GAYBÎ HABERLER

a. Kendi Devrine Ait Olanlar

1. Başta Buhârî, Müslim bütün hadis kitapları ittifakla şu hâdiseyi naklediyorlar:

Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) minbere çıkmış.. nazarı gaybî âlemler ufkunda ve öfke şeklinde tezahür eden celâlî tecellîler arasında, cemaatine demet demet vâridât sunuyordu. Bir ara: “Bugün bana her istediğinizi sorun!” buyurdu. Herkes soruyor, O da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı: “Benim babam kim yâ Resûlallah?” dedi. Herhâlde, az da olsa babası hakkında dedikodu vardı. Böyle bir şâyia ise genci tedirgin ediyordu. O gün bir fırsat bulmuş ve her zaman –Hakk’ın izniyle– gayba gözleri açık Allah Resûlü’ne babasının kim olduğunu sormuştu. Efendimiz cevap verdi: “Senin baban Huzâfe’dir.” Genç artık müsterihti; zira aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da aksine ihtimal verilmeyecek şekilde bir babaya nisbet edilecek ve kendisine Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî denecekti.

İşte böyle, herkesin bir şeyler sorduğu esnada Allah Resûlü’nün o andaki ruh hâletini çok iyi kavrayan biri, evet o koca Ömer (radıyallâhu anh) birden ayağa fırladı ve: رَضِينَا بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا “Biz, Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak da Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razıyız.” dedi. Onun bu ince, mânidar karşılığı Allah Resûlü’nün sinesinde esen itminan esintilerinin tezahür menfezlerini araladı. Derken celâlî tecellîler yerlerini üns esintilerine bıraktılar.37

Bu hâdise o gün mescidi dolduran sahabeler huzurunda cereyan etmişti. Bütün sahabe, Allah Resûlü’nün dediklerini tasdik ediyor ve âdeta sükûtlarıyla “Sadakte!” diyorlardı.

2. Müslim naklediyor: Hadisin ravisi ise Hz. Ömer (radıyallâhu anh).. buyuruyor ki: “Bedir’de bulunuyorduk. Allah Resûlü, muharebe adına stratejisini tam tespit etmiş ve kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara yine gözleri, aralanan gaybî perdelerin verâsında ve bakışları istikbal ufkunda eliyle bazı yerleri işaret ederek: ‘Burası Ebû Cehil’in öldürüleceği yer; şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer…’ Ve daha birçok isim saydı.” Muharebeden sonra Hz. Ömer kasem ile diyor ki: “Allah Resûlü nereyi ve kim için işaret etmişse, hepsini o yerlerde ölü olarak bulduk.”38

Evet, hayatlarında Allah Resûlü’nü dilleriyle tasdik etmeyen bu insanlar, şimdi murdar cesetleriyle O’nun sıdkına ve doğruluğuna şehadette bulunuyorlardı. Zira O haber veriyor ve verdiği haberler, santim şaşmadan aynen tahakkuk ediyordu.

3. Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde, şöyle bir hâdisenin nakledildiğini görüyoruz:

Allah Resûlü, ashabıyla beraber mescitte oturuyordu. Bir aralık: Biraz sonra buraya nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek, şu kapıdan içeriye girecek. O, Yemen’in en hayırlılarındandır ve alnında, meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır.” dedi. Bir müddet sonra aynen, Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöktü ve Müslüman olduğunu ilân etti. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edep âbidesi bu insan, Cerîr b. Abdillah el-Becelî’den başkası değildi.39

4. Beyhakî’nin Delâilü’n-Nübüvve’sinde şu hâdise naklediliyor:

Ebû Süfyan, Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olmuş, ancak iman gönlüne tam oturmamıştı. Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ederken, Ebû Süfyan da orada dolaşıyordu. Bir ara aklından geçti: “Acaba, yeniden bir ordu toplayıp şunun karşısına çıksam nasıl olur?” Tam o esnada Allah Resûlü, Ebû Süfyan’ın yanına sokuldu ve kulağına eğilerek: “O zaman yine seni mağlup ederiz.” buyurdu. Ebû Süfyan, işi anlamıştı. O ana kadar kalbinde titrek duran iman, birden oturaklaştı.. olduğu yerde havaya zıplayarak: “Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum.” dedi.40

Ebû Süfyan’ın bir anlık aklından geçenleri, Allah Resûlü’ne kim haber vermişti? İşte Ebû Süfyan, bu davranışıyla gösteriyordu ki, O, Allah’ın Resûlü’ydü ve doğru söylüyordu…

5. Yine muteber hadis kitaplarında şu hâdise naklediliyor: Umeyr b. Vehb –ki, cahiliye devrinin “şeytan adam”ıydı.41– Safvan b. Ümeyye ile oturup anlaştılar. Umeyr b. Vehb Medine’ye gidecek, Bedir esirleri arasındaki oğlu için geldiğini söyleyecek ve zehir sürdüğü kılıcıyla Allah Resûlü’nü öldürecekti. Buna karşılık da Safvan b. Ümeyye onun borçlarını üzerine alacak ve ona bir şey olursa ailesine bakacaktı.

Umeyr, kılıcını biledi ve yola koyuldu. Medine’ye geldiğinde alıp mescide getirdiler. Fakat sahabenin Umeyr’e hiç itimadı yoktu. Onun için de, kimse onu Allah Resûlü’yle yalnız bırakmaya razı değildi. Hepsi etten, kemikten kale gibi Allah Resûlü’nün etrafına dizilmiş onu gözetliyorlardı. Umeyr mescide girince, Allah Resûlü, niçin geldiğini sordu. Umeyr, bir sürü yalan söyledi; fakat hiçbirine de Allah Resûlü’nü inandıramadı. Sonunda İki Cihan Serveri şöyle buyurdu: “Mademki sen doğruyu söylemiyorsun, o hâlde ben söyleyeyim: Sen Safvan ile şurada şöyle şöyle konuştun ve beni öldürmek için geldin. Buna karşılık da Safvan senin borcunu ödeyip ailene bakacaktı.”

Umeyr, beyninden vurulmuşa döndü, derhal Allah Resûlü’nün ellerine sarılarak Müslüman oldu. Ve daha sonra İslâm’ı i’lâ yolunda öyle çalıştı ki onun vesilesiyle birçok kişi İslâm’la tanıştı.42

Umeyr ile Safvan arasında geçen bu konuşmayı Allah Resûlü nereden duymuştu? Arada bunca mesafe varken, bu haberi O’na kim ulaştırmıştı?

İnanan-inanmayan herkes bu ve benzeri vak’aları heceleyedursun, biz diğer fasla geçelim…

b. İstikbale Ait Olanlar

ba. Yakın Zamanda

Buhârî ve Müslim, Hz. Üsame’den naklediyor;

(Üsame, Zeyd b. Hârise’nin oğludur. Allah Resûlü, Üsame’yi çok sever ve yanından ayırmazdı. Hz. Hasan veya Hüseyin’i bir dizine oturtursa, çok defa öbür dizine de Üsame’yi oturturdu. Bir defasında hepsini birden kastederek: “Allahım! Bunlara merhamet et. Çünkü ben de bunlara şefkat ediyorum.” diye dua etmişti.43 Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru Bizans’a karşı hazırladığı ordunun başına onu kumandan tayin etmiş ve senelerce önce babasının şehit düştüğü o topraklarda, Allah düşmanlarına hadlerini bildirme vazifesini ona tevdi etmişti.44 Ancak, Efendimiz’in sıhhî durumunun ağırlaştığını gören Üsame, orduyu durdurmuş ve Allah Resûlü’nün vefatına kadar hareket ettirmemişti.45)

İşte bu Üsame (radıyallâhu anh) diyor ki: “Bir gün Allah Resûlü’yle beraber bulunuyordum. O gün Efendiler Efendisi, Medine’nin yüksek binalarından birinin damına çıkmış, etrafı seyrediyordu. Bir ara:

إِنِّي لَأَرَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ خِلَالَ بُيُوتِكُمْ كَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ “Şu anda evlerinizin arasında yağmur gibi fitnelerin dökülmekte olduğunu görüyorum.” buyurdular.46

O böyle deyip aramızdan ayrıldı.. O’nun arkasından sokaklar fitne seylâplarıyla inledi. Evet, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) hep bu fitnelerin kurbanı olarak şehit edildiler. Sanki fitneler de belâ ve musibetlerin diliyle Allah Resûlü’ne “Sadakte!” diyorlardı…

1. Fitneler

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), hayatında hep bu fitnelerin zuhurundan korkuyordu. Bir defasında mescitte kalabalık bir insan topluluğu ile otururken sordu: “Allah Resûlü’nün haber verdiği fitneleri duyup da, haber verecek biri var mı?” Huzeyfe: “Ben varım.” deyince, Hz. Ömer: “Sen cesur bir adamsın, söyle.” dedi ve o da: “Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bunlara da oruç, namaz, sadaka, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker keffaret olur.” dedi. Ömer: “Hayır, ben bunları sormuyorum. Deniz dalgaları gibi dalgalanacak fitneleri soruyorum.” dedi.

Huzeyfe: “Yâ Ömer! Onların seninle hiçbir alâkası yok. Seninle onlar arasında kapalı bir kapı var.” dedi. Hz. Ömer daha sonra: “Bu kapı açılacak mı, kırılacak mı?” diye sordu. Huzeyfe: “Kırılacak.” dedi. Hz. Ömer sarsıldı, dudaklarından titrek bir sesle şu cümleler döküldü: “Öyleyse bu kapı, bir daha kapanmayacak.”

