Evrâd u Ezkâr

Allah’ı Çokça Anmak

Allah’ı daha çok zikretmeliyiz. Tecelliyât-ı ilâhiyenin binini birden bir anda duysak bile, milyonunu bir anda duyabilme ve tırnağımızın ucundan bütün hücrelerimize kadar bunu hissedebilme cehdi içinde olmalıyız. Allah (celle celâluhu) bizleri şekilcilikten, görüntüden, suretten halâs eylesin ve mânâ-yı hakikîye ulaştırsın.

Bir لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ derken, o kadar arzu ediyorum ki; o anda Allah Teâlâ’nın bütün isimlerini, bütün tecellîlerini bir anda duyabileyim, bir anda onlarla dolayım. Fakat maalesef, Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar lütfu karşısında bizler hâlâ suretle uğraşıyoruz; şekle takılıp kalıyoruz. O’nu anarken kendimize göre değil; O’nun büyüklüğüne, enginliğine göre anmak için kendimizi zorlamalıyız. Otuz sene kırk sene demeden, ısrarlı olmalıyız. Kendi darlığımızla değil, o tecellî-i ilâhîyi kendi enginliği içinde anlamalıyız.

İsm-i A’zam

İmam Gazzâlî Hazretleri, Esma-yı İlâhiye’den “Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs” isimlerini İsm-i A’zam (en büyük isim) olarak kabul etmiş; haklarında bir risalecik yazarak onları okumanın değişik hastalık ve belalara şifa ve kalkan olacağını söylemiştir. Gümüşhânevî Hazretleri de, onun dualarını Mecmûatu’l-Ahzâb’a dâhil etmiştir. Meselâ, on defa اَللّٰهُ أَكْبَرُ dedikten sonra بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’le başlayıp فَرْدٌ حَيٌّ قَيُّومٌ حَكَمٌ عَدْلٌ قُدُّوسٌ demenin şerlilerin şerrinden korunmaya ve zafer kazanmaya vesile olacağını nakletmiştir. Üstad Hazretleri de, Sekîne ve Tahmîdiye gibi duaların başında bu isimleri zikretmiştir.

Beş vakit içerisinde “salât-ı vustâ”, cuma gününde “vakt-i icâbe” (duaların umumiyetle kabul olacağı saat), insanlar arasında veli kullar, Ramazan ayında Kadir Gecesi, bütün taat ve ibadetler içerisinde rıza-yı ilâhî, kâinatın ömründe kıyamet ve ferdin hayatı içerisinde ölüm anı gizlendiği gibi; Esmâ-i Hüsnâ arasında da İsm-i A’zam gizli tutulmuştur. Mü’minlerin sürekli uyanık, dikkatli ve devamlı Allah’a (celle celâluhu) ibadet ve taat içerisinde bulunmalarına vesilelik eden bu gizlilikten dolayı hangi ismin “a’zam” olduğu da bilinememiş; pek çok muhtelif isim, İsm-i A’zam olarak zikredilmiştir.

İsm-i A’zam olarak rivayet edilen isimlerin hemen hepsi me’suratta (Kur’ân ve sünnet kaynaklı dualarda) vardır. Dua Mecmuası’na bütün o isimleri koymaya çalışmıştım. Hatta meselenin bir sırrı olabileceği düşüncesiyle aynı kelimeler, farklı rivayetlerde geçiyorsa, birbirine yakın lafızlarla rivayet ediliyorsa bile tamamını almış; o sözler, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olduğu için hepsini çok kıymetli görerek hiçbirini kaçırmamaya gayret etmiştim.

Dua Mecmuası’nda da görüleceği gibi فَرْدٌ حَيٌّ قَيُّومٌ حَكَمٌ عَدْلٌ قُدُّوسٌ’den başka, “Rahman, Rahîm, Hannân, Mennân, Melik, Selâm, Mü’min, Müheymin” gibi isimler de İsm-i A’zam olarak rivayet edilmiştir.

Ayrıca, tek bir isim şeklinde değil de âyet ya da izâfet terkibi olarak zikredilen بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ1 ,لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ2 ve Âyetü’l-Kürsî3 gibi İsm-i A’zam olduğu söylenen başka rivayetler de vardır. Bunlar İsm-i A’zam’ın tecellî alanı mı, İsm-i A’zam bunlarda mı tecellî etmiş; yoksa bunların içinde geçen Cenâb-ı Hakk’ın mübarek isimleri mi İsm-i A’zam? Bu, sadece Allah Teâlâ’nın bileceği bir meseledir.

