FATİHA SÛRESİ’NE GİRERKEN

A. İSTİÂZE İLE ALÂKALI MÜLÂHAZALAR

İnsan, Kelâmullah’a girmek istediğinde kalb, ruh ve hislerini Kur’ân’a girmeye hazır hâle getirmelidir. Bu da ancak, buraların, şeytan hâkimiyetinden kurtarılıp temizlenmesiyle mümkündür. Allah’ın, melekler arasından çekip aldığı ve dergâhından kovduğu, rahmetinden mahrum ettiği ve bir daha da semaya çıkmayı ona haram kıldığı şeytanı, insan da Kâbe’den daha kudsî ve Sidre’den daha yüce olan kalbinden tardedip kovmalıdır ki, Allah ahlâkı ile ahlâklanmış ve Kur’ân’ın içine girmeye hak kazanmış olsun.

İşte bu duygu ve düşünce içinde, her hayırlı işte olduğu gibi Kur’ân’a başlarken de evvelâ أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ diyor ve söze öylece başlıyoruz. İmam Ahmed İbn Hanbel, Sevrî ve Evzâî’ye göre “Semî” ve “Alîm” kelimelerini de eklemek gerekir.1 Onlara göre bu cümle أَعُوذُ بِاللّٰهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ şeklindedir.

a. Kelime Tahlilleri

1. “Eûzü” Kelimesi

أَعُوذُ sarf ve iştikak ilmine göre عَوْذٌ kelimesinden iştikak (türemiş) etmiştir. عَوْذٌ ’nün değişik mânâları vardır. Birincisi: İltica ve Allah’a sığınmak. İkincisi: İstîcâr, Allah’ın ateşinden, azabından korkmak, ürkmek, titremek. Üçüncüsü de: İlsak ve yapışmak demektir. Öyle ise bu üç mânâya göre أَعُوذُ بِاللّٰهِ ’ı söylemek istersek şöyle olacaktır:

إِلَيْهِ أَلْتَجِئُ وَمِنْهُ أَسْتَجِيرُ وَبِهِ أَلْتَصِقُ

Birincisi: Allah’ın lütfuna, inayetine, ihsanına iltica ediyorum.

İkincisi: Allah’ın lütfuna dayanarak O’nun azabından yine O’na sığınırım.

Üçüncüsü: Allah’a dayanıyor, Allah’a tutunuyor, iltisak ediyorum. Her şeye karşı kuvvetsizliğimle beraber O’na dayandığım için, bu müthiş kuvvetle her şeye meydan okuyorum. İşte başımda değirmen taşları çeviren ve bana karşı çeşitli tuzaklar kuran korkunç şeytana karşı da böyle bir güçle çıkıyorum.

2. “Billâh” Kelimesi

بِاللّٰهِ : “Allah” kelimesi, kâinatta tecellî eden bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın mânâsını içine alır. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf, bütün kâinat, isimlerinin cilveleriyle dalgalanan, kâmil sıfatlarla muhât bulunan, beşer aklının idrak edemediği, zıddı, misli-menendi bulunmayan Zât demektir. “Allah” dediğimiz zaman, insanın aklına bu gelir. İşte أَعُوذُ بِاللّٰهِ derken “Ben sağdan, soldan, önden arkadan, alttan ve üstten gelen ve kâinatı baştan başa dolduran şerlilere, şerlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan ve ancak “Allah” demekle anlatabildiğim Yüce Yaratıcı’ya iltica ediyor ve O’na dayanıyorum.” mânâlarını ifade etmiş oluyoruz.

3. “eş-Şeytan” Kelimesi

Şeytan; ya شَطَنَ ’den veya يَشِيطُ شَاطَ ’den gelir. شَطَنَ olursa بَعُدَ demektir. Böylece ‘Allah’ın rahmetinden uzak oldu.’ mânâsına gelir.

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.”2

İnsî olsun, cinnî olsun Rahmet-i İlâhiyeden uzaklaşan, temerrüt eden her şeye “şeytan” denir. Onun için Allah nizamının dışında hayat yaşayanlara şeyâtîn; Allah’ın nizamının dışında ne kadar nizam varsa hepsine “şeytan nizamı” ve Allah’tan uzaklaşan, rahmetinden ayrı düşen herkese de “şeytan” diyoruz.

