F. “MÂLİKİ YEVMİ’D-DÎN” ÂYETİ

Kur’ân-ı Kerim’in üslûbundaki insicama bakın ki, “er-Rahmâni’r-Rahîm”de gizli bir remiz ve işaretle anlattığı biz insanların mesuliyetini, bu âyette gayet açık olarak dile getirmekle, bir evvelki âyetin gizli kalan yönünü hemen bir âyet sonra tefsir ve izah ediyor.

O, Allah’tır. Âlemlerin Rabbi’dir. Rahmân ve Rahîm’dir. Size verdiği iradenin karşılığını verecektir. Çünkü O, Din Günü’nün tek ve yekta Sahibidir. يَوْمِ الدِّينِ “Ceza günü” demektir. Ancak buradaki “ceza” Türkçe’de anladığımız mânâda değildir. Zira biz cezayı daima ikâb mânâsında kullanırız. Hâlbuki ahiret hem mükâfatın hem de ikâbın, yani bizde kullanıldığı mânâsıyla cezanın olduğu bir gündür. Öyleyse ceza günü, iyi ve kötünün karşılığını gördüğü bir gün demektir.

Din Günü: Ceza, hesap, itaat ve kahır günü mânâlarına gelir. Ancak umumî mânâda Din Günü, hak din olan İslâm’ın zuhur edeceği gün demektir. Ceza ve mükâfat denince, akla kıyamet gelir. O takdirde, Din Günü’yle kıyamet kasdolunmuş olur. O gün sûra üflenecek, haşr ve neşr olacak ve amel defterleri sahiplerine teslim edilecektir. Ardından iyiler iyiliklerinin mükâfatını, kötüler de kötülüklerinin cezasını göreceklerdir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, insanlara, imanın bütün erkânını hemen bu bir iki âyet içinde ima ve işaret ediyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ۝اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ derken Rabbü’l-âlemîn olan Allah’ı ve o Allah’a karşı kulluk vazifesi olan hamd ve senâyı, Rahmân ve Rahîm isimleriyle Kur’ân-ı Kerim’in zuhurunu, Nebi’nin gönderilişini ve hemen bu lütufların arkasından da “haşr u neşr”i hatırlatıyor. Böyle bir âhenk ve sistem içinde birbirini gerektiren imanın erkânını nazara veriyor ve insanı hizaya gelmeye davet ediyor.

Allah var, kulluk yapacaksın. O Rahmân ve Rahîm’dir. Peygamber göndermiş, kitap indirmiş ve sana yolunu göstermiştir. Öyle ise Allah’ın hem kahırla hem rahmetle tecellî edeceği, zalimin cezalandırılıp mazlumun mükâfatlandırılacağı, merhamete muhtaç olanın merhamete mazhar ve bu hakkı kaybedenin gazaba uğrayacağı bir ceza günü mutlaka gelecektir. Burada rahmetin cilvesi olarak dalgalanan bütün nimetler kesintiye uğrasa dahi, numune olarak gösterdiği bu şeyler öteki âlemde, hem Rabbü’l-âlemîn hem de Rahmân ve Rahîm’in gereği olarak devam edecektir. Firavunlar, şeddatlar, zalimler ve mâlikiyet iddiasında bulunanlar o gün yakayı ele verecek, burada Rabbinin emirlerine râm olan kimseler ise o Din Günü’nün Mâliki’nin huzurunda emn ü eman içinde Dârü’s-Selâm’a dahil olacaklardır.

Hadis-i kudsîde: لَا أَجْمَعُ بَيْنَ أَمْنَيْنِ وَلَا أَجْمَعُ بَيْنَ خَوْفَيْنِ “İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada vermem.”1 diyen Allah Teâlâ’nın, iki korkuyu bir arada vermediğini, mü’minler o gün orada mutlaka görecek, kâfirler de, iki emniyetin bir arada olmadığını müşâhede edeceklerdir. İşte bu muadele ve muvazene içinde iman esaslarına baktığımız zaman, insan ruhuna ve insan fıtratına ne kadar mülâyim ve iman rükünlerinin nasıl birbirini gerektirdiğini müşâhede etmiş oluyoruz.

a. Kıyamet: Her Şeyin Ayağa Kalktığı Gün

Kıyamet günü, her şeyin ayağa kalktığı gün. İnsan da o gün kıyam edecek. İnsanın ameli, hissiyatı, yığın yığın meydana getirdiği mânâlar; hamd ü senâsı, tuğyan ve dalâleti, küfr ü küfranı, şükr ü şükranı, Allah’a karşı senâsı hep kıyam edecektir. Her şeyin kıyam ettiği o gün Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de açık saltanatıyla kıyam edecektir. Kıyam edeceğini ifade için Kur’ân-ı Kerim: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ diyor. Hâlbuki O, dünyanın da Mâlik’idir. Acaba niye sadece “Ahiretin Mâlik’i” diyor? Çünkü o gün herkes Rabbinin, Mâlik’inin, Hâlık’ının kim olduğunu apaçık görecektir. Onun için مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ diyor.

