E. “ER-RAHMÂNİ’R-RAHÎM” ÂYETİ

a. Rahmân ve Rahîm İsimlerinin Tekrar Zikredilmesinin Hikmetleri

Besmele’de zikri geçen şu iki isim Fatiha’da tekrar zikrediliyor. Bunda da şu hikmetler düşünülebilir:

Birincisi: Mesele, fıkıh açısından ele alınırsa; Besmele Fatiha’nın bir âyeti olmadığını işaretle böyle denilmiştir. Ve dolayısıyla, bu isimlerin burada zikri tekrar değildir.

İkincisi: Meseleye hikmet yönüyle bakacak olursak; sonsuz ve sınırsız isimlerin sahibi olan Allah (celle celâluhu) kendini evvelâ “Allah” ismiyle tanıttıktan sonra bu isimlerle insanın imdadına yetişiyor. Zira Zât-ı Ulûhiyet’in bütün kâinatta görülen vâhidiyet tecellîsini bir beşerin anlayıp idrak etmesi imkânsızdır. İşte bu azameti ve aklı boğan keyfiyetteki tecellîyi anlattıktan sonra, her ferdin kendi aynasında görüp kavrayabildiği tecellîlerini nazara vererek O’nun sonsuz rahmeti zikredilmiştir. Bu isimlerin zikriyledir ki, insan kendi ruh aynasında kâinatı ve kâinatın delâlet ettiği Zât-ı Ulûhiyet’in mânâsını anlar.

Üçüncüsü: Bir başka yönüyle de, اَللّٰهُ lafzından sonra bu iki ismin anılması, sakındırma ve korkutmadan sonra, teşvik ve rağbet verme mânâsını taşımaktadır. Zaten, Kur’ân-ı Kerim’de, nerede bir terhib (sakındırma) varsa hemen bir terğib (rağbet verme) ve nerede terğib zikredilirse ardından onu bir terhib takip eder. Bu bir âdet-i ilâhîdir.

نَبِّئْ عِبَادِۤي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ۝وَأَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الْأَلِيمُ

“Kullarıma haber ver. Ben Gafûr ve Rahîm’im. Ve yine haber ver. Benim azabım can yakıcı bir azaptır.”1 âyeti bu meseleyi en güzel şekilde bir arada ifade etmektedir.

Devs’in Aslanı Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Eğer mü’min, âlemlerin ötesinde kendisi için hazırlanan ukûbeti görseydi, Cennet’ten ümidini keserdi. Kâfir de, Rahmet-i İlâhi’nin genişliğini düşünseydi, rahmetten ümidini kesmeyecek ve istifade etmeyi düşünecekti.”2 Bu hadiste de terhib ve terğibin bir arada ele alınışını görüyoruz. Onun için “Rabbi’l-âlemîn” diyen Allah (celle celâluhu), kâinattaki umum tasarrufatını anlattıktan sonra, insandaki hususî tasarrufunu da zikretmiş ve insanı ihmal etmemiştir. Meselâ: يَوْمَ نَطْوِي السَّمَۤاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ3 diyerek gökleri kitap sahifeleri gibi düreceğini ve buna muktedir olduğunu anlattığı Kur’ân-ı Kerim’de; يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ4 ve وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ5 gibi âyetlerle de hususî tasarrufu olarak, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve insana şah damarından daha yakın olduğunu anlatıyor.

İşte Fatiha sûresinde de, اَللّٰهُ lafzıyla bütün isimleri kendinde toplayan Zât’ın tasarrufunu takdim etmesinden irkilen ve ürken insana, “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” isimlerini zikrederek onlara ünsiyet ve kalblerine itminan vermiş oluyor. Sanki insanın kulağına bu isimlerle şu mânâlar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde merhamet vardır. O, rahmetiyle sizi yaratmış ve yine rahmetiyle hayatınız için gerekli olan her şeyi sizler için hazırlamıştır. Ancak sadece dünya sizi tatmin edemez. Sizin için bir Cennet var ve bir Cemal-i Bâki’yi temâşâ da lâzımdır. O, Rahîmiyetiyle, sizler için bunu da müyesser kılacaktır. Bir vahşet ve yalnızlıktan sonra insanın içinde ılık bir ünsiyet hâsıl eden bu iki kelime ne kadar mukaddes, ne kadar mübeccel ve Allah lafzından sonra bu iki ismin zikri ne kadar lüzumludur…!

