Düşünce Atlası

Özü Muhafaza

İmanı oturaklaşmış insanlar, dışarıdan aldıkları, okudukları her şeyi, zararlı şeyler olsalar da, süt guddelerinin fışkıyı süte çevirmesi gibi faydalı bir hâle getirirler. İmanı resânet kesbetmemiş insanların zihninde, okudukları her şey sümüklü böceğin izleri gibi pis izler bırakır.

İmana Mâni Hususlar

1. Tekebbür: Günümüzde ateistler, “İnsan olabildiğine hür kalmalıdır. Allah’a kulluktan bahsettiğiniz zaman insanın hürriyetini ortadan kaldırmış olursunuz. Kime olursa olsun ‘kulluk’ söz konusu ise orada hürriyet yok ve insan sömürülüyor demektir” diyorlar. İşte, böylesine bir tekebbür, tabiatıyla imana mânidir.

2. Bakış Zaviyesindeki İnhiraf: Bazen bakışlardaki zar kadar değişme, neticede çok büyük farklılık arz eder ve insanı imandan dışarı çıkarır. Üstad’ın “niyet” ve “nazar” mevzularındaki açıklamaları bu açıdan çok önem taşır. “Niyet ve nazar, mahiyet-i eşyayı tağyir eder”1 der Üstad. Niyeti inkâra kilitlenmişse bir insanın, bakışı ve anlayışı da buna göre şekillenir.

3. Cehalet

4. Alışkanlıklar: Kişinin sürekli yaptığı eylemleri, onun karakteri, kanaatleri, inanç ve bağlılıkları ile bütünleşir. Onları terk etmek, din değiştirmek kadar zor gelir o kişiye. Eğer bu eylemler iman ve İslâm’ın tasvip etmeyeceği ve edemeyeceği yol ve yöntemler üzerinde yivler oluşturur ise, artık bu yivlere yatak değiştirtmek imkânsızlaşır. Geçmiş kavimlerin inkârlarının çoğu, “âbâ an ced” (atalardan bu yana) edinilmiş alışkanlıkların terk edilmemesinden kaynaklanmaktaydı. Çünkü edinilmiş örf, âdet ve inançlar üzerinde insanlarda aşılmaz dogmalar oluşmuştur. Yeni şeylerin kabulüne karşı ferdî ve sosyal isteksizlik baş göstermektedir. Bu da küfrü netice vermiştir.

İlimden Beklenen Gaye

İlim yuvalarında eskiden öylesine bir ihlâs vardı ki, insanlar sırf Allah rızası için gelir, bir şeyler öğrenirler, ders okurlar; makam, paye, mansıp, diploma, kariyer nedir bilmezlerdi. Onlara “diploma” deseniz; “Ötede Allah diploma mı soracakmış?” derlerdi. Sonraki dönemlerde ihlâs öldü. İnsanlar diploma ve dünyalık uğruna okumaya ve çalışmaya başladılar. Diplomayı küçümsediğim, onun önemini inkâr ettiğim düşünülmesin. Benim söylediğim, Allah rızasının önüne başka şeylerin geçtiği hakikatidir. Yoksa diploma da, kariyer de, meslekî başarılar da hep Allah rızasını kazanmak uğruna kullanılmalıdır. Her işin başı Allah rızasıdır, onun dışındaki her şey tâlî ve ona tâbî olmalıdır.

Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek, bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail olduğunda onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip bozması, dağıtması gibi. Evet, bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli; tâ ki, her şey hâlisane, Allah (celle celâluhu) için olsun. Zaten, umumiyetle, Allah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. Ellerini her uzattıklarında dünya onlardan kaçar. Cenâb-ı Hak, çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür.

Erzurumlu bir âlim vardı. Oğlu öldüğü gün yemyeşil bayramlıklarını giydi ve herkese sürurla mukabele etti. Diyordu ki, “Allah benimle muamelede bulundu.”