Aslında, biz Esmâ-i İlâhiye’nin tamamını bilmiyoruz. Efendimiz bir kimsenin afet ve musibetler dolayısıyla tasalandığında okuması için talim ettikleri duada, “Allahım, ben Senin kulunum, kullarından bir erkekle bir kadının oğluyum. Perçemim Senin (kudret) elindedir. Hakkımdaki kararın yürürlükte ve takdirin âdilanedir. Senden, kendini isimlendirdiğin, Kitabında zikrettiğin, mahlûkatından herhangi birine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine tahsis ettiğin (kimseye bildirmediğin) her ismin hürmetine; Kur’ân’ı kalbimin baharı, gözümün nuru, hüzün, gam ve tasamın gidericisi kılmanı diliyorum.”4 buyuruyor.

Demek ki, sadece bir insanın bildiği; yalnız bir kitapta zikredilmiş, tek bir salih kul, cin veya meleğe bildirilmiş ya da nezd-i ulûhiyette mazhar-ı isti’sâr olmuş (kimseye bildirilmeyip ilm-i ilâhîye has kılınmış) isimler de vardır.

Ayrıca, siz muztar kaldığınız ve ihtiyaç hissettiğiniz zaman, herhangi bir lafızla Cenâb-ı Hakk’a çağrıda bulunursunuz. Söylediğiniz lafız ne olursa olsun, içinizin sesi ve gönlünüzün ifadesiyse hiç farkına varmadan o gizli bırakılmış isimlerden birini ya da İsm-i A’zam gibi kabul edilecek bir ismi telaffuz edebilirsiniz. Meselâ, “Ben bâis u fakîrim, Sense düşkünlerin elinden tutan.” dersiniz. Esmâ-i İlâhiye’de bunun karşılığı bir isim bilmiyoruz; ama belki bu da onlardandır. Meselâ, “Ben muztar u muhtacım, muztar olanların ızdırarını gideren de Sensin.” dersiniz ve bunu Cevşen’de geçen يَا فَارِجَ الْهَمِّ , يَا كَاشِفَ الْغَمِّ yerinde kullanabilirsiniz. Eğer samimi ve gönülden iseniz Cenâb-ı Hak dilinizin bağını çözer ve farkına varmasanız da size İsm-i A’zam’ı söyletir. Fakat diliniz gönlünüze tercüman değilse, İsm-i A’zam’ı da söyleseniz, o işin bir yanını eksik bırakmış olursunuz.

İşte bundan dolayı, Hak dostları, yalvarış ve yakarışların ancak sıdkla eda edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi rahmet arşına ulaşacağını ve hüsnükabul göreceğini söylemişlerdir. Evet, samimiyet, sıdk ve sadakat âdeta İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Bayezid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asğarı (en küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim.” der ve ilave eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak bir şey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadakatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”5

Evet, insan Cenâb-ı Hakk’a samimi teveccüh etmeli ve Esmâ-i İlâhiye’yi, Sıfat-ı Sübhâniye’ye yanaşma hususunda çok önemli bir merdiven olarak değerlendirmeli. Zât-ı Ulûhiyeti tanımanın, ancak Esmâ-i İlâhiye’yi bilmekle mümkün olacağını kabul etmeli. Bütün kalbiyle onların arkasına düşmeli. Bir gönül insanı olarak bu isimleri bilmeli ve zikretmeli.

Gizli Hazinelere Karşı Ucuzcu Olmamalı

Ucuzcuların bir şey elde edeceklerine hiçbir zaman inanmadım/inanmıyorum. Meselâ, ucuzcuların Kadir Gecesi’nden tam olarak istifade edeceğine inanmıyorum. Onlar, bütün bir sene beklesinler; sadece ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesini ihya etsinler ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın Kadir Gecesi’ni layık-ı vechiyle değerlendiren insanlara lütfettiği eltâf-ı ilâhiyeye mazhar olsunlar. Olacak şey değildir bu. Onun için Ebû Hanîfe –ki kanaati âcizâneme göre Hakîkat-ı Ahmediye’yi en iyi temsil eden insan odur– diyor ki, “Kadir Gecesi sadece belli gecelerde değil, senenin üç yüz altmış küsur günü içindeki her bir gecede aranmalıdır. Siz üç yüz altmış küsur geceyi kemâl-i hassasiyetle ihya ederseniz, Allah Teâlâ da o samimi yüreğinize iltifatlarda bulunur.”6