Allah’ın merhameti daha çok yıkılmış, dilgir, perişan ve afetlere müptelâ bir insanın, o afet, belâ ve musibetlerden kurtulup halâs olması, ona iyi ve güzelin takdim edilip verilmesi şeklinde kendini gösterir. İşte bu keyfiyeti, Rahmân ve Rahîm ifade eder. Binaenaleyh, meseleyi birinci cihetiyle ele alacak olursak, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud azametle kâinatı çalkalıyor ve mevcudatı yokluk âleminden varlık âlemine çıkarıyor; ikinci şıkta ise, Allahu Teâlâ Hazretleri var ettiği her şeye kamet-i kıymetine uygun, hususî iltifatta, ihsanda bulunuyor ve herkesi nimetleriyle perverde ediyor.

b. Cenâb-ı Hakk’a İzafetle Rahmâniyet ve Rahîmiyet’in Mânâları

Rahmân ve Rahîm kelimelerinin ruhunda, “rikkat-i kalb” dediğimiz kalb inceliği, nefis meyli mânâları vardır. Yani rahmet ve merhamete muhtaç olanlara karşı, bir meyl-i nefsî, bir rikkat-i kalb ve bir şefkat olmaktadır. Ve sonra bu meyl-i nefsî, rikkat-i kalb ve bu şefkat saikiyle onlar hakkında düşünülmesi gereken düşünülür. Bazı tefsirciler, buradaki kalb rikkati ve nefsin meylini Zât-ı Bârî hakkında uygun görmediklerinden bunların lâzımını ve nimet vermenin sebebini düşünerek bu âyeti “Allah, haklarında hayır murad eder.” şeklinde tefsir etmişlerdir. Bunu biraz izah edelim:

Bizdeki rahmet, birine karşı acıma, rahîmiyet ise nefsin meyli şeklinde tezahür eder. Kolu kanadı kırık, mazlum, mahzun, mükedder birini gördüğümüz zaman, elimizde olmayarak kalbimizde bir rikkat duyar ve ona karşı meylederiz. İşte müfessirler, zaaf ifade eden bu kelimeleri Allah hakkında kullanmayı uygun görmediklerinden diyorlar ki: “Nefsin meylinin lâzımı, nimet vermenin sebebi hayır murad etmektir. Öyleyse er-Rahmân, er-Rahîm, insanlar hakkında hayır murad eden Allah demektir.” Fakat bu takdirde Allah’ın diğer sıfatları hakkında da bu şekilde düşünmek gerekir. Meselâ Allah’ın Basar ve Sem’ sıfatları vardır. Allah Basîr ve Semî’dir. Yani Allah görür ve duyar. Bir kısım vasıtalarla meydana gelen görme ve duyma Allah’a isnat edilemez. Bizdeki görme, güneş şuaları yardımıyla ve bir mesafeye bağlı olarak meydana gelir. Ve bizim gördüğümüz şeyler olduğu gibi, görmediğimiz şeyler de vardır. Duymamız da yine bir kısım sebeplere bağlı olarak meydana gelir. Onun için bu sebeplerle meydana gelen görme ve duyma Allah’a isnat edilemez. İşte nasıl ki, bu şekildeki görme ve duyma Cenâb-ı Hakk’a isnat edilmez; öyle de, bizde nefsin meyli veya kalb inceliği olarak tezahür eden Rahmâniyet ve Rahîmiyet de bu mânâda Allah’a isnat edilemez. Bizdeki nefis meyline ve rikkat-i kalbe mukabil, O’nda mukaddes olarak bu mânâlar vardır. O’nun görme ve işitmesi de tamamen bizimkinden farklıdır. Binaenaleyh, bu sıfatları mecaza verip, tevil yapma, biraz tekellüflü olur ki, sonra Allah’ın bin bir ismini tevil etme lüzumunu duyarız. Onun içindir ki, biz “Rahmân, Rahîm, Mü’min, Müheymin, Rezzak vs.” derken bunları Allah indindeki mânâlarıyla mütalâa ediyoruz.