Yaşar Hoca çok anlatırdı: Fatih Camii’nde ders veren bir Hüsrev Hoca varmış. Yaşar Hoca da onun derslerine katılırmış. Çok derin birisi… Bir kızı varmış ve üniversitede okurmuş. Bir gün Yaşar Hoca ders okumak için hocanın kulübesine gidiyor. Bakıyor ki, bahçede bir kazanla su kaynıyor. Hoca her günkü gibi dersini takrir ediyor. Tavırlarında, neşesinde hiçbir farklılık yok. Ders bitince diyor ki: “Şimdi sıra cenazemizi defnetmekte. Bizim kız dün gece vefat etti.” İşte böylesine Allah’a iman… O verdi, o aldı ve biz de ölünce onun yanına gideceğiz… Kerimesini ahirete uğurlayan bir babanın yüreği yanmaz mı, elbette ki yanar; ama iman her şeyi hallediyor.

Kalbe dünya sevgisini koymamak, “Kalb iki sevgiye dardır” hakikatine göre yaşamak… İbrahim Edhem kıssası bu esası anlatan en güzel örneklerden biridir.

Akıl ve Kalb

Akla gereğinden daha fazla önem veren ilim adamları rasyonalizm içinde boğulmuşlardır. Akıl, yerine göre önem arz eder. Ancak, kalb öndedir, akıl ona yardımcıdır. Akıl, insanı belli bir noktaya kadar götürür; o noktadan sonra fayda vermez. Orada onu taşa vurup kırmak ve yolun sonrasına kalb ayağıyla devam etmek gerekir. Akıl, burada kalbe “Haydi top senin, çevgan senin artık” der.

Böyle bir benzetme ile Mevlâna da dahil bazı sufîler Cebrail aleyhisselâma “akl-ı evvel” (ilk akıl) demişlerdir. Zira o, Mirac’ın bir noktasında “Buradan daha ileri gidemem” demiş; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnız olarak yoluna devam etmiştir. Ben Cebrail için öyle diyemem, uygun bulmuyorum; ama bu işin ehli olan Mevlâna bu konuda çok ısrarlı. Ben her gün Cebrail’e salât u selâm okuyorum. Fakat bazen düşünüyorum, “O bir melek, terakki etmesi söz konusu değil. Benim duam onun hakkında ne ifade edecek?” Yine de okumaya devam ediyorum.

***

Kur’ân’da “akıl” kelimesi geçmez. Hep muzari sîgası ile “يَعْقِلُونَ2 , تَعْقِلُونَ3” buyrulur. Muzarî fiilin özelliğine bakılacak olursa, şu mânâ düşünülebilir: “Kendisinde cehd ü gayret gösterilen, devamlı üzerinde durularak işlenen pratik akıl.” Dediğimiz mânâdaki “akıl”, mâzi sîgası ile yoktur. Çünkü mâzîlikte durgunluk ve durağanlık vardır. Mâzi sîgası ile akıl sadece bir yerde geçer, o da konumuz dışındadır.

Berzah âleminde herkes inandığı şekilde karşılık görür. Allah (celle celâluhu) yardımcımız olsun. Hiç kimseye ve hiçbir amele değil, sadece Allah’a güvenmeli. Sizin vesileliğinizle milyonlarca insan Müslüman olsa bile bunlara değil, sadece Allah’a güvenmeli. Çünkü mürekkep balığı gibi ortalığı bulandıran “nefis” denen bir şey var.

