G. “İYYÂKE NA’BÜDÜ…” ÂYETİ

Bize O’nu bulduran bütün bu araştırmalardan sonra Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna geliyoruz. Sanki sûrenin oraya kadar olan kısmı bizi O’nun karşısına çıkmaya hazırladı ve bu hazırlıktan sonra biz de, Cenâb-ı Hakk’ın huzur-u kibriyâsına çıkarak kulluğumuzu takdim etmek istiyor ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. “Namaz, mü’minin miracıdır.”1 diyen Söz Sultanı, işte bu noktaya dikkat çekmektedir. Sen, kavisler çiziyor, helezonlar meydana getiriyor, mekânı aşıyor, imkânla vücub arasına yükseliyor ve “cem”i, “fark”ı bir arada tutabilecek bir keyfiyet-i mahsusada “Yalnız Sana kulluk yapar, yardımı Senden isteriz.” diyecek makama yükseliyorsun. Ne büyük saadet ki, Nebiler Sultanı’nın madde ve mânâsıyla yükseldiği miraçtaki makama sen de inanç, kanaat ve yakîninle, günde beş defa çıkmaya muvaffak oluyorsun.

a. “Abede-Ubûdet-Ubûdiyet ve İbadet” Kelimeleri

نَعْبُدُ fiil-i muzari, nefs-i mütekellim maal gayr, yani, geniş zaman birinci çoğul şahıs kipindedir. Kelime, “abede”, “ubûdet”, “ubûdiyet” veya “ibadet” kelimelerinden türemiştir.

Abede, bir işi azim ve hırsla yapmaktır. Ubûdet, tevazu gösterme ve yüzü yerlere sürme demektir. Ubûdiyet ise, sistemli olarak, tanıdığı Mevlâ’sına karşı tâzimat ve tekrimatta bulunmanın adıdır. Ve ibadet de, hudû ve huşû içinde Mevlâ’nın istediği şekilde yapılan kulluktur. Yani sen, alabildiğine azimli, kararlı ve nazarını O’ndan başka bir şeye çevirmeme gayreti içinde yüzünü yerlere süreceksin. O’nun büyüklüğünü kabul, senin küçüklüğünü idrak şuuruyla; hem de gelişigüzel, sistemsiz değil; O’ndan aldığın bir sistem ve ölçü içinde, ciddî bir huşû ve hudû ile O’na karşı tekrim ve tâzimlerini arz edeceksin. Ben kulum, Sen Mevlâ’sın; ben köleyim, Sen Seyyid’sin; ben âfâkta gezen, dolaşan perişan bir varlığım, Sen ise “Bana ne zaman geleceksin?” diye bekleyen Mevlâ-i Müteâl’sin… İşte إِيَّاكَ نَعْبُدُ derken bütün bu mânâlar kasdolunmaktadır.

b. İbadet – Taat – Kurbet

İbadetin şeriat mânâsı; “Hâlis bir niyetle, sevap beklemek üzere, Allah’a yakın olmayı düşünerek yapılan taat.” demektir. İbadet dediğimiz zaman, hem taat hem de kurbet, yani Allah’a yaklaşma mânâsı bunun içinde düşünülür. Ama ibadet, taat, kurbet tamamen birbirinden başka mânâlara gelen kelimelerdir. Taat, niyet meselesi bahis mevzuu olmadan, şahıs gözetilmeden, sevap kasdıyla yapılan şeye denir. Kurbet ise, niyet olmasa dahi belli bir şahsa yaklaşmayı düşünerek ona karşı yapılan taattır.

İnsanın nefsini ve kâinatı tefekkür etmesi, değişik bir tabirle enfüsî ve âfâkî tefekkürü henüz bir niyete bağlı olmadığından ve daha tanıyacağı şahsı tanımadığından dolayı bir taat olsa bile kurbet ve ibadet değildir. Meselâ, bizler, âfâkî ve enfüsî tetkiklerde bulunuyoruz; fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi ilimlerle meşgul oluyor ve bu arada nefsimize dönüyor, enfüsî tetkiklere dalıyoruz, bu ve buna benzer araştırmalarla, derin bir tefekkür ve tezekkür; düşünme, tartma ve hatırlama, anma içerisine girmiş oluyoruz. Ancak, bu tür faaliyetler Mevlâ’ya karşı bir taat olsa bile, kurbet ve ibadet olmaz. Çünkü böyle bir şey yapmak niyete muhtaç ve niyete bağlı değildir. Kurbet değildir, çünkü yaklaşacağımız o yüce Zât’ı, henüz mükemmel bir şekilde tanımış olmuyoruz. Böyle nûrânî bir caddede neticeye إِيَّاكَ نَعْبُدُ cümlesini bütün ruhumuzda duyarak söylediğimiz zaman varmış olacağız. Kur’ân-ı Kerim okuma, sadaka verme vs. gibi iyilikler niyete muhtaç olmadığından birer taat ve kurbet olsa bile yukarıda anlatılan çerçevede ibadet değildir.

Öyleyse ibadet: İnsanın bütün benliğiyle, bütün duygularıyla, iç ve dış bütün havassıyla, fikrî melekeleri, his âlemi, kafası ve lisanıyla Allah’a yönelmekten ibaret olan sistemli bir hareket tarzına denir. Bu mânâya geldiği için de ibadetin bozuk bir Türkçeyle “tapmak-tapınmak” şeklinde tabir ve tercüme edilmesine imkân yoktur. Tapmak ve tapınmak; daha ziyade şuursuzca, niyetsiz ve sistemsiz yapılan hareketlere denir. Eski mâbudlara, ilâhlara, modern firavunların heykelleri ve resimleri karşısında yapılan boyun eğmelere dilimizde tapınma ve tapma dense bile kat’iyen, ibadet denemez. Çünkü o, Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya hastır.