Daha sonra sahabe sordu: “Acaba Ömer bu kapının kendisi olduğunu biliyor muydu?” Huzeyfe cevap verdi: “Evet, dünkü geceyi bildiği gibi biliyordu.” 47

Evet, biliyordu ki, ben gidince Ümmet-i Muhammed’in vahdetiyle alâkalı kapalı bulunan kapılar açılacak, fitne ve fesat alıp yürüyecek.. ümmet içinde çeşitli anlayışlar, muhtelif akım ve cereyanlar zuhur edecek…

Ömer, bunu biliyordu; çünkü bu olacakları haber veren sadık ve masdûk olan İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’ydı (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Ve günü gelince denilenler aynen zuhur etti. Ömer, hain bir İranlı tarafından hançerlendi. Ömer’in hançerlendiği aynı gün, İslâm vahdeti de bağrından derin bir yara aldı. Hasım dünya hedefini çok iyi seçmiş ve insafsız avcı okunu tam hedefine isabet ettirmişti. Evet, onun vefatıyla fitneler âdeta sel oldu aktı ve İslâm âlemini istila etti. Elbette bu bir yönüyle hicrandı, ızdıraptı; fakat diğer yönüyle de hâdiseler diliyle tıpkı gökte, yıldızlardan “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah” yazmak derecesinde bir delil ve burhandı…

2. Muzafferiyet

Buhârî’de ve Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de Habbâb b. Eret’in (radıyallâhu anh) anlattığı şu hâdiseye şahit oluyoruz. Şimdi ondan dinlediklerimizi hulâsa edelim:

“Sıkıntılı bir dönemde Allah Resûlü, örtüsünü başına almış Kâbe’nin gölgesinde oturuyordu. Kim bilir yine hangi hakarete maruz kalmıştı.? O öyle bir dönemdi ki, bütün cahiliye âdetleri birer silah gibi Müslümanların aleyhine kullanılıyordu. Ben, o devrede henüz hürriyetine kavuşamamış bir insandım. Sahibimin ve diğer Mekke büyüklerinin bana reva gördükleri cefa ve işkence artık dayanamayacağım kerteye ulaşmıştı. Allah Resûlü’nü böyle yalnız görünce yanına yaklaştım ve: Yâ Resûlallah! Dua edip Cenâb-ı Hak’tan nusret ve yardım dilemez misin? dedim.” –Allah Resûlü’nün hemen ellerini açıp dua edeceğini düşünüyordu.. bir de Kureyş’e beddua etse diye bekliyordu..– Fakat Resûlullah, şunları söyledi:

“Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkence gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kimse San’â’dan Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.”48

Ve Efendimiz’den benzer bir rivayette bulunan Hz. Adiy b. Hâtim, Allah Resûlü’nün olacağını haber verdiği bu hâdiseleri bizzat gözleriyle gördüğünü söylüyor.49

3. “İlk Kavuşan Sen Olacaksın”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihaline sebep olan rahatsızlık günlerinden birinde, incelerden ince, oturuşu-kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen kendisine benzeyen Hz. Fatıma Anamız’ı (radıyallâhu anhâ) yanına çağırdı ve eğilip onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı, öyle figan etti ki, onun feryadının şiddetinden herkes irkildi. Biraz sonra yine Allah Resûlü, onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu görenler kendisine Cennet’in bütün kapılarından girme davetiyesi geldi zannederdi.. aslında ona göre öyleydi de. Evet, böyle bir beşaşet ve sürur izhar etmişti.

Bu hâdise Hz. Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) gözünden kaçmadı. Biraz sonra ona bunun sebebini sordu; fakat Fatıma Validemiz; “Bu, Allah Resûlü’ne ait bir sırdır.” dedi ve bir şey söylemedi. Hz. Âişe, Efendimiz’in vefatından sonra tekrar sorunca, Fatıma Anamız şöyle cevap verdi: “Birinci defada kendisinin vefat edeceğini söylemiş; onun için ağlamıştım. (Evet, öyle ağladı, vefat-ı Nebi onu öyle feryada boğdu ki, o gün dudaklarından dökülen şu mısralar cihanı ağlatacak kadar rikkat vericidir:

أَلَا يَشُمُّ مَدَى الزَّمَـانِ غَوَالِيَا

مَاذَا عَلَيَّ مَنْ شَمَّ تُـرْبَةَ أَحْمَدَا

صُبَّتْ عَلَى الْأَيَّامِ عُدْنَ لَيَالِيَا

صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبُ لَوْ أَنَّهَا

Hz. Muhammed’in mezarının toprağını koklayan bir insana, başka koku aramaya ne lüzum var? Üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar günler üzerine dökülseydi, günler hep gece olurdu.’50)

İkinci defa ise bana, ailesi içinde kendisine en erken kavuşacak insanın ben olacağımı müjde etti.. ve işte onun için de sevindim.”51

Altı ay sonra o da babasına kavuşmuştu..52 ve Hz. Fatıma’nın bu vefatı da Allah Resûlü’nü tasdik ediyor ve sanki O’na “Sadakte!” diyordu.

4. Sulh

Kütüb-i Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü bir gün hutbede Hz. Hasan’a işaretle şöyle demişti:

إِنَّ ابْنِي هٰذَا سَيِّدٌ، وَلَعَلَّ اللّٰهَ أَنْ يُصْلِحَ بِهِ بَيْنَ فِئَتَينِ عَظِيمَتَيْنِ مِنَ الْمُسْلِمِينَ

“Bu benim evlâdım Hasan, o seyyittir. Allah (celle celâluhu) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir.”53

Evet o, kerîm oğlu kerîmdir. Allah Resûlü’nün evlâdıdır.. efendidir. Birgün kendisine tevdi edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terk edecek ve nasıl bir seyyit oğlu seyyit olduğunu gösterecektir. Aradan yirmibeş-otuz sene geçmemişti ki, Allah Resûlü’nün dedikleri bir bir zuhur etti.. Hz. Ali’den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bu sulh ve sükûn insanı, bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunun arasını sulha bağladı ve korkunç bir fitneyi muvakkaten dahi olsa önledi.54 Şair ne güzel söyler:

وَجَدُّهُ خَيْرُ الْأَنَامِ

كَرِيمُ بْنُ كَرِيمِ بْنِ كَرِيمِ

“O (Hasan) kerîm oğlu kerîmdir. Nasıl olmasın ki, onun dedesi insanların en hayırlısı ve varlığın mâbihi’l-iftiharıdır.”

Efendimiz, ona ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, Hz. Hasan, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü’nün nelere işaret ettiğini dahi anlamamıştı. Yani o, Allah Resûlü, böyle söyledi diye bu işi yapmış değildi. Belki Allah Resûlü, onun öyle yapacağını bildiği için bu sözü söylemişti. Evet, Hz. Hasan da, dedesini tasdik ediyor ve seneler sonra O’na: “Sen doğru söylüyorsun.” mânâsına “Sadakte!” diyordu.

5. Bir Asır Yaşayacak

Abdullah b. Büsr’ün başına mübarek ellerini koyarak: “Bu çocuk tam bir asır yaşayacak.” buyuruyor ve ilave ediyorlar: “Yüzündeki şu sevimsiz siğiller de gidecek.”

Diyorlar ki: “O zat, tam yüz sene yaşadı ve yüzündeki siğiller de kaybolmuştu.”55

Allah Resûlü nasıl ki وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى56 sırrınca her an bir evvelki hâlinden daha mükemmele doğru yükseliyor ve daima bir sonraki hâline göre bir önceki durumunu eksik buluyor ve bundan dolayı da günde yüz defa istiğfar ediyordu;57 aynen öyle de, her geçen gün ümmeti, O’nu anlama ve tanımada bir adım daha ilerliyor ve O’nun istikbale ait verdiği haberlerin tahakkuk edişi karşısında imanı biraz daha artıyor ve O’na hitaben “Sen Resûlullah’sın.” diyorlar.

bb. Yakın İstikbal

Zamanlama açısından yukarıda verdiğimiz misallerden Allah Resûlü’nün yaşadığı devreye daha uzak ve bizim yaşadığımız devrelere daha yakın, hatta içinde bulunduğumuz asra bakan ve bizden sonraki asırlarda tahakkuk etmesi beklenen nice misaller vardır; şimdi de bir nebze onlar üzerinde duralım:

1. Hendek’te Verdiği Haberler

Hemen hemen bütün hadis ve siyer kitapları sahabeden şu hâdiseyi naklederler: “Hendek kazılıyordu. Büyükçe bir kaya vardı ki bütün gayretimize rağmen bir türlü onu yerinden sökmeye muvaffak olamamıştık. Efendimiz de bizimle beraber, hendek kazıyordu. Hatta bizlerin kuvve-i mâneviyesini takviye için ara sıra:

فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîni bağışla.”58 diyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:

وَلَا تَصَدَّقْـنَا وَلَا صَلَّيْنَا

اَللّٰهُمَّ لَوْلَا أَنْتَ مَا اهْتَدَينَا

وَثَبِّتِ الْأَقْدَامَ إِنْ لَاقَيْنَا

فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا

“Allahım, Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı.59

Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Resûlü’ne söylerlerdi. Bu büyük kayanın durumunu da O’na haber verdiler. Manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını taşa indirdikçe ondan kıvılcımlar çıkıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Resûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta şunları söylüyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi. Şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”60

Aradan birkaç sene geçiyor; Allah (celle celâluhu), Sa’d b. Ebî Vakkas ve Halid b. Velid gibi büyük kumandanların kılıcıyla oraların fethini Müslümanlara müyesser kılıyor ve bütün bu yerlerin anahtarları Allah Resûlü’nün şahs-ı mânevîsine teslim ediliyor. Bu da, O’nun doğruluğunu ayrı bir tasdiktir. Zaten tasdik etmemeleri de mümkün değildi; zira O, doğruluğu temsil için gelmişti. Farzımuhal, eğer böyle “Olacak.” dediği şeyler, aslında vuku bulmayacak dahi olsalardı, Allah (celle celâluhu), Habîbini yalancı çıkarmamak için onları yine olduracaktı.

Nasıl olmasın ki, sahabenin meşhurlarından Berâ b. Mâlik (radıyallâhu anh) için bile لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللّٰهِ لَأَبَرَّهُ “Eğer herhangi bir meselede yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz.” denilmişti.61 Yani Berâ Hazretleri eğer hiç olmayacak bir şeye, olsun diye yemin etseydi, Allah onu olduracaktı. Hakikaten de, sahabe muharebelerde onu öne sürüyor ve âdeta onunla galibiyetlerini garantilemeye çalışıyorlardı.62 Şimdi, sahabeden birine Cenâb-ı Hak böyle bir hususiyet verir de Habîbine vermez mi? Şu kadar var ki O, görüp de söylüyordu. Zira Allah (celle celâluhu) O’na bildiriyor, O da biliyordu…

2. Emniyet ve Zenginlik Müjdesi

Adiy b. Hâtim anlatıyor. (Adiy, Hâtem-i Tâî’nin oğludur. Önceleri hıristiyandı. Aradı ve Allah Resûlü’nü buldu; buldu ve kurtuldu.) Bu şanlı sahabi şöyle diyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün huzurunda fakirlikten, yoksulluktan ve eşkıyanın talanından bahsediliyordu. Buyurdular ki: ‘Gün gelecek Hîre’den Kâbe’ye kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır.’