Biz Yumurtanın İçindeki Civciv Gibiyiz…

Bu âlemdeki durumumuz aynen yumurta içindeki civcivin hali gibi. Yumurtanın içindeki civcive “Dışarıda bir dünya var” deseniz o inanmaz, “Hadi be sen de!” der. Biz de onun gibi ahireti hesap edemiyoruz. İnsan bir bilebilse, “Bir ömür boyu dişimi sıkıp keşke daha fazlasına katlansaydım” diyecek; ama bunu ötede derse, iş işten geçmiş olacak. Burada her bir gayret, orada inkişafa vesile olur. Zaten insan burada meşru daire ile iktifa etse bir mahrumiyet yaşamış olmaz. Herkes bulunduğu konumun hakkını vermeye çalışmalı. Bütün mesele bu…

Eşyanın Perde Arkası

Sofistler diyor ki, “Dış dünya bizim gördüğümüz şekilde değildir. Bizim gördüğümüzü sandığımız şeyler zihinlerimizdeki algılardan ibarettir.” Tasavvufî mânâda “eşyanın perde arkası” dediğimiz şey bundan farklıdır. Bizde “Hakâiku’l-eşya sabitetün. (Eşyanın hakikati, varlığı sabittir.)” düşüncesi bir prensiptir. Bunun ötesinde, meselâ, sizden şu ağacın bir resmini istesem, gördüğünüz şeyi tasvir edersiniz. Ancak ağaç ondan ibaret değildir. Ağacın bir de görülmeyen portresi vardır ki, o da ekosistemdeki yeri, oksijen-karbondioksit alış verişi, fotosentez faaliyetleri vs. olarak düşünülebilir. Onun için bir biyolog, ağaçta herkesin gördüğünden daha derince ve farklı şeyler görür. Çünkü onun bu konuda farklı ihtisası vardır.

Aynen bunun gibi, bazı konularda derinleşmiş olanlar, eşya ve hâdiselerin çehrelerinde onun perde arkasını müşâhede edebilirler. Meselâ bir ağaca bakar, onda Allah’ın isim ve sıfatlarının ayan beyan tecellî ettiğini görürler.

Eşyanın çehresinde görülen şeyler objektif de değildir. Yani, herkes aynı şeyi görmez. Meselâ, yukarıda arz edilen misalde, bir ağaçta biyolog farklı şeyi görür, fizikçi farklı şeyi görür, marangoz daha farklı bir şeyi… Ayrıca, bunlar kendi içlerinde de derinliklerine göre farklı sınıflara ayrılırlar. Bu durum, görülen şeyin yanlışlığını veya tutarsızlığını göstermez. Bakanların farklılığı böyle bir farklılığa sebebiyet verir. Fakat çevrelerine basiretle bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini daima müşâhede edebileceklerdir.

Işığınla aydın her yan

Şaşkınlar arıyor burhan,

Tecellîn her yerde ayân

Rabbim, Sana döndüm yüzüm!

Âlem kitap, eşya kapak

Otlar, ağaçlar ve toprak,

Seni söyler yaprak yaprak,

Rabbim, Sana döndüm yüzüm!

Bakmak ve Görmek

Eşyanın mülk ciheti (fizîkî yönü) adına bugün görebildiğimiz miktarın binde dört olduğunu söylüyorlar. Geleceğin ilim dünyasında bunun milyonda dörde ve daha azına düşeceğini göreceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîsini görme hususunda çok darlık yaşıyoruz. Nasıl üç boyutlu resimlere ısrarlı ve farklı bir açıdan bakma neticesinde kareler şekilleniyor; mânâlı ve bütün bir resim görüyoruz. Aynen öyle de, eşyanın fizik ve metafizik, madde ile mânâ buutlarını beraberce ele alarak ısrarla ve farklı açılardan bakmasını becerebilirsek, mülk ciheti yanında melekût ciheti (fizikötesi yönü) de üç, dört, beş, altı boyutuyla bizim müşâhedemize açılabilir ve eşyanın hakikî yüzünü görmeye başlayabiliriz.

