F. KUR’ÂN’IN İHTİVA ETTİĞİ MÂNÂLAR İTİBARIYLA TARİFİ

a. Kur’ân Kâinat Kitabının Tefsiridir

Kur’ân, şu kâinat kitabının bir tercümesidir. Evet, kâinat bir kitaptır. Satırlarıyla, sayfalarıyla muntazam olarak dizilen bu kitabın bir okuyucusu, bir inceleyeni olmalıdır. İşte o, insandır ve bu kitabın, yani kâinat kitabının tefsiri de Kur’ân’dır. Kâinatın büyük ve derin mânâsını onun geniş simasından kavrayamayan insana, Allah (celle celâluhu), bu kitabın tercümesi olan Kur’ân’ı ihsan etmiştir. Biz kâinatın geniş sayfasında ve safhalarında birdenbire göremediğimiz bu büyük mânâları fihrist hâlinde Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da görebiliriz. Bu, insana aynı zamanda ayrı bir rahmettir. Zira kâinatı yaratan Allah’tır (celle celâluhu). Kâinat kitabını konuşturan da Allah’tır. Allah’tan başkalarının kâinat hakkındaki hükümleri yanlış olduğu gibi, insan hakkındaki hükümleri de yanlıştır. Kâinat, Allah’ın kâinatı; Kur’ân Allah’ın kelâmı; insan da Allah’ın kuludur. Bu üçünün birbiriyle münasebetini tesis eden de Allah’tır.

Bu hususla ilgili Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِۤي أَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

“Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”1

Yani “(İnsanlar hangi ilmin hangi dalında ihtisas yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, açık ve seçik olarak) âfâktaki ve kendi nefislerindeki âyetlerimizi onlara göstereceğiz.” İnsanın mahiyetinin abes ve gelişigüzel olmadığını, bu mevzuda ortaya atılan teori ve hipotezlerin ciddî bir dayanağı bulunmadığını, insan muammasının altında bir kısım hakikatler var olduğunu ilim onlara söyleyecek ve onlar da bu hakikatleri kendi nefislerinde hissedeceklerdir. Kâinatı çeşitli yönleriyle inceleyen âlimler, hakikati açık seçik görecek ve gördükleri bu hakikati başkalarına da göstereceklerdir: حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ “Hak onlar için tebeyyün edip apaçık ortaya çıkacak ve onlar da anlayacaklar.” أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ “Evet, onlara, Allah’ın her şeye hâzır ve nâzır olması, her şeyi görüp her şeye şahit olması yetmez mi?…”

Kâinatta bulunan çeşitli kanunlara, tekvînî âyetler denir. Bu kanunlara verilen isimler ne olursa olsun, işin mahiyetine tesir etmez. Bunlar, bütünüyle Allah’ın âyetlerinden birer âyettir. İşte “Kelâm” sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın tekvîn sıfatından gelen bu âyetlerin ebedî birer tercümanıdır. Evet, Kur’ân, kâinat karşısında durur ve bize kâinatı anlatır. Meselâ: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ “Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün nizam ve intizamla değişmesi, sema ve arzın münasebetleri, yani deniz sularının buharlaşması ve semanın, suya muhtaç yeryüzüne yağmur damlalarını indirmesi, yerde otların toprağı şak şak edip bitmesi, büyüyüp gelişme kanununa tâbi olarak her şeyin boy atması, ilâhî âyetlerdendir.”2 Kur’ân, Allah’ın kâinatta geçerli olan bu çeşit âyetlerine tercümanlık yapıyor ve bize anlatıyor. Nasıl anlattığını, kısa da olsa arz etmeye çalışalım:

1. Süt Mucizesi

وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهِمِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَۤائِغًا للِشَّارِبِينَ

“Doğrusu davarlarda da size deliller vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, hâlis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından afiyetle geçer.”3

Canlının yediği gıda, vücudun protein, vitamin, kalsiyum, demir, bakır vs. gibi ihtiyaçlarını karşılar. Bunlardan bir tanesinin eksikliği, insan vücudunda bir kısım arızalar doğurur. Bu arada vakti gelip de ihtiyaç ortaya çıktığı zaman, Allah canlılarda, yedikleri gıdalardan süt hâsıl eder.

İnsanın yediği maddelerin bir kısmı ağzında, bir kısmı midesinde erir ve umumiyetle ince bağırsaklarda sindirilir. İnce bağırsaktaki kılcallar tarafından emildikten sonra kan içinde süt bezlerine uğramak suretiyle ikinci bir tasfiye daha meydana gelir. Gıda verici şeylerin bir kısmı vücutta ihtiyaç duyulan merkezlere gider; ihtiyaç nisbetinde hücrelere dağıtılır. Bir kısmı da süt bezlerinde süt hâline gelir. Sonra bu süt memelere gider ve biz de, bizim için protein kaynağı olan sütü oradan alır, içer ve kuvvet kazanırız.

Kısaca arz ettiğimiz bu husus, ilmin ve müşâhedenin, yani gözlemin kabul ettiği bir meseledir. Şimdi aynı müşâhede altında Kur’ân’ın ilgili âyetine bakalım: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً “Canlılarda, onların hayatlarında, gıda alışlarında sizler için ibretler vardır.” نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهِ “Karınlarında olanın bir kısmını (hepsini değil) size içiriyoruz.” Karınlarında olanın nasıl yapıldığını da şöyle anlatıyor: مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ Buradaki بَيْنَ kelimesi iki şeyin arasını ifade eder. Arapça’da iki şey olmazsa بَيْنَ kelimesi kullanılmaz. Nitekim ortada iki nesne vardır. Birisi kan, diğeri fışkı.