شَاطَيَشِيطُ şeklinde ele alırsak بَطَلَ mânâsına olur. Faydasına uygun şeyleri, yine secde ile Allah’a yakınlığı mümkün iken, Allah’a başkaldırıp serkeşlik yapmasıyla kendi menfaatine olan şeyleri iptal ettiğinden şeytana “şeytan” denmiştir.

4. “er-Racîm” Kelimesi

اَلرَّجِيمُ , مَرْجُوم mânâsınadır. “Laîn” deyip “mel’ûn” mânâsına anladığımız gibi, dergâh-ı ilâhîden kovulmuş, Allah’tan uzaklaştırılmış, demektir. İnsan bazen şeytanın vesveselerini hissedemez, hissettiklerini de kalbinden bertaraf etmeye gücü yetmez. Sanki şeytan insanın kalbine bir santral kurmuş, kendisi de başına oturmuştur. Daha sonra da oraya kendini duyuracak bir alıcı yerleştirmiştir. Buna “Lümme-i Şeytaniye” denir. İnsan kalbinde, Hakk’ın bir lümmesi; yani Allah’tan gelen şeyleri alabilecek bir cihaz bulunduğu gibi, bir de şeytanın santrali vardır. Şeytan, insanın duygularına öyle meseleler dikte eder ki, insan çok defa onları hissedemez. Yine, hadisin ifadesiyle hannâs olan şeytan, ağzını insanın kalbine verir öyle efsun eder ki, insan bunun farkına varamaz.3 Farkına varsa da, hissiyatın kabul ettiği bu vesveseleri çok defa defetmeye muktedir olamaz.

İşte o zaman da: “Kalbimde vesvesesini duyamadığım şeytanın vesvesesini duyan Allahım” mânâsına es-Semî” ve “Onun keyfiyetini bilen, bilip de bunu defetmeye muktedir olan Allahım” mânâsına da “el-Alîm” diyerek أَعُوذُ بِاللّٰهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ deriz.

b. İstiâze’deki Gaye ve Hikmetler

1. İnsanın Mahiyeti ve İstiâze

İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet, o, sivrisinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bir yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhtarı çok bir varlıktır. Bütün bu şerleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanmak zorundadır. Ayrıca insan, muhtaç olduğu pek çok şeyi de kendine çekme mecburiyetindedir. Yeryüzü, güneş, Cennet ve bütün ışıklar bir cilvesi olan Allah’ın Cemali’nin ziyasını çekmeye hakikaten çok muhtaçtır. Çekme ve defetme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan tâkatinin üstündedir. Bu durumun farkında olmaya ilim, yani, insanın kendini bilmesi denir. İşte insan, her işe bu “bilmek”le başlar. İnsan, düşmanlarını defetmeli, ancak silahı yok; belâlar ve musibetlere mukavemet etmeli, fakat güç ve tâkatı yok; ebede uzanmış arzularını yerine getirmeli, ama imkânı yok…

İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı, perişan, âciz ve zayıf görmeye başlar. Birdenbire kalbinde ciddî bir tevazu ve inkisar hâsıl olur. Kalb öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatları öylesine yere iniverir ki, bu hâliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi, Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır.

Hemen o esnada üçüncü hâl karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-ı Hakk’ın hıfzı, inayeti, keremi temenni edilmeye başlar. İnsan âdeta bütün benlik ve dehasıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır. Dil, gönülden yükselen bu hâle tercüman olur ve أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Bu, “Allahım, Sen çok güçlü, çok kuvvetlisin, zatımla Sana iltica ediyorum. Çünkü yegâne sığınak ancak Sensin.” demektir. Nice kimseler vardır ki, çok iyi bir mü’min, çok sağlam bir akideye sahip olmayı ve müstakim bir hayat yaşamayı arzu ederler ama çok vesvese veren ve sinsi olan şeytan onları inhiraf ettirir. Arzu ettikleri dürüst hayatı yaşayamadıkları gibi, akideleri de sağlam kalamaz. İşte böyle birisinin, altından kalkamayacağı büyük meseleler karşısında Allah’ın inayetine sığınmayı ifade eden أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ cümlesini söylemesi gerekir.