İnançsızlık Her Devirde Aynıdır

İnançsızlık mülâhazası her yerde, her zaman aynıdır. Ebû Cehil “Allah nerede?” diyordu. Aynı küfrü bu çağda da görebilirsiniz; laboratuardaki adam “Bak, Allah’ı burada göremiyoruz, nerede o?” diyor. Ona şöyle demek lazım: “Ahmak! Allah senin laboratuarına girecek şey mi? Atomun içindeki çekirdek dönüyor, döndüren eli görmüyor musun? Yoksa, Gagarin gibi sen de onu küre-i arzın etrafında mı arıyorsun?” Uzayda dönüp dolaşıp da “Allah’ı göremedim” diyen Gagarin için Necip Fazıl demişti ki, “A be ahmak! Allah’ın –hâşâ ve kellâ– fezâ-yı ıtlakta dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”

Bakış zaviyesi yakalanamayınca “doğru” bulunamaz. Hani, Firavun adamlarına şöyle demişti: “Hele bana yüksek bir kule yapın da çıkıp bakayım, Musa’nın Rabbi orada mı?”4 Zavallı, bilmiyor ki, onun kule diye yaptığı burç deryada bir katre, çölün içinde küçücük bir tepecik… İşte, bakış açısı bu olunca, küfür aynı küfürdür; zaman ve mekân değişse bile o değişmiyor.

İçinde işlenmesi kesin bir günah ve mâsiyet bulunan bir amel, ileride elde edilmesi şüpheli bir sevaba bina edilemez. Gelecekteki muhtemel bir sevap için hâlihazırda günaha girmek caiz değildir. Yarına çıkacağımıza dair elimizde bir senet yok ki!

Düşünce Ufkunun Mihrabı

Ben yetiştiğim çevrenin de sevkiyle, bütün tasavvuf büyüklerine karşı derin bir saygı, alâka ve sevgiyle büyüdüm. Onların isimlerini sürekli dualarımda zikrettim, himmetlerini umdum. Fakat buna rağmen, selef-i salihînin eserlerini okurken tenkit edebileceğim yerler gördüm. Çok istifade ettiğim bazı kitapları okurken bile kritiğe tâbi tuttuğum noktalar oldu. Çoğu zaman sevgi ve saygı anlayışıma çarpan tenkit düşüncesi parçalanıp kırılsa da kafama takılan mevzular oldu.

Fakat Bediüzzaman’ı çok farklı gördüm. O, acayip kılığı, garip kıyafeti, farklı hâli ve çağın tuhaflığı içinde gizlemiş kendisini. O, düşünce ufkunun mihrabı gibi bir insan. İnsan, düşüncede mihraptan başkasına yönelirse kıbleden dönmüş gibi olur. Ama neylersiniz ki, yüzünü Batı’ya çevirmiş dünya kadar yerli, evlerinde ve hemen önlerindeki bu kıbleye sırtlarını dönmüşler. Anlaşılamayacak bir alâkasızlıkla ondan mahrum kalmışlar.

Hz. Ömer’in Tavrı

Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bir cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!…” diyerek onun geç kaldığını ima ediyor. O sahabînin, mazeretini söylerken, “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest alır almaz da geldim” demesi üzerine “Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?” diyor.

İmam Şatıbî bu hâdiseyi anlatırken, herhalde Hz. Osman hakkında suizanna sebep olmasın diye, isim tasrih etmiyor; fakat bazı hadis kitaplarında Cumaya geç kalan sahabinin Hz. Osman olduğu belirtiliyor.

Hz. Ömer Efendimiz’in bazı tavırlarında bu hâdisede olduğu gibi çok yüksek mânâlar bulunduğuna, konuşurken, tavır koyarken, söz, hal ve tavırlarına yüksek mânâlar yüklediğine inanıyorum. Hz. Ömer gibi bir nezaket ve firâset insanının, bizzat kendisinin üçüncü halife adayları arasında ismini saydığı önemli bir dostunu, Hz. Osman gibi seçkin bir sahabiyi mahcup edecek bir sözü o kadar insan içinde rastgele söylemesi düşünülemez. Öyleyse bu meselede Hz. Ömer’in tavrındaki inceliğe dikkat etmek gerekir.

