EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ
Soru: Hazreti Osman’ın Ebû Zer el-Gıfârî’yi Rebeze denen yere gönderip orada zorunlu ikamete tâbi tutması olayını nasıl anlamalı ve bundan ne tür dersler çıkarmalıyız?
Cevap: Ebû Zer künyesiyle meşhur olan bu şanlı sahabinin asıl adı Cündeb b. Cünâde’dir. Gıfar kabilesine mensuptur. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini ve davetini duyunca Mekke’ye gelerek iman etmiştir. Mekke’de ilk iman eden dört beş kişiden biri olduğuna dair rivayetler vardır. Kâbe’nin yanında iman ettiğini ilan etmesi üzerine müşrikler tarafından dövülür. Hazreti Abbas’ın araya girmesiyle öldürülmekten kurtulur. Ancak ertesi gün tekrar aynı yere gidip imanını ilan eder ve başına yine aynı şey gelir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onu İslam’ı anlatması için tekrar kabilesi Gıfar’a gönderir ve ona, haber gelmedikçe tekrar Mekke’ye dönmemesini söyler. Ebû Zer, öğrendiklerini kabilesine anlatır, anlattıklarını harfiyen yaşar ve bu sayede kabile halkının yarısı Müslüman olur. Uhud veya Hendek savaşından sonra Medine’ye gelerek ashâb-ı suffeye dâhil olur ve Allah Resûlü’nün ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da oradan ayrılmaz.
Efendimiz’in Firaseti ve Hâdiselerin Yorumu
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr’in yalnız yaşayıp yalnız vefat edeceğini bir mucize olarak Tebük seferi esnasında haber vermiştir. Zira Tebük seferi esnasında devesi zayıf olduğu için Ebû Zer ordudan geri kalır. Devesinden ümidini kesince eşyalarını sırtlanır ve yaya olarak yoluna devam eder. Nihayet bir konak yerinde istirahate çekilen orduya yetişir. Uzaktan gelmekte olan kimsenin Ebû Zer olduğunu öğrenen Allah Resûlü şöyle buyurur: رَحِمَ اللهُ أَبَا ذَرٍّ يَمْشِي وَحْدَهُ وَيَمُوتُ وَحْدَهُ وَيُبْعَثُ وَحْدَهُ “Allah, Ebû Zerr’e merhamet etsin! O, yalnız yürür, tek başına ölür ve tek başına haşrolur!”140
Ebû Zerr’in ileride başına gelecekler, Efendimiz’e vahiy yoluyla bildirilmiş olabilir. Veya Efendimiz, gördüğü bu manzarayı hâdiselerin dilini okuma kabiliyeti ve ferasetiyle yorumlamış da olabilir.141 Bu tür yorumlamaya, Kur’an’ın ifadesiyle, te’vil-i ehâdis denir. Bazıları, te’vîl-i ehâdîsi sadece rüya yorumu olarak anlar. Oysaki onun alanı çok daha geniştir. Günlük hayatımızda cereyan eden hâdiselerden çeşitli mânâlar çıkarmak da tevil-i ehadisin bir çeşididir. Meydana gelen olaylar, aslında misal âlemine ait sembollerin gözle göreceğimiz şekilde vücut kazanmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla tev’il-i ehadis, misal âlemiyle şehadet âlemi, yani metafizik âlemle fizikî âlem arasındaki bu münasebetin sezilmesine, misalî sembollerin anlamlarının bilinmesine bağlıdır. Bu mânâları anlayıp yorumlamak ise herkesin yapabileceği bir iş değildir.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevil-i ehadisten yola çıkarak ortaya koyduğu pek çok yorum vardır. O, çevresinde olup biten hâdiseleri çok iyi okumuş ve bunlardan çeşitli mânâlar çıkarmıştır. Hatta bazı sahabilerin isimlerini değiştirmesine bile bu açıdan bakılabilir. Netice itibarıyla burada Nebiyy-i Ekrem, (aleyhi efdalu’s-salavati ve ekmelü’t-tahiyyat) Ebû Zer Hazretlerinin ordudan geri kalmasından, onun hâl ve tavırlarından yola çıkarak istikbalde zuhur edecek bir durumu mucizevî bir beyanla bildirmiş olabilir.
Ebû Zerr’in Züht Anlayışı
Kur’ân, “sabıkûn-u evvelûn” olarak isimlendirdiği sahabe-i kirama farklı bir konum vermiştir.142 Dolayısıyla sahabe-i kiram hakkında konuşurken, onların başından geçenleri değerlendirirken mutlaka onların bu yüksek konumlarını göz önünde bulundurmalıyız. Bunun yanı sıra Hazreti Ebû Zer, şahsî yaşantısıyla, zühdüyle ve dinî hassasiyetiyle önde gelen sahabilerden biridir. Öyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, “Ebû Zer yeryüzünde İsa b. Meryem’in zühdüyle yürür.” buyurmuştur.143
Ebû Zer Hazretleri, dünyaya ve dünya malına asla önem vermemiştir. Ona göre bir insan sadece iki maksat için dünyalık peşinde koşabilir: Ailesine helal rızık temin etmek, âhiret hesabına Allah yolunda infakta bulunmak. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası olarak biriktirilen para ve malları “kenz” (dünya hırsıyla biriktirilen, stoklanan mal/servet) olarak görmüş ve servet sahiplerini bu hususta ikaz etmiştir.