Allah, insanın terakkisine medar olsun diye, onun mahiyetine şehvet, gazap vs. gibi tabiî duygular yerleştirmiştir. Bunlar, insanın terakkisine kaynak ve vasıta olacaktır. Ateşi insanın istifadesi için yaratan Allah, şehveti de aynı gaye için yaratmıştır. Ta nesil üresin, Ümmet-i Muhammed artsın, Allah’ın isim ve sıfatlarına aynalar çoğalsın, böylece ilâhî maksatlar yerine gelsin. Hâlbuki böyle âli bir gaye için verildiği hâlde, çok defa bu duygu, yani şehvet, insanı kemalât ufkundan cismanî zulmetlere atıverir ve boğar. Ve yine insan, fıtratı itibarıyla kanatlanıp yukarılara doğru uçmayı arzu ettiği ve bu kabiliyette yaratıldığı hâlde, çok defa şehvet, insanı ten tenceresinde erimeye zorlar ve onu çepeçevre sararak oraya âdeta bağlar. Gazap ve diğer tabiî duygular da birer maslahat için verilmiştir. Fakat bütün bunların altından kalkamayan insan, bunalır, canı gırtlağına gelir. Hâlbuki o, güvercinler gibi kanat çırpıp yukarılara doğru çıkmak ister. Çıkamayınca da Allah’a dayanmayı akıl eder ve أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der.

2. İstiâze Bir Sadakat Nişanıdır

أَعُوذُ , bir bakıma özür arz etmektir. Diğer yönüyle sadakat nişanıdır. Bir başka tarifiyle de başına gelecek hâdiseler karşısında şaşkınlığını Allah’a havaleden ibarettir. Ulü’l-azm peygamberlerden birisi olan Hz. Nuh (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’ın: قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ âyetindeki “Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. O salih olmayan bir iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi de Ben’den isteme! Sana cahillerden olmamanı öğütlerim.”4 şeklindeki tenbih ve kınaması karşısında: قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْاَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ “Bilmediğim bir şeyi Senden istemekten yine Sana sığınıyorum Rabbim.”5 diyordu.

Yusuf Peygamber (aleyhisselâm), Zeliha’nın tehdit ve şiddetli iştiyakı karşısında: قَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ “Allah’a sığınırım. Efendim bana güzel baktı.”6 karşılığını veriyordu. Biz burada Cenâb-ı Hakk’a karşı sadakat nişanını izhar eden bir keyfiyet görüyoruz. İffet âbidesi olarak karşımıza çıkan Hz. Yusuf, sadece Allah’a sığınmakla bu işten kurtulacağına inanmıştı ve öyle de oldu.

Ve Hz. Musa (aleyhisselâm), ineğin boğazlanması hususunda, kavminin endişeyle: أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا “Bizimle alay mı ediyorsun?” şeklindeki sorularına karşı: أَعُوذُ بِاللّٰهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.”7 der. İlmi az dahi olsa, Allah’ı bilen bir kimseye cahil denmez. Ama Allah’ı bilmeyenin ilmi çok dahi olsa, ona cahil denir. Burada, bir peygambere istihzâ isnat ediliyor ve o da böyle bir fiilden Allah’a sığınıyordu. Zira bir peygamberden asla ve kat’a istihzâ, yani alay sâdır olmaz. Çünkü alay, Allah’ı bilmeyenlerin işidir.

Cenâb-ı Hak Habibine Kur’ân diliyle şu duayı talim ediyor: وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ۝وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Şeytanın hümezelerinden, onun benim için hazırladığı tuzaklardan, komplolardan, vesveselerden ve çeşit çeşit ölümlerden dahi Allahım Sana sığınıyorum. Ve benim hâzır ve nâzırım Sensin. Şeytanın bana hâzır ve nâzır olmasından da Sana sığınıyorum.”8

Diğer taraftan Felak sûresi:

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ۝مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ۝وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ۝وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ۝وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ

“De ki: Sabahın Rabbine sığınırım: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan büyücü kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.”9 demek suretiyle bir sürü şeytandan Allah’a sığınmayı tavsiye ediyor.