Adiy diyor ki: Bunları dinlerken; hayret içindeydim. ‘Tay’ kabilesinin eşkıyaları varken, diyordum kendi kendime, bu nasıl mümkün olabilecek? Devam ettiler: ‘Bir gün gelecek, Kisra’nın hazineleri sizin aranızda pay edilecek.’ Sordum: Yâ Resûlallah! İran Kisrasının hazineleri mi? ‘Evet, İran Kisrasının hazineleri.’ buyurdular. Hayretim daha da artmıştı. –Çünkü bu sözlerin söylendiği devrede İran, en debdebeli günlerini yaşıyordu– ve yine devam ettiler: ‘Öyle bir gün gelecek ki, o gün insan elinde zekâtıyla dolaşacak da zekâtını verecek kimse bulamayacak.’ Ben, diyor Adiy: Bunların ilk ikisini gördüm, ömrüm olursa üçüncüyü de göreceğim.”63

Adiy, bu üçüncü devri göremeyecekti. Fakat gün geldi, o devri görenler de oldu: Ömer b. Abdülaziz devrinde, Allah Resûlü’nün dediği hakikat aynen yaşandı.64 Şu anda Türkiye hudutları gibi otuz ülkeyi içine alan o büyük devlet, gelir dağılımı bakımından öyle bir düzeye çıkmıştı ki, fakir denen tek bir fert kalmamıştı. Zannediyorum bugün “Amerika ve bazı Batı ülkelerinde mevcut hayat standardı, o devreyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düşüktür.” desek mübalâğa etmiş olmayız. Hem bugünkü devletlerin zengin olanlarında gelir dağılımı o kadar dengesizdir ki, çok müreffeh hayat yaşayan fertlerin yanında, izbelerde yaşayanlar da vardır. Hâlbuki o dönemde böyle bir dengesizlik de ortadan kaldırılmıştı.

3. Ammar’ın Şehadeti

Mescid-i Nebi yapılıyor. Herkes harıl harıl çalışıyor. Kimi kerpiç yapıyor, kimi de taşıyordu.. tabiî Allah Resûlü de çalışanlar arasında.. evet O da sırtında kerpiç taşıyor. Ammar, bir aralık Allah Resûlü’nün yanına geldi.. sırtında da iki kerpiç vardı.. herhâlde naz makamında “Yâ Resûlallah! Bana iki kerpiç yüklediler.” dedi. Allah Resûlü tebessüm buyurdu ve onun yüzündeki tozu-toprağı mübarek elleriyle silerken de tam otuz sene sonra başına gelecek bir ciğersûz hâdiseyi, وَيْحَكَ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ (veya أَبْشِرْ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ65) diyerek, Hz. Ali’ye başkaldıran bir bâgî cemaat tarafından şehit edileceğini haber verdi ve onu uyardı.66

Evet, Sıffîn’de Ammar, Hz. Ali tarafındaydı ve o savaşta bu büyük sahabi şehit düşmüştü. Hatta Hz. Ali taraftarları, bunu karşı tarafın haksızlığına delil getirerek onlara “Siz bâgîsiniz.” demişlerdi.67 Evet, gerçi Sıffîn’de Hz. Ammar’ın kanı dökülüyordu; ancak yere düşen her bir kan damlası âdeta, Allah Resûlü’ne hitaben “Sadakte!” doğru söyledin, diyordu.

Evet, aziz okuyucu! Allah bildirmezse, insan bunları nasıl bilebilir? Bugün kurgu filmlerde bazı kehanetlerde bulunuyorlar. Bunlar o kadar zor değil, çünkü mukaddimeleri, başlangıçları var.. biraz hâdiseleri terkip etme kabiliyetiyle, bu türlü meselelerde tahmin yürütülebilir. Hâlbuki Efendimiz’in gaybdan haber verdiği hususların hiçbirinde başlangıç ve mukaddimât adına bir nokta dahi mevcut değildi. Bu itibarla O’nun söylediklerinin onda birini bile, deha çapında müthiş bir karîhaya sahip herhangi bir insanın söylemesi imkânsızdır. Zira bu gibi meseleler aklın hudutlarını ve bizleri aşan meselelerdir.. yani gayb gözü açık olmadan veya vahiyle müeyyet bulunmadan, bu gibi hususları bilmenin imkânı yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü kendiliğinden değil; Allah’ın bildirmesiyle biliyor, söyledikleri de hep doğru çıkıyordu…

4. Din Adına Dinsiz Bir Kavim

Bir gün ganimeti taksim etmiş, orada duruyordu ki, birden, burnu basık, gözleri çukur ve elmacık kemikleri çıkık bir adam çıkageldi. Belki de ileride çıkacak bir topluluğu, o gün için o zat temsil ediyordu. Edepsizce Allah Resûlü’ne şöyle hitap etti: “Bu taksim adaletli olmadı, âdil ol!” Evet, belki de münafıktı; münafıktı ki, Allah Resûlü’ne böyle hitap edebiliyordu. Allah Resûlü: وَمَنْ يَعْدِلْ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إِنْ لَمْ أَعْدِلْ “Ben de adaletli davranmazsam kim adaletli davranabilir ki? Eğer âdil olmazsam haybet ve hüsrana uğradım, demektir.” buyurdu.68 Cümledeki ت harflerini muhatap sıgasına göre okursak; o zaman da: “Siz, haybet ve hüsrana uğradınız demektir.” mânâsına gelir.

Bununla Allah Resûlü şunu anlatmak istemektedir: Eğer bir peygamber âdil değilse o insanlar adaleti kimden öğrenecekler? Adaletin olmadığı bir zeminde ise insanlar, haybet ve hüsrandadır. Öyle ise siz de haybet ve hüsrandasınız demektir. Bir de, eğer ben âdil değilsem, kaybetmiş sayılırım. Hâlbuki Allah (celle celâluhu) beni peygamber olarak gönderdi. Demek ki ben kaybetmedim.. o hâlde ben âdilim.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne karşı nasıl konuşulacağını bilmeyen bu küstaha haddini bildirmek için izin ister: “Bırak, şu münafığın kellesini uçurayım!” der. Ancak Allah Resûlü müsaade etmez ve orada mübarek dudaklarından gayba ait şu sözler dökülür:

“İleride bir kavim zuhur edecek. Ablak yüzlü, basık burunlu ve çekik gözleri çukuruna girmiş bu kavim, Kur’ân okuduğunda kendi okuyuşunuzu küçük görürsünüz. Ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya inmez. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar, hatta, bunlardan birinin kolunda büyükçe bir et beni vardır.” 69

Seneler hızla geçer. Sanki Allah Resûlü’nü tasdik için günler birbiriyle yarışmaktadır: Nehrivan’da Hz. Ali bütün Haricîleri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resûlü’nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali’ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır.70

Zayıf bir hadiste Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Ben Kur’ân’ın tenzili için savaştım, sen de tevili için kavga vereceksin.”71 buyurmuştur. Yani Kur’ân nazil olmaya başlayınca bütün insanlar bana karşı koydu; ben de bunlarla mücadele ettim. Ve bir gün gelecek, Kur’ân’ı yanlış tevil ve tefsir edenler olacak, sen de onlara karşı kavga vereceksin. Mevsimi gelince o da olmuş, Hz. Ali (radıyallâhu anh) Haricîlere karşı kavga vermiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur.

Evet, sanki bu burnu basık, elmacık kemikleri çıkık adam, Allah Resûlü’nü tasdik için yaratılmış gibiydi. Öyle ki, onun bu menfî hâli, müsbet mânâda Allah Resûlü’nü doğruluyordu. Tabiî, şeytanın, bir mü’mine musallat olmasıyla, mü’minin ona karşı verdiği kavgada onun sevap kazanmasına mukabil, şeytanın hayır adına bir şey kazanmaması gibi, bu adam da o şekilde öldürülüp Allah Resûlü’nü tasdike vesile olmakla beraber, hiçbir şey elde edemeyecektir. Evet, gerçi biz, onun o çirkin sima kitabında, Allah Resûlü’nün doğruluğunu okumaktayız; ama bu ona hiçbir şey kazandırmamakta. Zira o bu mevzuda sadece tali’siz bir vasıta…

5. Gemilerle Sefer ve Ümmü Haram

Ümmü Harâm binti Milhan, bir rivayete göre Allah Resûlü’nün sütten teyzesi, diğer bir rivayete göre ise, annesinin yakın akrabası olması sebebiyle teyzesi mesabesindedir. Allah Resûlü onun evine teklifsiz girer çıkar ve bazen de orada istirahat buyururlardı. Bir defasında yine istirahat için yatmışlardı. Tebessümle kalktılar; Ümmü Harâm binti Milhan sordu: “Yâ Resûlallah, niçin tebessüm ediyorsunuz?” Buyurdular ki, “Ümmetimden bir topluluğun melikler gibi gemilerle cihada çıktıklarını gördüm.” Kadın, “Dua etmez misin, ben de onlardan olayım.” deyince, Allah Resûlü: “Sen onlardansın.” ferman ettiler. Tekrar istirahata çekildiler. Biraz sonra yine aynı şekilde tebessüm ederek uyanıp Ümmü Harâm’a aynı sözleri söylediler. O da yine: “Dua etmez misiniz onlardan olayım.” dedi. Efendimiz: “Sen evvelkiler arasında olacaksın.” dediler.

Seneler geçer. Ümmü Harâm, kocası Ubâde b. Sâmit ile beraber Kıbrıs seferine çıkar ve orada bineğinden düşerek vefat eder. 72

O günden bugüne de Müslümanlar, onların kabirlerini ziyaret ediyor, başlarında gözyaşı döküyor. Tabiî dökülen her damla göz yaşı, aynı zamanda Allah Resûlü’nü tasdik mânâsını taşıyor. Çünkü Allah Resûlü gaybî bir haberde bulunmuş ve bu haber milimi milimine doğru çıkmıştır. Bu doğruluğa Kıbrıs, Kıbrıs tarihi ve onların oradaki merkadi tekzip edilmez bir şahittir.

