Evrâd ü Ezkâr
Herkesin, konumunun gerektirdiği temsil durumuna göre evrâd ü ezkârı olmalı. Meselâ ben, kendimi beş-on insanın okuduğu evrâd kadar evrâd okumaya mecbur hissetmeliyim. Ve kendi kendime demeliyim ki: “Madem o kadar insan sana teveccüh ediyor, öyleyse o teveccühün hakkını vermeli ve herkesten daha çok Allah ile irtibatını kavî tutarak bir taraftan bu nimete şükretmeli, öte taraftan nimetin devamına talebini böyle dile getirmelisin.” Evet, böyle diyor ve bunu da tatbik etmeye çalışıyorum.
Buradan hareketle müezzin, imam, vaiz, müftü vb. değişik dine hizmet ünitelerinin başında bulunan insanlar, temsildeki yerlerine göre evrâd ü ezkârlarını çoğaltmalı ve mutlaka Rabbileri ile olan münasebetlerini kuvvetlendirmeliler. Aksi hâlde bulundukları makamın hakkını eda etmemiş olurlar.
Lütfen, kimse “O kadar yoğun işin arasında vakit bulamıyoruz, gece geç vakitlerde eve yorgun olarak geliyoruz.” vs. türünden mazeretler uydurmasın. Böyle uydurma mazeretlerin arkasına sığınanlar, dönüp günlük hayatlarına baksalar bir hiç uğruna ne kıymetli zamanlarını harcadıklarını görüp utanacaklardır. Bunu bir başka zaman ifade ederken “Türk insanı zamanzededir. Bazen bir bardak çay için saatlerini harcar, bazen de en hayatî işleri adına vakit bulamaz.” demiştim.
Evet, günlük hayatımızı murakabe ettiğimizde buna bir hayli misal bulabiliriz. Boş ve abes şeylerle zayi ettiğimiz dünya kadar zamanımız olduğunu söylemeye gerek yok… Şimdi bir taraftan böylesine cömertçe harcanan zaman, öte taraftan en hayatî mevzulara vakit bulamama.. bunun telifini yapmada biraz zorlanacağız.
Netice itibarıyla, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, mutlaka herkesin evrâd ü ezkâra ayıracağı bir zamanı olmalı ve o, bu konuda hiçbir mazeret ileri sürmemelidir.
Yakîne Ulaşmak İçin
Yakîn, aksine ihtimal verilmeyen sağlam ve kesin bilgi demektir. Bakara sûresinde “Onlar gayba inanır, namaz kılar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda infak ederler. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene de iman ederler. Ayrıca ahiret gününe de kesinkes inanırlar.”1 denilerek, ibadet ü taat, yakîne ulaşmanın yolu olarak gösterilmiştir. Demek ki, amel o menfezleri açacak biricik anahtardır ve onsuz yakîne ulaşmak da çok zordur.
Evet, insan, madde ve mânâdan müteşekkildir. Onun gözleri bu dünyayı görmeye ayarlanmıştır. Ama gözlerini kapattığında, basiret devreye girecek ve bununla suretten mânâya, resimden muhtevaya, şekilden öze yönelebilecektir. Ancak buna ulaşmak için çok iyi inanmak gerekir. Geride bıraktığımız yıllar, pozitivizmin ve rasyonalizmin altın yıllarıydı. Bunun hâlâ daha devam ettiği de söylenebilir. Onun için bazılarımız çok çetin bir imtihan içinde sayılır. Bu imtihanların en birincisi, yakîni elde etme yolunda mâneviyata inanmaktır. Evet, İslâm’ın ruhî hayatı olan tasavvufun vâridâtına inanmayanların, yakîn buudunu yakalamaları zordur.. evet, onların, bu kaynaktan gelen ilhamların bir şemmesini dahi duyamayacakları muhakkaktır. Çünkü ondan istifade bir ölçüde onu kabule vâbestedir.