3. İstiâze Allah’a Havale Çağrısıdır

Muaz b. Cebel, sahabenin en şereflilerindendi. O camiye girip çıkarken, topluluklar içinde otururken, vakar ve ciddiyetiyle tamamen bir başkaydı. Bu nadide insan, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bulunduğu bir zamanda geçen bir vak’ayı bize Buhârî’nin tespitine göre şöyle anlatıyor:

“Allah Resûlü’nün bulunduğu mescidin bir köşesinde iki şahıs birbirine karşı uygunsuz davranışta bulunmuş ve uygunsuz sözler sarfetmişlerdi. Bunlardan biri o kadar öfkelenmişti ki, boynunun damarları çatlayacak gibi kabarmış ve adam öfkeden ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Allah Resûlü onu öyle görünce yanındakilere döndü ve şöyle ferman etti: إِنِّي لَأَعْلَمُ كَلِمَهً لَوْ قَالَهَا لَذَهَبَ عَنْهُ ذٰلِكَ (أَوْ كَمَا قَالَ) وَهِيَ: أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Ben bir kelime biliyorum ki, eğer onu dese bu hâl ondan gidecek. O da –Şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım mealinde olan– أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ’dir.”10

Muaz b. Cebel gidip ona bunu söyleyince adam “Ben deli miyim bunu söyleyeyim?” dedi. Allah Resûlü’nün teklifi karşısında saygısızca davrandı. Belki içinde nifak vardı, belki de bu işin inceliğini kavrayamamıştı. Hâlbuki Allah Resûlü’nün maksadı tamamen başkaydı. O bir an önce onu içinde bulunduğu ve boğulduğu havadan uzaklaştırmak istiyordu. Yani;

1. Ona diyordu ki: Sen bu sözü söylesen meseleyi şeytanınla beraber Allah’a havale etmiş olursun. Hem dikkat et! Kızdığın bir adama hayalinde kurduğun intikam çeşitleri, intikam stilleri sadece seni yıpratacaktır ve bunun ona bir zararı olmayacaktır. Hâlbuki meseleyi Allah’a havale etmekle öyle bir intikam alacaksın ki, bin sene yaşasan benzeri bir intikama muvaffak olamazsın. İşte bunun için أَعُوذُ demelisin.

2. Bu sözün altında Allah Resûlü ona şunu ihtar ediyordu: Bazen iki kişi hasımlaşır ve davalaşırlar. Haklı veya haksızın kim olduğunu bilmezler. O esnada meseleyi Allah’a havale etmek en mâkul yoldur. İşte bu durumda “Ben, şeytanın şerrinden, yanlış bir karar vermekten, haksız bir meseleye taraf olmaktan Allah’a sığınıyorum.” sözü de şeytandan olan bu korkunç ateşe su serpecektir. Ve İşte Allah Resûlü bunu tavsiye etmektedir.

3. Bir diğer noktayı da bunun altında şöyle anlatmış oluyordu: Sen gücünle, kuvvetinle, cebbarlığınla adamın başını ezmeye cesaret ve teşebbüs ediyorsun. Hâlbuki sen ne kadar güçlü ve kuvvetli, cebbar ve zalim olursan ol, Allah (celle celâluhu), senden daha Kahhar ve daha Cebbar’dır. يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ ’de, “Evet sırların ortaya döküldüğü o günde”11 Allah, Kahhariyetiyle, Cebbariyetiyle senin başını ezecektir. Öyle ise o gün gelip çatmadan sen Allah’a sığın ve ilticada bulun.

İşte bütün bu mânâları hâvi böyle bir cümleyi Allah Resûlü’nün tavsiye etmesine mukabil, inat eden adam, bundan mahrum kalıyor, nefis ve şeytanına mağlup ve mahkûm oluyordu.

4. Her Çeşit Şer ve Şerirlere Karşı Yegâne Sığınak: İstiâze

Havle binti Hakim (radıyallâhu anhâ) Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce’de olan bir hadis-i şerifi bize şöyle naklediyor:

مَنْ نَزَلَ مَنْزِلًا ثُمَّ قَالَ أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ لَمْ يَضُرَّهُ شَيْءٌ حَتَّى يَرْتَحِلَ مِنْ مَنْزِلِهِ ذٰلِكَ

“Bir kimse bir yerde konaklar, ‘Yarattıklarının şerrinden mukaddes kelimeleriyle Allah’a sığınıyorum.’ derse; oradan göç edeceği âna kadar, ona hiçbir şey zarar vermez.”12

Burada bilhassa şu noktaya dikkat çekilmiştir: Mele-i A’lâ’dan esfel-i safilîne kadar şerliler hayırlılarla, habis ruhlar iyi ve güzel ruhlarla, şeytanlar meleklerle mücadele etmektedir. Şerliler, insanlığın zararına, hayırlılar ise insanlığın hayrına iş yapmaktadır. Şerlilerin insanı şirazeden çıkarmasına mukabil, hayırlılar insanı tarik-i müstakîme davet etmektedir. Onun içindir ki, insan nereye giderse gitsin, nerede konaklarsa konaklasın cin ve şeytanın ve orada hevam şeklinde görünen haşaratın şerrinden Allah’a sığınmalı, hayırlıları ve Mele-i A’lâ’nın sakinlerini yardıma davet etmelidir. Zira bu, mücadelenin muvaffakiyetle sona ermesini Allah’tan temenni ve niyaz etmek mânâsına gelir.