c. Rahmâniyet ve Rahîmiyet Ufkunda Tecellî Eden Lütuflar

Cenâb-ı Hak eşyayı yoktan var edip vücud sahasına getiriyor. Âdeta bize diyor ki, “İsteseniz de istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi var ediyor ve sizin için gerekli olan şeylerle varlık ve hayatınızı devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle var ettikten sonra, Rahmâniyetimin kemalini göstermek için; size Rahîmiyetimle de bir irade veriyorum. İradenizi kullanmanıza ve kullandığınız iradenin çapına göre de ötede size mükâfat vereceğim. Siz, iradenizi kullanmakla bir şekle gireceksiniz ve bu şekil, ahiret âleminde bir kısım nimetlerden istifade etmeye hazırlanmak demektir. Elverir ki sizler, kendi heva ve hevesinize uyarak Benim rıza dairemin dışına çıkmayasınız. Aksi takdirde orada cezanızın daha ağır olacağını düşününüz.”

İşte Allahu Teâlâ kendisini Rahmân ve Rahîm olarak tanıtırken biz de, o Rahmâniyet ve Rahîmiyetin altında bu mânâları seziyoruz. Bunu bir misalle açıklığa kavuşturalım: Müdebdeb, muhteşem bir saray ve bu sarayın içinde çeşitli varlıkların tenezzüh ve seyr ü seyahatini sonra da bütün bu gezip dolaşanlara mukabil, saraya teşrifatçı, saray sahibine yaver bir zât düşünelim. Öyle bir yaver ki, tepeden tırnağa madalya ve formalarla tezyin edilmiş; sarayın en aziz varlığı olarak, her hâliyle kendini hissettiriyor. Nereye gitse hüsnü istikbal görüyor, kime yönelse edeple emrine koşuyor, kime dönüp baksa haşyetle iki büklüm oluyor. O zaman anlarız ki, şehzâdeler gibi sarayın içinde dolaşan bu yaver, saray sahibinin yanında en aziz, en şerif ve iltifatına en çok mazhar olan bir zâttır. Ve yine anlarız ki bu zât, saray sahibinin merhamet ve şefkatine en çok mazhar olandır. Aynen öyle de, kâinat bir saray, insan o saray içinde en kerîm, en eşref bir yaver ve en kâmil şekilde Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetine mazhar bir varlıktır. O bir ağaç veya şurada burada otlayan dört ayaklı varlık değildir. Üstün bir seviyeye çıkarılmış, diğer varlıkların üstünde bir kısım ihsanlara mazhar edilmiştir.

Şimdi, hiç uygun mudur ki, bu kadar mazhariyetten sonra o gitsin, kendi şahsiyetine, kendisine lütfedilen şeylere münasip olmayan işlerle uğraşsın. Kısaca, pislikleri karıştırsın, kapının önünde uygun olmayan mahluklarla; bitle, pireyle, fareyle, akreple, yılanla çiyanla meşgul olsun; üzerinde taşıdığı madalyalar, formalar ve saray sahibinin nazarında olduğuna hiç dikkat etmesin. Aksine böyle davrandığı takdirde hemen hükmümüzü verir ve deriz ki; bu zat, böylesine nimetleri düşünmeyerek, bu gibi âdi işlerle meşgul olmasının cezasını muhakkak görecektir. Bununla Allah’ın, Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin altında, insanın mazhar olduğu lütuflarla, yaptığı işlerin birbirine münasip olmamasının ve Allah’ın insanı muhatap olarak kabul etmesine mukabil, insanın bu iltifatları değerlendirip değerlendirmediğini anlatmak istedik…

