En Önemli Vazife

İ’lâ-yı Kelimetullah

Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması mânâsına gelen “i’lâ-yı kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve Cenâb-ı Hakk’ın da en çok sevdiği ameldir. Allah’a iman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti mü’minlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir, O’nun “Aliyy” ismi de var, Aliyy’dir O. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibarıyla, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz.

Evet, i’lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir ve esas itibarıyla peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak, peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki, Allah Teâlâ, peygamberlerini i’lâ-yı kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola en güzîde kullarını –bir mânâda– feda etmiştir. Şâyet, Cenâb-ı Hak bir şeyi bu şekilde öne çıkarmışsa onu bizim arkaya çekmemiz mümkün değildir, bizim de o şeye aynı ölçüde değer vermemiz inanmış olmamızın gereğidir.

Ayrıca, i’lâ-yı kelimetullahı ister emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker yani iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma şeklinde ele alalım; ister “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve mâkul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et.”1 çerçevesinde mütalaa edelim; isterse de “Din, nasihattir…” hadis-i şerifinin ifade ettiği mânâlar itibarıyla değerlendirelim, o, Rabbimizin ve Efendimiz’in nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için, Allah’ın rızasını kazanmaya mâtuf olarak eda edilen bir vazifedir. Bu vazifenin semeresi rıza-yı ilâhîdir. Yani, Cenâb-ı Hak Cenneti verir, Cennet nimetlerini tattırır, hatta Cuma yamaçlarında Cemâl-i bâkemâli’yle tecellî eder, ehl-i Cenneti rü’yete mazhar kılar. Aliyyü’l-Kârî ifadesiyle “Yazık o inanmayanlara, ne büyük hüsrandır onlarınki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken onlar pişmanlık ve hasretle vurunur dövünürler.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni bir dakika görmeye mukabil değildir. Fakat onun da ötesi vardır ve müsaadenizle o öteler ötesini ilave edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini görmek de, O’nun kullarına bizzat “Ben sizden hoşnudum, artık size gazap etmeyeceğim.” demesine asla mukabil gelmez. Öyleyse, esas olan O’nun rızasını kazanmak, hoşnutluğuna mazhar olmaktır. O’nun rızasına götüren en kestirme ve sağlam yol ise i’lâ-yı kelimetullah yoludur.

Diğer taraftan, Cîlî’nin ifadesiyle, hakîkî insân-ı kâmil2 Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ise –ki O’dur–, O’nun getirdiği din de hakikî, kâmil dindir. Zaten, Allah Teâlâ “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”3 diyor. Yani, “Bugüne kadar her peygambere, her safîye, her veliye bazı nimetlerde bulundum; fakat size nimetimi tam verdim; dininizi kemale erdirdim. Din olarak da İslâm’dan razı oldum.” buyuruyor. Öyleyse, i’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın hoşnut olduğu kâmil dini muhtaç gönüllere duyurmaktır ki, neticede yine O’nun rızası vardır.

İnanıyor muyuz; Öyleyse…

Bir insan, Allah’ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorsa, ona “rıza insanı” veya “rıza eri” denebilir. Eğer sen, Allah’a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, sürekli O’nun hoşnutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gerçekten inanmışsan, imanın vaad ettiği şeyler karşısında lâkayt kalamazsın. Çünkü iman ebedî saadet vaad ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kâinatı dahi aydınlatıp sebeb-i hilkatini okutturarak insanı dünyada vahşetten, ötede de zulümat-ı ebedîyeden kurtarıyor. Yirmi Üçüncü Söz’de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yüzü aydınlanıyor. İman sayesinde, kâinat bir gündüz rengini alıyor, nur-u ilâhî ile doluyor. Geçmiş, büyük bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin her bir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri hâline geliyor. Fırtına, zelzele ve tâun gibi hâdiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta, ölüm bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak görülüyor. Evet, ahiretin aydınlanması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vâbestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâkemâlini görmeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanıyorsan, ebedî azaptan kurtulup gönlünce yaşamanın Cennette olacağına imanın varsa, kendi çevrene karşı nasıl lâkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, yakınların, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber çay içtiğin kimseler.. nasıl lakayt kalırsın onların akıbetine…

Evet, Peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Defaatle arz etmişimdir bunu; hani Abdulkuddüs Hazretleri diyor ki: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat, Cennetin câzibedar güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!.” Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; “İşte nebi ile veli arasındaki fark budur. Biri sürekli O’na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah’la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlâna ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor.” İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim budur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah’a, ahirete inanan bir insan, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.