Evet, ibadet sadece O’na yapılır. Onun için biz orada ne نُطِيعُ ne de نَحْتَرِمُ değil, ancak إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Yalnız Sana ibadet ediyor ve yardımı yalnız Senden bekliyoruz.” diyoruz. Bu arz ettiklerimiz kelimenin şeriattaki izahıdır. Ve biz نَعْبُدُ derken bunu düşünürüz. İbadet bir tapma tapınma karşılığı olmadığı gibi نُطِيعُ “İtaat ediyoruz.” demek de değil ve نَقْرَبُ “Sana yaklaşıyoruz” demek hiç değil. Belki aczini, fakrını, zaafını, ihtiyacını, hiçliğini nazar-ı itibara alarak ferah, refah ve saadeti O’na yaklaşmada bilerek kemal-i tâzim ve tekrimle O’na doğru gitmenin adıdır. Allah’a karşı yapılan bu şekildeki tâzim ve tekrim bir başkasına yapılmadığı ve yapılamayacağı için, başkalarına karşı gösterilen saygı, sözle ve davranışla takınılan hürmet çeşitlerinin hiçbirisine ibadet denemez.

c. İbadet ve İnsan Ruhu

Meselenin ilm-i nefisteki, yani bir açıdan psikolojideki tahliline gelince; insan nefsi, insan ruhu, elemlerin, ızdırapların, ümit ve sevgilerin uğrağıdır. İnsan, nefsinde acı bırakabilecek bir şeye karşı daima kuşku duyar, ondan hoşlanmaz. Ve ondan uzak kalmaya çalışır. Keza o, lezzet getiren sebeplere meftundur, o sebeplere karşı ümitle bağlanır veya hırsla sarılır. Tabiî, elem getiren faktör ve sebeplere karşı da öfkeyle mukabele eder ve onlara karşı tetikte durur.

Demek insan; devamlı arzuladığı, istediği, arkasına düşüp koştuğu, ümitle el ve sinesini açtığı bir kısım hâdiselerle; ürktüğü, korktuğu, öfkelendiği, kaçmak istediği vak’alarla karşı karşıya bulunmakta. Esasen insan, böyle bir korku ve korkudan doğan bir ürkmeyle ve böylesine bir muhabbet ve bu muhabbete dayalı bir ümitle insan olma dengesini devam ettirir. Bu denge sebebiyle cemaat ve cemiyetten ümit kesildiği zaman yeis başgösterir. O zaman da bütün çalışma şevki kırılır ve faaliyet söner. İnsan ümidi kırıldığı zaman atalet ve tembellik içinde kalır. Öyleyse ümidin silinmemesi için, ümidin dayalı bulunduğu muhabbetin pörsütülmeden hayatiyetinin devam ettirilmesi gerektir. Korku fertten ve cemiyetten silindiği takdirde, neticesi düşünülmeden; fert, aile, toplum ve millet topyekün hesapsız işler yapmaya başlarlar. Bu da, bütün bir insanlığın tuğyanına sebebiyet verir.

Onun içindir ki, bu korku ve muhabbet hissi, insanla birlikte yaratılmıştır. İnsanın mahiyetinde, bütün kâinatı içine alacak bir muhabbet ve kâinatta cereyan eden, hususiyle istikbalde kendisini bekleyen veya beklediğini sandığı hâdiselerden ciddî bir şekilde korkusu vardır. Bazen bu korku sebebiyle bütün ümidi temelinden sarsılır, hatta yıkılacağından endişe eder. Yüzü kara, eli boş, Hak karşısına öyle çıkacağından tir tir titrer ve korkar. Bu haddizatında adalet ve istikametin devamı için şarttır. Fakat suiistimal edildiği zaman; her şeyden, yerin zelzelelerinden kuyruklu yıldıza, yılanın, akrebin sokmasından bir mikroba kadar her şeyden korkar. Böyle bir korku ise, insanın istikbalini zehir eder. Çünkü o öylelerden korkar ki, ne acıma bilir ne de merhamet eder. Korku öyle bir belâdır ki, onu başından atacağı âna kadar kat’iyen huzura kavuşamaz.

Muhabbete gelince, o da belâlı bir musibettir. İnsan öylelerine gönül verir, öylelerine bağlanır, öylelerinin arkasına ümitle düşer ki, onlar onu tanımaz, yüzüne bakmaz ve giderken de “Allah’a ısmarladık” demeden çeker giderler. Evet, gençliğin, gücün, kuvvetin, tâkatin giderken sana “Allah’a ısmarladık” bile demeden çekip gittiler. Hayat arkadaşın, annen, baban, evlâdın da giderken sana “Allah’a ısmarladık” demeden çekip gidiyorlar. Öyle ise, muhabbet dahi belâlı bir musibet oluyor. Kötüye kullanıldığı zaman insanın başına neler neler açıyor. Hele bazen insan, gönül verdiği, ümitle bağlandığı şeye o türlü bağlanır. Ona gönlünü öylesine verir ki, bütün bütün onun kulu-kölesi olur. Ona öyle bağlanmıştır ki, muhabbet onu kör ve sağır etmiştir de mâşuku, mahbubu, mâbudu aleyhinde söylenen hiçbir şeye kulak vermez ve ona ait fena ve zevalden hiçbir şeyi görmez.

İşte bütün şirkler, puta tapmalar, Allah’a karşı eş ve ortak koşmalar bu duyguyla meydana gelmiş ve zamanla korkulan ve sevilen şeyler birer mâbud hâline getirilmişlerdir.

Evet, korktuğunun şerrinden emin ve sevdiğinin sevgisine mazhar olabilmek için yığın yığın mâbudlar, putlar türeyivermiştir. Kalb bir kere fâni şeylere bağlandı mı, insan artık hüsrandadır. Çünkü öylelerine bağlanır ki, o ne bağlandığı insandan evvel gitmeme hususunda teminat verebilir ne de onun bağlandığı ümitleri yerine getirebilir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) herkesin gönülden bağlanması gereken Sultanlar Sultanı’ydı. O Sultanlar Sultanı, sinesinde kalb ve vicdan taşıyan her berrak gönül tarafından sevilirdi. Bununla bereber fâniye gönül bağlamayıp bâkiye gönül bağlama dengesini çok iyi kavramış insanlar O’nun vefatıyla sarsılmadılar. Ama doğrudan doğruya fâniye bağlananlar sarsıntı geçirdiler ve bunların çoğu bağlı bulunduğu dini terk etti.