Mesnevî-i Nuriye’de ifade edildiği gibi, Hak’tan gelen nurların bir kısmı su gibi, bazıları ziya, bazıları da hava gibidir. Bu ilhamlar, herkese kendi derecesine göre inkişaf eder. Bundan nasibi olmayan insanların kalblerinin itminana ermesi mümkün değildir.2
Bu itibarla da, kitapların satırları arasında dolaşanları mânâya yönlendirmek icap edecektir. Zannediyorum toplumun yeniden dirilişi de bir anlamda buna bağlı. Ayrıca bu işin genç yaşta yapılması gerekir. Zira ileri yaşlarda öfke, nefret, adavet… insan tabiatının bir parçası hâline gelmekte ve insanın mânâya karşı yönelmesine engel teşkil etmektedir. Tâvus İbn Keysan, Üveysü’l-Karnî… gibi yakîn erleri yetiştirilmek isteniyorsa, yönlendirmenin erken dönemlerde yapılması gerekir.
Makam ve Mevkinin Götürdükleri
Devlet hayatında “olmazsa olmaz” konumunda bulunan müesseseler vardır. Bunlar devlet çarkının işleyişinde hayatî bir önem arz ederler. Tabiî bu makamın insanı gurura, kibire itebilecek duyguları uyandırması da muhtemeldir. İnsan bu duyguları baskı altına alamaz, aksine onların zuhuruna imkân verirse, önce fert sonra da böylesi fertlerden müteşekkil o müesseselerin devlet ve millet için zararlı olacağı muhakkaktır.
İmam Gazzâlî Hazretleri hayatında üç defa erbaîn yapmış. Birinde, tasavvufî ruh ve mânâya yönelmiş; bu dönemde varlığı ulûm-u zâhirenin çerçevesinin dışında görme ve varlığı farklı yorumlama ufkuna ulaşmış. Bir süre sonra, bir erbaîn daha yapmış. Bunda da esmâya açılmış ve bir öncekine nispetle daha farklı bir müşâhedeye uyanmış. Üçüncü erbaînde, tasavvuf ölçüsünde kendisine tecellî eden şeylerin verâsına ulaşmış. Aslında kim olursa olsun insan bu türlü arayışlar içine girmezse, hep nazarî Müslüman olarak kalır. Böyleleri eşyanın hakikatini tam müşâhede edemedikleri gibi varlığın perde arkasına da muttali olamazlar.
– Siz de erbaîn yaptınız mı?
Ben eğer ona “erbaîn” denecekse, ilk erbaîni cebrî olarak askerde yaptım. Talat Aydemir hâdiselerinde, birlik olarak, bilmeden onun safında yer aldığımız için, silâhlarımızın mekanizmaları alındı ve biz, Mamak’ta –zannediyorum– iki ay kadar hiç dışarı çıkmadan âdeta orada tecrit edildik. Bu tecridden önce gıdama, yiyecek ve içeceğime dikkat etmekle beraber böyle bir tecridde daha fazla dikkat etmek zorunda kaldım. Ben o erbaînde rüya-yakaza arası bazı şeylerin tecellîsine şahit oldum ki onları burada söylemem –zannediyorum– münasip olmaz.
Ancak şu kadar diyebilirim ki, erbaînin cebrîsinde bile eğer perde aralanıp, çeşitli şeyler münkeşif oluyorsa, iradî erbaînlerde Rabbimin neler göstereceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Son olarak bir şey daha ilave etmek isterim. Madem insan bu yolla eşyanın perde arkasına muttali oluyor. Öyleyse bu kapı ihmal edilmemeli ve onu ardına kadar açmak için mutlaka zorlanmalı. Bu vesile ile Mevlâna’nın anlattığı, Celâleddin Harzemşah’la alâkalı bir kıssa hatırıma geldi. Hazret, her gün kapısına gelip yeri eşeleyen, sonra da çekip giden bir köpek görür. Nihayet bir gün ona sorar: “Sen her gün gelip burayı eşeliyor, sonra da çekip gidiyorsun. Sebep nedir?” Köpek şöyle mukabelede bulunur: “Ben bir gün burada bir kemik bulmuştum.”