Mefhum-u muhâlifiyle meseleye şöyle de yaklaşılabilir; bir insan inandım dediği halde, inandığı esasları, sistemi, düşünceyi, kendi kültür kaynaklarından nebeân eden değerleri başkalarına duyurma cehd, gayret ve iştiyakından mahrumsa, onun iman problemi var demektir. Tebliğ ve temsil aşk u iştiyakından, i’lâ-yı kelimetullah arzusundan ve irşad sevdasından yoksun oluşu, onun imanında da bir problem bulunduğunu gösterir.. öbür tarafı, bilmesi gerektiği gibi bilememiş, öteki âlemin vad ettiklerine tam inanamamış demektir. Öteye gerçekten inanmışsan, kabir hayatına, mahşere, sorgu suale, sırata, Cennet nimetlerine, Cehennem azabına imanın varsa, sen nasıl annenin, babanın elinden tutmayı düşünmezsin?.. Nasıl sevdiğin insanların akıbeti ve kurtuluşu hususunda endişeye düşmezsin?.. Ve ebedi hüsran ateşini gördüğün halde nasıl olur da bir itfaiyeci gibi elinde iman tulumbacığınla alevleri söndürmeye koşmazsın?!. Hayır hayır.. inanıyorsan lakayt kalamazsın!…

Havârîlerdeki tebliğ aşk u iştiyakı o imandan kaynaklanıyordu; sahabedeki enginlik o itikattan, imandaki derinlikten nebeân ediyordu. Hazreti Bediüzzaman ve onun ilk talebelerindeki şuur, imanın içlerinde tutuşturduğu korun tezahürüydü. İman gönüllerinde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor, insanların ebedi saadet-i için dünya mahrumiyetlerine seve seve katlanıyorlardı. Dinleyin merhum Zübeyr Gündüzalp’i, ne diyor: “Eğer Üstadımız, talebelerine musibet zamanında sabır, tahammül ve itidal telkin etmemiş olsaydı; ona hürmetkâr binlerce talebe, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, mahkemenin beraat kararını bekleyeceklerdi… Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir lütf-u ilâhî biliriz.”4 Evet, onlar yürekten bağlanmışlardı i’lâ-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyorlardı.

Ayrıca şu meseleyi de açıklamanın zarurî olduğuna inanıyorum: Bazı dönemlerde devlet, sistemini o yüce gâyeye göre kurar; planını, projesini tamamlar, o vazife için tahsis ettiği insanlarla dinin i’lası için gayret eder. Fakat, bunu da bir dayatmayla değil, bir yönüyle empoze etmekle değil, dinin güzelliklerini sergilemek ve gönüllere girmekle yapar. Hiçbir devletin diğer bir devlete “ille de bunu alacaksınız, ille medenî olacaksınız, ya da medeniyeti şu şekilde anlayacaksınız, ille demokrasiyi böyle yorumlayacaksınız” şeklinde baskılar kurmaya ve istediğini kaba kuvvete başvurarak almaya hakkı yoktur. Bir başka ülkeyi demokratlaştırmak, –kendi anlayışına göre– medenileştirmek kimsenin vazifesi değildir. Çünkü bu mülâhaza her zaman suistimallere, haksızlıklara açıktır; her zaman baskı ve dayatma vesilesi yapılabilir ve her zaman bazı insanların haysiyetiyle, şerefiyle, onuruyla, millî birlikleriyle, kendi iktidarlarıyla oynamaya sebep olabilir. Evet bu tür baskı ve zulümlere başvurulamaz dinin anlatılması için. Siz medeniyetinize, dininize, kendi değerlerinize ait güzellikleri âdeta bir panayırda, bir sergide teşhir ediyor gibi sergilersiniz ve bu sergilemeyi de hususiyle tavırlarınızla, davranışlarınızla, ahlâkınızla yaparsınız. Başkaları koşup gelir sizin serginize ve beğenen alır güzelliklerinizi. Ne güzel der Alvar İmamı, “Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!” Evet, İslâm güneşi doğmuş, yağmadır, alan alsın… iman güneşi zuhur etmiş, yağmadır, alan alsın… İşte, devlet, semâda markalanmış, kutsiyeti damgalanmış bu dini, baskılara, dayatmalara tenezzül etmeden, işe “kaba kuvvet terörü”nü karıştırmadan başkalarına da anlatır, dünyanın her tarafına yayarsa, öyle bir dönemde i’lâ-yı kelimetullah bir farz-ı kifâye hâline gelir. Yani, fertler o vazifeyle tâlî dereceden sorumludur. Fert, namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir.. bunlar birer farz-ı ayndır, herkesin mutlaka eda etmesi gereken ferdî mükellefiyetlerdir; onların yanında emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker gibi bir yolla i’lâ-yı kelimetullah yaparsa bir farz sevabı kazanır; ama yapmazsa günaha girmiş olmaz.