Gelişen her şey kemale erdiği gibi, netice itibarıyla da zevale mahkûmdur. Resûl-i Ekrem de ulvî mükellefiyetlerini en samimî hisleriyle yerine getirmiş, vazifesini sona erdirmiş, sonra da Allah’ın davetine icabet edip gitmişti. Bu mevzu ile alâkalı, dikkat çekici şu hususu arz etmede yarar var; bu kritik devrede Hz. Ömer gibi bâkiyi, fâniyi çok iyi bilen nadide bir dimağ dahi sarsıntı geçiriyor. Ve “O’na öldü diyenin kafasını keserim.”2 diyor. Fakat O’na Allah’ın elçisi olarak, Allah’tan ötürü bağlı bulunan Sadıklar Sadıkı; fâniye fâni, bâkiye bâki kadar bağlanan bir insan vardı. O gün, Medine’nin az yukarısındaki Sunh mahallesinde bulunuyordu. Medine’ye döndüğü zaman Medine’nin ufkunu siyah bulutların kaplamış olduğunu gördü. Herkes ağlıyordu ve kimse tek kelime bile söyleyemiyordu. Hz. Ali gibi, kükrediği zaman aslanların ödünü koparan bir Haydar-ı Kerrar dahi yıkılıp dize gelmiş ve ayağa kalkacak hâli yoktu… Sadık insana kendisinden sadakat istendiği zaman sadakat izhar etmesi vazife olur.

Evet, Sıddîk-i Ekber’e büyük bir iş düşüyordu. O esnadaki mevcut atmosferi değiştirecek ve yepyeni bir akım hâsıl ederek, orada Bâki kimdir fâni kimdir, onu anlatacaktı. Ama daha önce Efendimiz’in hane-i saadetine uğrayarak mübarek nâşa yaklaştı ve eğilip O’nun mübarek yüzünü öptü. Ne tertemiz dudaklar ki, o tertemiz alına değiyor ve değerken de şöyle diyordu: “Sen bir kere öldün bir daha ölmeyeceksin, mevtin dahi hayatın kadar temiz ve güzel!” Daha sonra mescidin içine giriyor; perişan ve yıkılmış sahabe topluluğunu yarıp geçiyor, minbere çıkıyor ve o muhteşem hutbesini irad ediyor. Sonunda da herkesi içinde bulunduğu uykudan uyaracak şu âyet-i kerimeyi okudu: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ “Muhammed, ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de nice peygamberler gelip geçti.”3

Sahabe o anda birdenbire uyanıp kendine geldi. Çünkü peygamber gitmiş vahiy de sona ermişti. “Acaba bu âyet yeni mi nazil oluyor?” diye düşünüyorlardı. Hâdisenin dehşeti Kur’ân’da böyle bir âyetin bulunduğunu sahabeye unutturmuştu. Güneşler Güneşi’nin üfûl edeceğini, ayın batacağını o âna kadar akıllarından bile geçirmemişlerdi…

Âyet: “Muhammed sadece ve sadece Allah’ın elçisidir, çok şereflidir. Çünkü Ezel ve Ebed Sultanı’nın Yaver-i Ekrem’idir. Ondan evvel çok peygamberler gelip geçti. O, vefat etse veya öldürülse, şehit olsa, girdiğiniz gibi ökçelerinizin üzerinde dönüp gerisin geri mi gideceksiniz, içine girdiğiniz dini terk mi edeceksiniz?”4 diyordu.

Bu âyet Uhud’da nazil olmuştu. Ondan sonra da sahabe onu durmadan okumuştu, fakat altındaki mânâyı Hz. Ebû Bekir gibi kavrayamamışlardı. Resûlullah vazifesini yapıp gitmişti, fakat daima iş yapan, فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ5 olan: كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ6 âyetiyle Kendisini anlatan, her an ayrı bir şe’n ve tecellî sahibi olan Allah Bâki’dir.

Hz. Ebû Bekir’in sesi mescitte âdeta titreşimler hâsıl ediyor, bütün cemaati lerzeye getiriyor ve sahabe yeniden Allah’a teveccüh ediyordu. O coşma, o dalgalanma Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatı üzerinde koparılmak istenen kıyametlerden ilkini bertaraf ediyor ve daha sonra peşi peşine zuhur edecek hâdiselere karşı da onları uyarıyor, dikkat ve uyanıklığa sevk ediyordu.7

Evet, bu noktaya gelirken söylediğimiz sözü tekrar edelim: Gönül verdiğiniz, ümit bağladığınız hangi fâni vardır ki, sizden evvel göçüp gitmeyeceğine, bütün ümit ve arzularınızı yerine getireceğine dair teminat versin? Şimdi, Allah’a verilecek muhabbeti o ölçüde Resûlullah’a dahi vermek caiz olmazsa, sizin bir sürü küçük, fâni mâbudlarınıza ve sanemlerinize göstereceğiniz muhabbet ve alâkayı tevhid şuuruyla yeniden gözden geçirmek gerekecektir.

Gönül fâni varlıklara teveccüh edince, insan düal yaşamaya başlar, âdeta ikileşir. Çünkü insanın içinde korku ve muhabbet vardır. Bu muhabbet ve korku hakikî sahibini bulamazsa, insan bir ölçüde her korku ve muhabbet duyduğuna bağlanır; hatta yerinde perestij eder. Böylece o, birçok ilâh uydurup başına musallat etmiş olur. Ama o, korkunun da, muhabbetin de ilk ve son mercii Allah’ı bilir ve bunu bütün ruhuyla kabullenirse, o insan tevhide yükselmiş ve bu korku- muhabbet sayesinde hakikî huzur ve saadete ermiş olur.

Demek oluyor ki, bizi yaratan Hâlık-ı A’zam, Sâni-i A’zam, bizi kendisine yöneltebilecek fakülteleri içimize kurmuş çalıştırıyor. Ve aynı zamanda kâinatı içine alacak bir muhabbeti, yine kâinat kadar büyük bir korkuyu da bizim içimize yerleştirmiş. İşte bu korku ve muhabbet, Sahib-i Hakikî’sine verildiği zaman, saadet ve huzur kaynağı olur. Yavrunun anneye, annenin yavruya olan karşılıklı muhabbetleri buna güzel bir misaldir.