“İlk ayrımı kan ile fışkı arasında, ikinci ayrımı da kanda yapıyoruz.” Gıda verici şeyler ilk defa kan hâlinde bağırsaklar tarafından emiliyor ve içeriye gidiyor. Sonra ikinci bir tasfiyeyi de süt bezlerinde yapıyoruz. لَبَنًا خَالِصًا Sonra tertemiz, berrak, hâlis bir süt hâsıl oluyor.

Mahiyeti itibarıyla fışkının içinden çıkan madde, insanı rahatsız eder. Kur’ân, bu rahatsızlığı gidermek için önce خَالِصًا kelimesini; diğer taraftan, kanın içinden çıktığı için gırtlakları tahriş etmesin diye سَۤائِغًا للِشَّارِبِينَ “İçenlerin boğazından kolaylıkla geçen” ifadesini kullanıyor. Süt fışkıdan, kandan çıkmıştır ama ne kanın ne de fışkının karakterini taşır.

Peygamberimiz ümmiydi; kitaplı kitapsız, mü’min, kâfir, münafık herkes O’nun okuma-yazma bilmediğinde ittifak hâlindedir. Böyle bir Zât’ın inci gibi ağzından bir âyet işitiyor ve on dört asır sonra o âyetin arkasında, ancak röntgen şualarıyla veya karnı yarıp bakmakla anlaşılabilecek bir kısım ilmî hakikatleri görüyoruz.

İşte bu hakikat, Kur’ân’ın ilâhî ve lâhûtî olduğuna apaçık ve bütün berraklığıyla delâlet eder. En kısa meallere dahi bakıldığı zaman bu mânâyı görüp müşâhede etmek mümkündür. Elverir ki fert, bir kısım peşin hükümlerin, peşin kabullerin zebunu olmasın…

2. Yukarılara Doğru Çıktıkça Oksijen Nisbetinin Azalması

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ أَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَۤاءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Allah, iradesini iyiye kullananlardan kimin hidayetini murad ederse, onun kalbine açıklık bahşeder, kalbine inşirah verir, İslâmiyet’e karşı akıcı hâle getirir, gönlünde itminan yaratır ve o insanı huzura kavuşturur. İradesini kötüye kullananlardan da kimin dalâletini murad ederse, o insanın gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar kılar, sıkar ve kalaklar içinde çırpınır hâle getirir.”4

İnanmayan insanın sıkıntısı nasıldır? İşte bu hususu Kur’ân şöyle anlatıyor: كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَۤاءِ “Sanki semaya doğru çıkıyor da, sesi soluğu kesilmiş ve havasız kalmış gibi göğsü sıkılıyor.”

Bu âyette bir teşbih görüyoruz. Müşebbehün bih (benzetilen)’in müşebbeh (benzeyen)’den daha açık olması lâzımdır. Biz havanın berraklığını anlatırken: “Merih’in atmosferi gibidir” dersek, karşımızdakine bir şey anlatmış olmayız. Muhatabımıza, bizzat anlatanın görmesiyle kesinlik kazanmış gerçeklerle bir şeyler anlatabiliriz.

Kur’ân bu âyetinde, kalb sıkıntısını bir şeye teşbih ediyor ve biz orada Kur’ân’ın ilmî bir kanuna parmak bastığını görüyoruz.

Burada Kur’ân üç hususa dikkati çekmektedir:

Birincisi: اَلسَّمَۤاء tabiri;

İkincisi: يَصَّعَّدُ kelimesinin karakteristik bir ifadesi ki, bu, bir zorlama, bir sıkıntı, bir bunalma mânâsını ifade etmektedir.

Üçüncüsü: Yukarıya doğru çıkarken, zorlamanın esasen cümlenin kendisinde bulunması hususudur.

On dört asır evvel, semaya doğru yükseldikçe oksijen nispetinin düşeceğini, yani, yukarıya doğru çıkarken insanın göğsünün sıkılacağını, sesinin, soluğunun kesileceğini kimse bilmiyordu. Bu gerçek, ancak yirminci asrın teknik imkânlarından faydalanmak, balonlar atmak ve uçaklarla gökyüzünde sefer tertip etmek suretiyle anlaşılır hâle gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, inanmayan insanın göğsünün sıkıntısını anlatırken latîf bir teşbih yapıyor ve yukarıya doğru çıkıldıkça oksijen nispetinin azaldığını, kendine yakışır edasıyla on dört asır evvel anlatıyor.

Böylece, asrımız insanının bunalımına, buhranına, iç sıkıntılarına birinci mesele olarak parmak basıyor ve yine bize hitap ediyor. Çünkü yukarılara çıktıkça göğsün daralması, ancak yirminci asrın insanının anlayabileceği bir meseledir ve demek istiyor ki; iç sıkıntısı, tıpkı semalara doğru çıkarken göğsün sıkılması gibidir.

3. Her şeyin Çift Yaratılması

Bir başka âyet:

وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ

Arapça’da ‘umum, bütün’ mânâsına gelen كُلّ kelimesi mârifeye (bilinen) muzaf olursa, yani bu kelime herhangi bir isimle tamlama yaparsa, bu takdirde umum eczayı, yani bütünün parçalarını ifade eder. Nekreye (bilinmeyen) muzaf olursa, bu durumda umum efradı ifade eder, yani ne kadar fert varsa, hepsini ihtiva eder. وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ derken buradaki شَيْءٍ kelimesi nekredir. Âyet, “Her şeyi çift yarattık.”5 demektedir. Allah’a bile “şey” denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O’nun dışında olan her şey çift olarak yaratılmıştır.

