bizim toplumumuzda, semanın rengini alıyor, semalaşıyor, semavîleşiyor ve bin türlü varlık cilvesi gösteriyordu. Yollar kıvrım kıvrım bize uğruyor; kârbânlar ülkemiz için “şedd-i rihâl”1 ediyordu. Krallar, tenezzühlerini bizim yamaçlarımızda ve sahillerimizde düzenliyor, servetler yol yol ülkemize akıyordu. İremler, “Tâk-ı Kisralar” kemerimizde bir toka, yüzüğümüze bir kaş olmuştu. Hayat düzenimiz, içtimaî âhengimiz, maddî refahımız, huzurumuz, itminanımız ve ümitlerimizle “güneş devletleri”ni, “ütopyaları”, “el-Medinetü’l-Fâzılaları” bir menşurdan geçirir gibi özleştirmiş, hayalde varlık cilvesi göstermeye muvaffak olmuştuk. “Âli kavimdik, sema peymâ idik, mefâhir idik.” bütün bir geçmiş olarak.
Sonra “kâbus-u hûn” bir korkunç dev, su menbaımıza oturdu, bağ ve bostanımızı kuruttu. Bir umumî yıkılış ve dökülüş başladı. Burçlar çöktü, surlar yıkıldı, göller kurudu, yollar perişan oldu. Hanümanlar dağıldı, ocaklar söndü, ikinci bir Orta Asya göçü başladı. Göç vardı ama nereye gideceksin.! Bir sende değil, gideceğin her yerde de yangın ve dökülüş vardı.
Göç etmedik durduk ve başımıza yıkılacak ümranın, bizim için mezar olmasını bekledik. Ufkumuzda bir yalancı şafak, semamızda bir şimşek şeraresi yoktu. Yer hayatsız, sema kupkuru idi ve bir “subh-u kıyamet” bekliyordu efrad-ı millet.
Derken beklenmedik bir şey oldu. Bulutun gözü damla damla doldu… Yer sinesini açtı, kabardı. Rüşeymler formalarını takıp, bahar naraları atmaya başladı. Tohumlar sancıya tutuldu. Yumurtalar kuluçkaya kondu ve bizler her vadide bin doğuş ve bin dirilişi beklemeye durduk. Olup bitenler bizim için nevzuhur şeylerdi. “Tenasüb-ü illiyet” prensibiyle izah etmek mümkün değildi. Zira sarf edilen güç ve emek bir tek cisme hayat nefhetmeden dahi uzak bulunuyordu. Hâlbuki etrafımızda “cûşa-cûş” bin bahar havası ve binler diriliş tarrakası vardı. Bu olup bitenlere mucize denmese bile, Kudreti Sonsuz’a vermekten başka da izahı yoktu. Temiz gönüllerin, dupduru isteklerine, rahmet seması, inayet dolu etekleri ile koştu. Ve “harap illerimizi, kimsesiz çöllerimizi” onardı, mâmûre kıldı. Yıkılmış hânümânlarımıza enîs ve ünsiyet getirdi. Aradaki boşluğu görmüyor gibi, nescedeceğimiz ümran devri ile, “yıkık bir rüya” hâline getirilen mazi arasında bir “hayt-ı vuslat”2 kuruldu.
Artık yeni bir inkisara fırsat vermeyecek; bu yeniden doğuş örfânesine katılırken, tütmeye başlamış ümit ocaklarımızı söndürmelerine müsaade etmeyecek ve göz yummayacağız. Dirilişimiz için bölünmezliği, yekvücut olmayı ve varoluş için hayatî bütün fakültelerin zarurîliğini dar akıllarına sığıştıramayanlar, meslek, meşrep inhisarıyla, neticesi hüsran bir kavgaya zemin hazırlamış olabilirler; biz buna: “Bin nefrîn!” diyerek yolumuza devam edeceğiz.
Bu büyük iş ve davayı belli bir zümreye inhisar ettirmek isteyenler, ne kadar yanılıyorlar.! Evet bütün bir mâşerî vicdanın uğruna baş koyacağı bu dava, hiçbir zümrenin tekelinde kemalini bulamayacağı gibi, âlemşümul hüviyetini de koruyamayacaktır. Mizaçların, meşreplerin oluşturduğu alaylar, taburlar, bölükler, kendilerine has hüviyet, hava ve kabiliyetleri ile, define-misal bu hamûleye omuz verip göğüsledikleri zaman, rahmetle münasebet kurulmuş olacaktır. Mânâsı doğru olduktan sonra zaaf isnaddan ne çıkar. Söz Sultanı: “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.”3 buyurmuyor mu? Bu hazinenin taşınması isteniyorsa, taşımak için uzanacak ellerin samimiyetine bakmak gerekir.
Hizmet bizde başlasın, bizde bitsin düşüncesinde, şeytanın desisesi olma ihtimali vardır. Hakperestlik, Hakk’ın hatırının âlî tutulmasını iktiza eder. O noktada Hakk’a hizmet eden her el öpülür. Her düşünce saygı ile karşılanır. Öbür âlemde Hakk’ın inayet ve ihsanı, bizim hendesemize göre cereyan etmeyecektir. O, salim ve iman dolu gönülleri, hakikat gamzeden simaları arayacak ve bulacaktır.
Öyle ise, ey ebed yolunun yolcuları! Nâmütenâhi bir zaman içinde beraber olacağınız kimselere karşı, davranışlarınızı ayarlarken, dünya ile biten kin ve nefretlere, hodgâmlık ve hasetlere göre değil; buradan intikalle başlayan ebedî âleme göre ayarlayınız! Ayarlayınız da, şu dirilişimizi yozlaştırmayınız! Ve kat’iyen biliniz ki, dünya üzerinde cereyan eden bu büyük kavgada mücadelenizin hakikî hedefini tayin etmedikçe, gerçek hasımlarınızın elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacak ve muvaffakiyet ümit ettiğiniz her yerde hüsrana maruz kalacaksınız…!
Öyle ise gelin! Gören, Bilen ve Nigehbân olanın huzurunda ahd ü peymanda bulunalım! Millet ve mazi düşmanlığı ölsün, bizler, o mezarın başında ister imam olalım, ister mezarcı… Bu kasvetli bulutlar gitsin, bir güneş doğsun, ister sultan olalım, ister dilenci..!
1 Şedd-i rihâl: Yolculuk maksadıyla hayvana semer vurma.
2 Hayt-ı vuslat: Bağlayıcı unsur, irtibat.
3 Bkz.: en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 11/91.