GEÇMİŞ, HÂL VE GELECEK
Soru: Dün, bugün ve yarını mahrutî bir bakış açısıyla değerlendirmeye tâbi tutmanın önemi üzerinde duruluyor. Bu hakikati gerek fert gerekse toplum açısından hayatımıza nasıl tatbik edebiliriz?
Cevap: Geçmiş, hâl ve istikbal sadece şu anı yaşayan insanlar için üç farklı zaman dilimi olsa da zaman üstü yaşayabilenler için bunlar bir vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir. Her şeyi cismanî zevkleri hesabına değerlendirenler,
“Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme,
Bir gelecek günü boşuna yâd etme,
Geçmiş, gelecek masal hep,
Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!”
mülahazalarıyla sadece şimdiki zamanda serâzât yaşamayı tercih ederler. Fakat kalb ve ruh ufkunda seyahat eden insanlar, bu üç zaman dilimini birlikte mütalaaya alır ve bunlardan hiçbirini diğerine feda etmezler. Zira bunlardan birinin ihmal edilmesi diğerleri için de çok ciddî bir eksiklik meydana getirecektir. Mesela geçmişinden kopuk yaşayan ve hâli değerlendiremeyen insanların yeni bir gelecek kurmaları mümkün değildir. Nitekim Ziya Gökalp’in “Harâbisin, harâbâtî değilsin, gözün mâzidedir, âti değilsin.” sözlerine karşılık, bir yönüyle geçmişle alâkasını devam ettiren Yahya Kemal, “Ne harâbî ne harâbâtiyim / Kökü mâzide olan âtiyim.” demiştir.
Geçmişin Hızıyla Geleceğe Yürümek
Geçmiş; geleceğe dair tasavvur ve kurguları olan insanların ümitli olmalarını gerektirecek pek çok heyecan verici güzel örnekle doludur. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılan peygamber kıssaları, bu hakikatin en çarpıcı misalleridir. Bu örneklerin en baş döndürücü olanı ise, Hazreti Sultânü’l-enbiyâ’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatıdır. Bilindiği üzere O, insanlığın kopkoyu karanlıklar içinde bulunduğu, katmerli bir vahşetin, zorbalığın ve cehaletin yaşandığı bir dönemde gelmişti. Yani Cahiliye dönemi insanları, “Neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularının cevabını bilmiyordu ve bilmediğinin farkında da değillerdi. Ayrıca her yerde bir tiranlık ve zorbalık hâkimdi. Kuvvetli olan, zayıfı eziyor ve millete kendi düşüncelerini dayatıyordu. Toplum, duygu ve düşünce bakımından kirlenmişti. Merhum Âkif, bu karanlık tabloyu şu ifadelerle resmeder:
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi,
Fevzâ bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”
Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hamlede kayserleri ve kisraları yere sermiş ve insanlığı, bu karanlık ve kasvetli atmosferden kurtarmıştı. Günümüzdeki telekomünikasyon imkânlarının olmadığı, gazete, radyo, televizyon ve internetin bulunmadığı, her şeyin insanların ses ve soluğuna emanet edildiği bir dönemde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah’ın izni ve inayetiyle çeyrek asır gibi çok kısa bir zamanda müthiş bir inkılâp gerçekleştirmişti. Bu, öyle baş döndürücü bir hâdiseydi ki daha sonra Seyyid Kutup; Resûl-i Ekrem’in ve O’na tâbi olan sahabe-i kiramın yaptığı işlerin, ancak Kur’ân’ın bir mucizesi olarak izah edilebileceğini ifade etmişti. Geçmiş, böyle bir dinamizm kaynağı olarak görülüp ondan doğru şekilde istifade edilirse insan şu neticeye ulaşır: Geçmişte böyle bir diriliş faslı yaşandı ise bu tür bir diriliş günümüzde bir kere daha niçin yaşanmasın ki!
Saadet Asrı’ndan sonraki dönemlerde yaşanan hâdiselerde, bizim için bir ümit ve güç kaynağıdır. Mesela Müslümanlar güçlenip devletler muvazenesindeki yerlerini aldıkça çeşitli husumet cepheleri oluşmuş; bir dönem Moğollar gelmiş, başka bir dönemde ise Haçlılar hücuma geçmişlerdir. Birisi giderken öbürü gelip musallat olmuş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle, bunlar her gelişlerinde yıkılmayan ve parçalanmayan İslâm surlarına çarpıp geri dönmüşlerdir. Bazen Alparslan Hazretlerine, bazen Kılıçarslan’a, bazen de Selahattin’e çarpıp dağılmışlardır (Allah’ın rahmeti ve gufranı onların hepsinin üzerine olsun). Ölüm çukurları, İslâm ümmeti için Allah’ın izniyle yeni bir ferah-feza iklime dönüşmüş ve üzerinde dolaşacağımız bağ ve bahçeler hâline gelmiştir. O hâlde biz, şu anda pek çok husumet cephesinin tasallutu altında bulunuyor olsak da, neden bir kez daha bütün bunları aşarak yeni bir diriliş gerçekleştiremeyelim? Neden insanlığın yüzü bir kere daha gülmesin? Neden milletimiz hak ve adaleti gerçekleştirme istikametinde devletler muvazenesindeki yerini bir kez daha almasın?