Fakat, bir dönemde devlet boyunduruğu yere koyarsa, i’lâ-yı kelimetullah vazifesini eda etmezse, o zaman her fert o vazifeden sorumlu olur; o vazife, bir farz-ı ayn hâline gelir. Hatta, devlet birkaç müessesesiyle o vazifenin kıyısından köşesinden tutsa bile onun hakkı tam verilemiyorsa, o zaman da bir seferberlik anı gibi o vazife herkese terettüp eder. Meselâ, günümüzde olduğu gibi, din terörle beraber zikredilir olmuşsa, din adına canlı bombalar patlatılıyor ve böylece İslâm’ın dırahşan çehresi karartılıyorsa.. din bombaların, cinayetlerin gölgesinde anlatılıyor ve dolayısıyla terörle müşterek mütâlâa ediliyorsa, –Onun tertemiz yüzünü kana bulayanlar yerin dibine batsın.– böyle bir dönemde, doğruyu doğru üslûpla ve meşru yollarla anlatmak farz-ı ayn gibi olur.

İman ve Amel

Bir başka husus da şudur: Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde iman ve amel-i salih beraber zikredilmektedir. Amel, umumî mânâda iş, vazife, hareket, davranış, ibadet, hayırlı faaliyet demektir. Fakat, daha ziyade insanların bir maksada binaen yaptıkları işe “amel” denir. Yapılan işte bir gâye ve maksat yoksa buna “fiil” denir, amel denmez. Necip Fazıl “iman ve aksiyon” konferansında temelde “aksiyon”u “amel”in karşılığında kullanmıştı. Fakat, Kur’ân-ı Kerim’in o mevzudaki üslûbunu tercih ederek “iman ve amel” demek daha uygun ve doğru olsa gerek. Evet, salih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i salihe dahildir. Hatta güzel ahlâklı olmak ve evrensel İslâmî değerleri sergilemek de bir salih ameldir. Kur’ân-ı Kerim ameli, “salih” sıfatıyla beraber ortaya koyuyor. Dolayısıyla, “aksiyon” kelimesi mânâyı karşılamakta yetersiz kalıyor. Çünkü, aksiyonda sadece hareket vardır. Salih amelde ise, arızasız, kusursuz ve bir gâyeye matuf olma esastır. Salih kelimesini, “kısır döngü” dedikleri “fâsit daire”nin zıddı olarak uydurma dildeki “doğurgan döngü”nün karşılığı olan “salih daire” ifadesinde de kullanıyoruz. Nasıl ki, şerler, şerre çağrıdır, davetiyedir; bir şer, başka bir şerrin vesilesidir, mukaddimesidir; aynen öyle de, bir hayır, başka bir hayrın çağrısıdır. Nasıl ki, insan bir şer işlemekle imandan bir adım uzaklaşır, küfre bir adım yaklaşmış olur; bir hayır işlemekle de imanda o kadar pekişmiş, o kadar güçlenmiş ve dolayısıyla da küfre, dalâlete karşı kendisine yeni bir sera daha oluşturmuş, zarardan korunmuş olur. İşte, bir hayrın daha başka hayırlara vesile olması ve sonraki hayırlara ortam teşkil etmesiyle sürekli hayırlar meydana gelmesine salih daire diyoruz.