Ebû Ümâmetü’l-Bâhilî, Mescid-i Nebevî’de melûl, mahzun, mükedder, kalbi kırık, boynu bükük oturuyordu. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun yanına sokuldu ve bu hâlinin sebebini; “Niye mahzun, niye mükeddersin?” diyerek sordu. Ebû Ümâme de: “Yâ Resûlallah, evde yiyecek birşey yok ve fakr u zaruret had safhaya geldi. Ben de gönlümle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettim.” cevabını verdi. Allah Resûlü, ona reçete mahiyetinde şu hususları talim etti ve “Sabah akşam şunları söyle.” dedi:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ وَالْكَسَلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْجُبْنِ وَالْبُخْلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ غَلَبَةِ الدَّيْنِ وَقَهْرِ الرِّجَالِ

“Allahım, gönül tasasından, üzüntüden, hüzünden, âcizlikten, beceriksizlikten, iş yapamamazlıktan, kendimi anlayamama, durumumu değerlendirememe, kâinatın kanunlarından istifade edememekten, eli kolu bağlılıktan, miskin miskin oturmaktan, korkudan, cimrilikten, malımı ulvî bir gaye için verememekten; borca batmaktan ve insanların üzerime hâkim olmasından Sana sığınırım.”13

Bunların her biri birer cevher olup hayatî büyük hakikatleri ifade etmektedir. Evet, nice kimseler vardır ki, hayatlarını, vermeleri icap eden yerde veremediklerinden, zilletle verme mecburiyetinde kalmışlardır. İşte, böyle zelîlâne hayatımı vermekten Sana sığınırım. Nice kimseler vardır ki, izzetle mallarını verip izzetlerini kurtarmak mümkün iken, bunu yapamadıklarından, malları zilletle ellerinden alınmıştır. İşte bundan da Sana sığınırım. Düşmanların bana galebe çalmasından da Sana sığınırım. Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Ümâmetü’l-Bâhilî Hazretleri’ne Allah’a bu şekilde sığınmayı tavsiye buyuruyordu.

Kur’ân-ı Kerim’de; şeytanın, nefsin, dehrin ve hikmetini bilmediğimiz nice hâdiselerin şerlerinden Allah’a sığınmayı ifade eden açık, kapalı, sarih, işarî, remzî mânâlarıyla belki yüzlerce âyet vardır. Fakat bu âyetleri burada sıralamak mevzuu uzatmak olacağından, bu kadarla iktifa ederek أَعُوذُ ’deki incelikleri arz etmeye çalışalım:

5. İnsanın Ebede Uzanan İhtiyaçları ve İstiâze

İnsan, ihtiyacı ebede uzanmış bir varlıktır. Bir çiçeği istediği gibi, bir baharı da ister. Baharı elde etmekle tatmin olacağını mı sanıyorsunuz? Arkasından Cennet’i ister, geçici bir Cennet’e de razı olmaz, ebediyet ister; ama saadet içinde bir ebediyet… Ancak bir yerde bu da onu tatmin etmez, Cenâb-ı Hakk’ın Cemali’ni müşâhedeyi talep eder. Evet, insana verilen her şey bir başka şeyi isteme mevzuunda ona fikir verir, o da hemen arkasından bir başka şey ister.

İşte insan, böylesine, istekleri birbirini takip eden bir varlıktır. Bununla beraber imkânları o kadar dardır ki, elini nereye uzatabiliyorsa imkânları da o kadardır. Yani elinin döndüğü daire kadar bir imkâna sahiptir. Belki çok defa bu daire içindeki işlerin dahi altından kalkamaz, mağlup olur. Böyle bir insan acaba ne yapmalı? Kim ne derse desin en akıllıca, en mâkul yol, onun, “Ben, Allah’ın inayetine sığınıyorum.” demesi olacaktır. İşte bu mânâyı, Allah (celle celâluhu) bizlere, Kur’ân okumaya başlarken أَعُوذُ cümlesiyle ifade ettiriyor.