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Kadir Gecesi’nin vaktini biliyordu. Fakat bir gün “Kadir gecesinin hangi gün olduğunu söyleyecektim, dışarıya çıktım, baktım ki iki insan birbiri ile münakaşa ediyor. Onlarla meşgul olurken Kadir Gecesi bana unutturuldu.”7 buyurmuştu; buyurmuş ve bu sözüyle hem mü’minler arasındaki en ufak bir ihtilaf ve kavganın kendisini nasıl derinden yaraladığını ve hem de Kadir Gecesinin gizli kalmasında bir hikmet-i ilâhiye bulunduğunu işaret etmişti. Resûl-i Ekrem aleyhisselâm Kadir Gecesi’ni ramazan-ı şerifin son on gününde, tek gecelerde aramayı tavsiye buyurmuştu.8

“Her geceyi Kadir, her kişiyi Hızır bil.” vecizesi de kısa; ama pek şümullü bir sözdür. Evet, Hızır (aleyhisselâm) da insanlar arasında gizlidir. O, Yasir midir, Mustafa mıdır, Abdürrahim midir, Gültekin midir bilemezsiniz. Fakat siz herkese saygılı olur, her muhtaca yardım eder, herkesin elinden tutar, bütün insanlara sadrınızı sinenizi açarsanız bir gün ehl-i imandan bir Hızır’a rastlarsınız ve sizin de gönül bahçeniz yeşerir.

İşte, Cenâb-ı Hak, her geceyi Kadir bilme ve her ferdin Hızır olabileceğine inanma mülâhazasına bağlı kalmamız, bu hususta sürekli dikkatli davranmamız ve metafizik gerilimde bulunmamız için bu ikisini gizlediği gibi; İsm-i A’zam’ı da Esma-i İlâhiye arasında gizleyerek bizi o mevzuda da hüşyar ve müteyakkız olmaya tevcih etmiştir. Ve böylece, nazarlarımızı kendi gönlümüze yönlendirmiş; ister Cevşen, ister Celcelûtiye okuyalım, isterse de İmam Gazzâlî’nin İsm-i A’zam diye rivayet ettiği فَرْدٌ حَيٌّ قَيُّومٌ حَكَمٌ عَدْلٌ قُدُّوسٌ isimlerini zikredelim, yani O’na el açarken hangi isimleri şefaatçi yaparsak yapalım, samimiyet, sıdk ve sadâkat içinde olmamız gerektiğini irşad buyurmuştur.

Evet, Allah’a (celle celâluhu) yürekten bir bağlılık yoksa zor bulursunuz Kadir’i, Hızır’ı ve İsm-i A’zam’ı. Bunlar, ancak kendi gönlünüzde sıdk ve sadâkati yakaladığınız; ardına düştüğünüz şeyi, önce kendi gönlünüzde arayıp bulduğunuz zaman sır perdelerini açar size. İçinizde hazırcılık mülâhazası varsa; “Hemen bulayım, hemen diyeyim, hemen elde edeyim.” duygusuna bağlı iseniz daha çok beklemeniz gerekecektir.

Bu mevzuyu da şimdilik, bizim de ölçü olarak kabul ettiğimiz cümleyi bir kere daha tekrar ederek bitireyim: “Siz, Allah’ın isimleri içinde ism-i asğarı gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim.”

“Salât u Selâm”a Dair

Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne kadar salât u selâm okunsa azdır. En sonunda بِعَدَدِ عِلْمِكَ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِكَ denirse bu kuşatıcı olur. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi her şeyi kuşatır. O’nun ilmi sayısınca demek her şeyi kapsayan bir keyfiyet olur. Ben böyle dedikten sonra içimden geçiyor ki, “Allahım! Ben bilmiyorum, başka büyük bir adet varsa onu öğret, onunla diyeyim.”

Efendimiz’in ismi zikredildiğinde salât u selâm getirmek vaciptir. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ismi zikredildiğinde “celle celâluhu” demek vacip değildir. Zira O’nu hakkıyla zikretmek mümkün değildir. O’nu hakkıyla zikretmek bizi aşkın olduğundan, bu vacip görülmemiş. مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ Seni hakkıyla zikremedik ey Mezkûr!” nebevî beyanı buna işaret eder. Ama Efendimiz’e –o her ne kadar gaye ölçüsünde bir vesile olsa da– salât u selâm eda edilebilir, buna gücümüz yeter.