Evet, Allah Resûlü’nün dedikleri, mevsimi gelince bir bir zuhur ediyor, biz de bunları tarih aynasında müşâhede ile O’na şehadetimizi yeniliyor ve her defasında da, vücudumuzu meydana getiren atomlar sayısınca “Doğru söyledin yâ Resûlallah!” diyoruz.

Evet, belki bizim ifadelerimiz, bunu anlatmaya yeterli değil; fakat her mü’minin vicdanında duyduğu ses öyle gürül gürül ki, duymazdan gelmek, bu sesi inkâr etmek imkânsız gibi…

6. Benû Kantûrâ

İslâm âlemine musallat olacak bir milletten bahisle de Allah Resûlü şöyle buyurur: فَإِذَا كَانَ اٰخِرُ الزَّمَانِ جَاءَ بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ صِغَارُ الْأَعْيُنِ ذُلْفُ الْأُنُوفِ “Ahir zamanda Benû Kantûrâ zuhur edecektir. Bunlar ablak yüzlü, küçük gözlü ve basık burunludurlar.”73

Bazı tarih kitapları, bunların Moğollar olduğunu söyler. Zaten Allah Resûlü’nün tarifi içinde İslâm âleminin başına gelen iki büyük ve dehşetli tasallut vardır: Bunlardan biri Endülüs’te, Ferdinand tasallutudur ki, bu her yönüyle tam bir barbarlık içinde cereyan etmiş; insanlar öldürülmüş, kütüphaneler tahrip edilmiş ve kitaplar da yakılmıştır. İkincisi ise Moğol felaketidir. Onlar da Mısır, Suriye ve Anadolu’da ne kadar kültür merkezi varsa hepsini yerle bir etmiş, her tarafı harabeye çevirmiş, sonra da çekip gitmişlerdir.

Allah Resûlü ümmetinin kaderiyle çok alâkadar olduğundan bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve âdeta diyordu ki; Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim, Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde pâyidâr olmaz;74 ancak evvelâ Allah (celle celâluhu) bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır.

İşte böyle bir suiakıbetten sakınmaları için, o şefkat âbidesi Allah Resûlü, ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedici hareketlerden kaçınmalarını tavsiye sadedinde başlarına gelecek belâ ve musibetleri, hem de o hâdiselerin tasvirini yaparak haber veriyor.. evet, verdiği bu haberler, kendisinden tam altı-yedi asır sonra meydana gelmekle O’nun hak resûl olduğunu ilân etmektedir…

7. İstanbul’un Fethi

İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla “Konstantiniye” muhakkak Müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek’inde Allah Resûlü’nün bu haberini naklederken, bu muciznüma ihbarı: لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذٰلِكَ الْجَيْشُ “Konstantiniye elbet bir gün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.” cümleleriyle verir.75

Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de ta sahabe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebû Eyyub el-Ensarî de o gelip dönenlerden geriye kalmış, İstanbul’un bağrında, İstanbul’un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin malumu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir iki hususu arz etmeden geçemeyeceğim:

İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderun’da yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih’in ders arkadaşıydı.

O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.

Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih’i hayrete düşürmüştü. Sordu: “Niçin tebessüm ediyorsun?” Cevap verdi: “Biraz evvel buraları Allah Resûlü teftiş ediyordu. O’nun gül cemalini gördüm. Sürûrum bundandır..”

Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: “Üç-dört kişi dahi olsa, samimî bir kalble, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü’nün ruhaniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir.”

İşte, İstanbul’un fethi de sıdkın diğer şahitleri misillü Allah Resûlü’nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyub el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu.. ve onun içindi ki, ta Medine’den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul’a defnedilmesini vasiyet etmişti.76

bc. Uzak İstikbal

1. Vehen (Dünya Sevgisi – Ölümden Korkma)

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) günümüze çok yakın hâdiselerden de haber vermişti. İşte bunlardan biri:

يُوشِكُ الْأُمَمُ أَنْ تَدَاعَى عَلَيْكُمْ كَمَا تَدَاعَى الْأَكَلَةُ إِلَى قَصْعَتِهَا فَقَالَ قَائِلٌ: وَمِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: بَلْ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ وَلٰكِنَّكُمْ غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْـزِعَنَّ اللّٰهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ وَلَيَقْذِفَنَّ اللّٰهُ فِي قُلُوبِكُمُ الْوَهَنَ. فَقَالَ قَائِلٌ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا الْوَهَنُ؟ قَالَ: حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيَّةُ الْمَوْتِ

“Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya davet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize davet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Allah Resûlü: “Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehen’ atacak” dedi. Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, vehen nedir?” Cevap verdi: “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi!”77

Bu ifadelerden, ilk bakışta şu mânâları anlıyoruz: Bir gün gelecek, milletler yığın yığın üzerimize çullanacaklar. Sofrada yemeği taksim eder gibi, yeraltı-yerüstü servetimizi aralarında paylaşacaklar. Evet, bütün yeraltı ve yerüstü servetlerimize el koyacak ve gözümüzün içine baka baka âdeta sofralarımızı yağmalayacaklar. Evet biz, lokmayı hazırlayıp önlerine koyacağız, onlar da doymak bilmeyen bir iştiha ile önlerine konan şeyleri yutacaklar.

Bütün bunlar niçin olacak? Çünkü o zaman biz, artık köklü bir ağaç değiliz de ondan. Hatta selin sürüklediği çer çöp gibiyiz de onun için. Evet, bizim mizaç, meşrep, hizip ve anlayış farklılığı ile birbirimizi yiyip bitirmemize karşılık, onlar dünyevî hasis menfaatler etrafında birleşti, bütünleşti ve bizleri sindirdiler. Önceleri onlar bizden korkuyorlardı. Çünkü biz, onların ölümden kaçtıkları gibi ölümün üzerine gidiyor ve dünyayı istihkar ediyorduk. Hâlbuki şimdi biz ölümden kaçıyor ve dünyayı da onlardan daha çok seviyoruz. Onlar da bizim bu zaafımızı işleterek, bizi en can alıcı yerimizden vuruyorlar.

İlk bakışta haçlı seferlerini hatırlatan bu hadisin, biraz daha derin düşünülürse çok daha yakın bir tarihte cereyan eden hâdiselere de işaret ettiği açıkça görülecektir.

Raif Karadağ “Petrol Fırtınası” adında bir kitap yazdı. Daha sonra o fırtınayı çıkaranlar tarafından da öldürüldü. Çünkü o kitapta 19. ve 20. asır Türk insanının mâkus tali’i ve gadr u efgânı, mütecavizlerin de “hayhuy”u vardı.

Devlet-i Âliye’nin –ben ona imparatorluk denmesinin karşısındayım. Çünkü o devlet bir imparatorluk değildi. Sahabe ve tâbiîn devrinden sonra, gelmiş geçmiş en muhteşem bir devletti ki, dense dense ona “Devlet-i Âliye” denir– üzerine nasıl bir sofra gibi üşüşülmüştü.! Bütün dertleri, bu geniş ve bâkir toprakların yeraltı-yerüstü zenginliklerini elde edebilmekten ibaretti. Tarih boyu cereyan eden açık haçlı hareketlerinin en ağırı, bu kapalı küfür tecavüzü yanında yine hafif kalırdı. Evet, birbirlerini bir sofraya çağırır gibi çağırmış ve bir ülkenin bütün varlığını aralarında paylaşmışlardı…

Hz. Osman ve Hz. Ali’yi (radıyallâhu anhumâ) o devrin hıyanet çarkını çeviren bir zihniyet arkadan vurmuş, Asr-ı Saadet’i kana boyamıştı; Âl-i Osman’ı da onların torunları arkadan vurdu ve İslâm dünyasını başsız bıraktılar.

Hazırlanmış ve donatılmış bir sofraya koşuyor gibi üzerimize üşüştü ve Âkif’in ifadesiyle: “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ!” bir araya gelerek Devlet-i Âliye’yi talan ettiler…

Bir kısım saldırganlar bir zamanlar bize belli bir zihniyetle saldırmıştı ve bu, o günün bağnaz Avrupalısının saldırısıydı. İğfal edilmiş bu zavallı yığınlar, akıllarınca Hz. Meryem’in merkadini kurtarmaya geliyorlardı. Hâlbuki bizim nazarımızda Hz. Meryem onların düşündüklerinden de, inandıklarından da daha faziletliydi. Çünkü biz onun, Cennet’te Efendimiz’e zevce olacağına inanıyor ve ona mü’minlerin anası gözüyle bakıyorduk.78 Aynı zamanda eğer Hz. Meryem hayatta olsaydı, onu da rahatsız edecek olan, onların bâtıl ve köhne düşüncelerine karşı onun gerçek hakikatinin müdafileriydik…

Demek istediğim şudur: Allah Resûlü’nün mevzua esas aldığımız hadislerinde işaret buyurdukları bu köhne zihniyetin neticesi, hazırlanan haçlı seferleri değildir; belki yakın tarihte bütün dehşetiyle gördüğümüz ve hâlâ görmekte olduğumuz, korkunç bir küfür ittifakıdır ki, henüz İslâm âlemi onlara sofra olmaktan kurtulabilmiş değildir. Görüldüğü gibi, on dört asır evvel söylenenler, bugün, kelimesi kelimesine tahakkuk etmekte, görülmekte ve yaşanmaktadır.

2. Komünizm Fitnesi

İbn Ömer anlatıyor: “Allah Resûlü, bir gün şark tarafına dönerek”: أَلَا إِنَّ الْفِتْنَةَ هَاهُنَا مِنْ حَيْثُ يَطْلُعُ قَرْنُ الشَّيْطَانِ “Dikkat edin, fitne bu taraftan, şeytan çağının yayıldığı yerden zuhur edecektir.” buyurdular.79

Çok kuvvetli bir ihtimal ile bu hadisleriyle Efendimiz, günümüzde, garbın zalim ve kâfirlerine alternatif olarak şarkta zuhur edecek olan fitneye işaret buyurmaktadırlar.