6. İstiâze İnsanın Aczini İtirafıdır

أَعُوذُ (Eûzü), bir mânâsıyla da insanın aczini itiraf etmesi demektir. Aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah’a teveccüh eder. İşte o zaman Rahmet-i İlâhiye, perdesini kaldırarak, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler ve insan böyle bir yakınlıkla müşerref olduğu zaman أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ أَجْلِي sözünün mânâsını idrak eder. Allah (celle celâluhu): “Ben kalbi kırıklarla beraberim.”14 diyor. “Hiçbir şey yapamadım, dehrin hâdiselerinin altından kalkamadım, Seni hoşnut edecek işleri beceremedim, bu hâlimle huzuruna geldim fakat kalbim kırıktır.” diyen insana Allah: “Üzülme! Ben de kalbi kırıklarla beraberim.” karşılığını verecektir.

7. İstiâze Kalbi Tahliye ve Tezkiye Eder

İnsanın tam taate muvaffak olabilmesi için gönlünde taht kurmuş şeytanı atması ve gönlünü Allah için hazırlaması gerekir. Gönlünden şeytanı atamamış, onu temizleyememiş, iç âlemini tezyin edememiş bir insanın okuduğu Kur’ân kirli bir gönül ve lekeli bir ağızdan çıkar. Bu itibarla, bu durumdaki bir insanın ilk defa bir boşalma ve arınma (tahliye ve tezkiye) yapması gerekir ki, أَعُوذُ ’de bunu yapmaktadır. Biz أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ derken, bu ulvî mânâyı düşünür, kalb ve lisan temizliğini bununla yapar ve bu kelimenin gücüne inanarak onu söyleriz.

Kalb, beyt-i Hudâ’dır. Hususiyle geceleri Sultan, kasrına nüzul etmek ister. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize; “Yatarken abdest al, şu duayı oku, Allah’a teveccühte bulun, şeytanın şerrinden Allah’a sığın ve Muavvizeteyn’i tilâvet et, öyle yat.” diyor. Çünkü o gece Sultan bizim kalbimize de nüzul edebilir. Kalb kapalı, kirli ve Allah için temizlenmemiş ise, o gece Sultan böyle bir kalbe nüzul etmeyecektir. Hz. İbrahim Hakkı:

“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan Kasrına nüzul eyleye Sultan gecelerde.”

demektedir. Rahmân, her gece kasrı olan senin gönlüne nüzul etmek için sema-i dünyaya keyfiyeti meçhul bir inişle iner. “Yok mu dua eden duasını kabul edeyim? Yok mu istiğfar eden mağfiret edeyim? Yok mu Bana teveccüh eden, rahmetimi ona tevcih edeyim? Yok mu el açıp yalvaran, el uzatayım?” dediği zaman bizler gönlümüzü açmışsak, Sultan, rahmetiyle Kendi kasrına nüzul edecektir.15

Allah (celle celâluhu), Cennet’ini bizim için hazırladı. Onun adına da Kur’ân’ında Dârü’s-Selâm16 dedi (Selâm ve emniyet içinde yaşamış olanların yurdu). Sanki Cenâb-ı Hak bizlere: “Ben orayı pâk ve temiz olanlar için hazır tutuyorum. İçinde öyle huriler var ki, ne ins ne de cin gözü onlara temas etmemiştir. Benim de bir kasrım var, o da senin gönlündür. Benim Cennet’i pâk ve temiz tutmama mukabil, sen de Benim köşkümü temiz tutuyor musun?” demektedir.

“Sığmam dedi Hak arz u semaya Kenzen bilindi dil madeninden.”

Allah gönülde kenzen bilinir. Bu, “Arz ve semaya sığmadım. Mü’min kulumun gönlüne sığdım.” mealinde olan ve kudsî hadis diye rivayet edilen bir sözden mülhemdir.17 Hz. Allah başka yerleri değil, senin gönül tahtını tecellîsine mâkes yapmış ve orayı, keyfiyeti bizim için meçhul kudsî bir taht olarak kabul etmiştir. O, senin Cennet yurdunu şerden ve şerirden muhafaza etmesine mukabil, sen de O’nun kasrı olan gönlünü O’nun için pâk ve temiz tutabildin mi?..

