En Hayırlı Gençler
Soru: Bir hadis-i şerifte, en hayırlı genç ve en şerli yaşlı olarak tavsif edilen kimselerin özellikleri nelerdir? Bir gencin Allah’ın hoşnutluğunu kazanması ve bir ihtiyarın Hak katında makbul olması hangi hususlara bağlıdır?
Cevap: Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta hevaperest) gençler gibi yaşayandır!”1 buyurmuştur.
Oyun İçin mi Yaratıldın?
Bu itibarla, ister kadın ister erkek en hayırlı genç, bir ayağı kabirde yaşlı bir insan edasıyla sürekli ölümü ve ölüm ötesini düşünen, ahiretine azık tedarik etmek için çalışıp didinen, gençlik heveslerine esir olmayan ve gaflette boğulmayan gençtir. O, nefsânîliğin en azgın olduğu dönemlerde bile, öteler iştiyakıyla coşup cismanî arzularını gemleyebilmiş, kulluğu tabiatının bir derinliği hâline getirmiş ve kendisini Hakk’ın yoluna vermiş bir adanmış ruhtur.
Yaşı açısından daha küçücük bir çocuk iken, Allah Teâlâ’nın hususî lütuflarına mazhar olan ve kendisine hikmet verilen Hazreti Yahya (aleyhisselâm) bu yiğitler için en güzel örneklerden birisidir. Rivayete göre; yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım.”2 diyen Aziz Nebi, oynamak çocukların şiarı olmasına rağmen, kendisi daha o yaşta hilkatin gayesini kavramış, dünyevî meşgalelerden mümkün olduğunca uzaklaşmış ve yaratılış hikmetine uygun bir gidişâtı ihtiyar etmiştir.
İşte, en hayırlı genç, Hazreti Yahya gibi, daha hayatının ilkbaharında, kulluğunun farkına varıp dünya misafirhanesini ebedî saadetin kapısını açmak için bir vesile olarak değerlendiren delikanlıdır. İman gücüyle şahlanıp iradesinin hakkını vererek nefsanî arzularını sınırlayabilen, her gün birkaç defa kendisini hesaba çekerek davranışlarını kontrol altına alabilen, silkinip gönül dünyasında dirilerek gerçekten varolduğunu ortaya koyabilen, en ulvî hislerle mamur ettiği gönlünü fizik ötesi âlemlere de açık hâle getiren ve bu kemâle ermişlikle fütüvvet ruhunu temsil eden kahramandır.
Evet, bir gencin yaşlılara benzemesi; kanının en deli aktığı ve beşerî garîzelerinin kendisini sürekli dünyaya çağırdığı bir dönemde dahi ahiret yolcusu olduğunu unutmaması, başında şafak emareleri tulû etmiş, saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar gibi bir ayağı ötedeymişçesine yaşaması, şeytanın bin bir oyununa rağmen olgun bir gönül adamı edasıyla hayatını dine, imana, Kur’ân’a hizmete adaması ve her zaman ihsan şuuruyla hareket ederek bütün cismanî isteklerine, şehevî arzularına baş kaldırması, günahlara karşı isyan bayrağı açması demektir.
Hakk’ın Mahbubu Tevbekâr Genç
Böyle bir genç hiç mi sürçmez, hiç mi düşmez, hiç mi günaha girmez?
Tabiî ki, en hayırlı genç de kimi zaman kayıp düşebilir. Zaman zaman tökezlemek, ara sıra sürçmek, yer yer devrilmek ve bazen şeytana aldanıp bir günah çukuruna düşmek nebiler haricinde her insan için söz konusudur. Ne var ki, iyiliğe kilitlenmiş bir yiğit, daha günaha kapaklandığı ilk anda seccadesine koşar, cürmüne hiç hayat hakkı tanımaz, onu hemen tevbe ile boğar ve en kısa sürede namaz, oruç, hac, sadaka, iman hizmetine müteallik meşguliyetler gibi salih ameller vesilesiyle günah kirlerinden arınır.
Gençlikteki ibadetlerin Hak katında daha sevimli olduğunu belirten Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Tevbe güzeldir, fakat gençlerde olursa daha güzeldir; Allah tevbe eden genci sever.”3 buyurmuştur. Bu zaviyeden, hayırlı genç Mevlâ-yı Müteâl’in rızasına ermek için kendisini ibadet ü taate veren ve ezkazâ bir günaha girdiğinde hemen helak olacakmış gibi kalbi tir tir titreyen, ilk fırsatta bir arınma kurnasına koşup isyan lekelerinden kalbini temizleyen bahadırdır.