Metinde geçen قَرْن kelimesi boynuz mânâsına geldiği gibi çağ ve asır mânâsına da gelir. Onun için bu kelimeye “boynuz” mânâsından ziyade “çağ” ve “asır” mânâlarını vermek daha muvafıktır. قَرْنُ الشَّيْطَانِ “Şeytan Çağı” demektir ki Asr-ı Saadet’in mukabilidir. İnkâr-ı ulûhiyet esası üzerine kurulmuş ateist, ibâhiyeci ve dünden bugüne, şeytanın, nefs-i emmare vasıtasıyla insana fısıldamaya çalıştığı bütün fenalıkların birden hayata geçirilmesi sistemi. Kapitalizmin nesebi gayr-i sahih evlâdı bu ürpertici sistem, günümüzde can çekişiyor olmasına rağmen hâlâ yeryüzünde, din, diyanet, mukaddesat, tarih ve hatta demokrasi düşmanlığının rakip kabul etmez şampiyonluğunu sürdürmekte ve bir korkulu rüya olmaya devam etmektedir ki;80 zannediyorum Allah Resûlü de bütün efradı içinde, bilhassa bu sistemin hâkim olduğu döneme “Şeytan Çağı” diyor. Ve bu çağla gelen cihanşümul krizlere karşı ümmetini uyarıyor.

3. Fırat’taki Hazine

Yine buyuruyor: يُوشِكُ الْفُرَاتُ أَنْ يَحْسِرَ عَنْ كَنْـزٍ مِنْ ذَهَبٍ (أَوْ جَبَلٍ مِنْ ذَهَبٍ) فَمَنْ حَضَرَهُ فَلَا يَأْخُذْ مِنْهُ شَيْئًا “İhtimal Fırat’ın suyu çekilir; ve altın’dan bir dağ zuhur eder. Kim orada bulunursa bir şey almasın.”81

Bugüne dek Fırat’ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat’a yakın yerde Irak ve İran savaşı oldu. 1958’de yine Fırat’a yakın bir yerde çok ciddî kıyım yapılarak Allah Resûlü’nün torunları katledildi.. ancak, yukarıdaki hadisten, bu iki hâdiseyi çıkarmak uygun olmasa gerek. Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hâdiselere işaret aramak daha uygun olur:

Meselâ: Fırat’ın suyu, altın değerinde olacak bir devreye, mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de “altın” sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat’ın suyu tamamen çekilerek, altında çok büyük altın ve petrol yataklarının çıkacağı da bildirilmiş olabilir. Ayrıca, toprak çökmeleri neticesinde böyle bir madenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslâm âleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur. Bunlar bugün zuhur etmiş şeyler değil; ileride zuhur edecek hâdiselerdir.. ve o günleri gören insanlar, Allah Resûlü’ne bir kere daha bütün kalbleriyle “Sadakte – Doğru söyledin!” diyecek ve imanlarını yenileyeceklerdir.

4. İseviyetin Tasaffisi

İki Cihan Serveri, İseviyetin tasaffi ederek Muhammedî ruhla bütünleşeceğini söylemektedir.82 Evet, o gün, inkârın temsilcileri, inananları derdest ettikleri esnada, gök kuvvetini elinde tutanlar, Allah’ın yardımıyla Müslümanların mâkus tali’ini bir kere daha değiştirecek ve ilhadın burnu bir kere daha kırılacak.. cihanşümul bu boğuşmada her taraf cenazelerle dolacak ve yeryüzünü dolduran bu cenazeleri de kartallar taşıyacaktır.83 Bu kartalların belli bir müesseseye işareti ne kadar mânidardır!

5. Tarımdaki Islahlar

Tarım sahasında ıslahat yapılacak. Yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecek.84 Yine buğday taneleri de, o denli büyük olacak. Bunlar bizim şu anda görmediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek hususlardır. Bunlar görülecek ve: “Sen, Allah’ın Resûlü’sün!” denilerek Allah Resûlü’ne olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.

Bizler meşîme’nden doğacak ferdâya hayranız. O öyle bir ferdâdır ki, ondan başka ışık yok..! O bir sönse, hayat artık ebedî leyl-i yeldâdır. Âkif, ruhun şâd olsun!

6. Günümüzdeki Dengesizlikler

Biz yine günümüze bakan işaretlere dönelim. Allah Resûlü buyuruyor: إِنَّ بَيْنَ يَدَيِ السَّاعَةِ تَسْلِيمَ الْخَاصَّةِ وَفُشُوَّ التِّجَارَةِ حَتَّى تُعِينَ الْمَرْأَةُ زَوْجَهَا عَلَى التِّجَارَةِ، وَقَطْعَ الْأَرْحَامِ وَشَهَادَةَ الزُّورِ وَكِتْمَانَ شَهَادَةِ الْحَقِّ وَظُهُورَ الْقَلَمِ “Kıyamete yakın hususî selâmlaşma (yani selâm vermede şahıs belirleme) olur, ticaret revaç bulur. O kadar ki kadın kocasına ticarette yardımcı olur. Sıla-i rahim kesilir. Yalan yere şahitlik yapılırken hak yere şehadet ketmedilir. Kalem teşvik görür.”85

Bu hadis, hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutulmadan günümüzü bütün çıplaklığı ile ele vermektedir.

Ticaret revaç bulur. Öyle revaç bulur ki, milyarlık, trilyonluk yatırımlar yapılır. Sadece reklâm için milyonlar, milyarlar harcanır. Ve çoğu kere kadın, ticarette reklâm aracı olarak kullanılır. Bazen de kadın doğrudan ticaretin içine girer ve çarşıda-pazarda, panayırda-fuarda, reklâmı kendilerinden reklâmcılar olarak dolaşır. Bu sözlerimizle sakın ticaretin aleyhinde bulunduğum zannedilmesin; ben sadece Efendimiz’in verdiği haberin doğruluğuna işaret etmek istiyorum.

Sıla-i rahim koparılacak. Anne-baba ve yakın akraba hakları ayaklar altına alınıp çiğnenecek. Ana-baba yaşlanıp işe yaramaz hâle gelince, yani tam şefkat ve ilgiye muhtaç oldukları bir devrede, huzur evlerine gönderilecek ve bu yaşlı insanlar evlerinde yitirdikleri huzuru, orada bulmaya çalışacak.. Cenâb-ı Hak kendinden sonra en büyük hakkı onlara vermesine rağmen86 O’nun bu emri dinlenmeyecek ve onlara karşı, en vahşi barbarlara rahmet okutacak en küstahça muameleler reva görülecek. (Anlatılanlar, günümüze uyuyor mu, uymuyor mu, bunu sizin idrakinize ve irfanınıza havale etmekle yetineceğim.)

Kalem teşvik görecek, matbaalar harıl harıl çalışacak; gazete, dergi ve kitaplar basacak. Kitap ve yayınevleri, durmadan kitap ve ansiklopedi neşredecekler, kütüphanelerin rafları binlerce çeşit kitapla dolup taşacak. Yazmak bir meslek hâline gelecek ve yazarlık revaç bulacak.

Yalan yere şehadet, ortalığı saracak ve doğru şahitliğe kimse yanaşmayacak. Cemiyet, âdeta bir yalan fabrikası hâline gelecek ve hayat büyük ölçüde yalan, hıyanet ve aldatma yörüngeli olacak…

Mesele o kadar açık ve seçik olarak ifade ediliyor ki, burada bazılarının aklına “Acaba bu sözler hakikaten Efendimiz’e ait midir?” diye bir tereddüt gelebilir.

Cevap gayet basittir: Bu sözler, en az on üç asır evvel tedvin edilmiş olan hadis kitaplarında mevcuttur. Eğer bu sözleri Allah Resûlü söylemediyse, ya kim söylemiştir? Kendisinden bu kadar asır sonra meydana gelecek hâdiseleri, gözle görürcesine kim ifade edebilir? Hem, eğer bu sözler Efendimiz’e ait değilse, bu sözlerin sahibinde de, en az Efendimiz kadar bir nurlu bakış olması gerekmez mi? Tarihte Allah Resûlü’ne denk bir ikinci insan var mıdır ki, bu sözler ona isnat edilsin. Hayır; gaybe ait bu ifadeler, Allah Resûlü’ne aittir. Rabbi, O’na öğretmiş, O da bize haber vermiştir. Evet, günümüzde zuhur eden bu hâdiseler, Allah Resûlü’nün, sözlerinde ne kadar doğru olduğunu apaçık göstermektedir.

7. İlmin Yaygınlaşması

Bir hadis-i kudsîde Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir buyruğunu şöyle intikal ettirir: أَبُثُّ الْعِلْمَ فِي اٰخِرِ الزَّمَانِ حَتَّى يَعْلَمَهُ الرَّجُلُ وَالْمَرْأَةُ وَالْعَبْدُ وَالْحُرُّ وَالصَّغِيرُ وَالْكَبِيرُ “Ahir zamanda ilmi öyle bir neşredeceğim ki, erkek de öğrenecek kadın da. Hür de öğrenecek, köle de. Küçük de öğrenecek büyük de.”87

Her seviyede açılan okullarda, her sınıf insan, ilmi öğrenecek ve âdeta bu mevzuda birbirleriyle yarışır hâle gelecekler. Günümüzde açılan bunca okul, kurulan bunca üniversite ve dünya çapında yaygınlaştırılan ilim ve iletişim araçlarının bu mevzuda seferber edilmesi gösteriyor ki; Allah Resûlü, Rabbinden rivayetle söylediği bu sözünde, ilim ve bilim çağına işaret buyurmakta ve bu mevzudaki gelişmeler de O’nu doğrulamaktadır. Sanki kurulan her ilim müessesesi hâl diliyle, Allah Resûlü’ne hitaben: “Sen, doğru sözlüsün!” demektedir. Zaten ilim asıl mecrasına döndürülebildiğinde, ilimler bunu bizzat söyleyecektir..!

8. Kur’ân’dan Kaçış

Ve yine Allah Resûlü günümüze tam uyan bir hadislerinde: لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُجْعَلَ كِتَابُ اللّٰهِ عَارًا وَيَكُونَ الْإِسْلَامُ غَرِيبًا “Kur’ân bir utanma mevzuu ve İslâm da garip olmadıkça kıyamet kopmaz.” buyuruyorlar.88

Kâfir küfrünü açıkça ilan ederken, Müslüman Müslümanlığını sanki utanılacak bir şeymiş gibi utanarak, sıkılarak söyleyecektir. Onlar, kendi düşünce ve kendi neşriyatlarını otobüste, uçakta ve daha başka yerlerde açıkça reklâm etmelerine karşılık, Müslümanlar, Kur’ân’ını açıp okuyamayacaklar. Öyle bir psikolojik baskı altında kalacaklar ki, zâhiren bir yasak konulmasa da o baskı altında Kur’ân yanlısı olmayı ar edip saklayacaklar.