Her şeyden önce Hz. Ömer Efendimiz, cuma namazı ve camiye erken gelme hususundaki hassasiyetini ortaya koyuyor. Ayrıca, çok önemli olan şu hakikate işaret ediyor: Eğer hayırlı bir şey yapılıyorsa ve yapılan o şey de önemliyse, Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle eda ediliyorsa, bu işe ilk gönül vermiş olanlar, daha sonra da daima önde olmalılar; o işte sürekli önde koşmalı, arkadan gelenlere bir hüsnümisal teşkil etmeliler. Anne babanın, çocuklarına bazı meselelerde örnek olmaları gibi onlar da kendilerinden sonra gelenlere iyi örnek olmalılar. O toplum içinde Hz. Osman herkesin hürmet edip önde kabul ettiği, örnek alınacak, delil sayılacak, hüccet kabul edilebilecek bir insandır. O, hutbeye geç kalırsa başkalarının “Cumaya sonra gidilse de, hutbe okunurken camiye varılsa da oluyormuş…” deme ihtimali vardır. Öyleyse, Hz. Osman seviyesinde bir kimsenin herkesten önce camiye gelmesi, ön safı tutması ve bu hâliyle halka örnek olması lazımdır.

Ayrıca, Peygamber Efendimiz’in camiye en önce gelenin bir deve boğazlamış gibi, daha sonrakilerin de sırasıyla sığır, koyun, tavuk ve yumurta infak etmiş gibi sevap kazanacağını, yani, ilk gelenden ezan vaktinde camiye girene kadar herkesin derece derece bu sevaba nail olacağını belirtmesinden dolayı, o devirdeki insanların Cuma namazı için camiye geliş vakti, şafakla beraber başlıyordu. Hz. Ömer yaptığı ikazla o hadis-i şerife de telmihte bulunmuş oluyordu.

Bir diğer mesele de şudur: Resûl-i Ekrem Efendimiz cuma günü gusletmenin gerekli olduğunu söylemiş; bundan dolayı, Cuma günü gusletmeye bazı mezhepler vacip, diğer bazıları da sünnet demişlerdir. O günkü şartlar, yani çok sıcak bir bölgede, çok defa yün giyen insanlar ve Mudar’dan gelen kabilenin tavrında görüldüğü gibi o yünün terden dolayı çok kötü kokması nazara alındığında Efendimiz’in, cuma ve bayram günlerinde guslü tavsiye buyurmasının hikmeti daha iyi anlaşılacaktır. İşte Hz. Ömer, cuma günü gusül abdesti alınması gerektiğini Hz. Osman vesilesiyle bir kere daha hatırlatmış oluyordu. Dahası, kendinden sonra işin başına geçecek insana “Sen imamsın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı her şeyi sen de aynen yapmalısın ve bunu da halk böyle bilmeli!” işaretini veriyordu.

Evet, Hz. Ömer, kendisine yakın bildiği bir insanı bu şekilde hafifçe sarsmış; önde yürüyen insanların dini yaşamada hassas olmaları gerektiği için onu hemen ikaz etmiş; meselenin ehemmiyetini, sözlerini kaldırabilecek bu insan aracılığıyla ifade buyurmuştur.

Aslında, Hz. Ömer Efendimiz’in benim tezkiyeme ihtiyacı yoktur. Fakat zihinlerde yanlış bir şey kalır; “Biz bile caminin içinde bunu yapmayız, Hz. Ömer nasıl yapar?” sorusuyla, her yönüyle mükemmel bir insan hakkında, suizan kapıları açılır endişesiyle bu kadarcık bir açıklamayı zarurî gördüm. Böyle bir tavır, Hz. Ömer’in büyüklüğüne nispetle küçük görülebilir; fakat Hz. Ömer’in ona yüklediği mânâlar açısından bakılınca o davranış çok büyüktür. Hz. Ömer efendimizin bir arkadaşını, cephede aynı safta beraber mücadele verdiği bir dostunu caminin içinde mahcup etmesi, utandırması kesinlikle çok basit bir mânâya matuf olamaz. Hele o tavırda bir garaz (kötü niyet) kat’iyen bulunamaz.