Salât u selâm ne kadar fazla yapılırsa o kadar iyidir. Bir sahabi efendimiz bütün duasını Efendimiz’e salât u selâma ayırıyor. Buna rağmen Efendimiz ona “Daha fazla yapsan senin için daha iyi olur.”9 buyuruyor. Günde yüz defa salât u selâm ve yanında istiğfar ediyorsanız henüz kapıdasınız demektir. Sizin konumunuzda olanlar bu kadar az söylememeli. O’nun şefaatine bir sera gibi sığınmazsanız kurtulamazsınız. Çünkü Allah’a giden yol O’na uğrar, öyle gider. Kurtuluş vizesi O’nu tanımakla alınır.

Salât u selâm dille söylendiği gibi yazıda da ihmal edilmemeli. Hem öyle kısaltmalarla da olmaz. Açık olarak ve her ismi geçtiğinde türlü türlü, çeşit çeşit salât u selâmlar yazılmalı. Benim Efendimden ben salât u selâmı niye esirgeyecekmişim ki? Maalesef, ilmîlik adına tâzim ifadelerimiz rafa kaldırıldı. Tâzim edilmesi gereken yere tâzim olmazsa ona ilmîlik denmez. İlim, ona tâzim içinse ilimdir; yoksa o ilim değildir.

Salâvât Getirmek

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek nâm-ı celîli anılınca salâvât getirmeyi bazıları vacip kabul ederler. Salâvâtı ömürde bir kere söylemenin mutlak vacip olduğunda ihtilaf yoktur; fakat bazıları Efendimiz’in adı her anıldığında “sallallâhu aleyhi ve sellem” demeyi vacip sayarlar. Bundan dolayı da “Tahiyyât”tan sonra “Allahümme salli-Allahümme bârik” okumaya da “vacip” derler. Çünkü tahiyyâtta أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ifadesi vardır. Orada Efendimiz’in nâm-ı celîli geçtiğine göre arkadan salât u selâm okunmalıdır.

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur kaynağı, kâinatın ille-i gayesidir. Kâinat fabrikasının temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz’dir. O’nun varlığı, bir yönüyle kâinatın mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi O’nunla başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla O, kâinat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir. İsterseniz Nizamî gibi konuşarak şöyle diyelim: Kâinat şiiri O’nun adına bestelenmiştir. Hükmü bir kâfiye gibi o şiirin sonunda gelmiştir. Öyleyse her şey O’na bağlanmaktadır.

Bu zaviyeden bakınca Efendimiz’e çok şey borçluyuz. İşte bundan dolayı, her ne zaman O’nun adı anılsa salâvât getirmeyi vacip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, “Allah” denilince, her defasında “celle celâluhu” gibi bir tâzim ifadesi söylemeye “vacip” dememiştir. Neden? Çünkü Allah Teâlâ’nın nimetlerinin altından kalkılamaz. O’nun her an üzerimize yağdırdığı nimetlerine, o nimetler enginliğinde şükürle mukabele edilemez.

Meselâ, bir düşünce silsilesi farz edelim, altmış dakikalık bir saati düşünelim. Bunu evvela dakikalara ayıralım. Sonra saniyelere, sonra saliselere… Sonra da âşirelere ayıralım. Âşirelerin içinde de Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına ve nimetlerine mazharız. Eğer hiç durmadan O’nun üzerimizdeki varlık, hayat, latîfe-i Rabbâniye, his, şuur, irade gibi nimetlerini düşünsek ve bunların hepsine mukabelede bulunmak istesek; hiç durmadan, “Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” desek yine de yetiştiremeyiz. Çünkü bu “Elhamdülillah”ı biz âşirenin içine sokamayız. Oysaki biz o âşire içinde de varız. Ne ile varız? Allah’ın bizi perverde ettiği nimetleriyle; O’nun bizi insanca donatması ve imana hazırlamasıyla, şuurumuzu açmasıyla varız.