Evet, madem Allah (celle celâluhu) bizlere, erbaîn vesilesi ile aklımıza-hayalimize dahi gelmeyen nimetler lütfediyor, öyleyse o hiç terk edilmemeli…
Büyükleri Kabullenmek
İnsanlar için imtihan vesilesi bir hayli çoktur. Bunlardan biri de İmam Rabbânî, Mevlâna, Bediüzzaman ve emsali şahısları kabullenmektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde, O’nunla birlikte yaşayıp da O’nun büyüklüğünü kabul etmeyen insanlar, kendi içlerinde birtakım saplantıları aşamadıklarından dolayı, –Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!– Efendimiz’i yetersiz ve küçük görmüş; “Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı yerli yerine verilmedi.”3 gibi bir yoruma girmişlerdir.. girmişler ve imtihanı kaybetmişlerdir. Aslında bu durum, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında olduğu gibi, diğer peygamberler ve büyükler için de söz konusudur.
Yalnız burada şöyle bir hususa dikkat etmek gerekir. Başta peygamberler olmak üzere böylesi büyük zatlar, sırf imtihan vesilesi olmak için yaratılmış değillerdir. Burada asıl problem, kaybeden kişilerin kendi içlerinde bir kısım problemlere takılıp kalmalarıdır. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanlarının nasıl tecellî edeceğini biz bilemeyiz.. evet, bazen O, kapımızın herhangi bir halâyikini bile tutup başımıza getirebilir.
Yeri gelmişken yıllardan beri zihnimde hep canlılığını koruyan bir hususu لَا فَخْرَ4 diyerek arz etmek istiyorum: Fakir her zaman, geçmişe sığınıp onun hülyaları ile yaşayıp ve geleceği de onun üzerinde karınca kararınca bir dantelâ gibi örmeyi gaye-i hayal edinmiş biri olarak bir neslin yetişmesi için çok başarılı olmasam da hep çırpınıp durdum. Yıllar ve yıllar hep genç nesiller arasında, selef-i salihîn ölçüsünde geleceği kucaklayacak insanlar aradım durdum. Yer yer bazılarında az bir fevkalâdelik hissedince hemen ona ümit bağladım. Meselâ, İzmir Kemeraltı gibi bir yerde, “Gözüme haram bir şey ilişir.” düşüncesiyle kafasını kaldırıp etrafa bakmayan ve haramın arpa boyu kadarından bile ürperen talebelere şahit olduğumda hep ümitlendim ve kendi kendime “Cenâb-ı Hak, bunlardan birisini –şimdilik sana talebelik yapıyor dahi olsa– istihdam eder ve yarın başına getirirse, karşısında oturup elpençe divan durmaya hazır mısın?” deyiverdim. Bu uğurda nefsimin tepkilerini kırmaya çalışıp: “Bunu yapmalısın, yapmak zorundasın.” diye zaman zaman kendimi çok ciddî zorladığım oldu. Bu, benim hayatımda bir-iki değil; defaatle olmuştur.
Hâsılı, bugün içinde bulunduğumuz kutlu zeminin bânisi olan zat bile “Biz arkadan gelenlere zemin hazırlıyoruz.”5 diyerek, bu konuda bizlere önemli bir mesaj vermektedir Evet, egoizm saplantısı içinde boğulup kalmak dünya ve ukbâda bizim kaybımıza sebep olan tehlikelerin başında gelir. Kazanmak istiyorsak bunu mutlak surette aşmanın yollarını aramalı ve bulmalıyız.
Ah Keşke!..
Ah keşke sırtında taşıdığın bir sadak veya o sadakta bir ok olsaydım! Omuzunda taşıdığın ve yer yer gerip okunu yerleştirdiğin yayın ben olsaydım! Veya kaşında bir kutlu tüy, kirpiğinde bir mübarek kıl olabilseydim.. ayağında parmağın, parmağında bir tırnağın olsaydım! Hayır hayır, atının yelesinde bir tutam kıl veya ağzında gem, sırtında eyer olabilseydim.. olduğuma da şükür. Ya karşında olup da Ebû Cehillerin safında bulunsaydım..!