İnsanlar nasıl çiftse, diğer canlılar da öyle çifttir. Bitkiler de çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki زَوْجَيْنِ kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta her şeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca her şeyde câzibe ve dâfia, yani çekme ve itme bulunması yönüyle de, bu ikilik değişik bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde, varlıkların kendi kendilerini devam ettirmeleri düşünülemez.

Yâsîn sûresindeki âyet, bu hakikati daha detaylı olarak şöyle anlatıyor: سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ “Ne yücedir O (Allah) ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.”6

Belli ki, o günün insanının müşâhedesine arz edilen tablonun dışında, o devirde bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor ve deniyor ki: “Daha sizin bilmediğiniz bir kısım şeyleri de çift yarattı.” O tarihlerde atom, elektron, nötron, proton bilinemezdi. Şimdi ise, her varlığın, bünyesinde barındırdığı çiftlerle ayakta durduğu, baş başa verdiği, mevcut nizamı ayakta tutmaya çalıştığı hakikati ortaya çıkmaktadır. İleride atom fiziğinin karşımıza daha neler çıkaracağını bilemiyoruz.

4. Atom Dünyası

Bir başka âyet:

لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَۤا أَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَۤا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

“Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O’ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne bundan büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.”7

Bu âyet, esas olarak, hiçbir şeyin Allah’ın nazarından; ilminin, işitmesinin ve görmesinin sınırsız kuşatıcılığından hariç olmadığını anlatmaktadır. Evet, en küçük atomlar âleminden, nebülözler âlemine kadar her şey, O’nun kudret elinde, tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Âyet, bize bunu anlatmakta; fakat bunun altındaki bazı ilmî hakikatleri de nazara vermektedir.

Bugünün dilinde olduğu gibi, dünün dilinde de “zerre” atom demektir. Fakat atomun ne demek olduğunu bilmeyen Arap, zerre dendiği zaman, güneş pencereden içeriye vurduğunda, güneşin ışığı altında görülen tozu-toprağı anlıyordu. Çünkü onun nazarında maddenin en küçük parçası oydu. Burada dikkati çeken husus, bu ismin, maddenin en küçük parçasına verilmesiydi.

Ama bugün Arap dilinde zerre, atomun tam karşılığı olarak kullanılan bir kelimedir.

Burada dört tabir dikkati çekmektedir:

Birincisi; zerre, yani atom.

İkincisi; zerrenin küçüğü yani elektron.

Üçüncüsü; zerrenin büyüğü olan molekül.

Dördüncüsü; miskal-i zerre, yani atom ağırlığı.

İster zerre, ister zerrenin küçüğü elektron, isterse zerrenin büyüğü molekül olsun, hiçbirisi Allah’ın ilminin kuşatıcılığı dışında kalamaz.

Bir de, zerrenin ağırlığından bahsediliyor. Malumdur ki atom fiziğinde “Atom Ağırlığı” meselesi çok mühimdir. Eskiler, hidrojene 1 numarasını, uranyuma da 228 numarasını koymuşlardı. Hidrojenin atom ağırlığı en hafif, uranyumun ise en ağırdır.

Görüldüğü gibi, bugünkü modern ilim dahi Kur’ân’ın asırlar önce işaret etmiş olduğu atom ağırlığı meselesini disipline ederek, bütün elementlerin belli sayıdaki atom ağırlıklarını ortaya koymuştur.

Zâriyat sûresinin ilk üç âyetinde de bu meseleye ışık tutar bir mahiyet görüyoruz: وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا “Tozutup duran, dönüp duran, daireler çizen şeylere kasem olsun.”8

Lorenz’in kurduğu elektron teorisi, atomun küçük yörüngesi, atomun hacmi denilen pek ufak bir sahayı işgal etmiştir ve âdeta minyatür bir güneş manzumesidir.

Atomların en hafifi olan hidrojen atomunun çapı, bir milimetrenin milyonda onu kadardır. Merkezinde pozitif elektrik yüklü bir çekirdek ve etrafında negatif elektrik yüklü elektronlar vardır. Bunlar, savrulan bir toz bulutu gibi çekirdeğin etrafını kaplamış olarak dururlar.

Elektronların yörüngelerindeki süratleri müthiştir. Bir hidrojen elektronu saniyede yaklaşık iki bin kilometre, bir uranyum elektronu ise iki yüz kilometre hızla döner… Bu pozitif ve negatif elektrik, durmamacısına elektrik dalgaları ve enerji neşrettiği hâlde, bu enerjinin yavaş yavaş kaybolması gerekirken ve bundan ötürü de hareketin bir zaman sonra durması lâzım gelirken, böyle olmamaktadır.

فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا “Sonra alabildiğine ağır yükleri taşıyanlara da kasem olsun.”9

Ağırlık yükleneceği için çekirdekteki pozitif elektrik protondadır. Nötronlara gelince, bunlarda elektrik olmadığı bilinmektedir.

فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا “Çok kolaylıkla akıp gidenlere de kasem olsun.”10

Nötronlar iki türlüdür. Bir kısmı çok hızlı ki, ışık hızına yaklaşan süratleri ve büyük enerjileri vardır. Bazıları otuz santimetre kalınlığındaki kurşun levhaları kolayca geçebilirler. Bir kısmı da yavaş nötronlardır ki, molekül hareketinden biraz fazla harekete sahip olduklarından, yollarında rastladıkları çekirdek tarafından yakalanırlar. Yakalandıkları çekirdek infilak eder. Bu reaksiyon neticesinde oluşan enerjiden beş ilâ on milyon (elektron-volt) hızında dönen nötronlar meydana gelir. İşte فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا ’da buna işaret vardır.

5. Bulut-Rüzgâr-Aşılama ve Yağmur

Hava, sıcaklığı nispetinde nem, rutubet yutar. Sıcak hava, sıcak bir kata dokunduğu zaman hiçbir engel tanımadan havayı geçiriverir. Havanın yoğunluğu sıcaklık ile ters orantılıdır. Yani hava, ısıtıldığı zaman çevresindeki havaya nispeten biraz daha hafif hâle gelir ve yukarıya doğru yükselir. Atmosfere doğru yükseldikçe genişleme imkânı bulduğu bir ortama gelince de genişleyiverir. Genişlemesi için, enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjiyi, kendi sıcaklığını vererek sağlar ve durmadan bu kanun altında yukarıya doğru yükselir. Bir taraftan da genişler, genişledikçe enerji sarfeder. Yani, sıcaklığından kaybeder, kaybettikçe yukarıya doğru çıkar ve çiy noktasına varır.

Şayet yukarıda hava istikrarlı değilse, daha yukarılara çıkar. Uçaktan bakıldığında dağ şeklindeki bulutların görünüşü ne de güzeldir. Atılmış pamuk yığınları gibidir bunlar. Eğer bulut bir yerde karar kılıp yerleşirse, inişi çıkışı biterse, yağmur yağacak, fırtına kopacak demektir.

Bazen sıkışma ve tazyik sebebi ile sıcak hava çok daha yukarılara da çıkar; bir örs, bir tepe şeklini alır. Orada daha fazla bir sıkışma vardır.

Hicr sûresinin 22. âyeti ile Nûr sûresi 43. âyeti omuz omuza bu hakikati bize şöyle anlatıyorlar:

وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık.”11

Rüzgârların birçok vazifeleri varsa da, âyette bu vazifelerden ikisine parmak basılıyor.

Bitkilerin aşılanması böceklerle ve daha başka yollarla olduğu gibi, bir kısmı da rüzgârlar vasıtasıyla olur. Allah, “Rüzgârları Biz, bu aşılama işini yapsınlar diye gönderdik.” buyuruyor. Rüzgârlar tarafından aşılanma işi epey zamandan beri bilinen bir işti. Bugüne kadar bilinmeyen bir husus var ki, âyetin başı onu gösteriyor.

Âyetin başı, söz konusu aşılamadan otların, ağaçların aşılanmasını anlamaya pek müsait değildir. Çünkü: فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً “Sonra semadan yağmuru indirdik.” diyor. Ottan, otun aşılanmasından bahsederken, semadan yağmurun inmesini ele alması, anlatması, Kur’ân gibi üslûbunda açıklık, canlılık, çekicilik olan bir ifade harikasıyla bağdaştırılamaz. Öyle ise otların, ağaçların aşılanmasının yanıbaşında başka bir aşılanmadan daha bahsediyor. Bu aşılanma neticesinde yağmur meydana geliyor. Bu, tamamen ayrı bir meseledir.

Nûr sûresinin 43. âyeti bu hususun ayrı bir buudunu biraz daha açık olarak anlatıyor:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللّٰهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ

“Görmedin mi Allah, bulutları sürer, sonra onların arasını birleştirir, sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır), arasından yağmurun çıktığını görürsün. Gökten, oradaki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan bir dolu indirir.”12

Görmedin mi Allah, nasıl parça parça bulutları sevk eder!” Bulutların meydana gelmesindeki seyri takip ettiyseniz يُزْجِي tabirindeki “tatlılıkla itme”yi anlayacaksınız. يُزْجِي سَحَابًا “Allah parça parça bulutları sevk ediverir.”; ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ “Sonra o bulutların arasını telif eder.”

Telif etme, birbirine zıt iki şeyi anlaştırma, uzlaştırma, bir araya getirme demektir. ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًاSonra birleri bir araya getirir, müterâkim (üst üste yığılmış) bulutları yaratır.” مُتَرَاكِمًا de demiyor, رُكَامًا diyor.

Gökteki yağmur bulutları ayrı ayrı iken, her birisi aynı elektrik yüklü olup birbirini çekmez. Rüzgârlarla bu aşılama yapıldığında bir araya gelir ve sonra “rükâm” (yığın) olurlar. Öyle bir “rükâm” ki, bir araya gelişte, sanki ayrı değilmiş de bir bütünmüş gibi yekpâre bir mahiyet arz ederler. فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ Derken, o üst üste yığılmış bulutların boşluklarından, çiy noktasının ötesinden yağmur damlayıverir. وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ Ama dolunun hâli başkadır. O yağmurun düştüğü yerden düşmez.

Arapça’da “cebel, cibâl” kelimesi dağ mânâsına geldiği gibi, çok defa istiârelerde, temsillerde çok çetin, zorlu, alabildiğine tazyikli şeyler hakkında da kullanılır. Esasen, Türkçemizde de bir insan hakkında “dağ gibi” dediğimiz zaman yıkılmaz, yenilmez, güçlü, kuvvetli dayanıklı mânâlarını kastederiz.