Kur’ân’daki, “salih amel” ifadesinde bir ıtlak vardır, yani, salih amelden kastın ne olduğu net olarak ifade edilmemiş, sınırları çizilmemiştir. Üstad Hazretlerinin Sünûhât’ta dediği gibi, “Kur’ân, salihatı mutlak, müphem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Meselâ, bir idarecinin, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Kendi evindeki ciddiyeti ise kibir, mahviyeti tevazudur. Madem ki, Kur’ân, bütün tabakata, bütün asırlara, her hâle şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün ve hayır çoktur. Salihattaki ıtlakı, beliğâne bir icâz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.”5 Evet, Kur’ân-ı Kerim bazı şeyleri mutlak bırakıyor ki, o mevzu şâmil olsun, benzer her hususu içine alsın. Öyleyse, hâlis bir niyetle, rükünlerine riâyet edilerek, şekil ve lafzın yanında meselenin ruhu, mânâsı ve özü de göz önünde bulundurularak, ondan matlub olan mârifet, muhabbet, aşk u şevk yudumlanarak kılınan bir namaz da salih ameldir. Dolayısıyla, emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker veya i’lâ-yı kelimetullah da salih amel haricinde kalmaz. Hani, Hilâfet kaldırılırken bir kanun madesi olarak deniyor ki: “Hilâfet resmen ilgâ edilmiştir; fakat Büyük Millet Meclisi’nin şahs-ı mânevîsinde meknuzdur.” İşte, amel-i salihin ruhunda da emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker, irşâd ve i’lâ-yı kelimetullah meknuzdur. Demek ki, “iman edenler ve salih amel işleyenler” dendiği zaman i’lâ-yı kelimetullah da kastedilmektedir. Normal zamanlarda farz-ı kifaye olarak, irşad adına seferberlik anında da farz-ı ayn, yani teker teker her ferdin görevi olarak o vazife terettüp etmektedir.

Şeytanın Gemleri

Şunu da unutmamak lazım; Lokman (aleyhisselâm) oğluna, “Evladım, namazı hakkıyla ifa et, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret! Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdendir.”6 buyuruyor. Emir mahiyetinde dört nasihatte bulunuyor: Namaz kıl, emr-i bi’l-mâruf yap, nehy-i ani’l-münkerde bulun ve bunları yaparken başına gelebilecek musibetlere karşı dişini sık, sabret. Çünkü, azim ve kararlılık gerektiren çok kıymetli bu üç ameli eda edenleri şeytan ve aveneleri pek hoş karşılamaz ve rahat bırakmazlar; tahditlere, sıkıntılara, eziyetlere, takiplere, esaretlere, sürgünlere… maruz bırakırlar. Hatta ölümle tehdit eder, fırsat bulurlarsa zehirler, darağaçları hazırlar ve ne yapıp edip i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin yapılmasına mani olmaya çalışırlar.

Bu kavga, ta Hazreti Âdem’e karşı şeytanın düşmanlığıyla başlamıştır, günümüzde de devam etmektedir. Üstad, “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.”7 demiyor mu? Eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de uğraşacaklardır. Peki neden başkalarıyla uğraşmıyorlar? Niye uğraşsınlar ki? Anlatılır ya: Birisi, caminin önünden geçerken bakmış ki orada başka biri bekliyor. “Sen kimsin, burada ne bekliyorsun?” diye sormuş. Karşıdaki cevap vermiş: “Ben şeytanım, şu camiden çıkacak insanları bekliyorum. Elimdeki şu gemleri onların kafalarına vuracak ve istediğim tarafa yönlendireceğim onları.” Adam tekrar sormuş; “Benim için getirdiğin gem hangisi?” Şeytan cevap vermiş: “Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten kendi ihtiyarınla arkamdan koşturup duruyorsun.” Evet, tabiatı dalâlete, küfre kilitlenmiş bir varlıktır şeytan. Başka şeyleri düşünmeye, faydalı işleri mülâhazaya almaya içinde hiç boşluk kalmamıştır onun. Mütemâdî kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiştir. Ebû Leys Semarkandî, Tenbîhu’l-Gâfilîn’in son bahsinde Peygamber Efendimiz ve şeytanın karşılaştığından, Efendimiz’in ona on tane soru sorduğundan bahsediyor. Soruların birinde Peygamber Efendimiz, “En çok kimden nefret ediyorsun?” deyince “Senden” diye cevap veriyor mel’un.8 Elbette O’ndan nefret edecektir. Çünkü O’nun, kâinatın yüzüne serptiği nurlarla varlığın mânâsı ve mahiyeti okunmuş; şeytanın oyunları bozulmuştur. Çünkü O olmasaydı eşyânın mahiyeti anlaşılamayacaktı… O olmasaydı biz enbiyayı tanıyamayacak… O olmasaydı dünya ve ukbâyı anlayamayacaktık. Elbette şeytan onun düşmanı olacaktır. Ondan sonra da derecesine göre, peygamber varislerine düşmanlık edecektir.