O, kimseden sözünü esirgemeyen, doğru bildiği hakikatleri her yerde haykıran bir karaktere sahiptir. Özellikle Şam’da kaldığı dönemde Müslümanların servet sahibi olmalarından, rahat ve rehavet içinde yaşamalarından ciddi rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığını her yerde dile getirmeye başlamıştır. Onun bu sözleri, bazı kimseler tarafından memnuniyetle karşılansa da büyük bir kesimi de rahatsız etmiştir. Dönemin Şam valisi Muaviye de Ebû Zerr’in bu eleştirilerinden nasibini almıştır. Ebû Zer, haksızlık yaptığı, yakınlarını kayırdığı ve lüks içinde yaşadığı gerekçesiyle Hazreti Muaviye’ye sert ikazlarda bulunmuştur. Hatta bir seferinde dayanamayıp ona bir tokat dahi atmıştır. Bu sert çıkışlarından sonra Muaviye de onu önce ileri gelen sahabilere şikâyet etmiş, netice alamayınca da durumu bir mektupla dönemin halifesi Hazreti Osman’a bildirmiştir. Burada bir parantez açmakta fayda var: Devlet adına yer yer sert kararlar verse de şahsına yöneltilen itiraz ve sorgulamalar karşısında Muaviye’nin oldukça hoşgörülü davrandığı söylenebilir. Bugün siz değil bir valiye, onun kapıcısına bile böyle bir muamelede bulunsanız sizi kapı dışarı ederler veya hakkınızdan gelirler.
Durumdan haberdar edilen Hazreti Osman, Ebû Zerr’in Medine’de kalmasını ister. Fakat o, burada da aynı eleştirilerini devam ettirir. Herkesin kendisi gibi züht içinde bir hayat yaşamasını ister. Temel ihtiyaçlarından arta kalan malları infak etmeleri gerektiğini söyler. Mal sahiplerine Kur’ân’ın şu âyetini okur: “Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara, ‘İşte sizin biriktirip durduklarınız! Haydi tadın bakalım biriktirdiğiniz o şeyleri!’ denilecektir.”144
Ebû Zer Hazretlerinin bu uyarıları, toplum içinde ciddi rahatsızlığa ve sarsıntıya yol açar. Gelen şikâyetler üzerine Hazreti Osman, Ebû Zerr’i yanına bir miktar deve ve iki hizmetçi de vererek Rebeze’ye gönderir ve onun burada yaşamasını ister. Ayrıca kendisine yetecek kadar maaş bağlar. İhtiyaçlarını karşılaması için Medine’ye gelip gitmesine de müsaade eder. Bazı rivayetlerde Ebû Zerr’in kendi isteğiyle Rebeze’ye gittiği de ifade edilir. Ömrünün son iki yılını burada geçirir. Bu süre zarfında yönetim aleyhtarları, ona gelerek halifeye isyan teklifinde bulunurlar. Ancak o, bu tür teklifleri şiddetle reddettiği gibi, onlara da halifeye bağlı kalmalarını tavsiye eder.
Hayatını büyük bir hassasiyet içinde yaşayan, dünya malına önem vermeyen ve aynı zamanda son derece hakperest olan Ebû Zer, gerektiğinde emre itaat etmesini de bilir. Bu yüzden vefat edeceği âna kadar Rebeze’de kalır. Efendimiz’in haber verdiği gibi yalnız yaşar, yalnız vefat eder ve yalnız defnedilir. Muhtemelen onun halifenin sözünün dışına çıkmamasında, Efendimiz’in kendisine hitaben söylediği bu sözlerin de etkisi olmuştur. Vefat ettiğinde yanında cenaze namazını kılacak ve defin işlemlerini gerçekleştirecek kimse yoktur. Hanımının oradan geçmekte olan bir kafileye haber vermesiyle onlar tarafından cenaze namazı kılınmış ve Rebeze’de bir yere defnedilmiştir.
Farklı derinliklere sahip olan Hazreti Ebû Zer, dinin emirlerine sımsıkı bağlı kalmış, dinî yaşantısında çıtayı çok yüksek tutmuş, dünyayı istihkar etmiş, hayatını zühd ve takva üzerine kurmuş ve ölene kadar da çizgisini korumuş, bu yüzden de Allah Resûlü’nün övgüsüne mazhar olmuş şanlı bir sahabidir.