Evet, Allah’a sayısız hamd ü sena olsun. Bizleri O’nun safında yaratmış.. yaratmış ve birçok lütuflarla, ihsanlarla serfiraz kılmış. Ondan sonra da o lütuf ve ihsanları değerlendirme imkânı bahşetmiş. Artık bize, ölesiye bu yolda yürümek düşmüyor mu?
Rabbimizle Münasebet Adına Önemli Bir Ölçü
İnsan, Rabbisiyle münasebeti adına “Ne kaybettiği şeyler karşısında mahzun, ne de kazandığı şeyler karşısında sevinçli?”6 olmalıdır. Zira bize göre kazanmak da, kaybetmek de bir imtihan vesilesidir. Ayrıca hangisinin öteler ötesinde bizim lehimize ya da aleyhimize olacağını kestiremeyiz. Kim bilir belki de hüzün ve kederli anlarımız, inşirah zamanlarımıza nispeten, bizim ahirette daha çok mükâfat almamıza sebep olacaktır. Onun için yaptığımız her şeyin rıza-yı ilâhîye uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi ne Fatih Bey’in gönlünü hoş tutmamız, ne de Fatih Sultan Mehmed gibi İstanbul’u fethetmemiz değil, Rabbin rızasına ermemiz, O’nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir.
Şahsen ben, hemen her gün bu türlü mülâhazalarımı hatırlatma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü etrafıma baktığımda görüyorum ki, insanlar başarılardan ya da muvaffakiyet televvünlü hâdiselerden dolayı çok seviniyor, inşirah duyuyor ve memnuniyet gamzeden tavırlar içinde bulunuyorlar. Aslında insan bu türlü şeylere sevinebilir.. sevinebilir ama, bence bu sevincin keyfiyeti önemlidir.
Meselâ, bu türlü hâdiseler sonunda insan, Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli, “Minnet Sana, şükran Sana Allahım.” demelidir. Neden? Çünkü o neticeyi yaratan Allah’tır. Kişiyi o yola sevk eden yine Allah’tır. O hâlde?…
Evet, bizim en parlak, en bereketli yanımız, Allah ile irtibatımızı ifade eden yanımızdır. Daha doğrusu öyle olmalıdır. Ölesiye çalışsak ve bütün cihanlar bizim olsa, şayet O’nun rızası yoksa, yapılanların da hiçbir kıymeti yoktur. Yeryüzünde nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi, Arş’tan yere sarkmış bir bayrak hâlinde tüllendirsek, dalgalandırsak, O’nun rızası olmadığı müddetçe bunun da bir değeri yoktur. Onun için her zaman esas olan, Rabbimiz’in rızasıdır. Bizim Rabbimiz’den niyazımız, Kur’ân’ın وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ أَكْبَرُ7 diye anlattığı, en büyük makam olan o rıza makamına bizi eriştirmesidir.
Eskiden kurmalı saatler vardı. –Şimdi elektronikler çıkınca onların pabucu dama gitti.– Sabah-akşam 12 saatte bir kurulmaya ihtiyaç duyulurdu. Ve o saatler, bu iradî kurma ile çalışır giderdi. Şimdi bizim de tıpkı bu saatler gibi, 12 saatte bir mutlaka Rabbimiz’le münasebetimiz adına iradî kurulmalara, iradî ayarlamalara ihtiyacımız var. Aksi hâlde kendimizi gaflete salıyor sayılırız. Bence, yeryüzünde selden, depremden, yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbisiyle olan münasebeti sezememesidir. Yani insanın: “O şu anda bana nasıl bakıyor, benim nasıl olmamı istiyor?” diye düşünememesidir.