Şimdiye kadar, ızdırap içinde kıvrım kıvrım kıvrandığına şahit olduğum nice gençler vardır ki, gözleri harama iliştiğinden dolayı, inleye inleye gelip sadaka vermişler, hemen seccadelerine koşup Hak karşısında iki büklüm olmuşlar ve gönüllerini karartmasından korktukları mâsiyet izlerini gözyaşlarıyla yıkamışlardır. İşte, bir anlık gaflet sebebiyle gözüne ilişen bir haramdan dolayı kaddi bükülen ve “Eyvah, ben mahvoldum; Allah’ın bunca nimetlerine mazhar olmuşken günah yakışır mıydı bana, ne olacak şimdi hâlim?” diyen ve tevbe, inâbe, evbe basamaklarıyla hakikî kulluk ufkuna yükselen delikanlı, olgun bir ihtiyar gibi davranan ve şeytanî hücumlara karşı kalbini koruyup canlı tutan en hayırlı gençtir.
Haddizatında, insan, kalbi hayatdâr olduğu nispette günahlardan nefret eder ve onlara karşı içinde tiksinti duyar. Gönül huşyar bir kul, her mâsiyeti ruhunu yaralayan ve vicdanını kanatan bir iblis kurşunu sayar; işlediği bir günahtan dolayı binlerce nedametle dolar ve günlerce ızdırapla yatıp kalkar. Zaten, bir insan, içine düştüğü günahlar sebebiyle neredeyse hasta olacak kadar ızdırap çekmiyorsa, alışılageldiği üzere o da diliyle yüzlerce kez “Tevbe yâ Rabbi!” dese bile, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız birkaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanı kasıp kavuran pişmanlık hissi ve bu nedametin insanı iki büklüm etmesidir. Pişmanlığı ve af talebini dil ile söylemeye gelince, o sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, gerçek tevbe ancak ızdırap terennümünün ve mâsiyetten yiğitçe sıyrılıp ilâhî dergâha dönüşün unvanıdır.
Hazreti Yusuf’un Ahiret İştiyakı
Diğer taraftan, Nur Müellifi, kendisine tevcih edilen bir soru üzerine başta arz ettiğim hadis-i şerifi kısaca açıklamış ve bu mevzuyu ele aldığı mektupta, o sualde yer almamış olmasına rağmen, konuyla alâkalı görerek şu husus üzerinde de durmuştur:
İbret verici hâdiselerin en güzel şekilde nakledilişi ve kıssaların en güzeli mânâsına gelen “Ahsenü’l-kasas” tabiriyle anılan Yûsuf sûresi, Kur’ân’ın en tafsilâtlı kıssası olarak Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hayatından ibret-âmiz tablolar ihtiva eder. Sûrenin sonuna doğru, kıssanın âhirinde Hazreti Yusuf’un şu duası zikredilir: “Yâ Rabbi! Sen bana iktidar ve hakimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, ahirette de mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dahil eyle!”4
Bu âyet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan, ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini ahiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir.
Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken… onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu hâliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), tam dünyevî imkânlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir.
Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazibedâr bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’ân-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek şu irşadda bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.5
İşte, en hayırlı gencin mühim bir yanı da Güzeller Güzeli Yusuf (aleyhisselâm) gibi dünyanın en parlak ve en sürurlu hâletinde dahi gaflete düşmemesi, dünyevî güzelliklere meftun olmaması, şehevî arzulara yenilmemesi ve hep ahiretini kurtarma düşüncesiyle hareket etmesidir.
Damat Efendi
Mecmau’l-Enhür sahibi Muhammed İbn Süleyman, “Damat Efendi” lakabıyla meşhur olmuştur. Çünkü, bu iffet âbidesi, talebelik döneminde bir gece yarısı, mum ışığı altında ders çalışmaktadır. İlmî mütalâalara daldığı bir esnada kapısı çalınır. O vakitte birinin gelmesinin hâsıl ettiği hayret ve misafirin kimliği hakkındaki merakla hemen kapıyı açar. Karşısında genç ve güzel bir kızcağız durmaktadır. Misafir, yolunu kaybettiğini ve etrafta başka bir ışık göremediği için onun kapısını çalmaya mecbur kaldığını söyler.