Küçük Bir Sermaye

Öyleyse Allah (celle celâluhu) zikredilir, Allah’a şükredilir, fakat yine de O’nun bütün nimetlerine mukabelede bulunmak mümkün değildir. Ancak biz elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapmalı, ortaya koyduğumuzun azlığı şuuru içinde O’na dönerek, “Ey her şeyin karşılığını tam olarak veren en vefalı! Sana değersiz, çok küçük bir sermaye ile gelsem de, Sen onu tam kabul et ve bana öyle mukabelede bulun!” demeliyiz. Hani, Yusuf aleyhisselâmın kardeşleri Hz. Yusuf’a “Biz değersiz bir sermaye ile geldik; ama sen (lütuf ve kereminle) tahsisatımızı tam ölçek ver de parasını veremediğimiz kısmı da sadakan say.”10 demişlerdi. Biz de Cenâb-ı Hakk’a, “Hiçbir şeye değmeyen, minnacık bir sermaye ile Sana teveccüh ettik. Sen Vefiy’sin, bizim bu pek küçük sermayemize çok büyük lütuflarla, ihsanlarla mukabelede bulunmak Senin şanındandır. Şanına sığınıyoruz.” demeliyiz.

Evet, biz Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar anarsak analım yine de O’nun nimetlerine karşı şükür, hamd ve tesbih mukabelesini gereğince yerine getirmiş olamayız. Bu sebeple, daha önce hatırlattığım âyet-i kerimede, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا11 denilip Allah’ın çokça anılması söylendikten sonra وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا12 denilerek Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis etme, O’nun noksan sıfatlardan müberrâ ve münezzeh olduğunu anlatma mevzuu nazara verilmektedir. Zaten biz de bunun için sabah-akşam سُبْحَانَكَ يَا اَللّٰهُ تَعَالَيْتَ يَا رَحْمٰنُ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ بِعَفْوِكَ يَا رَحْمٰنُ diyor; onu tesbih, takdis ve tenzih ediyoruz.

Böylece de, memur olduğumuz şeyleri elimizden geldiğince yerine getirerek bir yönüyle “çok”un misalini ortaya koymuş oluyoruz. Evet, dûn-himmet olmamalı… “Şu kadar yeter” denmemeli. Rabbimizi ne kadar anarsak analım yine de O’nun bize olan nimetleri karşısında zikir ve şükürde bulunamadığımız mülâhazası hatırdan çıkarılmamalı.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, “Anın Beni ki, anayım sizi!”13 buyurmaktadır. Yani biz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edeceğiz, O da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak… Biz dua ve münacatlarla O’nu mırıldanıp duracağız, O da icabetle bize lütuflar yağdıracak… Biz dünyevî işlerimizin arasında O’nu unutmayacağız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek bizi ihsanla şereflendirecek… Biz yalnız kaldığımız dönemlerde de O’nunla dolup taşacağız, O da yalnızlıklara itildiğimiz yerlerde bize “Enîs u Celîs” olacak… Biz rahat olduğumuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceğiz, O da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek… Biz O’nun yolunda ihlâslı olacağız; O da bizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek.

Allah (celle celâluhu) âyetin devamında وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ14 buyurmaktadır. Yani, “Beni anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın; onlara karşı lâkayt kalmayın, onları görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede bulunun, nankörlük etmeyin!” demektedir. Acaba ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak ki, O’nu anmış sayılsak ve aynı zamanda O’nun tarafından da anılanlar arasına girsek?

Saygısızlığa Meydan Vermeme

Kur’ân okurken, hutbe verirken “Estaîzü” denilmesi yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Kur’ân okurken Allah’a sığınma dileyin, O’na iltica talebinde bulunun.”15 buyruluyor. Öyleyse, biz okurken, “Sığınma talebinde bulunuyoruz” değil; “Sığınırız” demeliyiz. (أَسْتَعِيذُ , “Sığınma diliyorum”; أَعُوذُ , “Sığınıyorum” mânâsına gelir.) Yani, her hâlükârda أَعُوذُ بِاللّٰهِ demek lazımdır.

Her zaman “Eûzü besmele” söylemeyi âdet hâline getirmeliyiz. Âyet okurken besmele yetmez; “أَعُوذُ”yü de demeliyiz. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) her adı geçtiğinde mutlaka salâvât getirmeliyiz; hem de sadece dille değil, bütün vücudumuzla. O’nun adı geçtiğinde hem bedenen hem ruhen toparlanmalı, çok saygılı davranmalıyız. Çünkü O’nun ruhâniyâtı teşrif etmiş olabilir. Ama bu saygıyı gösterirken de kat’iyen riya ve süm’aya girmemeli, saygımızı gönlümüzün derinliği ölçüsünde ve içimizden geldiği şekliyle ifade etmeliyiz. Saygısızlığa meydan vermemeliyiz. Saygıda yüksek düzeyde hassasiyet göstererek onu her yerde yerleştirmeliyiz.

