FUSSİLET SÛRESİ

إِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰۤئِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin!’ derler.”

(Fussilet sûresi, 41/30)

İstikamet; hayatı sürekli dosdoğru olma yönünde sürdürmek, doğrunun peşinden koşmak ve ömür boyu doğruyu kollamak demektir. Kur’ân-ı Kerim فَاسْتَق۪يمُوا1 diyerek doğru olmamızı ve o yolda yürümemizi emir buyurur ve salıklar. İcmalî mealini vermeye çalıştığımız âyet-i kerime de işte bu doğrulara müjdeler vermektedir. Zaten doğruların o en doğrusu Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), فَاسْتَقِمْ كَمَآ أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”2 mesajı verilerek, bilkuvve O’nun fıtratında mündemiç bulunan doğruluğun bilfiil tatbikinin istenmesi de bunu göstermiyor mu?

Evet o Zât’a فَاسْتَقِمْ كَمَآ أُمِرْتَ denilerek Hak nezdinde doğruluk ne ise, işte o istenmektedir. Aslında bizim Cenâb-ı Hakk’ın istediği mânâda bir doğruluğu kavramamız da, yaşamamız da oldukça zordur. Onun için emir mutlak gelmiş ve bize şu tenbih yapılmıştır: Sizler gücünüz ve kabiliyetiniz ölçüsünde Allah’ın emir ve yasaklarına riayet hususunda dosdoğru olunuz!.. Evet istenen budur ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şeriflerinde bu mânâya parmak basar; “Allah’ın yasaklarından kaçının; emrettiklerini de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.”3 buyurur. Görüldüğü gibi burada zina, hırsızlık, içki gibi münker ve yasak olan fiillerde “gücünüz yettiğince” kaydı yok.

İstikamet; dünya ve ukbâ saadetini tekeffül eden ve Allah’ın Kur’ân’da ifade buyurduğu önemli bir kısım müjdelere esas teşkil etmektedir. Başka yerlerde daha teferruatlıca anlatıldığı için,4 burada sadece farklı bir iki nükteye temas etmek istiyoruz:

1. İstikamet; yolun başında olan bir insana –geniş mânâda da ele alabilirsiniz– bir cemaate, millete, bir devlete çok önemli bir zâd u zahîredir. İstikamet azığından mahrum olarak yola çıkanlar, yollarda takılıp kalır ve kat’iyen hedeflerine ulaşamazlar. Hâlbuki mü’min için esas olan, Allah’ın (celle celâluhu) göstermiş olduğu hedefe ulaşabilmektir. Bu hedef ister şahsî, ister ailevî, isterse içtimaî hayatımız adına olsun; çok fark etmez…

Evet, gerek ferdî yaşayışımızda ve gerekse millî hayatımızdaki başarılarımızda istikamet, olmazsa olmaz bir rükündür. Bazılarımız bir kısım eğriliklerle ve yalanla dolanla bugün bazı başarılar elde edip kitleleri arkamızdan sürükleyebilsek de hakikatler ayan beyan ortaya çıkınca kazandığımız şeyler bir bir elden gidecek ve biz elde ettiğimiz onca imkânla beraber yeniden kazanma itibarını da kaybedeceğiz. Evet istikamet öyle bir kredidir ki, onu kaybettiğinizde, bunu gören kimseler o güne kadar size kazandırdıklarını bir bir elinizden alabilirler. İstikametin bu ölçüdeki kazandırıcılığı ve aksinin kaybettiriciliğinden olmalı ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) شَيَّبَتْن۪ي سُورَةُ هُودٍ “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı, iflahımı kesti.”5 buyurur. Neden olmasın ki, o sûre içinde “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”6 âyeti var. Demek nebi bile olsa istikamet-i tâmmeye mazhariyet endişesi zail olmuyor. Olmuyor ve O İstikamet Kahramanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), bana bir şeyler tavsiye et diyen bir sahabiye قُلْ أٰمَنْتُ بِاللّٰهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ “Önce, Allah’a iman ettim, de, sonra da dosdoğru, istikamet üzere ol.”7 irşadında bulunuyor.

Sen bu çerçeveyi koruduktan sonra düşmanların veya seni hazmedemeyen hazımsız dostların sana çamur atsalar bile, bir gün gelir kaderin beraatı mutlaka tecellî eder, muvakkaten kaybettiklerinin kat katını bir hamlede kazanırsın. Elverir ki her şeye rağmen istikametten ayrılmayasın.