Şimdi bu gerçeği inkâr etmeye imkân var mı? Evet, günümüzde Müslümanın yaşadığı dramlardan birisi de bu değil mi? İslâm, her şeyiyle garip hâle gelmedi mi?

Acınacak durumumuzun tasvirini, daha fazla uzatmadan noktalayalım. Bütün bunları Allah Resûlü, hem de asırlarca evvel aynen olacağı şekliyle haber verdi.. ve verilen haberler de, mevsimi gelince, en küçük teferruatına kadar vuku bulup Allah Resûlü’nü tasdik etti. Bilmem, bütün bunlar, dönüp yeniden O Zât’a biat etmemize yetmiyor mu..?

9. Zaman Mefhumu

Başka bir hadislerinde de, kıyamet alâmeti olarak, Kur’ân’ın utanılacak bir mevzu hâline getirileceğini anlattığı yerde Allah Resûlü, hadisin devamında: “Zaman ve mesafelerde yaklaşma olmadıkça kıyamet kopmaz.” buyurmaktadır.89

Hadiste geçen “tekarub” kelimesi, iki şeyin birbirine yaklaşması, demektir. Bununla da Allah Resûlü, hem zamanın izafiliğine, hem de o devreye göre çok uzun zamanda yapılan şeylerin, daha kısa zamanda yapılabileceğine işarette bulunmuştur. Sanayi ve teknolojideki inkılâplarla, hemen her sahada korkunç sürat çağına girildiği artık çocukların bile bedîhî saydığı şeylerdendir. İşte, hadis-i şerifte buna işaret buyrulduğu gibi, bugünün –artık mesafeleri iyice kısaltan– süratli vasıtalarına da işaret edilmektedir. Ayrıca, astronomi ve astrofizikle meşgul olanların anlayabileceği bir meseleye de burada parmak basılmaktadır. Yeryüzü, zamanla elips şeklini almaktadır. Bu değişiklik, zaman üzerine de tesir edecek ve biz farkına varmadan, saatlerimizde, dünyanın durumunda değişikliğe tesirli olabilecektir!

Benim bu hadisten anladığım bir başka mânâ daha var, o da şudur: Zamanın itibarî bir vücudu vardır. Fakat nerede olursa olsun zaman yine zamandır. Meselâ, Boğa burcuna gidiniz ve oradan kırk milyon ışık hızı ötede, saniyede yüz elli bin kilometre hızla uzaklaşan bir nebülöza bakınız; çok farklı zamanlara şahit olacaksınız. Işık hızının yarısı süratinde uzaklaşan bir nebülözda da bu birim bir zaman ölçüsüdür; nispetler mahfuz, daha aşağıdaki seviyedekiler için de…

Evet, bir gün beşer güneş sisteminin dışına çıkma imkânı bulursa, herhâlde şu andaki zaman anlayışı orada tamamen alt üst olacaktır.

İşte sırlı ve sihirli iki kelime ile, ileride bizim zaman anlayışımızla ve çok daha başka zaman ölçülerinin hepsine birden Allah Resûlü “tekarub-u zaman” ifadesiyle işaret ediyor.

Şimdi soruyoruz: Acaba bu sözler, bir beşer sözü olabilir mi? Zaman ve mekân, kudret elinde evrilip çevrilen Zât’tan başka bu hakikatleri kim bilebilir? Rica ederim, bunlar, ümmî bir Zât’ın, ümmî bir devirde bilebileceği şeyler midir? Elbette hayır. Fakat O’na bütün bunları bildiren Allah’tır. O, sadece Cenâb-ı Hakk’ın kendine bildirdiklerini haber vermiştir.

Günler, aylar, yıllar ve asırlar geçiyor. İlim ve teknik, dev adımlarla ilerliyor, neticede varılan hedefte, Allah Resûlü’nün o meseleyle alâkalı asırlarca önce görüp bildirdiği hakikate ulaşıyor ve ilim adamı, bu mevzuda hayranlığını gizleyemiyor, bütün gönlünün coşkunluğuyla Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen doğrunun ta kendisisin yâ Resûlallah!” diyor.

10. Faizin Yaygınlaşması

Bir gün, faiz sistemi alabildiğine yaygınlaşacak ve bizzat faiz yemeyene dahi onun tozu toprağı bulaşacaktır. İşte günümüzün en büyük illetlerinden biri olan ve her gün o korkunç buudlarıyla daha da yaygınlaşan bu maraza, Allah Resûlü şu hadisleriyle işaret buyurmaktadır: لَيَأْتِيَنَّ عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَا يَبْقَى مِنْهُمْ أَحَدٌ إِلَّا اٰكِلُ الرِّبَا فَمَنْ لَمْ يَأْكُلْ أَصَابَهُ مِنْ غُبَارِهِ “İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene dahi tozu toprağı bulaşacak.”90

Hadiste iki hususa dikkat çekiliyor:

Birincisi: Devletin bütün parası, faiz çanağı içinde kaynadığından, bankalarla banka olmayan müesseseler müşterek hareket ettiğinden; insan ne kadar hassas davranırsa davransın, muhakkak hayatı kuşatan bu sârî illetten nasibini alacaktır. Yani onun üzerine de bir şeyler sıçrayacaktır. Ancak bu durumda insan, sadece niyetiyle kurtulabilecek ve niyeti onun sığınağı olacaktır.

İkincisi: Arapça’da toza toprağa bulanmanın ayrı bir mânâsı daha vardır. Bir kısım kimseler, faiz yiyecekler, yemeyenler de onun tozuna toprağına maruz kalacaklardır. Kapitalist zümre, faizle servetlerini nemalandırıp, inkişaf ettirirken, proletarya sınıfını da aynı seviyede sefilleştirecek ve bu iki sınıf arasındaki amansız bir mücadele, cemiyeti toza toprağa, yani kargaşaya boğacak ve bir gün herkesi rahatsız edecek seviyeye ulaşacaktır.

Zannediyorum bunların hepsi olmuştur ve olmaktadır. Günümüz insanı her iki yönüyle de hadisin işaret ettiği bu hususları bütün çirkinliğiyle müşâhede etmektedir. Ve yine günümüzde artık faize –dolaylı ve direkt– bulaşmayan bir ticarî kuruluş yok gibidir. Dünya çapında bütün ticaret, bu anlayışın çarkları arasında dönüp durmaktadır ve bütün dünyada faiz muamelesi tıpkı bir mal mübadelesi, bir para alışverişi gibi kabul edilmektedir.

İki Cihan Serveri, günümüz insanının maruz kaldığı faiz krizine çok önceden ümmetinin dikkatini çekmiş ve uyanık davranmalarını, faiz bataklığına düşmemelerini tenbih etmişti ama, gel gör ki, bugün bütün İslâm âlemi gırtlağına kadar faiz bataklığı içinde çırpınıp duruyor ve henüz bu çirkef içinden sıyrılıp çıkma mevzuunda da herhangi bir gayreti yok gibi… Hâlbuki İslâm, faize karşı harp ilan eden bir dindir.91

Keşke Müslümanlar, Kur’ân’ın bu mevzudaki tehditkâr ifadelerinin hiç olmazsa bir kısmını anlayabilselerdi, bugün birer faizzede olarak dünyanın en derbeder milletleri arasında bulunmayacaklardı!..

11. Mü’minin Gizleneceği Zaman

Yine günümüzü tablolaştıran bir başka hadis: يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ يَسْتَخْفِي الْمُؤْمِنُ فِيهِمْ كَمَا يَسْتَخْفِي الْمُنَافِقُ فِيكُمُ الْيَوْمَ Yani: İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o günün mü’mini, onların arasında gizlenecek, aynen bugün münafığın sizin içinizde gizlendiği gibi…”92

O devrede münafık nasıl davranıyordu? Kendisini hissettirmemek için hangi çarelere başvuruyordu; aynen mü’min de onun gibi davranmak, kendini gizlemek, ibadetlerini gizli gizli yapmak ve bu şekilde bulunduğu yeri korumaya çalışmak zorunda kalacaktır.. yoksa onu iflah etmeyeceklerdir. Bu şerr-i mütegallibe, inançlı ve iffetli mü’minleri bağrında barındırmak istemeyecektir. İş yerleri ve devlet kademelerinin bazı kesimleri, onlara tamamen kapalı tutulacak ve onlar cemiyet içinde hor ve hakir görülecektir.

Başka bir hadis de aynı hususu takviye eder mahiyettedir: “Fitneler olacak. O gün kişi namazından dolayı ayıplanacak. Aynen zina eden bir kadının bugün ayıplandığı gibi.”93

Tabiî ki hadiste zina eden kadının ayıplanmasına teşbih, o günün anlayışı baz alınarak yapılmıştır. Hâlbuki günümüzde, hususiyle de bazı yörelerde o bir meslek sayılmaktadır.

Evet, eğer belli bir dönemde gelip geçenler sayılmazsa, namazından dolayı insanların horlandığı, ayıp bir iş yapmış gibi suçlandığı ve şer güçlerin hâkimiyeti altında inim inim inlediği günler de gelecek ve mü’min, bu afeti de, gizlenmek suretiyle geçiştirecektir.