Ebû Zerr’in Züht Anlayışı ve Günümüz Toplumu
Ebû Zerr’in temsil ettiği züht, takva ve vera (Allah’tan korkup haramdan, günahtan, kötülüklerden sakınma, dinî buyrukları titizlikle yerine getirme) anlayışını maalesef ki kaybettik. Şahsen ben, şimdiye kadar Ebû Zer ayarında bir Müslümanla karşılaşmadım. Onun anladığı, hazmettiği, içine sindirdiği mânâda züht ve veraya kilitlenmiş birini tanımadım. Hayatını Muhâsibî, İbrahim b. Ethem, Fudayl b. İyaz çizgisinde götüren, malı mülkü çok rahatlıkla elinin tersiyle itebilen birini bu gözler görmedi ne yazık ki! Züht ve vera, insanın hem sinesinde hem de şahsî hayatında aranır. Hakiki mânâda zahit olan kimse, dünyalık namına kaybettiği şeylere üzülmediği gibi, kazandıklarına da sevinmez. Bütün hayatını da bu anlayış üzerine bina eder. Bir kimse günde iki üç defa yemek yiyorsa, kat kat elbiselere sahipse, rahat bir evde yaşayıp rahat döşeklerde yatıyorsa onun zühtten bahsetmesi çok da gerçekçi olmayabilir. Bu sebeple bugün etrafta pek çok “mütezâhit” (zahit geçinen) olsa da gerçek mânâda zahit göstermek çok zordur. Meselenin diğer boyutuna gelince, Hazreti Ebû Zerr’in bütün bu faziletlerini kabul etmekle beraber, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi vesellem) ve nübüvvetin birinci dereceden varisleri olan Hulefa-i Raşidîn Efendilerimizin yerleri ayrıdır. Râşit Halifeler, sosyal hayatın realiteleri, bu realitelerin de kendine göre bir kısım problemleri olabileceğini çok iyi biliyor ve meseleyi dengede götürme adına helal dairesini kendi genişliğiyle ele alıyorlardı, daraltmıyorlardı. Azami züht ve takvayı esas tutmak ve kendi şahsî hayatlarını da buna göre dizayn etmekle birlikte, dinin mubah kıldığı çerçeve içinde kalmak şartıyla insanların dünyadan istifadesinin, ruhsatları değerlendirmelerinin de önüne geçmiyorlardı. Eğer işleri Ebû Zerr’in takva anlayışına ve onun züht düşüncesine göre götürmeye kalksalardı, insanları üstesinden gelemeyecekleri bir dinî yaşantıyla yükümlü tutmuş olurlardı. Çünkü bu, herkesin yürüyebileceği bir yol, altından kalkabileceği bir yük değildir.
Din-i mübin-i İslam insanlığa sunulurken onun objektif hükümleri öne çıkarılmalıdır. Bir insan kazandığı malların kırkta bir zekâtını, onda bir öşrünü ve kendisine terettüp eden daha başka malî sorumluluklarını yerine getiriyorsa, artık onun malına mülküne karışmaya kimsenin hakkı yoktur. Nitekim Allah Resûlü de birçok hadislerinde mümin olmanın, Allah ve Resûlü’nün zimmetine (himaye ve korumasına) girmenin şartı olarak namaz, oruç, zekât, hac gibi dinin objektif hükümlerini saymıştır. Dinin temel emir ve yasaklarına uymak suretiyle Allah ve Resûlü’nün zimmetine giren birinin hayatına müdahale edemezsiniz. Üstelik Ebû Zerr’inki gibi bir züht ve takva anlayışının herkese dikte edilmesi, maddî ve ekonomik güçten mahrumiyeti de beraberinde getirebilir. Zira böyle bir anlayış, pek çoklarını say u gayretten alıkoyabilir, onların çalışma azmini kırabilir ve onları miskinliğe sevk edebilir.
Bazı kimseler şahsî hayatları itibarıyla azamî züht, takva diyebilir ve dünyayı ellerinin tersiyle itebilirler. Kendileri için benimsedikleri bu hayat tarzını başkalarına da tavsiye edebilirler, etmelidirler. Fakat yaşadıkları bu zahidane hayatı başkalarına dayatmamalı, kendilerine benzemeyen, kendileri gibi olmayan insanları ta’n u teşnide bulunmamalıdırlar (ayıplamamalıdırlar). Esasında Râşit Halifeler de çok zahit yaşamıştı. Hazreti Ömer, halkın yoksul tabakası ne yiyor ne içiyorsa onları yiyip içiyordu. Hayatını buna göre programlıyordu. Ancak onlar kimsenin mal kazanmasına sınır koymuyor, kimseyi kendileri gibi yaşamaya zorlamıyorlardı. O dönemde, büyük servete sahip çok sayıda insan vardı.
Bu değerlendirmeleri yaparken inşallah o büyük ruhu rencide edici bir ifade kullanmamışımdır. Kendi hassasiyetleri ve dinî duruşu itibarıyla ona karşı çok derin bir saygım vardır. O, şahsî hayatı adına ideal bir Müslüman, bir insan-ı kâmildir. Rabbim, zühdün, takvanın, dünyayı istihkârın unutulduğu günümüzde, neslimize de içlerinden nice Ebû Zer’ler çıkarmayı nasip etsin. Nefsimizi, neslimizi, azamî züht, takva, ihlas ve daimî hizmet düşüncesiyle serfiraz kılsın.
140 el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/52.
141 Yusuf Sûresi, 12/6.
142 Tevbe Sûresi, 9/100.
143 Tirmizî, menâkıb 36.
144 Tevbe Sûresi, 9/34-35.