Fatiha hakkında Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadiste Allah’la kul arasındaki bu münasebet ve paylaşma bize şöyle anlatılır: Fatiha’da Allah (celle celâluhu) kuluyla konuşuyor ve şöyle buyuruyor: قَسَمْتُ الصَّلَاةَ بَيْنِي وَبَيْنَ عَبْدِي نِصْفَيْنِ. فَنِصْفُهَا لِي وَنِصْفُهَا لِعَبْدِي وَلِعَبْدِي مَا سَأَلَ “Fatiha’yı ikiye taksim ettim. Yarısı Benim, yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir.” Kul اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dediği zaman Allah Teâlâ: “Kulum Bana hamd etti.” der. Kul اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ dediği zaman Allahu Teâlâ: “Kulum Beni senâ etti.” der. Kul مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dediği zaman Allah Teâlâ: “Kulum Beni yüceltti.” der. Ve buraya kadar Benimdir. Kul إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediği zaman Allah Teâlâ: “Bu, kulumla Benim aramdadır.” der. “Sûrenin sonu ise sadece kulumundur ve kuluma istediği verilecektir.” der.6

İşte insan Fatiha’yı okurken bu münasebet ve paylaşmaya dikkat etmelidir. Kul: “Allahım, beni doğru yola hidayet et; ifratın, tefritin ortası yola; şehvete düşürmeyeceğin, gazaba uğratmayacağın, cerbezeye atmayacağın yola… Akılsızlık içinde boğmayacağın, arzu ve isteklerden sıyırmayacağın yola… Bunakların, akılsızların, hissizlerin yoluna girmekten beni muhafaza buyur. Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin yoluna hidayet eyle. Mağdûbîn ve dâllînden eyleme!” diyor. Allah da (celle celâluhu): “Bu, kuluma aittir ve kulumun istediği verilecektir.” cevabını veriyor. Artık, kul olarak biz de Mevlâ-i Müteâl’in karşısında daima bu paylaşmayı düşünerek, Rahmân ve Rahîm’in bizi giydirip süslemesi, boynumuza madalyalar asması, bizi prens hâline getirmesi karşısında, mükellefiyet ve mesuliyetimizi idrak ederek ona göre bir vaziyet almaya çalışmalıyız.

d. Rahmâniyet – Rahîmiyet Burcunda İrade Lütfu

Cenâb-ı Hak bize binlerce lütuf ve ihsanda bulunmuştur. En büyük ve en birinci lütfu bizi yokluktan varlığa getirmiş olmasıdır. Ve sonra sonlu olmaktan sonsuzluğa çevirmiş, çokluktan birliğe yöneltmiş, boğulacağımız bir âlemde elimizden tutmuş, bizi vahdet dairesi içinde saadet saraylarına müteveccih kılmış, geldiğimiz yere yüzlerimizi çevirmiş, إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ7 sırrıyla sinelerimizi şâd etmiş. Evet, Allah’tanız, Allah’a dönecek ve bu suretle bekâ bulacak, ebediyete mazhar olacak sonra da sermedî bir saadet elde edeceğiz. O, lütfunu, ikramını böylece bizlere duyurmuş ve bununla kalbimizi mutmain kılmıştır. Bizler de bu lütuflarla lütufyâb ve bu şerefle şerefyâbız. Ve dahası, sadece bunlarla da bırakmamıştır. Çünkü iyinin kötüye, dalâletin hidayete, küfrün imana, şeytanın meleğe, şeytan avanesinin Nebi’nin avanesine karıştığı burada hâdiselere bir yön verme, sahil-i selâmete çıkarma, Müslüman kılma, sonra da Müslümanların gireceği Dârü’s-Selâm’a sokma gibi nimetleri var ki, herbiri ayrı bir lütuf ve ihsan sayılmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, bu işleri becerip yapabilmemiz için bize kendi iradesinden bir irade vermiş ve bu irade ile bizlere ebediyetlere ve ebedî saadetlere namzet kılmıştır. Vâkıa, burada şöyle bir soru sorulabilir: Kâinatta her şeyi yaratan Allah’tır. Gözümüzü gördüren, kulağımızı duyduran, soluğumuzu aldırıp verdiren, hâsılı bütün işlerimizi yaratan O’dur. Zira O: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.”8 buyuruyor. Öyle ise insan iradesinin mânâsı nedir? Acaba insana irade isnat etmek, Allah’a ortak koşmak sayılmaz mı?…