12. Tâlekan’da Petrol

Allah Resûlü buyuruyor:

وَيْحًا لِلطَّالَقَانِ! فَإِنَّ لِلّٰهِ فِيهِ كُنُوزًا لَيْسَتْ مِنْ ذَهَبٍ وَلَا فِضَّةٍ

Arapça’da “Veyh” buruk bir tebessüme benzer müjdeler için kullanılır. Hz. Ammar’ın şehit edileceğini bildirdiği zaman da, Allah Resûlü aynı tabiri kullanmış ve وَيْحَكَ يَا عَمَّارُ demişti.94

“Tâlekan” ise, Kazvin’de petrol yatakları bol bir mıntıkanın adıdır. Hadiste, Efendimiz meal olarak: Müjde Tâlekan’a! Orada Allah’ın gümüş ve altın cinsinden olmayan hazineleri var.” demişlerdir.95

İleride oralarda daha başka madenler de bulunabilir. Bulunan şey, uranyum veya elmas yatakları da olabilir. Ve bunlar neticeyi değiştirmez. Efendimiz, altın ve gümüş cinsinden olmayan bir hazineden bahsetmektedir.. ve günümüzde bunlar ortaya çıkmış durumdadır. Demek ki Tâlekan’da çıkan petrol dahi, Allah Resûlü’nü tasdik etmekte ve O’nun doğruluğunu haykırmakta…

13. Ehl-i Kitab’a İttiba

İslâm âlemi, kendinden evvelki ümmetleri, yani Hıristiyan ve Yahudileri, adım adım, karış karış takip ve taklit edecek; hatta onlardan biri başını bir keler deliğine soksa Müslümanlar da onları aynen takip edip başlarını oraya sokacaklar. Aleyhissâlatü Vesselâm Efendimiz bu hususu, şu veciz ifadeleriyle beyan buyurmaktadırlar:

لَتَتَّبِعُنَّ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ شِبْرًا بِشِبْرٍ وَذِرَاعًا بِذِرَاعٍ حَتَّى لَوْ دَخَلُوا فِي جُحْرِ ضَبٍّ لَاتَّبَعْتُمُوهُمْ. قُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ! اٰلْيَهُودَ وَالنَّصَارَى؟ قَالَ: فَمَنْ؟

Sizden evvelkileri öyle takip ve taklit edeceksiniz ki, karış karış, kulaç kulaç onların ardından gideceksiniz. Hatta onlar başlarını bir keler deliğine soksalar, siz de aynı şeyi yapacaksınız.”

Sahabe “Sizden evvelkiler” cümlesinden kasdolunanın Hıristiyan ve Yahudiler mi olduğunu soruyor. Allah Resûlü: “Başka kim olabilir ki!?” mânâsına فَمَنْ buyuruyorlar.96

Bugün bizim ve bütün İslâm dünyasının durumu meydanda.. hemen hepimiz şahsiyetini kaybetmiş ve bir kimlik bunalımıyla inlemekteyiz. Hâlimiz, hadisin ifadesiyle, iki sürü arasında gelip giden şaşkın koyundan farksız. Bir zaman başka devletleri yıkan, bitiren ve tüketen bütün olumsuz şeyler, bugün ahtapot gibi dört bir yandan bizi sarmış durumda. Biz de taklit sersemliği ile bu ölüm ağını, yenilik ve medeniyetin turnikeleri sanıyoruz. Evet, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir millet, bizim Batıyı taklidimiz ölçüsünde, taklidi bir tutku hâline getirmemiştir. Bugün Batı dünyasında meydana gelen her yenilik, hiç parola sorulmadan bizde aynen kabul görüyor ve kabul ediş süratinde birçok Batılı ülkeyi bile geride bırakıyoruz. Hâlbuki Allah Resûlü, en küçük hususlarda ve teferruat gibi görünen meselelerde dahi onlara muhalefet ediyordu.97

Ne var ki konu o olmadığı için o kapıyı açmak istemiyoruz. Şimdi bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bütün bu olacak hâdiseleri Allah Resûlü’nün hem de asırlarca önce haber vermesi ve mevsimi gelince de bunların zuhurudur. Evet, her hâdise, O’nun dilinde bir tebşir ve inzar şeklinde tecellî eder. Vakt-i merhûnu (belirlenmiş zaman) gelince de fasih bir lisan kesilir ve O’nun sıdkına şehadet eder.

c. Çeşitli İlim Dallarına Dair Gaybî Haberler

Bu bölümde Allah Resûlü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı meseleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehadeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.

O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bugüne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sadık’ın beyanı, her biri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsâ ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resûlü’nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.

Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfurû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “Sadakte!” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir.

Bu cümleden olarak, meselenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misali takdim etmeye çalışalım:

1. Her Hastalığa Çare

Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar:

مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ دَاءً إِلَّا أَنْزَلَ بِهِ شِفَاءً “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!”98 Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (celle celâluhu) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümullü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, bir gün bütün hastalıklara –tabiî Allah’ın tevfik ve inayetiyle– mutlaka şifa bulunabilecektir.

Hadisin bir diğer rivayetinde لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ “Her derde deva vardır.” buyrulur.99

Başka bir hadis-i şerifte:

تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلَّا وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ: اَلْهَرَمُ

“Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.”100

Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur… Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun

İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya davet ediyor:

Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın!

Zaten, Kur’ân-ı Kerim de hep bu meseleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mucizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mucizelerle idealleştirmiş. Evet, nasıl ki enbiyâ, ruhanî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selâmetli sahile çıkarmışlardır; öyle de müspet ilimlerde, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki beşer, bütün maddî-mânevî terakkinin anahtarlarını enbiyâdan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mucizelerin anlatılması, o mucizelerin ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir.

Meselâ, Hz. Mesih, –Allah’ın izniyle– ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü âdiyât orada bitiyor ve ondan öte harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan tâkati ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mucize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, enbiyâ-i izâmın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mucizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır.

İşte, Hz. Mesih’in mucizesiyle, Kur’ân teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları ta ölüm sınırına kadar açık.. hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..!

Ve meselâ; Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) eliyle beşere takdim edilen mucizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet, günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki asâyı atıp da onu hakikî bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir.

Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şairâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyanlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebîd gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyanda o bir mucizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir.

Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için –temas kabîlinden dahi olsa– dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız.

Peygamberlerin mucizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdeta belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.101

Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mucizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır.

Beşerin tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakki kaydetmesi mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasıyla var olan bir mahluktur: خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ102 âyeti de buna işaret etmektedir.

Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah’ın (celle celâluhu) emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır.

Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik” denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır ve bu, oldukça da kolaydır. Hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir.

Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabipler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamıyla riayet edilmesiydi.

Allah Resûlü, bir taraftan kalb ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdeta tabiplik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de mânevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.

Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhur buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün de veba o idi. Vebaya karşı sahabe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama askerî harekâtla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizans’ın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahabe şehit olmuştu.103

O gün, ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrah da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebû Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim.” diyecektir.104

Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip, “Bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder.” dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “Kalk bunlarla git.” demişti.105

Evet o, ümmetin emini ve Cennet’le müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahabi de vebanın insanları kasıp kavurduğu bu yerde bulunuyordu.

Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) hilâfet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebû Ubeyde önüne dikildi: “Yâ Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” dedi. Bu da, Ömer’in bir firasetiydi.

Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadisi nakletti:

إِذَا سَمِعْتُمْ بِهِ بِأَرْضٍ فَلَا تَقْدَمُوا عَلَيْهِ، وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلَا تَخْرُجُوا فِرَارًا مِنْهُ

“Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhur etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.” 106

Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “Elhak, doğru söyledin!” diyor.

2. Cüzzam ve Karantina

Buhârî ve Ahmed İbn Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz şöyle buyuruyorlar: فِرَّ مِنَ الْمَجْذُومِ كَمَا تَفِرُّ مِنَ الْأَسَدِ “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!”107

Bu hadis-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok meselede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resûlü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir.

Burada tavsiye edilen kaçma meselesi, ayakkabıları alıp firar etmek mânâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadisleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşidattır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resûlü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlere, ancak çok ciddî gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.

3. Köpeğin Yalaması

İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor:

طُهُورُ إِنَاءِ أَحَدِكُمْ إِذَا وَلَغَ فِيهِ الْكَلْبُ أَنْ يَغْسِلَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ أُولَاهُنَّ بِالتُّرَابِ

“Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır.”108

O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvelâ sterilize edilmesini emretmiş oluyordu.

Bundan başka, hadis-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir:

Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir.

İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir… Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdeta mümkün değildir. Onun için sterilize etmek çok önemlidir.

Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu hâline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyanı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir.

Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir.109 Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.”110

Bunun mânâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât, cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriyeye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır…

Bu son durum itibarıyla Efendimiz’in meseleye yaklaşması da ayrı bir mucize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizam veya ekolojik denge, ta o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resûlü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı…” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir meseleyi hatırlatıyordu.

Evet, Allah (celle celâluhu) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkil eden unsurlar arasında umumî bir denge meydana getirmiştir ki: وَوَضَعَ الْمِيزَانَ۝أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ “O, bir mizan vaz’etti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız.”111 âyeti de bu genel prensibi ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tespit edebildiğimiz birkaç mucizevî yön var ki, ileride aynı cümle kim bilir daha nice hakikatlere ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibarıyla, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Hâlbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım:

Kesin bir dille ve hiçbir tereddüte yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün!” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar

4. Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak

Tirmizî ve Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadiste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ وَالْوُضُوءُ بَعْدَهُ “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.”112

Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız!

Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas vaz’ediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu meselenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?..

Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvelâ o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insanın, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyan eden Allah Resûlü,113 bilhassa el temizliğini nazara verip, üzerinde tahşidat üstüne tahşidat yapmaktadır.

Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı?

O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuvar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı, o da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüv” veya “gayr-i metlüv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine talim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilâf-ı vaki herhangi bir beyan bulmak mümkün değildi.

5. Ağız ve Diş Temizliği (Misvak)

Kütüb-ü Sitte’nin ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırka yakın sahabenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadislerinde de Allah Resûlü: لَوْلَا أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لَأَمَرْتُهُمْ بِالسِّوَاكِ عِنْدَ كُلِّ صَلَاةٍ “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim.” buyuruyorlar.114

Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes her yerde misvak bulamayabilirdi…

Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mesele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte –inşâallah– onları da okuyacaksınız…

Sivak, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir.

Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah’tır (celle celâluhu). Efendimiz, onun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Hâlbuki Efendimiz’in –en azından– günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı.115 Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, bir şey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resûlü’nün misvak kullandığına, yani dişlerini temizlediğine şahit oluruz.

6. Yeme-İçmede Ölçü

Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gazap ettiği kab, dolu bir midedir.”116

Bu hadisi takviye eden başka hadisler de vardır: Bunlardan birinde Allah Resûlü şöyle buyurur:

أَخْشَى مَا خَشِيتُ عَلَى أُمَّتِي كِبَرُ الْبَطْنِ وَمُدَاوَمَةُ النَّوْمِ وَالْكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.”117

Hadiste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murâkabesiz, muhasebesiz ve gafilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hâsıl olmayacaktır… Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır.

Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa sözlerinde hilâf-ı vaki bir beyanın bulunmadığına şahit olacaksınız…

7. Sürme

Şimdi de başka bir hadise intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resûlü buyuruyor: “Gözlerinize sürme çekin. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.”118

Kalbi ve kafası münevver tabiplerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle Peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır.119 Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.