Sözlerimizi, Hz. Osman’ın tevazuunu ve hazm-ı nefsini de hatırlatarak bitirelim. Hadis kaynakları, kalabalık bir cemaat içinde öyle sarsıcı bir ikaza muhatap olan Hz. Osman’ın herhangi bir mukabelede bulunduğunu nakletmiyor. O, Hz. Ömer gibi sadece Hak adına konuşan bir yârânın sözlerini kendine yaraşır olgunlukla dinliyor, kabul ediyor ve bu hâliyle diğer insanlara da örnek oluyor.

Gayretullah

Bir deve kervanı yola çıkmış giderken yolda fakir bir dervişle karşılaşırlar. Derviş, kervancıbaşına kendisini de almalarını rica eder. Kervancıbaşı bu isteği kabul eder ve yola revan olurlar. Bir zaman sonra yolda haramiler kervanı basar ve neleri var neleri yok hepsini alırlar. Dervişe de malı olup olmadığı sorulunca, “Benim hiç param yok; ama kervancıbaşının değerli bir yeleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz” der. Haramiler yeleği alırken kervancıbaşı hiçbir şey söylemez; ama dervişe çok gönül koymuştur. Öyle ya, ona o kadar iyilik yapmasına karşılık böyle bir tavırla karşılaşmıştır.

Bir zaman sonra, kervan ahalisi bütün varlığını kaybetmiş bir halde bekleşirken devletin askerleri çıkagelir. Haramiler derdest edilmiştir. Bütün gasbedilen mallar sahiplerine iade edilir. İşte o anda kervancıbaşı dervişe yanaşır ve der ki: “Baba, aşk olsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de tuttun eşkıyalara benim yeleği haber verdin.” Derviş de der ki: “Oğlum, bu haramiler o kadar zulmettiler ki, baktım gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmış. Senin yelek, işte o dört parmak yerine geçti.”

Evet, Allah (celle celâluhu) zalimleri iflah etmez. Ancak mazlumun Allah’ın gayretine dokunduracak liyakati kesbetmesi gerekir. Eğer o, bu seviyenin eri değilse ve yöneleceği kapıya tam yönelememişse ceza te’cil edilebilir. Bugün Müslümanlara revâ görülen zulmü ve bu zulmün gayretullaha dokunmasını da bu zaviyeden ele almak gerekir.

Bir mü’min yabancı dil öğrenirken gönlünün derinliklerinden içeri “İngilizcem, Almancam, Fransızcam olsun; kariyer yapayım; aranan adam ben olayım…” düşüncesi girerse ve bu, onun tek derdi hâline gelirse Cenâb-ı Allah razı olmaz. Her şey “Onu nasıl anlatır, rızasını nasıl kazanırım?” duygu ve düşüncesine bina edilmelidir.

Bir transatlantikle yolculuk yapanlar için, güvenlik seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun, bir kaza ihtimaline binâen gemiye flikalar koyuyorlar, can yelekleri ve işaret fişekleri koyuyorlar, acil kurtarma planları hazırlıyorlar… Şu dünya yolculuğunda öbür hayatımızı garanti altına almak için bir hazırlık yapmıyorsak buna ne denebilir? Muhtemel bir kaza için bu kadar hazırlık yapan bir insan, gelmesi yarın kadar kesin ebedî ahiret hayatı adına hazırlık yapmıyorsa o divane değil midir?

Sahih midir bilemiyorum; ama oldukça ibretli bir hikâyedir Hz. Ali’nin bir dehrî (materyalist) ile diyaloğu. Dehrî, Hz. Ali’ye “Bu dünyada boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya Cennet-Cehennem yoksa?” der. Hz. Ali’nin cevabı şu şekilde olur: “Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. Ama benim dediğim doğruysa ve Cennet var ise siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız?”