Genç talebe, misafirini geri çeviremez, onu gece karanlığına ve sokağın soğuğuna terk edemez, çaresizce kızı içeri alır. Ona oturup dinlenebileceği bir köşe gösterdikten sonra da sabaha kadar dersine çalışmaya devam eder. Utangaç ve gizli-saklı nazarlarla onu seyreden kızcağız, bu iffetli talebenin bir hâline taaccüp eder; genç, arada bir parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve bir müddet öylece bekledikten sonra geri çekmektedir. Bir defa ile de yetinmemekte ve bunu ara ara sürekli tekrarlamaktadır. Bu hâl üzere sabah olur.
Gün ışıdıktan sonra genç kız oradan ayrılıp evine döner. Halkın yardımıyla yolunu bularak ulaştığı ev, Osmanlı vezirlerinden birinin sarayıdır; bu genç kız da, o vezirin kerimesidir. Saray halkı, ona geceyi nerede ve nasıl geçirdiğini merakla sorarlar; zira, bütün gece onu aramış ama bir türlü bulamamışlardır. Genç kız başından geçenleri, gördüklerini ve hususiyle de kendisini misafir eden talebenin tuhaf hâlini bir bir anlatır. Vezir, kızına yardım eden o genci sarayına davet eder ve niçin sabaha kadar elini yanan mumun üzerinde tuttuğunu sorar. Yusuf yüzlü genç, “Yolunu kaybettiği için kapımı çalan bir misafiri dışarıda bırakamazdım; bu sebeple onu kulübeme aldım. Nefsimin desiselerine karşı koyabilmek için de, elimi ara sıra mumun bana Cehennem’i hatırlatan alevi üzerine koydum. Şeytan beni kandırmaya yeltendiğinde, parmağımı ateşe tutarak, nefsime Cehennem azabını hatırlattım ve böylece yanlış bir şey yapmaktan kurtuldum.”
Evet, hayırlı genç, bu iffet ve ismet şuuruyla ve ahirete kilitlenen gönlüyle o vezirin çok hoşuna giden ve teklifi kabul ederek o kızcağızla evlendikten sonra da “Damat Efendi” olarak anılagelen Muhammed İbn Süleyman gibi, bu dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında bakışı bulanmayan, gözü kaymayan, veraların verasını ebedî saadet diyarı sayan ve hep ona ulaşmayı düşünerek yaşayan insandır.
Benim Bir Kaybım Var!..
Nitekim, bu bahtiyar ruhları takdir sadedinde, Habîb-i Edîb Efendimiz “Allah, gençliğini Hakk’a itaat yoluna bağlayan ve gayr-i meşrû şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir.” buyurmuş ve bahtiyar bir gence bütün dünyevîlikleri unutturacak şu müjdeyi vermiştir: “Allah, kendini ibadete hasreden bir genci meleklerine gösterir; Kendisine has münezzehiyet ve mukaddesiyetiyle onunla iftihar eder ve ona şöyle der: Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana adayan yiğit! Sen Benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin.”6
Şimdi, böyle mukaddes bir hitaba mazhar olmak için canlar verilse değmez mi?!. Akıllı bir insan, günah peşinde koşarak şeytana mel’abe olacağına, rıza-yı ilâhîyi tahsil edebileceği bir hayat tarzına yapışıp ebedî ve ulvî Cennet zevkini geçici ve süflî lezzetlere tercih etmeli değil mi?!.
Yıllar var ki, hayata gözlerini açan genç nesiller, ekseriyetle bu hakikatten habersiz yaşadılar; sürekli bir boşluktan diğerine sürüklenip durdular; ruhlarını kanatlandırabilecek sistemli düşünceden uzak, kendi iç derinliklerine yabancı ve ahiret gerçeğine karşı da duyarsız kaldılar; dolayısıyla, içlerindeki elem, ızdırap ve burkuntulardan, karamsarlık ve bedbinlikten kurtulamadı ve zayi olup gittiler. Fakat, senelerce süren tersliklere rağmen, Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, bugün milletçe hasretini çektiğimiz mânevîlik ve ruhanîliğe uyanışın yüzlerce emâresini görüyoruz. Artık pek çoğu itibarıyla, gençlerin çehresinde pırıl pırıl bir hayanın nümâyân olduğunu, davranışlarında dupduru bir samimiyetin bulunduğunu ve vicdanlarında da köpük köpük heyecan kaynadığını müşâhede ediyoruz.