2. Şayet insan doğru hareket etmiyorsa, ömür boyu hep endişeli yaşar; yaşar ve hep ya bu kirli çamaşırlarım ortaya çıkarsa korkusunu taşır. Hele bir de aynı yanlışlıkları paylaştığı kimseler varsa, bütün bütün korku içinde oturur-kalkar ve acaba ne zaman arkamdan vurulacağım telaşıyla kıvranır durur.. kıvranır durur zira “Hırsızlar dövüşünce, çalınan nesne ortaya çıkarmış.” fehvâsınca hep titrer, herkesi idare etmeye çalışır ve sürekli kuşku içinde bulunur.

3. Şimdi de Bediüzzaman Hazretlerinin istikametle alâkalı bir tespitiyle konunun bir başka buudunu arz etmeye çalışalım.

O, geri kalışımızın sebeplerini sıraladığı bir yerde (mealen) der ki: “Bazen doğru bir netice ve hedefe yanlış vesilelerle gitmek isterler. Oysa doğru, doğru olduğu gibi, ona ulaştıracak vesileler de doğru olmalıdır.”8 Başka bir tabirle, “Hak bir neticeye bâtıl vesilelerle gidilmez ve gidilemez.” Meselâ, politik oyunlarla, ne Allah’ın rızasına ulaşılabilir ne de Müslümanların yararına bir gayeye.. keza kitle ruh hâletini değerlendirerek bir yere varmaya çalışmak bâtıl bir vesiledir, insan kendi kendini aldatmış olur. Sun’î mualecelerle hakikate ulaşmak da öyledir… Bunların hiçbirini ne Allah Resûlü’nün hayatında ne de İslâm’ın hayata hayat olduğu devrelerde görmek mümkündür. Öyleyse, öyle bir yol kullanılmalı ve öyle bir metot takip edilmelidir ki onda hep doğruluk esas olsun. Aksi hâlde istikamet çizgisinde olmayan bütün çaba ve gayretler boşa gider ve bu metot yanlışlığından meydana gelen falso ve fiyaskoların hesabını da Allah mutlaka sorar. Zira niyet salih olsa da, kitleler yanlış yollara yönlendirilmiş, Müslümanlık imajı kirletilmiş ve din düşmanlarına koz verilmiştir.

Hâlbuki bu türlü, toplumu alâkadar eden meseleler meşveret ister. Geniş platformlarda fikir teatisi ister. Şimdi eğer siz, meşveret etmemiş, kimseyle fikir teatisinde bulunmamış iseniz, heva ve hevesinizle milleti maceraya sürüklemişsiniz demektir ki, Allah bunun hesabını mutlaka soracaktır. Maalesef bugün âlem-i İslâm’ın dört bir yanında sürekli bu yanlışlıklar yapılıyor. Suriye, Mısır ve Cezayir’de bunun en bariz örneklerine şahit oluyoruz. Irak, süper güçleri hesaba katmadan ve dünyanın nabzını tutmadan girdiği maceraların acısıyla kıvrım kıvrım.. böyle bir kör dövüşünde ölenler ölüp gitmiş, kalanlar da bir dilim ekmek, bir kutu ilaç uğruna kuyrukta canları çıkıyor. Yıkılan evler, bozulan yuvalar, dul kalan kadınlar, ebeveynini yitirmiş çocuklar.. ve altüst olmuş bir toplum. Rica ederim, bütün bunlara sebebiyet verenlere Allah (celle celâluhu) hesap sormayacak mı zannediyorsunuz?

Hâsılı, duyguda, düşüncede, davranışlarda doğruluk-dürüstlük üzerinde durmak imanın amelî yanı gibi bir keyfiyet arz etmektedir. Zaten selef-i salihîn ve Kur’ân’ın ilk muhatapları da, her biri istikametin bir yanıyla konuya böyle yaklaşmışlar. Kimisi ثُمَّ اسْتَقَامُوا ya tevhid düşüncesini korudu ve günaha girmediler şeklinde; kimisi Allah’a itaatte dürüst davrandı ve hileye sapmadılar biçiminde; kimisi Allah’a kullukta içten ve ihlâslı davrandılar mahiyetinde; kimisi de feraizi tastamam eda etme, iç ve dış bütünlüğü içinde bulunma yorumunda bulunmuşlardır ki, böyle davrananları melekler sekîne, temkin ve itminan esintileriyle her zaman ziyaret ederler.. evet şeytanî duygularla oturup kalkanlara sık sık şeytanlar ve ervah-ı habîse uğradığı gibi, iman ve istikamet sahiplerini de ervah-ı tayyibe ziyaretleriyle sevindirir ve gelecekleri adına onlara bişaretlerde bulunur ve: تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰۤئِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ Üzerlerine peyderpey melâike-i kiram iner, (onlara): ‘Korkmayın, gelecekten endişe duymayın, mahzun da olmayın; vaad olunduğunuz Cennet’in muştusuyla neşelenin.’” der.

