Fasl – Vasl

Ayırmak, ayrılmak ve belli bir çerçeve içine yerleştirilmek de diyebileceğimiz fasl; dünya ve ukbâ alâkalarından –onların kendilerine bakan yanları itibarıyla– sıyrılmak.. böyle bir sıyrılmada iradenin dahli olabileceği mülâhazasıyla, ondan da sıyrılmak.. neticede de bütün bu sıyrılmaları bir daha hatırlamamak üzere nisyana gömmekten ibaret sayılmıştır.

Başlangıçta, nefsin cismaniyet üzerindeki hâkimiyetine karşı koyarak, insanî melekelerin öne çıkarılmasıyla başlayan fasl; kalbin, hakikî matlup ve maksûd olan Zât-ı Ulûhiyet’le münasebeti ölçüsünde O’nu anıp, O’nunla meşgul olmak suretiyle başka alâkaların gevşeyip çözülmesine; O’nun muhabbetiyle oturup kalkma sayesinde başka sevgilerin sönüp gitmesine –O’ndan ötürü sevmeler yine O’na râcidir– O’nun mehâfet ve mehâbet iklimine sığınarak başka endişe ve korkulardan kurtulmaya; ümit ve beklentilerde sadece ve sadece O’na yönelerek, herkesten ve her şeyden alâkayı kesip, O’nu görmek, O’nu bilmek, O’nu söylemek ve O’nda fâni olmakla devam eder gider…

Bu itibarla faslın başlangıcı, iradî olarak Allah’a yönelip bütün dünya ve ukbâ endişelerinden sıyrılmak.. ortası, böyle bir cehd ve gayreti bir daha aklına getirmeyecek şekilde ruhundan söküp atmak –zira, böyle bir faslı görüp hatırlamakta dahi varlık kokusu hissedilmekte ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” gerçeğinden gaflet olunmaktadır..– âlâsı ise, hakikî varlık ve müessiriyet açısından, ikiliğe karşı bütün bütün kapanarak O’nun mülâhazasıyla erimek, irade ve iradenin müktesebatını da sıfât-ı sübhaniyenin birer yansıması şeklinde duyarak, hissederek, sürekli vahdet nurlarıyla müstağrak yaşamaktır ki; bazı mizaçlar bu mertebeye erince küllîyi cüz’îye, gölgeyi asla karıştırarak “vahdet-i vücud”dan dem vuragelmişlerdir. Aslında, onların bu hissi, olsa olsa bir zevk-i şuhûd olabilir; ama kat’iyen “vücud” olamaz.

Vasl; ulaştırma, birleştirme, kavuşturma mânâlarına gelip, sâlikin, ilm-i şuhûd ile Hakk’a vuslatı şeklinde yorumlanmıştır ki; bazılarının zannettiği gibi o, kat’iyen kulun Hak’la, Hakk’ın da kul ile ittisali demek değildir. Zira, Hazreti Kadîm, hâdisle (sonradan var edilen) kâim olamayacağı gibi, hâdis de kadime mahal olamaz. İşte, bu kabîl anlayışlar bir kısım suitevillere sebebiyet vereceğinden ötürü bazı muhakkikler, “Zât-ı Hak vuslat ve infisali kabul etmez” diyerek, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”1 medlûlünce, Hazreti Zât’ın, her an iki cihanda mukaddes ve münezzeh bir çeşit vaslının söz konusu olduğunu ısrarla vurgulamışlardır; vurgulamış ve sâlik vicdanındaki vaslı, mükâşefe erlerinin basîretlerinden zulmanî perdeler kaldırılarak, gönül gözlerinin maiyyet sır ve nurlarına vâkıf ve âşina olması şeklinde anlamışlardır. Böyle bir maiyyet ve kurb anlayışının ise, en yumuşak panteistlerin bile ittisal ve infisal telakkileriyle telif edilemeyeceği açıktır. Çünkü bu anlayışa göre sâlik, sürekli keynûnetler (oluşumlar) ağında ve Hazreti Kudret ve İrade’nin sevkiyle de hep insiyaklar süreci içinde bir muhtar u mecburdur. Böyle birine, konumu açısından dense dense kabil, münfail, ayna denir ama; kat’iyen fâil, masdar ve asıl denemez.