Bu itibarla, hesabında bunlar olmayan birisi, Alvar İmamı’nın o enfes beyanıyla “Belâ-yı ekber odur ki özünü gaflete salmış.” bir insan hâline gelmiş demektir. Evet, özünü gaflete salan ve gaflete dalan bir kopuktur. Allah Resûlü “Din nasihattir.”8 diyor. Bu, yukarıda arz ettiğimiz mânâda sürekli kurma ve kurulma demektir.
Rabbim bizleri rıza-yı ilâhî doğrultusunda daima iyiye, güzele, doğruya kanalize etsin.. yarın huzuruna vardığımızda yüzümüzü kara edecek amelleri işlememize imkân ve fırsat vermesin. Âmin..!
O’nu Gör, O’nu Bil, O’nu Tanı
Ben şahsen, Allah’a karşı vefa hissi, samimiyet ve ihlâsla yapılmayan bir işin semereli olacağına inanmıyorum. Aksine, vefa, samimiyet ve ihlâsla gerçekleştirilebilecek hayırlı amellerin, dünyadaki ordularla elde edilemeyeceğine bütün ruh u canımla kat’iyen iman ediyorum. Aslında ben, bu ve buna benzer sözleri 15-20 seneden beri, –tabiî.. İmam Gazzâlî’den Bediüzzaman’a pek çok İslâm büyüğü ve İslâm dâhilerini takliden– bu işin hakikatini bütün derinliği ile vicdanımda tam duymadan söylemiş olabilirim ama, şimdilerde bunu vicdanımda daha net, daha açık görüyor ve bu hakikate bundan önceki yıllara nispeten çok daha fazla inanıyorum.
Evet, Allah’a karşı vefa hissinin canlı tutulması ile elde edilecek zaferler, ordularla elde edilebilecek zaferleri –inanın– kat kat aşar. Meselâ, şimdilerde mazhar olduğumuz lütuf ve ihsanların elde edilmesi için Fatih başta, sağ cenahta Ulubatlı Hasan, sol cenahta Hızır Çelebi İstanbul’un fethine yürüyen o büyük fetih ordusu ile dahi elde edilemeyecek kadar zor ve önemli olduğuna inanıyorum. Öyleyse misyonun böylesine öneminden dolayıdır ki, sık sık vicdanlar kontrol edilmeli, Allah ile olan ahd ü peymanlar gözden geçirilmeli, ulûhiyet, mâbudiyet ve abdiyet konuları tekrar tekrar ele alınmalıdır. Eğer biz kul isek –ki kuluz– lütfedilen bütün bu ihsanları, boynumuza geçirilen bir tasma veya ayağımıza geçirilen bir pranga gibi görmeliyiz. Bu ve buna benzer mülâhazalarla biz gerçek ubûdiyeti sergileyebilirsek, bunun karşılığında Rabbim de rahmetini sağanak sağanak üzerimize yağdırmaya devam edecektir.
Evet, Üstad Hazretleri’nin On Yedinci Söz’de dediği gibi “Yalnız Bir’i bil, yalnız Bir’i gör, yalnız Bir’i tanı.”9 düşüncesi bizim bütün davranışlarımızın esası olmalıdır. Yani insanlarla oturup kalkma, onları sevme veya nefret etme… sadece O’ndan ötürü bulunmalıdır. Bu açıdan şimdilerde içte ve dışta çok ses getiren eğitim, kültür faaliyetleri, milletimiz ve hatta topyekün insanlık adına yapılan hizmetler bizim nazarımızda bir hiç olmalıdır. Zaten “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?”10 demiyor mu Ataullah İskenderî. O hâlde boşa olta atmamalı, boşa zıpkın salmamalı. Her şeyde sadece O’nun rızası gözetilerek hareket edilmeli ve Allah’a talip olmanın ötesinde bütün düşüncelere elden geldiğince kapalı kalınmalıdır.
Her zaman çevremizde açılıp kapanan çiçeklere bakıp bayılıyorum ben. Çünkü onlar sürekli güneşi takip ediyorlar. Açılıp kapanmalarını ona göre ayarlıyorlar. İşte onların bu hâlleri, kulluk dersi adına bana çok önemli geliyor. O’nun rızasının olduğu yerlerde var, aksi takdirde yok. Ne kadar güzel! İşte bizim varlığımızın en anlamlı buudu da bu; Rabbimiz’le olan irtibatımızı kavî tutup gerisine karışmama.
