Firaset

Tasavvurda zenginlik, düşüncede tutarlılık, varlığın perde arkasına ıttılâ ve basîretli davranma da diyebileceğimiz firaset; insanın, kalbini kin, nefret, iğbirar, nifak ve ucub gibi.. mânevî hastalıklardan temizleyip, iman, mârifet, muhabbet ve aşk u şevkle bezemesi sayesinde Allah’ın, onun içine attığı öyle bir nurdur ki, ona mazhar olan fert, feritleşir, duyuş ve sezişleriyle derinleşir; hatta başkalarının gönüllerindeki sırlara âşina olup, simaların arkasındaki gerçekleri görebilir.. ve tabiî, eşyanın perde arkasına uyanabildiği ölçüde, “Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un mücellâ bir mir’âtı hâline de gelebilir..! Bu mânâdaki firasete işaret sadedinde, gayb ve şehadetin fasih lisanı Ruh-u Seyyidi’l-Enâm: اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ “Mü’minin firaseti karşısında titreyin; zira o bakarken Allah’ın nuruyla bakar.”1 buyurur. Firasetin, îmân nuruyla yakından alâkasını gösterme bakımından يَآ أَيُّهَا الَّذ۪يـنَ اٰمَنُوٓا إِنْ تَتَّقُوا اللّٰهُ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا “Ey îmân edenler, eğer Allah’a karşı hep takva dairesi içinde bulunursanız, O size furkân (açık-kapalı, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden temyiz ve tefrik edecek bir kabiliyet, bir ışık) verir.”2 mealindeki âyeti de burada zikretmek uygun olur zannederim.

Firaset, ister yukarıdaki tarif ve izahlar çerçevesinde kalbin, Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un ilim ve füyûzâtına açılması ve bu mazhariyete erenlerin, görüş, düşünce, karar ve hükümlerinde isabet kaydetmeleri şeklindeki yorumu ile; ister, bilgi birikimi, tecrübe, mümarese, sezi enginliği ve karakter bilgilerini değerlendirerek elde edilen neticeleriyle olsun, o tamamen bir mevhibe-i ilâhiyedir.. ve bu ilâhî mevhibeden en çok hissemend olanlar da, hiç şüphesiz –derecelerine göre– evliyâ, asfiyâ ve enbiyâdır. Bunlar arasında ufuk firaset ise, heykel-i akl-ı evvel Hazreti Seyyidü’l-Enbiyâ’dır ki; Allah: إِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّم۪ينَ “Keskin nazar firaset erbabı için elbette bunda ibretler vardır.”3 beyanıyla, umum basîret, his ve idrak insanlarına işaret buyurmasına mukabil,

وَلَوْ نَشَۤاءُ لَأَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۘ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ ف۪ي لَحْنِ الْقَوْلِ

“Dileseydik onları sana (oldukları gibi) gösteriverirdik de simalarından hepsini tanır ve hepsini konuşma üslûplarından anlardın.”4 ferman-ı samedânisiyle o zirveler zirvesi firaset insanının açık farkına imada bulunmaktadır…

Firaset, imandaki iç derinlik, yakîndeki enginlik ölçüsünde daha bir kuvvetli ve keskin hâl alır. Hatta bazı hususî mazhariyetler sayesinde o, insan basîretinde Hak nazarının aynı tecellîsi olarak zuhur eder ki; firaset etrafındaki müşâhede ve söylenen sözler bunun çokça meydana geldiğini ve anlatılanların da mübalağa ve mücazefe olmadığını gösterir.

Ebû Saidi’l-Harrâz: “Firaset ziyasıyla temâşâ eden, Hak nazarıyla bakmış sayılır.” der.

Vâsıtî: “Firaset kalbte şimşek gibi çakıp, mukayyet bütün gayb âlemlerini aydınlatan ve insanoğlunu, topyekün varlığı, olduğu gibi görüp değerlendirme seviyesine yükselten ledünnî bir şuâdır.” tespitinde bulunur.

Dârânî: “Firaset, nefsin derinliklerinin keşfi ve gaybın ayân, pinhânın da nihân olmasıdır.” yorumuyla yaklaşır konuya.