Evet, bir tarafta bu evsaftaki gençlerin, her gün ferdî plânda daha bir derinleşip enginleştiklerini, toplumun sıkıntılarına çareler arayıp onların ızdıraplarını paylaştıklarını ve milletin mutluluğunu kendi fedakârlıkları üzerine bina edip bin bir mahrumiyet içinde başkalarının vicdan ve ruhlarını doyurmaya çalıştıklarını hayranlıkla seyrediyor ve seviniyoruz; fakat, maalesef, diğer yanda da hâlâ şehevî arzuların ağında, beşerî garizelerin baskısı altında, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tama’ duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıkların pençeleri arasında can çekişen ve birer birer ümit semamızdan kayıp kayıp giden delikanlıları görünce çok üzülüyor ve iç burkuntularıyla iki büklüm oluyoruz.
Daha açık bir ifadeyle, bazı gençler şeytanî tuzaklardan kurtulup vatan, millet, din ve diyanet adına kazanılmış olsa bile, bir sürü gencin iblisin oyunlarına yenilip, onun ağu karışımlı şerbetiyle zehirlenip mahvolduğu da bir gerçek. Demem o ki, millet olarak, hatta topyekün insanlık olarak bugün sürekli kayıplar veriyoruz. Bizim pek çok kaybımız var. Şehvet gayyasına yuvarlanan, nefis Cehennem’ine düşen, fuhuş, kumar, uyuşturucu gibi kâtillerin eline geçen her genç bizim kaybımız. Ne ki, şayet elimizden geliyorsa, bize o kayıpları da arayıp bulmak, hiç kimsenin ebedî hüsranına razı olmamak ve herkese bir kurtuluş yolu göstermek için çabalayıp durmak düşüyor.
Bildiğiniz gibi, on beş-onaltı yaşlarındayken henüz İslâm ahlâkını bilmediğinden sürekli çevredeki kadınları rahatsız eden Cüleybib, Rehber-i Ekmel ile tanışıp O’nunla nurlanınca ve iffetini koruma hususunda O’nun dualarını alınca, artık Medine’nin en hayalı gençlerinden biri hâline gelmişti. Çok geçmeden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu evlenecek kızları olan bir aileye göndermiş, vesilelik etmiş ve Hazreti Cüleybib’i evlendirmişti.7 Üç-beş hafta sonra da önlerine bir cihad imtihanı çıkmıştı ve Cüleybib (radıyallâhu anh) orada şehadet şerbeti içmişti. Savaş sona erince herkes cesedini mücahede meydanında bırakıp ruhuyla ötelere kanatlanan şehitlerini aramış, bulmuş ve onların techîz ü tekfîniyle uğraşır olmuştu.
O hengamede Şefkat Peygamberi yüksek sesle sordu; “Aranızda kaybı olan, herhangi bir yakınını bulamayan var mı?” Sahabe efendilerimiz “Hayır, yâ Resûlallah, aradığımız herkesi bulduk!” dediler. İşte o zaman Mahzun Nebi, gözleri yaşlı, “Ama benim bir kaybım var!” dedi, “Ben Cüleybib’imi kaybettim!”8 diye ekledi ve evlâdını yitirmiş, yüreği yaralı bir baba gibi yitiğini, hayır kudsî yiğidini aradı.. uzun arayışlar sonunda onu buldu, başını mübarek dizine koydu ve şöyle buyurdu: “Allahım, bu bendendir, ben de ondanım.”9
Görüyor muyuz Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hiç kimseyi atmadan ve kimsenin hatasına bakmadan herkesi kazanma gayretini?!. Anlıyor muyuz Fazilet Güneşi’nin arkadaşlarına sahip çıkma ve onlara karşı vefalı olma hassasiyetini?!. Ve idrak edebiliyor muyuz İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, hâliyle bize neler söylediğini?!.
Evet, bize herkese koşmak, her düşmüşe el uzatmak, her gönle girmek ve her kalbi iman nurlarıyla mamur kılmaya çalışmak düşüyor.
Ötelerin Şafak Emareleri
Tekrar, ışığında yol aldığımız hadis-i şerife dönecek olursak; Allah Resûlü, en hayırlı gencin vasfını zikrettikten sonra, ihtiyarların en kötüsünün de, ilerleyen yaşına rağmen hâlâ gafletten ayılmayan, ölümü uzak gören ve bazı gençler gibi heveslerinin ardında koşturan kimse/kimseler olduğunu ifade buyuruyor. Yaşlandığı ve ötelerin şafak emareleri saç ve sakalına düştüğü hâlde, bir türlü tûl-i emelden kurtulamayan, kendisini ahirete tevcih edemeyen, içinde imanı coşturamayan, hevaî delikanlılara has hayat tarzını arkada bırakamayan ve hâlâ hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve dünyevîliklere dilbeste olan ihtiyarların fena insanlar olduklarını beyan ediyor.