Tarihe bu nazarla bakıldığında Cenab-ı Hak’ın, Söğüt’ün bağrında metamorfozla bir tırtıldan bir kelebek yarattığı görülecektir. Birkaç yüz çadırdan ibaret olan bir boy, aradan daha yüz elli sene geçmeden dünyanın kaderine hâkim olmuştur. Öyle ki, Batılılar kendi aralarında Devlet-i Âliye’ye “Osmanlı İmparatorluğu” demeye başlamışlardır. Bu, bir kabullenmenin göstergesidir. Zira Devlet-i Âliye, daha önce Haçlı seferleriyle doludizgin üzerine gelen bir dünyayı durdurmuş ve onları Avrupa kıtasına sıkıştırmıştır.
Tarihte meydana gelen bütün bu hâdiselerin arka plânlarıyla birlikte doğru okunması ve onlardan ibret alınması gerekir. Hazreti Muaviye’nin diğer sahabîler arasında öne çıkan önemli özelliklerinden birinin, onun tarihî tetkikleri olduğu ifade edilir. O, yanındaki yardımcılarına sürekli tarihten dersler yaptırır ve kendisine göre onlardan ibret tabloları çıkarırmış. Hazreti Muaviye için söylediğimiz bu ifadeler garipsenmemelidir. Zira Hazreti Ali’nin hakkını muhafaza etmenin ve hakkın ona ait olduğunu teslim etmenin yanı başında, Hazreti Muaviye’nin de İslâm toplumuna yaptığı küçümsenmeyecek ölçüde pek çok faydalı icraatı vardır. Mesela onun döneminde, Allah’ın izni ve inayetiyle Roma İmparatorluğu dize getirilmiştir.
Gerçi hâdiseler ayniyet çizgisinde cereyan etmese bile, şurası muhakkak ki, misliyet ölçüsünde tarihî devr-i daimler vardır. Biz, geçmişi doğru okuyup bu devr-i daimlerden ibret alarak günümüzü değerlendirebilirsek engellere takılmadan, yürümemiz gerekli olan noktalara doğru yürüyebiliriz.
Yalnız geçmişi bir hazine gibi görüp değerlendirmeye çalışırken şu hususa dikkat etmek gerekir: Aynı toplumun farklı kesimleri olarak geçmişte birbirimizi incitmiş, rencide etmiş, birbirimizin içini kanatmış olabiliriz. Bunların, romanlarda ve filmlerde olduğu gibi, günümüzde bir kere daha acı acı resmedilmesi ve böylece olmuş bitmiş hâdiselerin günümüzde hortlatılarak kavga vesilesi yapılması kanaatimce doğru değildir. Elbette ki, tarihte yaşanmış bu hâdiseler birer vakıadır, inkâr edilemez ama onları bugün birbirimize karşı kullanmamız ve kavga vesilesi yapmamız doğru değildir. Bu, “tarihin sadece beyaz sayfalarına bakalım” anlamına gelmiyor. Aksine tarihî hâdiseler acı-tatlı bütün yönleriyle incelenmeli ve böylece aynı hatalara düşmeme gayreti içinde olunmalıdır. Yani biz, geçmişimizdeki sıkıntılı dönemleri de tahlil etmeli, badireleri nasıl aştığımızı iyi bilmeli; fakat bunu yaparken tarihte yaşanan kin ve nefretleri hortlatmamalı, şefkat stratejileriyle o ibret tablosunu günümüz ve geleceğimiz için bir projektör gibi kullanmaya çalışmalıyız.