Allah korkusuyla kalbi tir tir titreyip, ümitleri temelinden yıkılacağı endişesini taşıyan bir insan sıkıldığı zaman yine Allah’a müracaat eder. İşte bu korkuda, alabildiğine derin, alabildiğine sınırsız bir lezzet vardır. Korkuda bu kadar lezzet olursa muhabbetin lezzetini varın siz kıyas edin. Öyleyse Allah’a kulluk, alabildiğine bir korkunun yanında alabildiğine bir muhabbetle yapılır. Ve ibadet dediğimiz vazife de, bir bakıma birbirine zıt gibi görünen bu şeylerin bileşiminden ibarettir. Kulluğun içinde, korkudan ummanların çağladığını, muhabbetin dalga dalga mevcelendiğini, derin bir saygının, hudutsuz bir huzurun esip durduğunu, dalgalanıp ruhu sardığını müşâhede ve mülâhaza ederiz ki, biz buna ibadet diyoruz.

Acz ve zilletini idrak edemeyen, rahmetin ve ümidin ne kadar kıymetli olduğunu bilmeyen kimse kem tâli’ ve ibadetin neşvesini kavrayamamış kimsedir. Evet, ibadetin ruhunda hem yüzü yere sürme, Allah’ın rahmetine bel bağlama, ümitlenme, hem de ümitlerini kaybetme endişesiyle tir tir titreme vardır. Hem büyük bir endişe hem de yanında alabildiğine neşe iç içedir. Endişeyle neşeyi bir araya getirdiğiniz zaman, Mevlâ’nın huzurunda olduğunuza inanabilir, korku ve ümit dengesini kurmuş sayılabilirsiniz. Ama bir tarafta burnunu dikip gezen kibirliler, korku nedir bilmeyen nikbinler, her şeyi Bektaşî iyimserliği içinde görenler, kuruntulara bağlananlar, diğer yandan da ümitsizlik içinde yaşayan me’yuslar, kulluk şerefindeki ulviyetin ne demek olduğunu idrak edemeyen zavallılar hiçbir zaman bu neşve ve bu huzuru duyamazlar.

d. Niyet İbadetin Ruhudur

Allah’a karşı yapılan kullukta dengeli, ölçülü, O’nun tayin buyurduğu kıstaslarla hareket etmek şart olduğu gibi, niyet de şarttır. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz değildir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Nice ayakta duranlar vardır ki ayakta durmaları kendilerine yorgunluktan başka birşey kazandırmaz ve nice aç duran, oruç tutanlar vardır ki orucundan yanına kalan sadece açlık ve susuzluktur.”8 der.

Demek gönlün sadece ve sadece O’na yönelmesi gerekir. O düşünülmeden verilen zekât, zekât; sadaka da sadaka değil, bir saçıp savurma ve Kur’ân’ın diliyle şeytana arkadaş ve yâr olmaktır. O’nun maksûd olmadığı emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, diyalektik yapmak ve insanları demagoji ile aldatmak demektir. O’nun maksûd olmadığı bir cihad, gösteriş ve âlâyişten ibaret, servet ve zamanı heder etmek demektir. Demek ki ibadetin ruhunda gaye Mâbud olacak ve abd, Mâbud’a teveccüh edecek, kulluk Mâbud’a yapılacak. Aslında aynı kökten gelen bu kelimeler birbirinden ayrılmaması esasına göre hareket edilecek.

Kul: “Senin izzetini düşünerek zilletimle; azametini düşünerek hakirliğimle huzuruna geldim. Kimseye bel kırmayan, boyun bükmeyen ben, Senin için belimi de kırıyor, boynumu da büküyorum. Gururumu, Sana yapılan secdenin ruhanîliğiyle ayaklar altına alıyor ve yüzümü yerlere sürüyorum. Çünkü Sen Mâbud’sun, ben abdim, Sen Hâlık’sın ben mahlukum. Bütün fakirliğimi ilân ederek Senin huzuruna geldim. Çünkü Sen bana bir akıl, bir meyil, bir şuur verdin ve bunları topladın, vicdanıma rükün yaptın. Vicdanım Sana karşı minnet ve senâlarını eda etmek istiyor. Bütün kâinat şahit olsun ki, ben kulum ve işte bununla şeref duyuyorum.”

İşte mü’min نَعْبُدُ derken bunları duyar ve bunları düşünür. Bu bir küçüklük değil, insanın gerçek büyüklük yolunu sezmesinin ifadesidir. Bizler, “Muhammedün abdühü ve Resûlühü” derken bu sırra parmak basıyoruz. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kulu ve resûlüdür. O, önce kuldur ve kulluğu devam eder. Allah Resûlü, peygamberlik gelmeden evvel kuldu, peygamberlik geldi, kulluğu devam etti. Vefatıyla peygamberlik gitti ama O yine Allah’ın kuluydu. İşte biz Allah’a karşı نَعْبُدُ derken bu şekilde bir kulluk kastediyoruz.

Evet, hürriyetimizi dünyaları verseler başkalarına vermeyiz. Allah’tan gayrısı için esareti kabul etmeyiz. O’ndan gayrısı için ne kulağımıza halka, ne de boynumuza tasma takmayız. Ancak bizi yaratan, sonra da varlığını vicdanlarımıza duyuran Allah için, bin canımız ve başımızdaki saçlarımız adedince başımız olsa, seve seve hepsini feda ederiz. O’nun uğrunda bütün korkulara göğüs gerer, O’nun yolunda bütün başka sevgileri feda ederiz. Her şeyi kaybettiğimiz zaman O’nu kazanacağımız için de, bütün bunları iştiyakla yaparız. O’nun için feda olmayı cana minnet bilir, vücud-u Hak için ter içinde, gözü yaşlı, sinesi buğu buğu Hak sevgisi ve Hak saygısıyla yaşamayı Cennet hayatına tercih ederiz.