Bir de burada “yevm” kelimesini zikrediyor. Yevm, gün demektir. İnsan ömrünün bir günü, cemaat ve milletlerin ömrünün de bir günü vardır. Bir gün de vardır ki, o da dünyanın ömrünün günüdür. Ve bir gün daha vardır ki, tam dünya gününe mukabil, ahiret günüdür. Bugün dünya, yarın ahiret derken bu iki günü kasdetmiş oluruz; dünya bir gün, ahiret de bir gündür. Yüce Allah’ın şu muhteşem saltanatında, dünya ve ahiret sadece iki gündür. Bütün zamanlar ona nispeten bir ân-ı seyyale gibidir, gelir geçer. Fakat Allah’ın üzerinden zaman geçmez.

O,

“Yemez içmez zaman geçmez Berîdir cümleden Allah.”

hakikatiyle anlatılmaktadır. Evet, beşer kendi gününü tamamladığı zaman bugünün hesabını o gün verecektir. Dünya da gününü tamamladıktan sonra orada lâyık olduğu mevkii kazanacak ve bütün zerreleriyle bâkî âlemin binasında kullanılacak ve Cennet’in bir köşe taşı olacaktır. Sen ve senin dünyan, sen ve senin milletinin dünyası, sen ve bütün mahlukatın dünyası, umumî ve hususî dünyaların birer günleri vardır. Fakat bütün bu günlerin özü ve neticesi: يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ2 âyetiyle ifade edilen o günde, Allah’ın lütfu ve kahrı olarak senin önüne dökülecektir. İşte, o güne “Din Günü” diyoruz.

b. Din Günü: Dinin Zuhur Edeceği Gün

Din Günü’nün bir mânâsı da dinin zuhur edeceği gündür. Biz esas olarak Allah’a, meleklere, haşre, kitaplara, peygamberlere, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıyoruz. Namaza, oruca, hacca, zekâta itikat ediyoruz. İşte bütün bu inandıklarımız orada mânâ ve mahiyetleriyle zuhur edecektir. Allah’ı, şefaat dilemek ve dilenmek üzere Nebi’yi, saf saf olmuş ve çepeçevre ehl-i dalâleti sarmış hâlde melekleri ve meleklerin inişiyle göklerin şak şak olup titrediğini ve o dinin tamamıyla zuhur ettiği o günü, kader kalemlerinin yazdıklarını; kaderimizi, namazımızı, kalbî duygu ve duyuşlarımızı, orucumuzu, aç durmamızı ve ağzımızın kokusunu hatta bunun ne mânâ ne mahiyet aldığını, Allah’ın ondan nasıl hoşnut olduğunu, kısacası ahiret âlemine ait anlatılan bütün tabloları görecek ve müşâhede edeceğiz.

Evet, o gün, âyet ve hadislerle ifade edilen hakikatlerin en küçüğünden en büyük hakikat olan ulûhiyet hakikatine kadar din, bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır.

c. Din ve Diyanet

Din bir vaz’-ı ilâhîdir; Allah’ın tespit buyurduğu bir sistem, bir nizamdır. Buraya lâhut âleminden gelmiştir. Aslı, mânâ ve mahiyeti oradadır. Burada insan hayatında zuhur ettiği gibi orada da edecektir: اَلدِّينُ وَضْعٌ إِلٰهِيٌّ سَائِقٌ لِذَويِ الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمُ الْمَحْمُودَةِ إِلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ “Din bir vaz’-ı ilâhîdir. İnsanları kendi ihtiyar ve iradeleriyle bizzat hayra sevk eder.” Din Allah kanunudur. Dinin bir adı Şeriat, diğer bir adı da İslâm’dır. “Din-Şeriat-İslâm” Allah tarafından konulmuş bir kanunlar mecmuasıdır. Din, insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla hayra sevk eder ve iradeyi elden almaz. İnsan, cansız varlıkların kendilerine has hayat tarzına mahkûm edildikleri gibi fıtratın hudutlarına hapsedilmemiştir. Ayrıca irade ve ihtiyar verilmekle o, hayrı ve şerri seçme mevzuunda serbest bırakılmıştır. Dolayısıyla dini tarif ederken, insanı kendi ihtiyarıyla, yani kendi seçim ve tercihiyle bizzat hayra sevk eden diyoruz.