Cenâb-ı Allah, “Sen, de ki: ‘Yâ Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!’”9 buyuruyor. “Şeytan” değil de اَلشَّيَاطِينِ diyor; yani, bir tane değil, pek çok şeytandan, onun avenesinden, dost ve yardımcılarından Kendisine sığınmamızı emir buyuruyor. “O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da.”10 diyerek cinler arasında olduğu gibi insanlar arasında da şeytan fıtratlı, şeytanın yardımcısı kimseler bulunduğunu haber veriyor. Allah’ı inkâr eden, inkâra dokunulduğu zaman kendisine dokunulmuş gibi rahatsızlık duyan, küfre kilitlenmiş tabiatlara dikkat çekiyor. İşte, eğer siz hayırlı bir iş yapıyorsanız, cinnî ve insî şeytanlar, mutlaka ona mani olmak isteyeceklerdir. Size meyleden insanların da başlarına gem vurmaya, onları başka vadilere çekmeye çalışacak, o hayırlı faaliyetlerinizden istifade etmelerine engel olacaklardır. Sürekli, hayırlı işlerin önünü kesmeye çalışacak, daima salihâtla aranıza setler çekeceklerdir. Bazen, malla, bazen dünyevî menfaatlerle, bazen şehvet, servet ve devlet vaadiyle hiç durma bilmeden size musallat olacak ve Allah’ın rızasına giden yolda ayağınıza çelmeler takmaya çalışacaklardır.

Fakat, inşaallah, sağlam bir imanınız varsa ve onu takviye etmenize vesile olan kendi kültür kaynaklarınıza karşı bir kopukluk yaşamıyorsanız, şeytanın muzır mânileri karşısında sarsılmayacak, tökezlemeyecek, dimdik ayakta duracak, doğru bildiğiniz yolda yürüyecek ve rıza burcuna ulaşacaksınız. Hem yaptığınız işlerden dolayı pozitif olarak sevap kazanacaksınız; hem de dünyanın hiçbir câzibedar güzelliği karşısında dize gelmeyecek, dünya tecessüm etse bir fettan şeklinde karşınıza dikilse bile rahatlıkla onu da itmesini bilecek, hiçbir şey karşısında eğilmeyecek, dünyayı ve dünyevîlikleri ayağınızın ucuyla itecek, bütün şeytanî engelleri aşacak ve “Allah” deyip yolunuza devam edeceksiniz; edecek ve bir de o manileri aşmakla sevap kazanacaksınız. Bilinemez, yaptığınız müspet şeylerle kazandığınız sevap mı daha büyüktür; yoksa menfi şeyleri itmek ve yolunuza yürümekle elde ettiğiniz sevap mı daha büyük?!.

1 Nahl sûresi, 16/125.

2 el-Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil 2/71-72.

3 Mâide sûresi, 5/3.

4 Bediüzzaman, Şuâlar 537, 540 (On Dördüncü Şuâ, Zübeyr’in Müdafaasıdır).

5 Bediüzzaman, Sünûhât s.17-18.

6 Lokman sûresi, 31/17.

7 Bediüzzaman, Lem’alar s.200 (Yirmi Birinci Lem’a).

8 Bkz.: es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn s.763.

9 Mü’minûn sûresi, 23/97-98.

10 Nâs sûresi, 114/6.

-+=
Scroll to Top