Şah-ı Kirmânî: “İnsan, haramlara karşı gözünü kapar, şehevânî duygulardan elini-eteğini çeker; iç dünyasını murâkabe ile, dış âlemini de Sünnet-i Seniyye’nin ihyasıyla onarır ve her zaman helâl dairesinde kalabilirse, böyle biri firasetinde asla yanılmaz.” hatırlatmasını yapar.

Bunların hemen hepsi de, îmân sayesinde inkişaf eden firasetlerdir.. ve bunlarda yanılma payı da oldukça azdır. Gördüren O ve gören gözler de O’ndansa, niye yanılsınlar ki..!

Allah Resûlü’nün, şahısları çok iyi tanıyıp, herkesi yerli yerinde istihdamında, Rabbinin O’na bu tür ihsanı söz konusu olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kerametvârî pek çok tespit, teşhis ve takdirlerinde de aynı ikram-ı ilâhî bahis mevzuudur.. ve o hususlarla alâkalı firasetleri ifade etmek için kocaman mücelletler ister.

Ayrıca, aklın ve ruhun hikmet-i vücuduyla alâkalı ve bazı kimselerin ileride yapacakları iyiliklerden ötürü, avans nev’inden onların mazhar oldukları ve olacakları firasetler de vardır ki, bunlara, sebeplerinden evvel “Müsebbibü’l-Esbâb”ın hususî iltifatı nazarıyla bakılabilir.

Şimdi İbn Mesud’un beyanı içinde bunlardan örnek olarak bir kaçını zikredelim:

1. Mısır Azizi ki, Hz. Yusuf için:

أَكْرِم۪ي مَثْوٰيهُ عَسٰۤى أَنْ يَنْفَعَنَۤا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا

“Ona güzel bak ve hoş tut; ümit edilir ki, bize faydası dokunur veya evlat ediniriz.”5 demişti..

2. Şuayb’ın (aleyhisselâm) kızı ki, Hz. Musa hakkında:

يَۤا أَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ۬ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَم۪ينُ

“Babacığım, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.”6 tespitinde bulunmuştu.

3. Firavun’un zevcesi ki, Hz. Musa’yı ırmakta bulunca:

قُرَّتُ عَيْنٍ ل۪ي وَلَكَۘ لَا تَقْتُلُوهُ۠ عَسٰۤى أَنْ يَنْفَعَنَۤا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا

“Sana ve bana göz aydınlığı.. öldürmeyin; bize faydalı olacağı ümit edilir. Ya da onu evlât ediniriz.”7 firasetini göstermişti.

Bir de, riyâzet; açlık, susuzluk, uykusuzluk ve çile çekmekle elde edilen firaset vardır ki, böyle bir firasetin bilhassa îmân ve amel-i salihe iktiran etmeyenine istidraç nazarıyla da bakılabilir. Bu kabîl sezi ve keşiflerde, mü’min-müşrik, Müslüman-Hıristiyan, veli-rahip fark etmez; herkes belli şeyler sezebilir.

Bundan başka bazıları, şekil ve kıyafetten hüküm istinbatını da firaset içinde mütalâa etmişlerdir ki, böyle bir sezi, hangi mânâya gelirse gelsin, tasavvuftaki firasetle alâkasının olmadığı bedîhîdir.

اَللّٰهُمَّ اٰتِ نَفْس۪ي تَقْوٰيهَا وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْلٰيهَا.8

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ وَصَفِيِّكَ الْمُصْطَفٰى وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪.

1 Tirmizî, tefsîru sûre (15) 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/102; el-Mu’cemü’l-evsat 3/312, 8/23.

2 Enfâl sûresi, 8/29.

3 Hicr sûresi, 15/75.

4 Muhammed sûresi, 47/30.

5 Yûsuf sûresi, 12/21.

6 Kasas sûresi, 28/26.

7 Kasas sûresi, 28/9.

8 Müslim, zikr 73; Nesâî, istiâze 13, 65; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/371, 6/209.

-+=
Scroll to Top