Dikkat edilecek olursa zatında biz, dini hayra sevk eder görüyoruz. Ve o din hayra sevk edecek, vaad ettiği neticeleri bize kazandıracak bütün hissiyatımızla beraber aklî, kalbî arzu ve emellerimize göre verilmesi gerekeni vererek bizi tatmin edecek bir zâtın elinde olmalıdır ki, ona din denebilsin.

Bu itibarladır ki, beşeri, “vicdan” ile idare etmeyi düşünenler, onun karşısına vicdanlar sayısınca yollar çıkardıkları için onu irşad, hidayet ve bir yola sevk etme yerine yanlış yollara götürmüşlerdir. “Akıl, her meseleyi halleder.” diyen rasyonalistler, kalbi ve ruhu anlamayıp, insana tam nüfuz edemeden, sırf akılla yola çıktıklarından dolayı onlar da yolda kalmış ve hiçbir meseleyi halledememişlerdir. Aslında akıl, sadece vaz’-ı ilâhî olan dini anlamak için bir alettir. Akıl, dini ve Allah’ın kanunlarını anlayarak dinin ruhundaki diyanete ulaşacaktır. Vaz’-ı ilâhî olan din ise beşere her yönüyle cevap vermektedir. Beşer, akıl ve iradî davranışlarıyla, yani kesbiyle diyaneti kazanmakla sorumlu tutulmuştur. Zaten diyaneti olmayan bir dinin ve dini olmayan bir diyanetin yaşamaya da hakları yoktur. Din ve diyanet çok büyük bir hakikatin iki yüzüdür. Din bir vaz’-ı ilâhîdir, yani Allah’ın kanunu ve şeriatıdır. Onu hayata hayat edinmeye gelince, o da beşerin kesbidir ki, buna da “diyanet” denir.

Fert, dini, hayatına hayat yaptığı ve dinin prensip ve düsturlarını hayatına gaye edindiği nispette diyanet sahibi olur. Ve bütün bunları yaparken de, yaptığı şeylerin hakkaniyet ve doğruluğuna inanır. Sadece ve sadece Mevlâ’nın rızasını ve hoşnutluğunu dikkate alır ve gaye edinirse, din adına yapılan şeylerin hiçbirisi yok olmaz: فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ Kim zerre miktar hayır yapsa mükâfatını, kim de zerre miktar kötülük yapsa cezasını görecektir.”3 Bununla beraber insanın, yaptığı şeylerin hemen arkasından bir menfaat beklemesi gayr-i samimî olduğuna delâlet edeceğinden onun ihlâssızlığına hükmedilir ve ihlâssız olduğu için de dergâh-ı nezd-i Ulûhiyet’te hüsnü kabul görmez, ibadeti yüzüne çarpılır. Ubûdiyetin, yani Allah’a kul ve diyanet sahibi olmanın yegâne hedef ve gereği Allah’ın emridir. Yani insan, Allah emrettiği için dindar ve diyanet sahibi olur.

Neticede Allah’ın rızasını düşünür, başkaca bir menfaat beklemez. Sırf Allah’ın rızasını düşündüğü bu yolda yaptığı şeylerin neticesini ahirette Allah’ın lütfundan bekler. Bu itibarla denebilir ki din, Allah’ın emrettiğini yine O’nun rızasını kazanmak için yapma ve neticeyi de Allah’tan beklemenin unvanıdır.

d. “Mâlik” Kelimesi

“Mâlik” kelimesinde melik ve mâlik olmak üzere iki okunuş vardır. “Melik”, “Mülk” kelimesinden, “Mâlik” de “Milk” kelimesinden türemiştir. Melik, devlet reisi, devlet idarecisi, tedbir ve hazırlık yapan, devleti yürütüp yöneten ve idare eden zât demektir. Bu kelimenin kendinden türediği kök “Mülk”tür. Bir melik varsa muhakkak onun bir mülkü ve memleketi vardır. Şeriatta buna “dâr”, Müslüman olan bir melikin hâkim olduğu bir memlekete de Dârü’l-İslâm denir. “Milk”e gelince o, geçimlik ve mal gibi şeylere denir. Mülkün sahibine de “Mâlik” denir.