İşte أَعُوذُ bu temiz ve pâk tutmayı temin edecektir. Onun içindir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatmadan evvel yatakta ellerini birleştirerek tutuyor, Muavvizeteyn’i okuyor, ellerine üfleyip, ellerini temas edebileceği bütün vücuduna sürüyordu.18 Böylece her şeyden Allah’a sığınıyor ve âdeta “Cesedime şeytan elini sürmesin, kalbime şeytan girmesin.” diyordu. إِنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِنِ ابْنِ اٰدَمَ مَجْرَى الدَّمِ “Şeytan insanoğlunun damarlarında tıpkı kan gibi cereyan eder.”19 Alyuvar ve akyuvarları âdeta binek yaparak insanın kalbine kadar onlarla nüfuz ederek insana vesvese verir. Tecelligâh-ı ilâhî olan kalbin havasını bulandırır. Sonra da insan, etrafına ve Cenâb-ı Hakk’ı ifade edip anlatan her şeye bulanık bulanık bakmaya başlar. Artık her şey onun mahiyetinde bulanık görünür. Onun içindir ki Allah: أَعُوذُ بِالرَّحْمٰنِ، أَعُوذُ بِالرَّحِيمِ، أَعُوذُ بِالْقُدُّوسِ، أَعُوذُ بِالرَّزَّاقِ demiyor, bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı içine alan ve Zât’ının ism-i hâssı olan اللّٰهُ ism-i şerifini zikrederek burada “Allah’a sığının” diyor.

8. İki Çeşit Cihad ve İstiâze

Şimdi latîf bir nükteyi arz edelim:

Sizin iki çeşit düşmanınız, bu iki çeşit düşmana karşı da iki türlü cihadınız vardır.20 Bunlardan birincisi, imanınıza karşı nâralar atan, maddî mevcudiyetinizi yok etmek, servetinize el koymak, vatanınızı sömürmek isteyen maddî düşmanlarınızdır. Bunlar, sizin karşınıza topla, tüfekle, tankla, uçakla çıkarlar. Sizler şimdiye kadar bu tür düşmanlara karşı Allah’tan her yardım dileyişinizde O’nun yardımı gelmiş ve her defasında meleklerini göndererek düşmanlarınızı perişan etmiştir.

Evet, siz, Allah’tan yardım istemiştiniz, Allah da size üç bin-beş bin melekle yardım etmişti. Meselâ, Çanakkale’de dahi bizzat İngiliz kumandanı Hamilton’un ifadesiyle, Allah, sarıklılar şeklindeki ruhanîleri Mehmetçiğin önünde koşturmuş ve bir avuç yaralı Mehmetçik, İngiliz gibi cebbar ve hodfuruş bir devleti Çanakkale Boğazı’nda durdurmuş ve boğazdan içeriye sokmamıştı. Gönlü coşmuşlar, مَتَى نَصْرُ اللّٰهِ “Allah’ın yardımı ne zaman?”21 demişler, Allah da meleklerini göndermiş ve kullarını desteklemişti…

İkincisi de “Cihad-ı Ekber”dir. Bu tür bir cihadda ise, daha büyük bir yardımcıya ihtiyaç olur. İşte biz cihad-ı ekberi, bize musallat olan şeytanımıza ve kötülükleri emreden nefsimize karşı veriyoruz. Biz nefis ve şeytana karşı vermiş olduğumuz bu mücadelede vasıtaları bertaraf ediyor, doğrudan doğruya Allah’a ilticada bulunuyoruz. Çünkü bu cihad Anadolu’yu işgal eden düşmana karşı değil, Allah’ın kasrı olan kalbin, şeytanlar ve şerirler tarafından işgaline karşıdır.

İşte maddî gücün çok az olduğu zamanda, Müslüman, Allah’a olan bağlılığıyla nasıl kendisinden çok güçlü düşmanlarını mağlup etmişse, bu büyük cihadda da insanı nefis ve şeytana karşı galip getirecek ve insanı onlar karşısında mağlup olmaktan kurtaracak, yine Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inayetidir. Onun içindir ki, bu cihadda en mâkul yol, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek olacaktır ki, “Eûzü” işte bu şuurla sığınma ve teveccühün unvanıdır.