Hayat Çekirdeği

Evet, insana bahşedilen hayat bir çekirdek, bir tohum mesabesindedir. Bir tane tohum veriliyor ve deniliyor ki “Çok dikkatli kullan bunu, ondan meyve de alabilirsin, onu çürütebilirsin de. Dünyevî ve uhrevî hayatının saadeti, bu tohumun çok iyi değerlendirilmesine, nemalandırılmasına bağlı.” Kendisine verilen bu tohumun suyuna dikkat eden, toprakta onun için kuvve-i inbâtiye arayan, güneşe temasını hesaba katan ve hatta kuşların gelip gagalamasına karşı dahi çareler arayan, sonunda Cennet meyvesi yiyecektir. O tohum için gerekli bakım görümü yapmayanın elinde de, olsa olsa Cehennem zakkumu kalacaktır.

Hastane, insanları seyredip kendimce dersler çıkarmama da vesile oldu. Onların da inancı vardır, istavroz çıkaranlar gördüm; fakat çoğunlukla çehreler kara kara, sönük, renk atmış ve matlaşmış bir vaziyetteydi. Bunun arkasında hayat sevgisi, uzun yaşama isteği, kendini hiç ölmeyecekmiş gibi zannetme hissi ve altmışına yetmişine ulaşan yaşı “Acaba seksen doksan yapabilir miyim?!” telaşı seziliyordu. Oysa insan ehl-i iman olunca, “Ne yapalım yani, üç adım sonra ‘Çık!’ diyeceklerine şimdi ‘Çık!’ diyorlar, ne fark eder” diyor. Ahirete inanmanız ve ölümü daha başından mukadder kabul etmeniz o türden bütün sıkıntı ve endişelerinize çare oluyor.

Allah (celle celâluhu) ondan ebeden razı olsun, Üstad ne güzel söylemiş: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”5 Bu söz artık bizim tabiatımız olmuş, slogan değil. İmanın gücü içimize girmiş, bir trafik memuru gibi duygularımızı yönlendiriyor. Duygularımızın trafik memuru… Ne büyük bir nimete mazhar olmuşuz bu küfür ve dalâlet asrında!…

Bu nimet bir şükür ister. Hakkım olsa, onlar da istiskal etmeseler ve ben de doğru ifade edebilsem, arkadaşlarımdan, kardeşlerimden imanın güzelliklerini başkalarına da duyurma heyecanını canlandırmalarını isterdim. Yani otursunlar kalksınlar, çevrelerinde dîn-i mübîn-i İslâm’a bağlı ve onu neşretme adına bir heyecan, sönmeyen bir heyecan uyarsınlar. Bunun dışındaki her şeyi fuzulî ve gereksiz görsünler ve göstersinler. Bizim kaybettiğimiz şey İslâmî aşk ve heyecandır. Yıkılışımızın arkasında o vardır.

Yanlış anlaşılmasın, İslâmî heyecan, herhangi bir şeyi protesto etmek için bağırıp çağırma, yakıp yıkma, kin ve nefret besleme değildir. İslâmî heyecan, hiç yorulmadan, hiç duraklama yaşamadan sürekli gönlünün ilhamlarını başka sinelere boşaltma; yeise, ümitsizliğe düşmeme; Allah’ın yarattığı her kulu muhterem sayarak kim ve nerede olursa olsun –tek kişi kalmışsa bile– atını mahmuzlayıp ona da iman meşalesi götürme; götürüp çağı, konjonktürü ve muhatapları gözeterek uygun bir üslûpla herkesin iman nuruyla aydınlanması için gayret göstermedir.

1 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.44 (Katre, Mukaddime)

2 “Hâlâ akıllanmazlar mı?” (Yâsîn sûresi, 36/68).

3 Bkz.: Bakara sûresi, 2/44, 76; Âl-i İmran sûresi, 3/65; En’âm sûresi, 6/32; …

4 Kasas sûresi, 28/38.

5 Bediüzzaman, Sözler s.334 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta)

-+=
Scroll to Top