Allah (celle celâluhu) bir tek âyet içinde hem “melik”i hem de “mâlik”i zikretmektedir. Zira melik olmazsa, ne mâlik, ne milk, ne de mülk olur. İlk defa bir melik olacak, devletini, milletini düzene ve nizama sokacak ve belirli hakları bir kısım fertlere taksim ve tayin edecek, herkes kendisine tayin edilen haklara sahip çıkarak sahip çıktığı hakkın mâliki olacak… Devlet reisi o mülkün mâliki olmakla beraber aynı zamanda meliktir. Herkes de kendi hissesine düşen şeyin sahibi mânâsına mâliktir.

Burada çok ince bir hususa dikkat edilmelidir. Allah bu âyetinde, kendisini yeryüzünde temsil edecek olan insanın kuracağı devlet sistemini ve bu sistemin esaslarını da tespit ediyor. Aslında devletleşme de, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara emaneten verdiği meliklik ve mâliklik (sahiplik) mânâlarıyla Mâlikiyet unvanının bir tezahüründen ibarettir.

Eğer devlet sadece mâliklik esasına dayandırılırsa bundan liberalizm devlet anlayışı doğar. Bu sistemde sadece esas olan fert ve ferde ait olan haklardır.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği ve bu âyetiyle işaret buyurduğu devlet sisteminde bir taraftan mâlikiyet, diğer taraftan da melikiyet nazara verilmekte ve devletin bu iki esasa oturtulması tavsiye edilmektedir.

Sadece devletçiliğin esas alındığı yerde fertlerin hakkı gasbedilir. Ancak üst kademede bulunan birkaç kişi mesut ve bahtiyar, onların dışında devleti meydana getiren diğer organlar felç ve perişan olur. Sadece fertlerin esas alındığı sistemde de devlet meflûç hâle gelir. Zira böyle bir toplumda netice itibarıyla adem-i merkeziyetçiliğe gidildiğinden devlet, uzuvları birbirinden koparılmış bünyeden farksızdır. Hâlbuki ideal bir devletin hem meliki hem de mâliki olmalıdır ki, hem idare eden hem de idare edilenlere gereken haklar ancak bu devletçilik anlayışıyla verilebilir.

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “Din Günü’nün mâliki Allah’tır.” Allah (celle celâluhu) bu ifadeyle, bir taraftan bize kendi mâlikiyetinin bir gölgesi olarak bahşettiği mülk edinme duygusundan ve insana bahşettiği devletleşme salâhiyetinden ve bu devletin esas ve umdelerinden bahsederken, diğer taraftan da ayrı bir hususa dikkatlerimizi çekiyor ve âdeta bizlere şöyle diyor: “Size dünyada nisbî bir mâlikiyet veriliyor. Ancak, ahirette mülk tamamen Allah’a ait olacaktır. Öyle ise fâni ve geçici olan mâlikiyetinizi ebedî ve daimî kılabilmenin yollarını araştırınız.”

Mülk Allah’ındır ve O’nun mirasçısı da Allah’ın salih kullarıdır. İslâm dininde mürtedin hayat hakkı olmadığı gibi miras hakkı da yoktur.

Ferdî hukukta bu böyle olduğu gibi, millet ve devletler hukukunda da böyledir. Onun için İslâm, yeryüzünde Allah’ın dini herkese ulaşıncaya kadar i’lâ-yı kelimetullahı farz kılmıştır.

Ayrıca, mâlikiyet ve melikiyet esasları üzerine oturtulmuş bir devlet anlayışında, ne ferdin ne de devletin hukukları zayi olur. Tamamen adem-i merkeziyet zararlı olduğu gibi, tekelci bir devlet anlayışı da zararlıdır.

Allah’ın halifesi olan insan, yeryüzündeki tasarrufunu O’nu temsilen yapar. Allah adına yapılan bu tasarrufta adalet ve nizam vardır.

e. Din Günü’nün Yegâne Sahibi Allah’tır

Bu âyetten anlaşılacak diğer bir mânâ da şudur:

Din Günü’nün sahibi Allah’tır. Öyleyse diğer bütün mâliklerin mâliklikleri izafî ve geçicidir ve onlara atiyye olarak verilmiştir. Sanki bu âyetin işaretiyle Cenâb-ı Hak şöyle ferman etmektedir: “Ey firavunlar, nemrutlar, ey ‘Ben melikim!’ diye ferih-fahur yaşayanlar, şahlar, şehinşahlar! Mülkün ve saltanatın elinizden heba olup gideceği bir gün gelecek.” İşte لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ “Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhar olan Allah’ındır.”4 âyetinin ifade ettiği “hakikat-i uzmânın zuhur edeceği o günün tek ve yekta sahibi Benim.” Binaenaleyh, mülkünüzü idare ederken bir kendi mâlikiyetinize ve mâlikliğinize bakın, bir de “Mâlik-i Yevmiddin”in mâlikiyetine bakın. Siz küçük mülk dairenizde tasarruf yaparken, nazarınızı ara sıra “Mâlik-i Yevmiddin”e çevirirseniz, salâh ve istikamet içinde idare etme hakkını kazanırsınız. Yoksa hayatınız heba, sizler de perişan olursunuz.

Mâlikiyetinize itimat ettiğiniz zaman; mülkünüz bâd-i heva gider. Ama siz mâlikiyetinize güvenmeyin. Allah’ın mâlikiyetine itimat ettiğinizde, mülkünüz, mâlikliğiniz ve melikliğiniz elinizden alındığı o gün, Allah, Rahmân ve Rahîm ismiyle tecellî ederek o mülkü, Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin içine koyacak ve size sona ermez ve sarsılmaz bir saltanat ve bir mülk verecek, sonra da sizleri orada ebedî melikler ve mâlikler yapacaktır.

Allah (celle celâluhu) bu âyetlerle Cemal-i Mutlak ve Kemal-i Mutlak olarak, bizden teveccühümüzü ister ve bize der ki: “Eğer birine hamd etmek istiyorsanız Bana hamd edeceksiniz. Çünkü Ben Allahım, zâtında Kemal ve Cemal sahibi Benim, sizin de Kemal ve Cemal Sahibi’ne hamd etmeniz gerekir. Eğer ileriye yönelik bir isteğiniz, arzunuz, birinden bir dilek ve dilenmeniz varsa, Benden isteyin. Çünkü şefkatli, merhametli, Rahmân ve Rahîm ismiyle tecellî eden Benim. Eğer bir korku ve tasanız varsa ve hesabınızın kötü çıkacağı korkusunu taşıyorsanız yine Bana müracaat edin. Çünkü Mâlik-i Yevmiddin Benim, orada hesabınızı görecek de yine Benim!”

Fatiha-i Şerîfe’nin başında; bizi Müslüman yapan, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet kılan, en mükemmel ümmet olarak O’na sımsıkı bağlayan, kalbimizi nezd-i Ulûhiyetine çeviren ve böylece bizi pek çok nimetlerle perverde eden Allah’a hamd ve senâ etmekle işe başladık ve مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dedik. O’nu tanımış insanlar olarak kâinata ve nefsimize nazarımızı gezdirdik; vücudumuzu teşkil eden atomların deveran ve cevelânından, kâinatı teşkil eden sistemlerin, galaksilerin harekât ve seyeranına kadar her şeyde O’nun rubûbiyetini gördük. Gördük ki, her şeyi kamçılıyor, kemale doğru sevk ediyor. Gördük ki, her şeyi Cennet’in ve Cehennem’in binasında kullanacağı unsurlar hâline getiriyor. Gördük ki, her şey O’nun terbiyesiyle terbiye olur. Bu azametli icraatını müşâhede ettik. Sonra anladık ki, bütün bu muntazam ve peşi peşine hâdiseleri böyle durmadan intizamla sevk ve idare eden, iyiyi kötüye katan, çirkinin yanında güzele ve küfrün yanında imana yer veren Allah, bütün bunları ayıracağı bir yer getirecektir. İşte o gün “Yevmiddin” ve o yer de “Mahkeme-i Kübrâ”dır. İyinin-kötünün ortaya döküleceği, iyiliklerden ötürü insanların demet demet mükâfat alacağı, kötülüklerden ötürü saklanacak yer arayacakları o güne “Din Günü” diyoruz. Dinin ve Allah hâkimiyetinin apaçık ortaya çıktığı o günün tek ve yekta sahibi Allah’tır. Çünkü o gün sadece O konuşacak, hükmü O verecek, infazı O yapacak ve mükâfatı da O bahşedecektir. Öyleyse hayatta olduğumuz sürece yalnız “O” demeli, başka birşey dememeli..!

1 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483.

2 “Gün gelir bütün gizli haller ortaya dökülür.” (Târık sûresi, 86/9)

3 Zilzâl sûresi, 99/7, 8.

4 Mü’min sûresi, 40/16.

-+=
Scroll to Top