Oysa, insan hayatında her dönemin kendine has zorlukları, menfilikleri ve aleyhte sayılabilecek yanları olduğu gibi, ömrün sair duraklarında bulunamayacak güzellikleri, müspet yanları ve çok kârlı buudları da vardır. Her ne kadar, yaşlılık ehl-i dünya tarafından hoş karşılanmasa da, elden ayaktan düşmeme ve başkalarına bâr olmama kaydıyla –ki o türlü hâllerin dahi hangi ahiret meyvelerine dâyelik ettiğini sadece Allah bilir– onun da insana kazandıracağı pek çok kâr mevzubahistir. Nitekim, “Beyaz saçlar mü’minin nurudur.”10 diyen Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir başka zaman, “Başında beliren her beyaz telden dolayı Müslümana sevap yazılır; o kır saç ile ya derecesi yükselir veya günahlarından birisi silinir.”11 buyurmuştur.
Ayrıca, Habîb-i Ekrem Efendimiz, saçlarına düşen aklarla iyice nurlanmış, o nur sayesinde günahlarından arınmış ve mânevî derecesi yükselmiş bir ihtiyar, hâlis bir gönülle dua için ellerini açarsa, Cenâb-ı Hakk’ın onun duasına hemen cevap vereceğini ve hatta böyle birinin duasını reddetmekten hayâ edeceğini müjdelemiştir.12 Mevlâ-yı Müteâl’in kendi yolunun ak saçlılarına azap etmeyeceği muştusunu da bize ulaştıran Yaratılışın Gayesi, böylece rahmete çok muhtaç olan ihtiyarlara en büyük bir rahmanî teselli kaynağı göstermiştir. Binaenaleyh, Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) başındaki beyaz kılların melekler katında olgunluk ve vakar nişanı olduğunu öğrendiği an “Vakarımı arttır Allahım!..”13 diye dua etmiştir.
Öyleyse, hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir. O, Resûlullah’ı, yârânlarını ve bütün ihtişamıyla ahiret bahçelerini seçen gönlü genç Hak eridir. O, heva ve hevesi tahrik eden bütün gelip geçici şeylerden sıyrılmış, her varlıkta ilâhî isimlerin yansımalarını müşâhedeye koyulmuş ve bu maddiyât ülkesini bütün bütün öte hesabına işletmeye durmuş bir bahtiyardır. O, kalbinin ziyası sayesinde sürçmeden yürüyen, imanının derecesine göre önündeki pek çok durağı uçarak geçmeye azmeden, dostların buluştukları diyara özlem ateşiyle yanıp tutuşan, Allah’ın rahmetine bağladığı ümidinin elmas kılıcıyla yeisin bütün heykelciklerini parçalayan ve hep bir adım ötede bildiği ölüme tebessümlerle kucak açan, kabre gülerek koşan bir iman âbidesidir.
Hâsılı, –Nur Adam’ın ifadesiyle– en hayırlı genç, ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. En kötü ihtiyar ise, gaflette ve hevesâtta gençlere benzemek isteyen ve hevesât-ı nefsâniyeye çocukçasına tâbi olandır.14
1 Ebû Ya’lâ, el-Mu’cem 13/467; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/83.
2 İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân 3/249.
3 ed-Deylemî, el-Müsned 3/92.
4 Yûsuf sûresi, 12/101.
5 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.321 (Yirmi Üçüncü Mektup, Yedinci Sual).
6 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/280.
7 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/422; İbn Hibbân, es-Sahîh 9/343.
8 Müslim, fezâilü’s-sahabe 131; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/420, 421, 425.
9 Müslim, fezâilü’s-sahabe 131; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/420, 421, 425.
10 Tirmizî, edeb 56; Ebû Dâvûd, teraccül 17; İbn Mâce, edeb 25.
11 Ebû Dâvûd, teraccül 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/179.
12 Bkz.: Ebû Ya’lâ, el-Müsned 5/153.
13 Muvatta, sıfatü’n-nebi 4; Abdurrezzak, el-Musannef 11/175.
14 Bediüzzaman, Mektubat s.320 (Yirmi Üçüncü Mektup, Yedinci Sual).