9. Kovulmuş Şeytanın Dünü Bugünü

Cenâb-ı Hak, şeytan için: “Dergâh-ı ilâhîden kovulmuş” mânâsına الرَّجِيمِ demektedir.22 Onun hakkında kullanılan bu tabirle de, şeytanın daha önce huzur-u ilâhîde bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zira evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun “racîm” olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kulları için hazırladığı Cennet’ten kovulmuştu. Yani, Allah (celle celâluhu) mü’min kullarının emniyeti için, şeytanı Cennet’ten tard etmişti. Buna mukabil acaba bizler, O’nun Samedaniyetine bir ayna olan kalbimizi, O’nun için, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur. “Eûzü” bize durmadan her tekrar edişte bu ihtarı yapmaktadır.

Mü’min, Allah ahlâkıyla ahlâklanan insandır. O, şeytanı senin yerin olan Cennet’ten kovduğu gibi, sen de onu Hakk’ın tecelligâh-ı Sübhânisi olan kalbinden tard eyle..!

اَلشَّيْطَانُ kelimesinin başında harf-i tarif vardır. Yani bu, belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem’e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet, dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sayesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyamete kadar bu dava uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizamını yıkmak için ne lâzımsa yapacaktır. O, sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı Cennet’ten attıran ve Allah’ın huzurundan ayrı düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakinen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdem’e yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah’a sığının. Bu mânâ ل ’ın ahd-i hâricî olduğuna göredir. ل cins mânâsına gelirse; Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh’un kavmini baştan çıkaran… Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezalet ve şenaatiyle hükümfermâ olan ne kadar insî ve cinnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah’a sığınıyorum, mânâsına olur.

c. İstiâze ile Alâkalı Fıkhî Hükümler

أَعُوذُ ’nün fıkhî durumuna gelince; İbn Sîrîn ve Hanefî mezhebinin dayandığı imamlardan Nehaî, Kur’ân okumayı bitirdikten sonra أَعُوذُ çeker. Fakat cumhur, Kur’ân okumaya başlarken أَعُوذُ çeker. Bunların kendine göre mesnetleri vardır. Diğer taraftan İmam A’zam ve İmam Şâfiî: أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ Ahmed İbn Hanbel ise: أَعُوذُ بِاللّٰهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Yine iki mezhep imamı Sevrî ve Evzâî: أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ إِنَّ اللّٰهَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ derler.23 İster öyle, ister böyle olsun, biz birisini sabah-akşam, diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.

Her hâlükârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak; selâmet içinde yaşamak ve emn ü emân içinde Dârü’s-Selâm olan Cennet’e dahil olmak için bir berat demektir. أَعُوذُ Allah’a iltica, özrünü Allah’a arz etme ve sadakat nişanesidir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan her hâlükârda أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demeyi ve dehrin hâdiseleri karşısında çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor. Ve daima kolu kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla insanî kemalât ufkuna uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hâdiseler karşısında Allah’a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.

1 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/59; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/15.

2 En’âm sûresi, 6/112.

3 Bkz.: Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/278; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/135.

4 Hûd sûresi, 11/46.

5 Hûd sûresi, 11/47.

6 Yûsuf sûresi, 12/23.

7 Bakara sûresi, 2/67.

8 Mü’minûn sûresi, 23/97-98.

9 Felak sûresi, 113/1-5.

10 Buhârî, bed’ül-halk 11, edeb 44, 76; Müslim, birr 109.

11 Târık sûresi, 86/9.

12 Müslim, zikr 54, 55; Tirmizî, daavât 40; İbn Mâce, tıp 46.

13 Buhârî, daavât 36; Tirmizî, daavât 70; Ebû Dâvûd, vitr 32.

14 es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene 1/169; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/69. Benzer rivayetler için bkz.: el-Beyhakî, ez-Zühd 1/162; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/364, 6/177.

15 Buhârî, teheccüd 14, daavât 14, tevhîd 35; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 168-170.

16 Bkz.: En’âm sûresi, 6/127; Yûnus sûresi, 10/25.

17 Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174.

18 Bkz.: Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 15, tıp 39; Tirmizî, daavât 22; Ebû Dâvûd, edeb 108.

19 Buhârî, i’tikâf 11, 12, bed’ü’l-halk 11, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23, 24.

20 Bkz.: el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.

21 Bakara sûresi, 2/214.

22 Bkz.: Hicr sûresi, 15/34.

23 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/59; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/15.

-+=
Scroll to Top