Bazılarına göre böyle bir nüzul ve bişaret, vefat esnasında; bazılarına göre “ba’sü ba’de’l-mevt” hengâmında; bazılarına göre de hem ölüm hem de yeniden diriliş anında gerçekleşmektedir. Kim bilir belki de bu önemli devrelerin hepsinin yanında, mü’mince hayatın hemen her safhasında böyle bir nüzul sürekli yaşanmakta ve bu sayede inanan gönüllere hep sekîne, temkin ve itminan akmaktadır. Ancak bütün ömür boyu, kalbdeki iman çekirdeği sayesinde bir duygu, bir düşünce şeklinde yaşanan bu hâlet, vefat esnasında daha da netleşecek; mahşerde daha bir inkişaf edecek, Cennet’e adım atılınca da uhrevî realiteler ölçüsünde kudret ve rahmet destekli hakikî buudlarına ulaşacaktır.

اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَاٰبُ

سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي أَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ

“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun.”

(Fussilet sûresi, 41/53)

Burada evvelâ sibak itibarıyla, Allah’ın varlık ve birliğine ait âyetlerin, Kur’ân’ın hakkaniyetini gösteren delillerin peşi peşine ortaya çıkacağına, âfâk ve enfüs armonisinin sürekli Hakk’ı ilâm ve ilan edeceğine işaret edilerek, mudayaka içinde bulunan mü’minlere hem harem içindeki sinelerin hem de harem haricindeki gönüllerin açılacağı; hem kendi iç dünyalarının hem de kâinat ve bütün şuûnun inkişaf edeceği; hem Cezîretü’l-Arab’ın hem de uzak ülkelerin fethedileceği; fethedilip İslâm nurunun şarka-garba yayılacağı ve dört bir yanda Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açacağı müjdesi verilmekte; verilip Mekke atmosferinin dışında onlara daha ferahfeza iklimlerin yolları gösterilmekte.

Bu âyetteki üslûp bize çok geniş bir tefekkür ufku açıyor ve hakikati rasat etme imkânları hazırlıyor. Bilindiği gibi hakikati ispat konusunda serdedilen deliller başta iki kategoride ele alınıyor: Nefsin dışında, kâinat ve hâdiselerle alâkalı ya da hariçten alınan delillerin objektif değerlendirilmesinden ibaret saydığımız âfâkî deliller; şahsın kendi iç dünyasıyla alâkalı görüş, duyuş, seziş ve sübjektif değerlendirmeden ibaret olan enfüsî deliller.

Allah (celle celâluhu), bu âyette mucizbeyan lisanıyla, indiği tarihten az sonra hem âfâkî hem de enfüsî müşâhede ve istidlal yollarıyla Kur’ân’ın hakkaniyetinin ve Efendimiz’in risaletinin apaçık ortaya çıkacağı bişaretini vermektedir ki, geçen bu süre zarfında hem âfâkî hem de enfüsî ilimlere esas teşkil edecek hususların inkişafıyla bu gaybî haber tereddüde meydan vermeyecek şekilde gerçekleşmiştir.

Şöyle ki bu âyetin ifade ettiği hakikatler açısından denebilir ki, günümüz insanının hâlâ anatomi, fizyoloji, psikoloji, biyoloji, fizik ve astrofizik gibi konularda, derinlemesine tahlili gereken daha bir sürü mevzu var ki bunlar ancak gelecekte peyderpey ortaya çıkabilecek. Evet enfüste bu böyle olduğu gibi, âfâkta da aynı şekilde böyle olması söz konusudur. Doğrusu varlık ve hâdiseler adına insanoğlunun hâlâ keşfedemediği bir hayli mevcud-u meçhul var. Ve Cenâb-ı Hak bunları, insanların araştırmasına bağlı olarak zamanla mutlaka gösterecektir. Evet سَنُر۪يهِمْ “Gelecekte göstereceğiz.” demektir ki, insanoğlu bu gerçekleri görecek; gördüğünde de “Kur’ân kâinat hakikatini solukluyor.” diyerek ona daha bir güvenle yönelecektir.

1 Tevbe sûresi, 9/7; Fussilet sûresi, 41/6.

2 Hûd sûresi, 11/112; Şûrâ sûresi, 42/15.

3 Buhârî, i’tisam 2; Müslim, hac 412; fedâil 130; Nesâî, hac 1.

4 Bkz.: M.F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/99-102.

5 Tirmizî, tefsir (56) 6; Münâvî, Feyzu’l-kadîr 4/169.

6 Hûd sûresi, 11/112.

7 Müslim, iman 62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/413; 4/385.

8 Bediüzzaman, Mektubat s.696.

-+=
Scroll to Top