İşte bizler, böylesine coşkunluk, içtenlik, samimiyet ve ihlâsla, dağlara yüklenseydi onları paramparça edecek bir vazifenin altına giriyoruz ki, إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُ âyeti9 de bunu ifade ediyor. Dağ, taş bu emaneti götürecek keyfiyette değildi. Onlara bu emanet teklif edildiği zaman kaçındılar ve “götüremeyiz dediler”.

e. İbadet ile İstiâne Arasındaki Münasebet

Kur’ân’ın kelime ve cümleleri arasındaki münasebet ve ifadesindeki âhenk, tutarlılık ve akıcılık o kadar tatlı, içten ve o kadar muhteşemdir ki, dağların, taşların yüklenmekten çekindikleri bu ağır vazife altına girerken, hemen ne yapıp ne edeceğimizi de bize öğreterek, ışık tutuyor ve yolları aydınlatıyor. Biz de “Yardımı ancak Senden istiyoruz. Yoksa yolda kalır, âvâre ve sergerdan olarak mahvolup gideriz.” gibi bir mânâ bütünlüğü içinde إِيَّاكَ نَعْبُدُ dedikten sonra وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ile yeni bir sığınmada bulunuyoruz.

İstiâne: Yapılan bütün işlerde Allah’tan yardım talep etme, yapılan ibadetlerin kolaylıkla yapılmasını Allah’tan dileme ve insanın karşı karşıya kaldığı meselelerde Allah’ın yardımına, Allah’ın inayetine bel bağlaması demektir. Bu itibarla biz, İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste de ifade edildiği gibi, ibadetlerimizde, işlerimizde hâlis, muhlis olarak bütün samimiyet ve içtenliğimizle yardımı sadece ve sadece Allah’tan istiyoruz.10

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır; yardım ve avn, zarurî ve gayr-i zarurî olmak üzere iki kısımdır. Zarurî olan, rahmetiyle bizi yaratan Allah’ın (celle celâluhu), aza ve kabiliyetler şeklinde mahiyetimize koyduğu şeylerdir. Meselâ: el, ayak, göz, kulak, vs. Bizler görme ibadetini gözlerimizle yapar, gözlerimizin aldığı mânâları fikir laboratuvarında değerlendirir, âdeta bal yapıyor gibi mârifet petekleri kurmaya çalışırız. Bunu da kafa yapar. Ama O, evvelâ başa bu fakülteleri yerleştirmiş, mekanizma arasında münasebetler var etmiş ve her şeyi işleyen mükemmel bir fabrika hâline getirmiştir. İşte Allah’ın bize baştan verdiği bu şeylerin hepsine zarurî avn ve yardım diyoruz. Bunlardan bir tanesinin eksikliği bahis mevzuu olduğunda insan, istenilen şeyleri tam yapamaz.

Bir de gayr-i zarurî olan avn ve yardım vardır ki, bir işi yapacağımız zaman Cenâb-ı Hak melek, melekûtiyet, Rahmet ve Rahmâniyeti ile teşvik eder, yol gösterir. “Hâdî” ismi ile imdadımıza yetişir, yolları aydınlatır ve bizleri irşad eder. Fıkıh usûlüyle meseleyi anlatacak olursak bunlardan evvelkine “kudret-i mümekkine”, ikincisine de “kudret-i müyessire” denir. Birincisi, mümkün kılan bir kudrettir, ikincisi de, kolaylaştıran bir kuvvet ve kudrettir. İşte biz yaptığımız her şeyi, başta Allah’ın yarattığı âzâ ve kabiliyetlerle, sonra da yine O’nun inayetine dayanarak yaparız. Burada şu hususu da anlatmadan geçemeyeceğim:

Kendi yaratılışımızdan, “yaptık, ettik” dediğimiz fiillerimize kadar, bütün davranışlarımız Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah, ilk yaratılışı cebren yapmıştır. Yani ilk yaratılış cebrî ve vehbîdir. Allah, yarattığı dünyanın hendesesini insanlara sormamıştır. Onu Kendi çizmiş, Kendi yaratmış ve Kendi var etmiştir. İşin bu tarafında tamamen cebir ve hâkimiyet hükümfermadır. İnsana Cennet’i ve Cehennem’i kazandıran ve buna sebep olan iradeye gelince; (yukarıda tafsilatıyla arz ettiğimiz gibi) bu irade Cenâb-ı Hakk’ın rahîmiyeti ile verilmiştir. Ancak bizden hâsıl olan her iş ve fiil yine Allah tarafından yaratılmaktadır.

İşte إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip bizlere, kendisine yönelmeyi öğretirken yardım talebi salâhiyetini de bize veriyor. Âdeta, “Yardım talep edebilirsiniz, sizden talep, kesb, teveccüh; Benden yaratma, meydana getirme ve elden tutma; sizden gerilim, Benden yüksekler yükseğine alıp götürme.” diyor. Biz de, O’ndan dilerken ve bu yardım dilemeyi O’nun kelâmında, O’nun emri olarak öğrenirken, bize talep etme salâhiyetinin verildiğini görüyoruz. Öyleyse her işimizde bir Fâil-i Hâlık’ın eserinin nisbeti vardır. Meydana gelen her şey Hâlık ve Fâil olan Allah’ın, kesb ise bizimdir. Fiil, bu iki şeyin nisbetinden doğuyor. Ve insana öyle bir pâye, öyle bir şeref veriliyor ki, burada Hâlık’la mahluk, Mâbud ile abd bir paylaşma ve dengeleme durumunda bulunuyor. Yani biz kulluk yapacağız. Allah da elimizden tutacak. Meseleyi böyle anladıktan sonra, artık ne cebre ne de itizale sapma meselesi asla bahismevzuu olamaz.

Burada çok kısa olarak kadere de temas etmek istiyorum. Aslında bu bahis, kaderle alâkalı mevzuda ele alındığı için orada mütalâa edilmesi daha uygun olur.