Öte yandan Rabbimiz’in şu icraatına bakın ki, boyumuza-posumuza bakmadan, gerçek kadr ü kıymetimizi nazara almadan tenezzülen konuşmalarını bizim anlayabileceğimiz seviyede yapmış ve yapıyor.. ve yine tenezzülen,
“Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.”11
beytinin ifade ettiği gibi, insan kalbine tecellî dalga boyunda inmiş ve “Gör Beni burada!” demiş. Dolayısıyla insan hüşyar bir anlayış ve idrakle azıcık kendi kalbine dönüverse tasvir, tasavvur ve tahayyüllerin çok çok üstünde, keyfiyetsiz, kemmiyetsiz verâların verâların verâların…. verâsında O’nu ter ü taze bulabilir. Zaten böyle bir bulma da her zaman insanın gayesi olmalıdır.
Orta Yol
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin tek çizgi üzerinde birleşememesi hususunda ciddî endişeleri vardı.12 Hatta birleşseler bile, onu korumakta zorlanacakları ve arkasından ihtilaflara, iftiraklara düşecekleri korkusu içindeydi.13 Bu sebeple O, hemen her mevzuda ümmetinin hepsinin uygulayabileceği ölçüde emirlerini vaz’ediyor ve tabiî kendisi de şahsî hayatında onu en zirvede yaşamaya çalışıyordu. Meselâ, “el-İtkan”14 ve “Menâhilü’l-irfan”15 kitaplarında gördüğümüz kadarıyla Allah Resûlü, Kur’ân-ı Kerim’in kıraatı adına, Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarıyor ve “Allahım, ümmetim Kur’ân’ı tek harf üzerinde okuyamayabilir, ziyade et.” diye yalvarıyordu. Ve sonunda “seb’at-i ahruf” yani “yedi kıraat” esası kendisine talim buyuruluyordu.16
Yine misvak için, “Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namaz öncesinde, misvaklanmalarını emrederdim.”17, teravih için de aynı düşüncenin ürünü olan beyanlarıyla “Üzerinize farz kılınır korkusuyla namaza çıkmadım.”18 buyuruyordu. Hazreti Âişe Validemiz’in beyanlarıyla O, “İki şey arasında muhayyer bırakıldığında, ümmeti için kolay olanı seçerdi.”
Evet, Efendimiz’in bütün davranışlarını, Hazreti Âişe’nin ifade buyurduğu bu espri içinde ele alıp değerlendirmek mümkündür. Misalleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak bu üç misal bile, Allah Resûlü’nün arz etmeye çalıştığımız vasfı adına bir fikir vermiştir zannediyorum.
1 Bakara sûresi, 2/3-4.
2 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.153 (Zühre, Onuncu Nota).
3 Bkz.: Zuhruf sûresi, 43/30-32.
4 “Övünme yok!”
5 Bediüzzaman, Mektubat s.417 (Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Mesele); Barla Lâhikası s.10.
6 Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.119 (Habbe).
7 Tevbe sûresi, 9/72.
8 Müslim, îmân 95; Tirmizî, birr 17; Ebû Dâvûd, edeb 59.
9 Bediüzzaman, Sözler s.231 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).
10 eş-Şürnûbî, Şerhu Hikemi’l-Atâiyye s.208.
11 el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.218; es-Suyûtî, ed-Düreru’l-müntesira s.15
12 Bkz.: Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.
13 Bkz.: Müslim, fiten 20; Tirmizî, fiten 14; Nesâî, kıyâmü’l-leyl 16.
14 es-Suyûtî, el-İtkân 1/105, 130.
15 ez-Zürkânî, Menâhilü’l-irfân 1/100.
16 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 273; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/127, 128.
17 Buhârî, cuma 8; Müslim, taharet 42.
18 Buhârî, salâtü’t-terâvîh 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 177.