Doluya gelince, dolu; bulutların üstünde dağ tepeleri şeklindeki, tazyikin son safhada bulunduğu yerde meydana gelir. Şöyle ki; yağmur damlaları orada tereddüt içinde kalır, tazyikten aşağıya inemez. Soğuk tabakada kaldığı için de donuverir. Hatta çok defa, o soğuk tabakadaki tereddüdü aşağıya ininceye kadar onu büyültüverir.

Kur’ân-ı Kerim, bu âyetleriyle çok açık olarak yağmurun düştüğü yerin ayrı, dolunun düştüğü yerin ayrı olduğunu anlatıyor. Ve iki âyetin ruhunda bize anlatılmak istenen şudur: “Biz rüzgârları, pozitif ve negatif yüklü bulutların arasını bulmak, onları birbirine aşılamak için gönderdik.” Eğer gökteki yağmur taneleri hepsi ayrı elektrik yüklü olarak kalsalar, hiçbir zaman yağmur yağmayacaktır. İsterse bu yağmur damlalarındaki (+) (-) meselesi, isterse bulutlardaki (+) (-) meselesi olsun bu, ancak Allah’ın telifiyle olur. فَأَنْزَلْنَا kelimesindeki ف sebebiyet içindir. “Bu sebeple semadan yağmur indiriverdik.” Demek ki bu telif olmasaydı; rüzgâr yağmur tanelerini bir araya getirmeseydi, yağmur yağmayacaktı.

6. Semanın Genişletilmesi

Başka bir âyet ve başka bir mevzu:

وَالسَّمَۤاءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ

“Semayı azametle Biz kurduk ve onu genişletiyoruz.”13

Arapça’da fiil cümleleri yenilenme, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ bir isim cümlesidir ve mânâ itibarıyla, üç zamandan birine has olmayıp süreklilik ifade eder. Yani, “Eskiden genişlettik, bıraktık.”, “Şu anda genişletiyoruz.”, “İleride genişleteceğiz.” gibi mânâlara değil de, “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” mânâsına gelir.

En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip (orantılı) hızlarla uzaklaştıklarını 1922’de astronom Hubble bildirmişti. Ona göre, bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir nebülöz, bizden senede yüz altmış sekiz kilometrelik bir hızla; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmaktadır. Bu da, Belçikalı matematik âlimi, rahip Lemaitre’nin iddia ettiği gibi, kâinatın genişleme (expansion) hâlinde olduğuna delâlet eder.

İlim çevrelerinde ağırlığını devam ettiren “mekân genişlemesi”ni 1400 sene evvel Kur’ân-ı Kerim ifade etmiştir.

Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakikat karşısında Kur’ân’a “senin taleben oldum” deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.

7. Dünya’nın Küre Şeklinde Var Edilmesi

Bir diğer âyet ve diğer mevzu:

يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى الَّيْلِ…

“Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine doluyor.”14

Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arapça’da تَكْوِيرٌ kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet; “Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sarıyor.” demektir. Böylece تَكْوِيرٌ kelimesiyle, yeryüzünün yuvarlaklığına apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan, Nâziât sûresinin 30. âyetinde bu mesele, kelimenin kökü itibarıyla daha açık anlatılmaktadır: وَالْاَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَا “(Allah) gökleri nizama, intizama koyduktan sonra, yeri de deve kuşu yumurtası hâline getirdi.”

Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Tevil ve tefsire girmeden çok açık bir şekilde Kur’ân’ın bu hakikatini de hafızada tutmakta yarar var.

8. Göklerin ve Yerin Birbirinden Ayrılması

Bir diğer âyet:

أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا

Kâfirler görmüyorlar mı, gök ve yer bir bütündü de Biz onları ayırıverdik.”15

Fezada birçok sehabiyeler (Nebuleuse) vardır. Hafif bir su gibi şekli olmayanlardan alın da, yuvarlağımsı olan, sonra yassı ve geniş bir çapta, daha sonra da helezonik şekilde olanlarına kadar bir sürüsü önümüze serilmiş durumdadır.

Cenâb-ı Hak, her biri birer kehkeşan (Samanyolu) gibi muazzam nebülözlerden yıldız kümeleri yarattığı gibi, bunlardan da bir Güneş Sistemi meydana getirir.

Bizim sistemimiz de, belki buhardan bir nebülöz idi; gitgide Allah’ın iradesiyle sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü ve dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü ani’l-merkez (merkezkaç) kuvveti altında ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Cenâb-ı Hak, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında, hem de kendi etrafında döndürmeye başlattı. أَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا cümlesindeki رَتْقًا kelimesinin ruhunda “Mâyi hâlinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir madde” gibi mânâlar vardır. “Gök ve yer, mâyi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü.” derken فَفَتَقْنَاهُمَا “Biz onları fetkettik, açıverdik, parçaladık, onları bölüverdik.” diyor. فَتَقَ kelimesinde şu da vardır: Esasen gök kupkuru yağmursuz, yer de kupkuru otsuzdu. Allah gök ve yer arasında münasebet temin ve tesis etti. Yerde ot bitirip canlıların yaşamasına müsait hâle getirdi.

Kâfir; vicdanına karşı yalan söyleyen, fıtratındaki kabiliyet ve istidatları körelten ve kalbiyle ters düşen insan demektir.