Olacak şeyler, olmazdan evvel Allah’ın ilminde, ilmî vücutlarıyla vardı ve sonra bunlar, Allah’ın ilmindeki şekilleriyle kudret ve irade vasıtasıyla var edildiler. Allah’ın bilmesi, meydana gelen vak’aların şu veya bu şekilde olmasını zorlamaz. Hele sermayesi kesbden ibaret olan insan, iradesini hangi tarafa yöneltirse, Allah o istikamette bir şeyler yaratır. Şurası bilinmelidir ki, insanın iradesi hesaba katılmak şartıyla, hiçbir şey yokken Allah’ın ilminde eşyanın şöyle veya böyle var olmasına ve bunların Cenâb-ı Hak tarafından bilinmesine kader diyoruz. İnsanın iradesi hesaba katılmak suretiyle, insanın yapacağı veya insanın başına gelecek şeyleri ilm-i ilâhî defterinde tespit etmek, insanı zorlayıcı olmadığından, mesele kat’iyen ne Kaderiye mezhebinin ne de Cebriye mezhebinin dediği gibi değildir. Onun için rahatlıkla diyoruz ki, bizden işleme, kesb, Allah’tan yaratma; bizden yönelme, O’ndan, elimizden tutma; bizden O’na kulluk ve O’ndan bize Cennet’i kazandırma…

Şimdi buradan da hemen şu noktaya intikal edebiliriz: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُستَقِيمَ Hâlık ve mahluk arasında çok tatlı, ama ne tatlı bir mukabelenin ifadesidir! Bu, o kadar şerefli, o kadar yüksek bir anlaşma, ahd ve akiddir ki, beşer bunun üstünde daha yüksek bir şerefe, bir pâyeye mazhar olmamıştır. Sizden herhangi birinize “Bir memlekete sultan oldunuz.” deseler, bu yüksek mevki ve makam, Allah’la insan arasında yapılan bu mukaveleye nispeten çok sönük kalır. Gökleri ve yeri yaratıp elinde tutan, bu geniş rubûbiyet dairesi içinde, aynı zamanda her an senin kalbine bakan ve o kalbi elinde evirip çeviren Allah’la, bir mukavele akdinde bulunman ve اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demen, senin için öyle bir şereftir ki, bu şerefi anlatmaya imkân yoktur.

Yalnız şu kadarını diyelim: Rabbü’l-âlemîn ismiyle tasarruf yapan; seni kemale doğru sevk eden ve sana kemal kazandıran, Rahmân ve Rahîm isimleriyle yeryüzünü bir sofra, senin dünyanı da ayrı bir sofra yapıp, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle tecellî eden, yani ağzına aldığın lokmayı, kurduğu mekanizmayı işlettirmek suretiyle ağzını sulandıran, merhamet edip midenin bezlerine su salgılatıp, mideni ıslattırarak hazmı kolaylaştıran, bağırsak mekanizmasını, ciğer ve böbreği ve daha senin şuurunun uzanamadığı nice şeyleri çalıştıran ve her hâdisenin arkasında Rahmâniyet ve Rahîmiyetini sana gösteren, senin koyduğun en muhteşem, en debdebeli sofradan daha müdebdeb ve muhteşem sofraları yeryüzünde de sana takdim eden; önüne koyduğu bu şeylerle senin ve senin gibilerin vitamin ve protein ihtiyaçlarını karşılayan; daha binbir çeşit nimetleri, nimetlerdeki tad, renk ve kokularıyla sana Rahmâniyet ve Rahîmiyetini gösteren Allah, sana Kendisini tanıttırdı, bir pâye ve şeref verdi.

Sonra مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile vicdanında kendisini hissettirdi. İyiliklerin ve kötülüklerin karşılık göreceği bir günü ihtar ederek seni yarınlar için hazırlanmaya çağırdı. Evet, bugün sen, öldükten sonraki hayata göre adımlarını atıyorsun, bunu sana O lütfetti. Sen mânevî yapın ve ruhî hayatın adına bir keyfiyet kazandın, bir kısım sermaye edindin ama bu işin ana parası O’ndan geldi. Zira temel maddeleri O lütfetti. Sonra doğru yola da O hidayet etti ve bir şeyler yapmaya muvaffak kıldı.

Fakat bütün bunların yanıbaşında, sanki elde ettiğin şeylerde senin müdahalen, mâlikiyetin varmış ve bir şeylere sahipmişsin gibi seni karşısına aldı; sana değer veren bir muvazene ve muadele içinde “Kulum senden kesb, Benden yaratma; senden Cennet yolunda olmak, Benden Cennet’e koymak; senden mâsiyetten kaçınma, Benden muvaffak kılmak.” dedi ve âdeta seninle bir mukavele yaptı. İşte biz إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derken; Resûl-i Ekrem, nasıl miraçta Allah’a selâm verdi, selâm aldı, nasıl ümmeti için Allah’tan namaz hediyesini getirdi ve nasıl, sevabı olduğu gibi kalmakla beraber mükellefiyet hafifletildi; öyle de, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ’de aynı mukabele ve mukaveleyi bütün benliğimizle duyuyoruz ve başkalarından usanmış kalblerimiz aynı şeylerle dolup taşıyor.

f. İbadet ve Cemaat Şuuru

Bir diğer yönüyle إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ bize cemaat şuuru veriyor. Evet, biz إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ile “Ben” demeyi bırakıyor “Biz” diyoruz. Bu sözü birimiz söylüyor, diğerlerimiz sükut ediyor. Namaz, bizim içtimaî hayatımızın, denge, düzen ve nizamının sembolüdür. Eğer biz, namazda bunu duyarsak cemaat hâlindeki yaşayışımızda, pırıl pırıl kendisini gösterir; “Biz”, kuru kalabalıktan ibaret bir cemaat değil; aksine ruh birliğiyle âhenk içinde muntazam bir cemaatiz.

İşte fert, ilk defa bu düşünce ile cemaat şuuruna ulaşır; hissî yaşamadan kurtulur. Mantıkî ve aklî yaşama seviyesine ulaşır; içine gireceği, kendisinin de bulunacağı cemiyet içinde, bir uzuv olmaya liyakat kazanır. Bu da, biraz ferdin vicdanının genişliği veya darlığıyla alâkalıdır. Vicdanı derin kimselerin teşkil ettikleri ve edecekleri cemiyet, vicdanın genişliği nispetinde temelli, köklü, sarsılmaz ve devamlı olur. Vicdanı dar ve müsamahasız olan kimseler ise henüz bir cemiyete uzuv olma seviyesine ulaşamadıklarından onların teşkil edecekleri cemiyete biz, kuru kalabalık nazarıyla bakıyoruz. Tahlilini yapmaya çalıştığımız böyle bir topluluğa ise “cemaat” denir. Bu cemaatin ilk görünen tatbiki, namazın cemaatle eda edilmesindedir. O da, Hanefî mezhebinde sünnet; Hanbelî mezhebinde farz; Mâlikî ve Şafiî mezheplerinde farz-ı kifaye kabul edilmiştir.