Üstad ve Evrâd u Ezkâr

Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine rağmen evrâd u ezkâr mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti. Mecmûatu’l-Ahzâb’ı on beş günde bir hatmediyordu. Kitabının kenarlarına notlar düşmüş, “Ben bu duayı böyle anlıyorum, şunu da şöyle anlıyorum…” kayıtları koymuştu. Vâkıa, zikri umumî mânâda ele aldığımızda, Kur’ân okumak, hadis-i şeriflerle meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalaa etmenin de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o tür eserleri okurken de, Cenâb-ı Hakk’ı, icraatıyla, tasarrufât-ı Sübhâniyesiyle kalben ve ruhen yâd ediyoruz. Ama Üstad Hazretleri, zikre hiç doyamamış; her fırsatı Allah’ı (celle celâluhu) anma adına çok iyi değerlendirmiş. Zikri, Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş. Sürekli Rahman u Rahîm’i hatırlatmış; zikrullahı nazara vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi çerçeveleri içinde eda edilirken, Allah’ı anmada da kusur edilmemesi lazım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye, Evrâd u Kutsiye-i Şah-ı Nakşibendiye, Münâcâtü’l-Kur’ân, Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş.

Ümit ediyorum, bugünün âbid ve zâhidleri de zikre çok önem veriyor ve onu artırma, Allah’ı daha çok anma yolları arıyorlardır. Fakat biz O’nu ne kadar anarsak analım, ibadetlerimiz ne kadar çok olursa olsun, zikrin hakkını vermiş olamayız. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) günün dörtte birini kendisine salât u selâm okumaya ayıran bir zatı istihsan buyuruyor; ama yine de Artırsan daha iyi olur.” diyor. Günün yarısını salât u selâma ayırdığında yine “Artırsan…” diyor ve günün üçte ikisini zikre ayırıp salâvât okumuş olarak huzur-u risalet-penahiye gelince “Çok iyi de, artırsan daha iyi olur.”16 buyuruyor. Efendimiz her defasında “Hel min mezîd?” (Daha yok mu?) diyor; çünkü Üstad’ın ifadesiyle ona ulaşmada en önemli vesilelerden biri, “Bismillahirrahmânirrahîm” diğeri de Allah Resûlü’ne salât ü selâm okumaktır.17 Geçenlerde, bir arkadaşımız da rüyasında, salât ü selâmların, hey’etin üzerine gelen bombardıman ve kurşun yağmurlarını bozguna uğrattığını görmüştü.

Fakat maalesef, evrâd u ezkâr mevzuundaki farklı düşüncelerde bir çarpıklık görüyorum. “Biz milletimize hizmet ediyoruz, insanlara Allah’ı anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete çağırıyoruz… Evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen okumasak da olur.” şeklindeki mülâhazaların bir kuruntu ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz, işte o zaman en büyük kusuru yapmış olursunuz. Eğer çağırdığınız davaya yürekten bağlıysanız, o dava sizin içinizde mağmalar gibi köpürmeli ve size, güle âşık bülbül gibi aşk besteleri söyletmeli değil midir? Seherler sizin Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet türkülerinizi dinlemeli değil midir?

Hiçbirimiz, Üstad’dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikatı anlatma, i’lâ-yı kelimetullahda bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehl-i dünya ile yaka paça olmuş, hapishanelerde gezmiş dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubûdiyette bulunmuş; yaz kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüt, münacat ve evrâdlarını asla terk etmemiştir. Hatta bir Ramazan-ı şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün bir şey yemeden savm-ı visal tutmuş; ama ubûdiyetteki mücahedesinden vazgeçmemiştir. Komşuları her zaman derlermiş ki, “Biz, sizin Üstad’ınızı sekiz sene boyunca yaz ve kış gecelerinde hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini dinler; böyle fasılasız ve devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık.”18