Kur’ân-ı Kerim, كَفَرُوا (kâfirler) sözüyle elbetteki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören, çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kasdetmiyordu. O günün insanına, “Gökler ve yerler bir bütündü, sonra Biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık.” ifadesi, esasen bir şey anlatmaz. Yani, o günün insanı bu ifadelerden günümüz insanının anladığı ölçüde bir şey anlayamaz. Buradaki “kâfir” sözü, o devrin kâfirlerinden ziyade hakikatlere göz yuman, bugünün kâfirine bakmaktadır.

9. Her şeyin Sudan Yaratılması

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ

“Sonra Biz, bütün canlıların hepsini sudan hay (canlı) kılıverdik.”16

En küçük bir hücreden, onun protein dizilerinden ve en büyük Kaliforniya çamına kadar hepsinin vücudunda en mühim unsur, sudur. Su olmadan hayatı düşünmeye imkân yoktur. Hz. Hayy u Kayyûm’un emriyle hayat, suların kenarında meydana gelmiştir ve büyük ölçüde sularda devam edegelmiştir.

Kısaca da olsa, yukarıda bahsini ettiğimiz meseleler şu hakikati teyit ediyor ki: Allah kâinatı konuşturuyor ve konuşan kâinata da Kur’ân’ı tercüman yapıyor.

b. Kur’ân, Esmâ-i İlâhiye Hazinelerinin Anahtarıdır

Âyât-ı tekvîniyeyi dile getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, âyât-ı tekvîniyeye tercüman olduğu gibi bütün göklerde, yerde, zeminde, insanın nefsinde gizli Esmâ-i İlâhiyeyi de ortaya çıkarıyor. Nerede hangi isim tecellî hâlindedir? Hangi isim nerede dalga dalgadır? İnsan hangi isme, toprak hangi isme dayanmaktadır? Kâinattaki bütün hâdiselerin arkasında neler vardır? İşte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, tercüman olarak bunları keşfedip ortaya çıkarmaktadır. Eğer yeryüzünde her şeyi bilen, ilim sahibi birisinin hükmü mevcut ise; her yerde bir temizlik varsa; muammasını çözemediğimiz bir hayat ve her şeyin yoktan var olması apaçık ortada ise, bunları birer isimle Kur’ân bize anlatmaktadır:

هُوَ اللّٰهُ الَّذِي لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ

“O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur, görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahmân ve Rahîm’dir.”17

Bizim gaybla ve şehadetle, yani bilinen ve bilinmeyenle, görülen ve görülmeyenle, sezilen ve sezilmeyenle alâkalı taraflarımız var. Ancak bu her iki tarafımızı da bilen birisi bizi burada durdurur. هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ Rızka, Allah’ın bakıp görmesine, nimetleriyle beslemesine muhtaç nice kimseler vardır ki onlar, Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle beslenmektedir. Bütün yavruların anne karnında beslenmesinde, otların sert yer tabakasını yarmasında, bir kısım köklerin toprağı delip aşağıya doğru gitmesinde Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetini görüyoruz. Allah’a dayanan her şey, en sert ve en kesif şeyleri şâk şâk ederek “Allah” deyip yoluna devam ediyor. İşte bu şeyleri bir bir bize Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan anlatıyor: هُوَ اللّٰهُ الَّذِي لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ “O öyle Allah’tır ki, eşi menendi ve ortağı yoktur.”

اَلْمَلِكُ : “Melik O’dur.” Kâinatın zimamı O’nun elindedir.

اَلْقُدُّوسُ : Kâinatta bir nezafet (temizlik) hükümfermâdır. Milyonlarca hayvan ölüsünün ve havadaki gazların kimyevî değişikliğe uğraması, ağaçların insanın çıkardığı, insanların da ağaçların çıkardığı şeyleri yutmaları; denge bozulduğu zaman araya denizin girip aynı şeyi yapması, denizlerin tuzlu olması, gök ve yerin temiz tutulması, Allah’ın “Kuddüs” isminin tecellîleridir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kâinattaki bu temizlik kanununu Allah’ın “Kuddüs” ismine bağlayarak bize anlatıyor.

اَلسَّلَامُ : Kâinatta umumî bir emniyet, bir sükut, bir sükun görüyoruz. Varlıklar arasında görünüşteki bütün boğuşma ve döğüşmelere rağmen, bitkiler hayvanların imdadına, hayvanlar insanın imdadına koşuyor. Ve bu mevkide insan sanki bütün kâinatla sulh imzalamış gibidir. İşte Kur’ân bu muammayı da bize اَلسَّلَامُ ism-i celîliyle anlatıyor. Allah’ın اَلسَّلَامُ ismine dayanan kâinat, selâmet ve emniyet yeri olarak tezahür ediyor.