Gelecek Tasavvuru Olmayanın İstikbali de Olmaz
İstikbale gelince, âhirete inanan gönüller için yarından başlayıp öbür âlemdeki ebediyetlere kadar uzanan bir gelecek vardır. Çakırkeyif bir hayat yaşamayı gaye edinenler ise ne geçmişi ne de geleceği düşünürler. Onlar geçmişi kurcalamak suretiyle bir hakikate ulaşacaklarına inanmadıkları gibi, geleceği düşünmek suretiyle de keyiflerini kaçırmak istemezler. Hakka adanmış ruhlar için ise geçmiş kadar gelecek de önemlidir. Onların gelecek adına ümitleri, beklentileri, mefkûreleri, tasavvur ve gaye-i hayalleri vardır. Fakat bazılarının iddia ettiği gibi, bu beklentilerin, makam mansıp sevdasıyla, dünya nimetlerinden istifade etmekle bir alâkası yoktur. Bilakis onların gaye-i hayalleri; her yerde hak ve adaleti tesis etme, barış ve huzurun temsilcisi olma, bütün dünyaya bir kere daha kardeşlik duygusunu duyurma, küreselleşen dünyada birlikte yaşama kültürünü geliştirme ve böylece her yerde sımsıcak bir huzur atmosferi oluşturabilmektir. Nurlar’da da ifade edildiği gibi, eğer insanın böyle bir gaye-i hayali olmazsa, zihinler enelere döner ve etrafta gezer.126 Enaniyetinin altında kalıp ezilmiş fertler ise, her şeyi bencilliklerine, şahsî çıkarlarına ve hâlihazırdaki zevk ü sefalarına bağlı götürürler.
Oysaki insan ahsen-i takvime mazhar yaratılmıştır. O, hem dündür hem bugün hem de yarın. Dolayısıyla onun mutlaka yarınlar adına ümit ve idealleri olmalıdır. Aksi takdirde o, –hafizanallah– kendi bencilliğine takılır kalır; takılır kalır da ya bir egoist veya bir egosantrist ya da takdirlerle başı dönen, bakışı bulanan, kendini kaybeden bir narsist olur. Yarınlar adına gaye-i hayalleri olan bir insana gelince o, bir diriliş kahramanı ve âbide bir şahsiyettir. O, ruhunun ilhamlarını sürekli başkalarına üflemeye çalışır. Gelecek adına yapacağı işlerin plân ve projelerini bugünden hazırlar ve imkânlar elverdiği ölçüde de onları realize etme peşinde koşar.
Zamanın Altın Dilimi: Hâl
İnanan bir gönül, içinde bulunduğu ânı, zamanın altın dilimi olarak görür, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan etmiş olduğu imkânları, vakit fevt etmeksizin o altın zaman dilimi içinde değerlendirmeye çalışır. Aslında hepimiz, Cenab-ı Hakk’ın sevk ve insiyakıyla (yönlendirmesiyle) belli bir noktada bulunuyoruz. Bize düşen vazife, bulunduğumuz konumu en verimli şekilde değerlendirmektir. Öyle ki, bizi götürseler ve ot dahi bitirmeyen bir dağın başına atsalar da, orada bile elimize bir çekiç, çivi almalı ve kayadan toprak çıkarmaya çalışmalıyız. Arkasından da aşağıdakilere, “Yukarıya üç tane tohum gönderebilir misiniz?” diye seslenmeli ve kayaların üzerini dahi yeşillendirme peşinde koşmalıyız. Yani mü’mini götürüp bir kayanın başına koyduklarında bile o, Hazreti Musa’nın asâsını vurup kayadan su çıkardığı gibi, kayadan su çıkarmasını, toprak elde etmesini ve neticede kayanın üzerinde bile tohum ekmesini bilmelidir.
Evet, insanın gayreti, içinde bulunduğu imkânları değerlendirme açısından dûn himmet olmamalıdır. Herkesin bulunduğu konum itibarıyla mutlaka yapabileceği bir kısım güzel işler vardır. Allah’ın ihsan ettiği her şey, içinde bulunduğumuz ânı değerlendirmek suretiyle İslâm’ın ufkumuzda şehbâl açması istikametinde kullanılmalı ve bu konuda herkes elinden geleni yapmalıdır. Hatta insan, bu konuda sık sık kendini sorgulamalı ve şöyle demelidir: “Acaba ben Allah’ın bana bahşettiği imkânlar açısından yapmam gereken işleri şu an tam olarak yapabiliyor muyum? Yoksa bu hâlimle, miskinlik hastalığına yakalanmış mı sayılırım?”
Hâsılı, geleceğin fikir işçileri, ellerinde bulunan imkânlarla neleri realize edebileceklerini iyi hesap etmeli ve bunları gaye-i hayallerini gerçekleştirme istikametinde verimli olarak kullanmalıdırlar. Onlar, en olumsuz şartlarda bile olmaz gibi görünen işlerin altına girerek hâli değerlendirebilmeli ve Allah’ın izni ve inayetiyle insanlığın yeni yeni baharlar yaşamasına vesile olabilmelidirler.
126 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.531 (Hakikat Çekirdekleri).