Allah Teâlâ Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde böyle bir cemiyeti hazırlayıcı unsurları ve hazırlanan cemiyetin terbiye edilmesi hususunda lâzım gelen kanunları koymuştur. O, ilk defa bu mevzuda cemiyeti teşkil edecek fertleri hazırlamıştır. Fertlerin hazırlanışı vahye dayalı olarak önce peygamberlerin, sonra da müçtehit ve mücedditlerin eliyle olur. Fertler yavaş yavaş toplu olarak yaşamaya hak ve liyakat kazanınca, artık bir araya gelmeye başlarlar. Bir kanun ve hâkimiyet altında baş başa, omuz omuza âdeta bir vücudun uzuvları hâline gelirler. Bu anlaşma ve uzlaşma ancak kanunlardaki birliğe, esas alınan prensiplerdeki birliğe bağlıdır. Eğer kanunda ve prensiplerde bir birlik yok, insanlar da korku veya muhabbetle aynı kapıya dönük değillerse tefrika ve dağınıklık başgösterir. Kalbleri parça parça, kafaları dağınık olan kimselerin mükemmel, birbirine bağlı, kenetlenmiş, sağlam bir cemiyet teşkil etmeleri asla düşünülemez.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “ben” demeyi yasaklayıp “biz” deyin derken işte bu mânâda bir cemiyetin teşekkülünü hedefler. Sonra da o mükemmel fertlerin, yeni oluşumları meydana getireceğine işaret ve irşad buyurur. Daha sonra o oluşumların içinden, beyne doğru giden bir kısım atomlar, moleküller gibi saflaşan, cemiyet beyninde bulunmaya liyakat kazanan bir kısım kimseler cemiyetin başına geçer ki, böylece idarî mekanizma kendi kendine teşekkül etmiş olur. Bunlar kaprisi olmayan, vicdanı geniş fertlerdir. Onları da ancak Nebi ahlâk ve terbiyesi yetiştirir.

أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ11 denilerek, Nebi’nin sinesindeki inşirahın, genişliğin, minnet makamında anlatılması çok mânidardır. Allah Peygamberi’dir ki, sadrını, sinesini, açtıkça açmış; en olumsuz davranışları müsamaha ile karşılamış ve cemaate giden yolları göstermiştir. Bu sebeple vicdanın genişliği, açıklığı, inşirahı nispetinde cemiyet gelişip, güç kazanıyor. Demek oluyor ki, bir cemiyetin, tarihin kaderinde hâkim rol oynaması, o cemiyeti teşkil eden fertlerin vicdanlarının genişlik veya darlığıyla çok alâkalıdır.

Cemiyeti büyüten, ferdin vicdanıdır. Fert kaskatı, kendisini daima bir kısım hususiyetleriyle hissettirip duruyorsa, bu cemiyet geçici olarak kurulsa bile devam etmez, zamanla yerle bir olur. Fakat fertler müsamahalı, vicdanları alabildiğine geniş, Resûlullah gibi أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ sırrına mazhar iseler; kuracakları cemiyet köklü, sağlam olacaktır. Böyle bir cemiyete herkes rahatlıkla girebilir. Böyle bir cemiyet belki çok çabuk kurulmaz; fakat çok uzun ömürlü olur. Ve zamanla tarihin kaderine hâkim olabilir ki, Resûller yolu da bu yoldur. En mükemmel şekliyle bize, cemiyetin ilk rüknü olma imtiyazını yine Resûlullah göstermiştir. Sonra teker teker fertlerde bunu tam görmesek bile, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesis buyurduğu cemaatte tam mânâsıyla görebiliriz. İnşâallah ahir zamanda insanlığa yeni bir veche verecek, tıkanmış ilimlerin yolunu açacak, maddî ve mânevî semalara doğru yükselmeyi temin edecek Kur’ân cemaatine Allah, bu sine genişliğini ihsan buyuracaktır. Bunu O’nun sonsuz rahmetinden umuyoruz…

Vicdanı dar, kalbi katı, his ve kaprislerini yaşayan bir kısım kimseler, âhenkli bir cemiyet içinde her ne kadar âhengi bozmadan yürüyebilseler bile, yeni bir cemaat teşkil etmeleri düşünülemeyeceği gibi; fikrî tekelleşmeyle “Herkes benim gibi düşünsün.” diyen, nefsinin esiri kimselerin de cemiyet teşkil etmeleri asla ve kat’a düşünülemez.

Hak yolundaki her mesleği hak bilen, başka meslekler içinde de hak ve hakikat nüvelerinin bulunabileceğine inanan, vicdanı geniş, sinesi alabildiğine açık, Hakk’a yönelmiş ve müsamahalı kimselerin kurdukları cemiyetler daima uzun ömürlü olmuşlardır. İşte إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ahd ü peymânında bunu da anlıyor, İslâm cemiyetinin temel dinamiklerini beraber müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah “ben” değil, “biz” deyin buyuruyor. Benliğinizden vazgeçin. İbadet ve taatınızı ise, cemiyetin içinde öyle bir şuurla Allah’a takdim edin: “Ben kim, benim kulluğum kim! Fakat ben de, şu insanlar arasındayım ve onların arasında Sana kulluk yapıyorum.”