اَلْمُؤْمِنُ : Allah, umum bu anlaşmalar içinde tam bir emniyet temin etmiş ve herkese bir emniyet vermiştir. Kalblere imanla itminan (oturaklaşma) bahşettiği gibi, insanların arasında da bir emniyet var etmiştir. Herkes birbirine güvenir, dayanır. Bütün kâinatta bu emniyet hükümfermâdır. Meleklerden balıklara, Sidretü’l-Müntehâ’dan yerin derinliklerine kadar, her tarafta bu emniyet hâkimdir. Biz bunu “Mü’min” ismine dayalı olarak görüyoruz; Kur’ân da bunu bize böyle anlatıyor. Evet, kâinattaki hâdiselerin ötesinde hangi isimlerin icraat hâlinde olduğunu Kur’ân’ın tercümanlığı vasıtasıyla öğreniyoruz.

c. Kur’ân, Sıfât-ı İlâhiye’nin Tercümanıdır

Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, sıfatları ve şuunatı hakkında kâfi malumatı yine Kur’ân-ı Kerim’den alıyoruz. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de belki yüzlerce âyet vardır. Hepsini açıklama çok uzun süreceğinden, bir ikisine kısaca temas edelim:

قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌ۝اَللّٰهُ الصَّمَدُ۝لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ۝وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ

“De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. (Her şey varlığını ve bekâsını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur.) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.”18

Yani de ki: Allah birdir. Kimseye muhtaç değil ama âlem O’na muhtaçtır. Nizam O’nun sayesinde ayakta durur. Kâinat O’nun Kayyûmiyetine dayanmaktadır. Eğer O’nun Kayyûmiyeti olmazsa bütün nizam alt üst olur. İnsan her hâliyle O’na muhtaçtır. Muhtaç olduğu şeyler Allah tarafından verilmese, insan söner gider ve yeryüzünde hiçbir şey kalmaz. Allah; ne bir insan evlâdıdır, ne de bir başkası O’nun evlâdıdır. O, ne baba olmuştur, ne de evlât olmuştur. O’nun eşi, ortağı, menendi, dengi de yoktur.

Kur’ân, bu hususu anlatmakla, bize Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki en önemli bir hususu öğretiyor. Eğer öğretmeseydi, Eflâtuncuların saplandıkları gibi “Ruh-u Küllî” akidesine, İşrakiyeciler gibi daha başka yanlış düşüncelere saplanacaktık. Veyahut Hristiyanlar gibi; –hâşâ– Allah’ı (celle celâluhu) Hz. İsa’ya baba, Hz. Meryem’i Allah’a hanım; Hz. İsa’yı Allah’a oğul yapacaktık. Ama Zât-ı Bârî hakkında en sağlam, en sarsılmaz, en köklü akideye biz, yine Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan sayesinde sahip olduk.

d. Kur’ân, Şuunat-ı İlâhiye’nin Tefsiridir

Zâtî şuunatı da en güzel yine Kur’ân anlatıyor. Şöyle ki:

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاۤءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاۤءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَۤاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَۤاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ۝تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّمِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَۤاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

“De ki: Allahım, mülkün Sahibi Sensin. Mülk, Senin elindedir. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Bütün hayır Senin elindedir, Sen, her şeye kadîrsin. Geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye sokarsın, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini sonsuz nimetlerinle perverde edersin.”19

İşte bu akla hayale gelmedik tasarrufatı, Kur’ân-ı Kerim bize Şuunat-ı Zâtiye-i İlâhiye olarak anlatır. Kur’ân anlatmasaydı, biz bunu bilemezdik.

e. Kur’ân, Ahiret Âlemlerinin Mukaddes Haritasıdır

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, ahiretin haritasını insanların nazarına arz etmekte de eşşiz, nadide bir kitaptır. Ahiret safhaları sahifeler hâlinde insanların nazarına o kadar yerinde, o kadar çekici ve öyle rikkat verici arz edilir ki, bunların hepsini burada sıralamaya imkân yoktur.

Başlara çarpacak o büyük belâ gelip çattığı ânı anlatan el-Hâkka sûresi, اَلْحَۤاقَّةُ۝مَا الْحَۤاقَّةُ diyerek kıyamet mûsıkîsiyle kulakları çınlatarak başlar, insanı elinden tutar ve kıyametin kopacağı âna götürür. Sonra dağları hallaç pamuğu gibi attırır ve insanı da âdeta onlara baktırır. Sonra insanı haşreder, mizan ve teraziyi koyar, iyilikleri ve kötülükleri tartar, sonra da kimin iyilikleri üstün gelirse, onun Cennet gibi bir hayata mazhar edileceğini müjde eder ve kimin de günahları ağır basarsa onun da Cehennem’e atılacağını ifade eder. Bunu insanın gözü önünde öyle tablolaştırır ki, daha bunun üstünde tablo olamaz: يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنْكُمْ خَافِيَةٌ “O gün, (Allah’a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır (Allah’a) gizli kalmaz.”20 dediği zaman, insanın, başkalarından gizlemeye çalıştığı her şeyi onun nazarına arz eder ve yaptıkları karşısında onu mahcup ve utanacak bir hâle getirir. Bu, aynı zamanda, insanın böyle bir hâle düşmemesi için tedarikli olmasını temine sevk demektir.

Bütün hayatını boş geçirmiş ve amel defterine hiçbir şey kaydetmemiş bir insanın, o gün amel defteri soldan ve salih amel işlemiş, defterini sağlam tutmuş bir insanın defteri ise o gün sağdan verilir. فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَۤاؤُمُ اقْرَؤُا كِتَابِيَهْ “O gün defteri sağdan verildiğinde, gelin işte bu kitabı okuyun.”21 diyecek insanın sevinci ancak böyle ifade edilebilir. Defterini solundan veya arkasından alana gelince, o da kitabını eline aldığı zaman: “Ah keşke bu kitap verilmeseydi de, içinde olanları bilmeseydim; zaten malımın mülkümün de bana hiçbir faydası olmadı.”22 diye feryat edecektir. Ancak, bu temenni ve kuruntuların hiçbir faydası olmayacaktır. Kur’ân-ı Kerim ve bilhassa bu sûre bu hususu öyle tablolaştırır ki üstünde başka tablo olamaz.