İrade, Allah tarafından bir lütuf olarak insana verilmiş öyle bir silahtır ki, suiistimal edildiği zaman sahibini öldürür; suiistimal edilmeye de çok müsaittir. Allah insana bir lütuf olarak irade vermiş, insan da çok defa bu iradeyi kötüye kullanarak, haddini aşarak, kendisini Allah’ın ortağı görmüştür. İşte bu mevzuda inhiraf edenlerden Firavun, Allah’ın Kendisine “Rabbi’l-âlemîn” demesine karşılık o da kalkıp أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَىSizin en yüce Rabbiniz benim.”9 demiştir. Kendisinde gördüğü irade ve eşyaya müdahaleyi, Allah’a ortak koşma şeklinde tasavvur etmiş –hâşâ ve kellâ– Allah’ın karşısına bir ortak gibi çıkmıştır. Hâlbuki kâinatta zerre kadar şerîkin yeri yoktur. Vücud, tamamen tecellî-i vahdetten meydana gelmektedir.

Eğer bir vahdet ve birlik olmasaydı her şey yok olacaktı: لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Eğer gökte ve yerde Allah’tan başka bir ilâh olsaydı yer, gök fesada uğrardı.”10 Şerîk (ortak) yoktur ki, yer gök intizam ve nizam içindedir. Şerîki farzetmek yerin göğün fesadını kabul etmek demektir. Bu sebeple, Yaradan için ortaklık hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah’ın eşi ortağı yoktur.

Bize verilen iradeye gelince, Cenâb-ı Hak bu iradeyi sadece beşerî kesb ve kazançlarda kullanmak için vermiştir. Fakat bu iradeyi kullanmamıza göre ceza ve mükâfat vaadinde bulunmuş ve şöyle demiştir: “Sana geçici olarak hâkimiyet, mâlikiyet ve irademin gölgesinde cüz’î bir şey veriyorum. Ancak bunu kötüye kullanırsan ahiret yurdunda senin yakandan tutup cezalandıracağım. Bu sebeple bugün sen, senin iradenle iş yaptığını zannetsen dahi, o günün Mâlik-i Hakikî’si Benim ve sen Bana hesap vereceksin.”

İşte Cenâb-ı Hak bu ölçü ve paylaşma içinde, beşere, yapacağı işlerde sadece parmakla dokunma gibi bir müdahale hakkı vermiştir. Ancak hâdiseleri yaratma işini kendi üzerine almıştır. Zaten, insana verdiği irade de sadece O’nun Rahîmiyetinin bir cilvesinden ibarettir.

1 Hicr sûresi, 15/49, 50.

2 Tirmizî, daavât 99; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/334, 397, 484.

3 Enbiyâ sûresi, 21/104.

4 Enfâl sûresi, 8/24.

5 Kaf sûresi, 50/16.

6 Müslim, salât 38; Tirmizî, tefsîru sûre (1) 1; Ebû Dâvûd, salât 131.

7 Bakara sûresi, 2/156.

8 Sâffât sûresi, 37/96.

9 Nâziât sûresi, 79/24.

10 Enbiyâ sûresi, 21/22.

-+=
Scroll to Top