Üstad, bir taraftan, sabahlara kadar bülbüller gibi sevda besteleri dinletmiş dört bir yana. Diğer taraftan da, “Bu gece evrâd okurken aklıma şöyle bir şey geldi: Ben böyle sesli, açıktan açığa okuyorum. Dedim ki, acaba başkaları sesimi duyuyorsa, bu okumama riya girer mi?” gibi mülâhazalarla dolmuş boşalmış, bu endişesine cevaplar aramış ve neticede şöyle demiş: “Şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî (radıyallâhu anh) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nafilelerin gizli yapılanı çok sevaplı olduğu hâlde, şeâire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren âdet ve ibadetleri açıktan yapmak ve böyle büyük kebâir içinde, haramları terk edip takvayı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.”19

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş; ama işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir iz düşümü gibi davranmıştır. Hani, Allah Resûlü’nü, aile riyaseti durumunda gördüğümüz zaman, “Bu insan sadece bu iş için yaratılmış.” deriz; çünkü O, bir eş ya da bir baba olmanın hakkını kusursuz eda eden eşsiz bir aile reisidir. Fakat O’nu talim ve irşad vazifesi başında görünce de “Hayır, O’nun işi irşaddır.” diyeceğimiz kadar o meselede de aşkın olduğunu görürüz. O’nu ordusunun başında gördüğümüz zaman, vazifesinin sadece askerlik olduğu zehabına kapılırız. Hele bir de dua atmosferli dünyasına girersek “Efendimiz bütün ömrünü âdeta duaya vermiş, duadan başka hiçbir şey söylememiş.” deriz. O, diğer üstünlüklerinin ötesinde, bir dua insanıdır. Peygamber mesleğinin arkadan gelen şehsüvarları da bu hususta O’na benzemişlerdir, bundan sonrakiler de mutlaka “Dua İnsanı”na benzemek zorundadırlar.

Öyleyse, duaya karşı gevşek davrananlar, tembel ve kendini miskinliğe salmış kimselerdir. Öylelerinin başkalarına müessir olması da düşünülemez. Müessiriyet, Allah’la (celle celâluhu) irtibatın sıkı ve sıcak olması ölçüsünde müyesser olur. Duasızlar ve Cenâb-ı Hak’la ciddî bir irtibatı olmayanlar, çok şey yaparlar; fakat yaptıkları şeylerin bereketi olmaz. İşe bereket katacak yegâne iksir, Allah’la münasebetin sıcaklığı ve derinliğidir. Her an O’nu anma, ömrün her karesini O’na ait hatıra ve O’na yükselen yakarışlarla doldurma çok önemlidir.

Hâsılı, zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerim’dir. Ondan sonra da, Peygamber Efendimiz’den sâdır olan nurlu sözler gelir. Kitap, Sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, en çok zikrullaha tergîb ve teşvik yapılmıştır. Namazdan cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir. Ancak herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerindeki tesiri ölçüsündedir. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıta vesilesi olması itibarıyla cehalettir, “Allah biliyor ki, ben O’nu şimdi anmıyorum; anmak da ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifade etmek için sâdır olmuştur.

İşte öyle arzu ediyorum ki, mü’minler arasında yeniden bir zikr ü fikir mülâhazası canlansın, gelişsin. Bu devirde i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin bütün vazifelerden önde olduğu; ama bu vazifenin, Allah’ı (celle celâluhu) sürekli anmadan, O’na sığınmadan ve her gün bir kere daha evrâd u ezkârla dolmadan yapılamayacağı bilinsin. Gönüllerimizde bir kere daha zikir heyecanı uyansın. Ve sırlı bir yolculuktan sonra herkes “huzur-u kalb” ufkuna ulaşsın…

1 Tirmizî, daavât 99; Ebû Dâvûd, vitr 23; İbn Mâce, dua 9.

2 el-Hâkim, el-Müstedrek 1/685. Bu ayet için bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/87.

3 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 258.

4 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/452; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/40.

5 Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/39.

6 İbn Abdilberr, et-Temhîd 2/208; en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 8/57.

7 Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 2; Müslim, sıyâm 213.

8 Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 3; Müslim, sıyâm 205

9 Tirmizî, kıyâmet 23; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.89.

10 Yûsuf sûresi, 12/88.

11 Ahzâb sûresi, 33/41.

12 Ahzâb sûresi, 33/42.

13 Bakara sûresi, 2/152.

14 Bakara sûresi, 2/152.

15 Nahl sûresi, 16/98.

16 Tirmizî, sıfatü’l-kıyamet 23; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.89.

17 Bediüzzaman, Lem’alar s.127 (On Dördüncü Lem’a, İkinci Makam).

18 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.320 (Kastamonu Hayatı).

19 Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.153.

-+=
Scroll to Top