f. Kur’ân, Bir Şeriat Kitabıdır

Evet, dinin hükümlerini bildirmesi, helâl ve haram olan hususları açık açık zikretmesi, aile, cemiyet, devlet ve bütün bunları meydana getiren ferde ait hukuk sistemini ele alıp tahlil etmesiyle, Kur’ân-ı Kerim bir şeriat kitabıdır.

g. Kur’ân, Bir Hikmet Kitabıdır

Varlık hakikatini ve eşyanın birbiriyle olan münasebetini anlatmayan hiçbir düşünür ve filozof yoktur. Felsefe, ilk filozoftan son filozofa kadar bu mevzuun işleniş ve ele alınışıyla doludur. Ancak bu hakikati onların ele alıp anlatışıyla, Kur’ân’ın izahı ve açıklayışı arasında yer-gök farkı vardır. Fark vardır; zira Kur’ân, varlığı yaratan ve eşya arasında münasebeti tesis ve temin eden Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır. Diğerleri meseleyi hipotez ve teorilerle anlatırken, Kur’ân kat’î ve kesin bir hüküm ve üslûpla anlatmıştır. Dolayısıyla evvelkilerde, insan zihnini karmakarışık hâle getirecek birçok zıtlıklar varken, Kur’ân böyle bir zaaftan müberra bulunmaktadır.

h. Kur’ân, Allah’a Kulluk Kitabıdır

İnsan, Kur’ân sayesinde en yüce kulluk anlayışına yükselir. Kur’ân’a dayanmayan bir kulluk anlayışı bâtıldır. Yogi, dilini gırtlağına sokar, altı ay mezar gibi bir yere girer ve yemeden içmeden durur; Hristiyan mistikleri de ruhbanlık havası içinde manastıra kapanır, insanlardan alâkalarını keser ve bu uğurda türlü türlü fedakârlıklara katlanırlar. Ancak, bütün bunların Allah nazarında önem ve kıymeti yoktur. Allah, Kur’ân’ında, insanlık hakikatini ve ortak kâinat realitesini insanın ruhuna, bedenine, fikirlerine ve hislerine uygun şekilde takdim etmiştir. Demek oluyor ki, insanın iradesi ve iradesine dayalı davranışları, Kur’ân’ın gösterdiği yönde olursa bir mânâ ve önem kazanır.

i. Kur’ân, Bir Dua Kitabıdır

Başkalarının bize öğrettiği dua yerine Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’la, ellerimizi Uluların Ulusu’na kaldırdığımız zaman, O’nu konuşturmuş, yine O’nun beyanıyla isteklerimizi O’ndan istemiş olacağız. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’ndan istediğini O’nun diliyle istiyordu. İşte Kur’ân böyle bir dua kitabıdır. Duada dahi Kur’ân’ın eşi-menendi yoktur.

j. Kur’ân, Arş-ı A’zam’dan Gelen Bir Kitab-ı Mukaddestir

Çeşitli arşlar vardır. Meselâ: Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin bir arşı vardır. Âdeta Rahmâniyet ve Rahîmiyet taht üzerinde oturmuş, muhtaç herkese şefkat etmektedir. Rızkın bir arşı vardır. Sanki “Rezzak” ismi o arş üzerinde durmakta, rızka muhtaç olanların imdadına koşmaktadır. Hâlık’ın bir arşı vardır ve “Hâlık” ismi orada yaratma işini yapmaktadır. Bunun gibi, herbir ismin bir arşı vardır. Fakat nasıl isimler muhtelif hâdiselerin arkasında duruyor ve nasıl biz isimlere tutunmak suretiyle ismin sahibine gidiyoruz; öyle de, bu isimlerin arşlarıyla isimlerin sahibinin arşına yükseliyor ve ona “Arş-ı A’zam” diyoruz.

Bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın a’zam –en üstün, en büyük– mertebesinden gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Allah’ın en üstün kelâmı olup, en mükemmel topluluğa, En Mükemmel İnsan’ın şahsında tebliğ edilmiştir. O, Arş-ı A’zam’dan geldiği, her ismin a’zam mertebesinden alındığı için “Kelâmullah” unvanı tam bir hak etmişlikle Kur’ân’a verilmekte ve “Allah Kelâmı” dendiği zaman, sadece ve sadece Kur’ân anlaşılmaktadır.

1 Fussilet sûresi, 41/53.

2 Âl-i İmrân sûresi, 3/190.

3 Nahl sûresi, 16/66.

4 En’âm sûresi, 6/125.

5 Zâriyât sûresi, 51/49.

6 Yâsîn sûresi, 36/36.

7 Sebe sûresi, 34/3.

8 Zâriyât sûresi, 51/1.

9 Zâriyât sûresi, 51/2.

10 Zâriyât sûresi, 51/3.

11 Hicr sûresi, 15/22.

12 Nûr sûresi, 24/43.

13 Zâriyât sûresi, 51/47.

14 Zümer sûresi, 39/5.

15 Enbiyâ sûresi, 21/30.

16 Enbiyâ sûresi, 21/30.

17 Haşir sûresi, 59/22.

18 İhlâs sûresi, 112/1-4.

19 Âl-i İmrân sûresi, 3/26-27.

20 Hâkka sûresi, 69/18.

21 Hâkka sûresi, 69/19.

22 Hâkka sûresi, 69/25.

-+=
Scroll to Top