Fıkıhta, malın ayıplı çıkması neticesinde alıcının alışverişten dönebilme serbestisi misalinde olduğu gibi, bir insan on çuval mal alsa ve bunlardan bir tanesi sakat çıksa, ya onların hepsini reddeder, ya da onu öylece kabul eder. İşte ben de, sakat, yarım yamalak kulluğumla, bu kanunun himayesine girerek diyorum ki, “Allahım, bunlar kulluklarını Sana takdim ediyorlar. Bunların bu kullukları gibi, yeryüzünde binlerce cami ve mescitte, daha binlercesi kulluğunu Sana takdim ediyor. Ben, bütün samimiyetimle, vücudumun zerrelerinden, atomlarından –ki, onlar mecburî bir cemaattir– ağaçlardan, otlardan, hayvanlardan –ki, onlar tabiî ve fıtrî bir cemaattir– insanlık cemaatine, melekler cemaatine ve cinler cemaatine –ki, bunlar da iradî birer cemaattirler– bütün bunların kullukları arasında, ben de, benim kulluğumu Sana arz ediyorum. Tek başıma söz söyleyecek, talepte bulunacak hâlim olmasa bile “ben” demiyor, “biz” diyor, onların arasına giriyor, hayatımın, ancak cemiyetin hayatıyla devam edeceğine inanıyorum. Medenî bi’t-tab’ (yaratılış itibarıyla medenî) olmanın gereği olarak arkasında durduğum imama uyuyor, onun okuduğunu dinliyor ve onun arkasında konuşmuyorum.”

Hanefi mezhebinde, imam Kur’ân okurken cemaatin dinlemesi; kemale ermiş, dindar ve medeni bir cemaatin, bir reis tarafından temsil edilmesi çok güzel sembolize edilir. İşte bu tabloda, apaçık bir cemaat şuuru görüyoruz.

g. Tevhid-i Ubûdiyet ve Tevhid-i Rubûbiyet

إِيَّاكَ نعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ’in diğer bir yanı da tevhid-i ubûdiyet ve tevhid-i rubûbiyetle alâkalıdır. Bu hususu da kısaca arz edelim:

Allah (celle celâluhu), bu âyete kadar bize, tek ve yekta, ferd-i ferîd Rab olduğunu anlattı. Ben Allahım” dedi ve biz de O’na “Allah” dedik. Allah gökte ve yerde eşi, menendi, zıddı ve niddi olmayan “Zât-ı Ecell-i A’lâ” demektir. “Rabbi’l-âlemîn” diyerek terbiyesinde de ortağı olmadığını söyledi. Vücudumuzun atomlarından en uzak sistemlere, galaksilere, nebülözlere kadar her şeyin, tasarrufu altında olduğunu anlattı. “er-Rahmâni’r-Rahîm” diyerek anne karnındaki yavrudan bir koza içindeki böceğe kadar her şeyin çok iyi beslendiğini; vücudumuzun hücrelerinden en büyük sistemlere kadar gayet mükemmel bir şekilde, o rahmetle çalıştığını anlattı, gösterdi ve şöyle ifade etti:

Rahmân ve Rahîm sadece Ben’im, rahmet vermede de eşim, ortağım, zıddım, niddim, menendim yoktur. Din Günü’nün yekta mâliki Ben’im. İyi-kötü, güzel-çirkin, iman-küfür, dalâlet-hidayet, hepsi burada karışık olabilir; fakat Din Günü’nün hâkimi olan Ben, bunları ayıracak; وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Günahlılar, lekeliler, siz ayrılın!12 diyeceğim.

İşte bütün bunlarla Allah, buraya kadar birliğini anlattı. Ve zaten anlatmasaydı da, biz kâinatın tertemiz simasına bakıp, kâinat kitabını okuduğumuz zaman O’nun birliğini rahatlıkla anlayacaktık ve anlıyoruz da. İşte buna “Tevhid-i Rubûbiyet” diyoruz.

O, Rab olarak sana verdiği her şeyi tek başına vermiş, sen de aldığın her şeyi sadece O’ndan almış durumdasın. Öyleyse, sana düşen de, sadece O’nu bilmen ve O’nu tanımandır. Samimiyetin nispetinde nazarını başkalarından çevirecek ve Rabbü’l-âlemîn olan Allah’a hitap sığasıyla “Sen” diyeceksin. İşte bunu diyebildiğin an, kulluğu sadece O’na karşı yaptığını ve isteyeceğini de sadece O’ndan istediğini fiilinle göstermiş olacaksın ki, bu da O’nun tevhid-i rubûbiyetine mukabil tevhid-i ubûdiyettir, yani, kulluğunu sadece O’na yapma… Rab nasıl birdir, kul da bütün gönlüyle, hissiyatıyla ve fakülteleriyle: “Ben de Sana öyle bağlıyım. Sen nasıl kâinatı bana musahhar kıldın, benim emrime verdin, ben de Senin emirlerine öyle musahharım. Bu musahhariyetim benim için cana minnettir. Çünkü ben, Senin nimetlerinle perverdeyim.” demelidir. Bu da Hâlık’la aramızda bir muadelenin, tevhid-i rubûbiyete karşı tevhid-i ubûdiyetin ifadesidir.

İşte bu sırra akıl erdiremeyen zavallılardır ki, bir kısım ağaçları, çayları, ırmakları, ineği, öküzü ilâh edinmişlerdir. Maniler gibi zulmete ve nura tapmışlar; “Yezdan” ve “Ehriman” diye ilâhlar uydurup arkalarından gitmişlerdir. Mâbud-u Mutlak’a kulluk zevkine eremeyen ve bu hazzı elde edemeyen kimseler binlerce mâbuda gönül vermiş, binlerce mahbuba bağlanmış ama daima sukut-u hayale uğramış, ümitleri yıkılıp gitmiş ve perişan olmuşlardır. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) muallimiyle, Kur’ân mürşidiyle tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyet dairelerinde, o rubûbiyet ve rubûbiyete karşı ubûdiyetle mukabele etmekle mükellef olan bizleri, irşad, hidayet lütfedip avare, sergerdan bırakmadığından kâinattaki zerreler adedince kendisine hamd ve senâ ediyoruz…

1 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/214; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce s.313.

2 Dârimî, mukaddime 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/196; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/266-272.

3 Âl-i İmrân sûresi, 3/144.

4 Âl-i İmrân sûresi, 3/144.

5 Bürûc sûresi, 85/16.

6 Rahman sûresi, 55/29.

7 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/266-272; Abdurrezzak, el-Musannef 5/433-437.

8 İbn Mâce, sıyâm 21; Dârimî, rikak 12; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.

9 Ahzâb sûresi, 33/72.

10 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/69; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/29.

11 “Biz, senin sineni açıp ruhuna genişlik vermedik mi?” (İnşirâh sûresi, 94/1)

12 Yâsîn sûresi, 36/59.

-+=
Scroll to Top