Hz. Mevlâna’nın bu mülâhazaya katkısı şöyledir:

گر بَجَهل آيِيم آن زِندَانِ اُوست……وَر بَعِلم آيِيم آن بُستَانِ اُوست

وَر بَخَواب آيِيم مَسـتَان وَيِيم……وَر بخَندِيم آن زَمَان بَرق وَيِيم

وَر بَخَشمُ وجَنگ عَكسِ قَهرِ اُوست……وَر بَصُلحُ وعُذُر عَكسِ مِهرِ اُوست

مَا كِيِيم اندر جِـهَانِ پِيجُ و پِيج…… چُون اَلِف اُو نَدَارَد هِيچ هِيچ

“Eğer cehaletle gelirsek, cehalet O’nun zindanıdır.. eğer ilim ile gelirsek, ilim O’nun bostanıdır.. eğer uyuklayarak gelirsek, biz O’nun mestleriyiz.. şayet gülersek, o zaman da O’nun şimşeğiyiz.. eğer öfke ve cenkle gelirsek, bu O’nun kahrının yansıması; sulh ve özürle gelirsek, bu da O’nun mehridir.. bu cihanda iki büklüm olan bizler neyiz ki, (O’na karşı varlık iddiasında bulunalım); biz bir elif gibiyiz ki, o elifin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.”

Vaslın da kendine göre dereceleri vardır:

1. İçinde tevekkül, istiane, tefvîz ve iltica mânâlarını da ihtiva eden “ittisal-i i’tisam” ki وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ2, وَاعْتَصِمُوا بِاللّٰهِ3, وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ4 gibi âyetlere dayanır; iman, islâm mertebelerine bakar.

2. Amelde, ihlâsta halâsa ermeyi; yakînin hâsıl olmasıyla istidlâl yolundan müstağni kalmayı ve tevhid-i kıble sayesinde kalb dağınıklığından kurtulmayı da tazammun eden “ittisal-i şuhûd”dur ki, ihsan mertebesine işaret eder.

3. Tasavvurlar üstü Allah’a yakınlık sayesinde, kurb nurlarının dört bir yanı ihatası, muhabbetin aşka, aşkın ateşe dönüp feverân etmesi, Hak beraberliğine ait esintilerin (üns esintileri) ruhu çepeçevre sarması ve bâtının, zâhirin önüne çıkması mânâsında “ittisal-i vücud”dur ki, bu seviyeyi idrak etmeyenler için ne duyulması ne hissedilmesi ne de dile getirilmesi mümkündür. Yol bu noktaya ulaşınca, sâlik kendini bir düşünce fakirliği, bir idrak âcizliği ve bir beyan güçsüzlüğü içinde bulur; bulur da kendi kendine bir لَا حَوْلَ çeker, döner مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan bilmez.” der, nefesini toparlar ve sonra da Hz. Mevlâna gibi:

كَشفِ اين مَعنَى اگر خَواهِي بِيَا،……تِيغِ {لا} زَنْ بَرْ سَـرِ غَيْرِ خُدَا.

بَعد نَفي خَلق كُن اثبَـاتِ حَق،……تَاكِه گَردِي عَينِ بَحرِ ذَاتِ حَق.

اَز مِيَان بَـر خِيَزد إين ما ومَنِي،……پَس گدَا گَردَد بَحَق شَاهُ و غَنِي.

عَالَمِ تَوحِيـد رُو بنُمَايَـدَت، ……آنچه گُفتَم جُملَه بَاوَر آيـدَت.

قَولِ عَارِف نِيست از تَقليدو ظَن،……مَحضِ تَحقِيق ويَقِين اَست اين سُخَن.

“Eğer bu mânânın “tam” açığa çıkmasını istersen, gel “Lâ” kılıcını mâsivânın başına vur.! Halkı nefyettikten sonra Hakk’ı isbat et; edebilirsen Hakk’ın zâtının tecellî denizine gark olursun. İşte o zaman biz ve benlik de ortadan kalkar. Zâtında fakir kimse, O’nun (inayetiyle) zengin ve sultan olur. Tevhid âlemi sana zuhur edince, dediklerimizin hepsine inanırsın. Ârifin sözü, zan ve taklit değil, o sırf bir tahkîk ve yakîndir.” der ve her yanı bir Bağ-ı İrem duygular âleminde seyahat eder.

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.

1 Hadîd sûresi, 57/4.

2 Âl-i İmrân sûresi, 3/101.

3 Hac sûresi, 22/78.

4 Âl-i İmrân sûresi, 3/103.

-+=
Scroll to Top