8. Çörek Otu

Buhârî’de, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: إِنَّ فِي هٰذِهِ الْحَبَّةِ السَّوْدَاءِ شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ إِلَّا السَّامَ “Şu habbe-i sevdâ, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.”120

“Her dert” tabiri, Arapça’da kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tâbi tutulsa ve üzerinde ciddî araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır.

Hadis-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor:

Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü.

İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı.

Biz, yine meselenin ilmî planda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir iki hususu kayda almaya çalışalım:

Hastalıkta, bilhassa nekahet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin.

Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misal var ki, saymakla bitmez… Bu demektir ki, Allah Resûlü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vâki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.

9. Sinek

Yine bir Buhârî hadisiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resûlü buyuruyor: إِذَا وَقَعَ الذُّبَابُ فِي إِنَاءِ أَحَدِكُمْ فَلْيَغْمِسْهُ كُلَّهُ ثُمَّ لْيَطْرَحْهُ فَإِنَّ فِي أَحَدِ جَنَاحَيْهِ دَاءً وَفِي الْاٰخَرِ شِفَاءً “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır.”121

Evvelâ, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacaktır.

İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikrobun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır.

Bu meselenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sineğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.

10. İstihâze Kanı

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gün Fatıma binti Ebî Hubeyş, Allah Resûlü’ne gelerek: ‘Yâ Resûlallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terk edeyim mi?’ dedi.” Allah Resûlü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.”122

Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihâze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tespit edilebilen bu meseleyi acaba Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o devirde nasıl bilebilmişti? Tabiî ki Rabbinin bildirmesiyle.. evet, Rabbi O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, o söz cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebi olabilir.

11. İçkide Deva Yoktur

Târık b. Süveyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: İçki yasak edilmeden evvel, bazı hastalıklarımızın tedavisinde içki kullanırdık. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumu arz ettim. Ve tedavi için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum. “Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz.” mânâsına: إِنَّهُ لَيْسَ بِدَوَاءٍ وَلٰكِنَّهُ دَاءٌ123 buyurdular.

Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.

12. Sünnet Olmak

Allah Resûlü, beş şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.124

Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı: Sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir.

Görülen odur ki, bu mevzuda da Batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda.

Sözün burasında, tedâi ile hatırladığım, çağın devâsâ tanığına ait şu tespiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı bir gün, bir İslâm evlâdı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir Batılı doğuracaktır.”125

Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evlâdın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte –inşâallah– duyulacaktır..!

Buraya kadar, Allah Resûlü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatte doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Hâlbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara Cennet’e giden şehrahı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk mânâsı tecessüm ve tecessüt etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemâilleri zuhur edecekti…

Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyit edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki meselenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır.

Zaten ahiret denen âlemde Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun Zât, sıfât ve esmâ hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, Cennet-Cehennem, huri-gılman hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte!” diyeceklerdir…

37 Buhârî, ilim 29, daavât 35, fiten 15, i’tisam 3; Müslim, sıyâm 197, fedâil 136, 137.

38 Müslim, cennet 76; Nesâî, cenâiz 117.

39 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/359-360, 364.

40 Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 5/102; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/348.

41 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/212; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/300.

42 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 17/56-62; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/300-301.

43 Buhârî, edeb 22, Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/205.

44 Buhârî, meğâzî 87; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 6/304-305.

45 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/249; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 6/304-305.

46 Buhârî, fezâilü’l-Medine 8; Müslim, fiten 9.

47 Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4; savm 3; Müslim, fiten 26-27.

48 Buhârî, menâkıb 25; menâkıbü’l-ensar 29; ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihad 97.

49 Buhârî, menâkıb 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/257.

50 Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 2/134.

51 Buhârî, meğâzî 83; Müslim, fezâilû’s-sahabe 98, 99.

52 Buhârî, meğâzî 38; Müslim, cihad 52.

53 Buhârî, sulh 9; Tirmizî, menâkıb 30.

54 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 8/41; İbn Hacer, el-İsâbe 2/72.

55 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 2/17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/189; Bezzâr, el-Müsned 8/431-432; Hâkim, el-Müstedrek 4/545.

56 Duhâ sûresi, 93/4.

57 Bkz.: Buhârî, daavât 3; Müslim, zikr 41-42.

58 Buhârî, meğâzî 29; menâkıbü’l-ensar 9; Müslim, cihad 126-129.

59 Buhârî, meğâzî 29; Müslim, cihad 123-125.

60 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/303; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/269; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye 4/116.

61 Tirmizî, menâkıb 54. (Hadiste zikri geçen sahabi, Enes b. Mâlik’in baba-bir kardeşi olan Berâ b. Mâlik’tir.)

62 Hâkim, el-Müstedrek 3/331; Beyhakî, Şuabü’l-iman 7/331; İbn Hacer, el-İsâbe 1/281.

63 Buhârî, menâkıb 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/257.

64 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 6/194; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 13/87.

65 Tirmizî, menâkıb 34.

66 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/25; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/217.

67 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 7/267.

68 Buhârî, menâkıb 25, edeb 95, istitâbe 4; Müslim, zekât 148.

69 Buhârî, edeb 95; menâkıb 25; Müslim, zekât 142-148. (Hâdise, bütün teferruatıyla Müslim’in rivayetlerinde geçmektedir.)

70 Buhârî, edeb 95; Müslim, zekât 148; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye 7/290.

71 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/82; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2/341; Hâkim, el-Müstedrek 3/132.

72 Buhârî, cihad 3, 8; Müslim, imâre 160-162.

73 Buhârî, cihad 95, 96; Ebû Dâvûd, melâhim 9-10.

74 “Zulüm devam etmez, küfür devam eder.” Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/107. Ayrıca “Allah Teâlâ, zalime biraz fırsat tanır, amma bir de yakaladı mı artık paçayı kurtaramaz.” anlamındaki hadis için bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 62; Tirmizî, tefsîru sûre (8) 11

75 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/38; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/468.

76 İbn Hacer, el-İsâbe 1/405.

77 Ebû Dâvûd, melâhim 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359, 5/278.

78 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/52, 8/258.

79 Buhârî, fiten 16; Müslim, fiten 45-50.

80 Bu yorum, 1989 yılında yapılmıştır.

81 Buhârî, fiten 24; Müslim, fiten 30-32.

82 Bu mevzua işaret eden hadisler için bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, iman 244-247.

83 Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59.

84 Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59.

85 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/407-408, 419-420; Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.360; Hâkim, el-Müstedrek 4/98.

86 Bkz.: Bakara sûresi, 2/83; Nisâ sûresi, 4/36; En’âm sûresi, 6/151; İsrâ sûresi, 17/23; Lokman sûresi, 31/14.

87 Dârimî, mukaddime 27; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/100.

88 İbn Ebi’d-Dünya, el-Ukûbat s.216.

89 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 7/324. Tekarub-u zamanın kıyamet alâmeti olduğuyla alâkalı diğer rivayetler için bkz.: Buhârî, edeb 39; fiten 25; Müslim, ilim 11,12; Ebû Dâvûd, fiten 1; Tirmizî, zühd 24; İbn Mâce, fiten 26.

90 Ebû Dâvûd, büyû 3; Nesâî, büyû 2; İbn Mâce, ticârât 58.

91 يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَۤا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ۝فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِهِ وَإِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ “Ey inananlar, Allah’tan korkun, eğer gerçek mü’minlerseniz faizden kalan mevcut alacaklarınızı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, o hâlde Allah ve Resûlü’nden bir harb (ilan edilmiş) bulunduğunu bilin. Tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.” (Bakara sûresi, 2/278, 279).

92 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 1/148.

93 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 11/180. (Nuaym b. Hammâd ve Taberânî’den naklen)

94 Buhârî, salât 63; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/5.

95 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 14/591. (Ebû Ganm el-Kûfî’den naklen)

96 Buhârî, enbiyâ 50; Müslim, ilim 6.

97 Örnek olarak bkz.: Ebû Dâvûd, salât 88; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/264-265.

98 Buhârî, tıp 1; İbn Mâce, tıp 1.

99 Müslim, selâm 69; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/335.

100 Ebû Dâvûd, tıp 1; Tirmizî, tıp 2; İbn Mâce, tıp 1.

101 Tafsilat için bkz.: Bediüzzaman, 20. Sözün 2. Makamı, Mukaddime.

102 Mülk sûresi, 67/2.

103 İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye 7/93.

104 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim 4/330; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk 2/580.

105 Buhârî, fezâilü ashabi’n-Nebi 21; Müslim, fezailü’s-sahabe 54-55.

106 Buhârî, tıp 30; Müslim, selâm 98.

107 Buhârî, tıp 19; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/443.

108 Müslim, taharet 89-93; Tirmizî, taharet 68.

109 Buhârî, bed’ü’l-halk 17; Müslim, taharet 93.

110 Tirmizî, sayd 16; Ebû Dâvûd, edâhî 21; taharet 37.

111 Rahmân sûresi, 55/7,8.

112 Ebû Dâvûd, et’ıme 11; Tirmizî, et’ime 39.

113 Buhârî, vudû 26; Müslim, taharet 87-88.

114 Buhârî, cuma 8; Müslim, taharet 42; Ebû Dâvûd, taharet 25; Tirmizî, taharet 18; Nesâî, taharet 7; İbn Mâce, taharet 7; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/80.

115 Buhârî, vudû 73; Müslim, taharet 42-48.

116 Tirmizî, zühd 47; İbn Mâce, et’ime 50; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/132.

117 Suyûtî, el-Câmi’u’s-sağîr 1/24 (Dârakutnî’nin Efrâd’ından naklen).

118 Tirmizî, libâs 23; İbn Mâce, tıp 25.

119 Tirmizî, libâs 20; tıp 13; Ebû Dâvûd, tereccül 18.

120 Buhârî, tıp 7; Müslim, selâm 88-89.

121 Buhârî, bed’ü’l-halk 17; tıp 58; Ebû Dâvûd, et’ime 48.

122 Buhârî, vudû 63; Müslim, hayz 62.

123 Müslim, eşribe 12; Tirmizî, tıp 8; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr 1/108.

124 Buhârî, libâs 63; isti’zan 51; Müslim, taharet 49.

125 Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, (Tarihçe-i Hayat) s.2130.

-+=
Scroll to Top