Geçmişten Geleceğe Bizim Evimiz

Bir zamanlar dört bir yanından fışkıran mutluluk ve saadet, içinden taşan mânâ ve ruh, çevresini saran huzur ve nurlarla, daha çok ayları, yıldızları hatırlatan o gelin endamlı eski evlerimizi, şimdi, hülyalarımızda yakalamaya çalışıyor; onların rüyalarıyla teselli oluyor ve o tatlı rüyaların bir kere daha gerçekleşmesi arzusuyla yaşıyoruz.

Bu düşünce ve bu emel kendini ırmağa salarak avuçlarını suya daldırıp suyun içinde güneşi yakalamaya çalışan çocukların çocuksu arzuları gibi görülebilir. Ama biz, bu rüyanın, bugün olmasa da yarın mutlaka tahakkuk edeceğine inanıyor ve yakın bir geçmişte yitirdiğimiz bütün değerlerin, yeniden, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımızda yerlerini alacakları ümidini muhafaza ediyoruz; ölünceye kadar da edeceğiz…

İçiyle-dışıyla ve içindeki sakinleriyle bizim evlerimiz, dünya evlerinin en insanîsi, en ferahfezası, en mukaddesi ve ukba düşüncesine en açık olanıydı. İnsan ona dikkatle bakınca, hemen her zaman çehresinde Cennet köşklerini, içinde Cennet hurilerini ve onun sonsuzla bütünleşen ruhanî ikliminde ebediyetleri görebilirdi.

Işığını ötelerden alan, gölgesini ipek tüller gibi başlarımıza salan ve uhrevî güzellikleriyle sanki, fildişinden, inciden, mercandan, billûrdan, sadeften yapılmış.. sırmadan, atlastan, ipekten, şaldan, bürümcükten örülmüş göz kamaştıran aksesuarıyla, sultanî kasırlar gibi olan bizim evlerimizin, öyle derin, öyle baygın bir görünüşleri vardı ki, âdeta kendileri de kendi güzelliklerine büyülenmiş gibi görünürlerdi.

Dünyaya açılan selâmlıklarıyla sarayları, yalıları, hayatı, dünyevî zevkleri, mâbedi ve mektebi; haremleriyle de Cennet köşklerini, Cennet köşelerini, tekyeleri, zaviyeleri hatırlatan bu sıcak yuvaların, insan ruhuyla uyuşup bütünleşmesi o kadar mükemmel, o kadar mânâlı idi ki, onlardan birinde yaşayanlar, geçmişin, geleceğin şiirini birden dinler ve ölümsüzlük düşüncesinin gönüllerine sindiğini duyarlardı.

Hemen her ev, iç ve dış aksesuarıyla geçmiş zamanın belli bir dilimini, tarihin belli bir parçasını temsil ederdi ve her köşesinde âdeta, değişik şekillerde, mazinin kalbinin attığı duyulurdu. Onların harimine girince bazen, elinde meşale dünyanın dört bir yanına aydınlık götüren ışık süvarilerinin “hayhuy”u, bazen ilim ve düşünce mevkiblerinin1 ruhumuzun derinliklerine kadar inen uyarıcı sesleri, bazen de mehterle coşmuş gürül gürül bir fetih ordusunun gönüllere ürperti salan tok nağmeleri kulaklara çarpar gibi olurdu. Çocukların dupduru dünyalarından yükselen çığlıklar; gençlerin gençliklerinden köpüren ümit ve neşeler; olgunların duygu ve düşüncelerinden fışkıran ebed duygusu, yüksek mefkûre, ilim aşkı gibi ledünnî değerler; yaşlıların uhrevîleşen ikliminde sık sık duyulan füsunlu söyleyiş, mânâlı eda ve imalı susuşlarla bizim evlerimiz, o kadar canlı, o kadar derin ve o kadar şefkatli idiler ki, insan onların sokaklarında kendini, Cennet’e uzanan kaldırımlardan birinde yürüyor gibi hisseder ve bir adım daha atsa hemen oraya ulaşacağını sanırdı…

Bu yuvalar, içleriyle-dışlarıyla, gece-gündüz hemen her zaman, o kadar aydınlık ve çarpıcı idi ki, onların semtinden geçen veya diz çöküp harimlerinde bir teşehhüd miktarı oturan herkes büyülenir, az-çok bir değişikliğe uğrar; uyanan hisleriyle kalbinin pencerelerinden bir şeyler görüp sezmeye başlar ve anlayıp hissettikleriyle âdeta bir başka buuda ulaşmış gibi olurdu…

Bu aydınlık hanelerin belli bir bölümünde nuranîleşmiş, uhrevîleşmiş bir nine veya dede oturur; rüyalara sığmayan şanlı geçmişimizin altın destanlarından nakiller yapar.. bizleri meraklandırır, imrendirir, neşelendirir ve sihirli beyanlarıyla hep o devirlere çekerlerdi. Bizler, onları dinlerken farkına varmadan, geçmişin tatlı hülyalarına yelken açar ve birdenbire kendimizi, yiğit naraları, at kişnemeleri, muharebe uğultuları ve kılıç kalkan tarrakaları içinde.. veya düşünen, çalışan, iman ve ümitle ötelere açık bir huzur topluluğu arasında bulurduk. Böyle şahlanan hayallerimizle bütün o eski zamanları, eski mekânları hep mukaddes; eski insanları Hak rızasını tahsil ve ülkeyi Cennetlere çevirme yolunda gerilmiş kudsîler; onların ev ve konaklarını da, ruhlara sonsuzluk duygusu aşılayan pırıl pırıl odaları, ışık ışıl sofaları, üfül üfül bahçeleriyle insanlık, aşk, vefa, ilim, sanat, ahlâk gibi kudsî fazilet ve meziyetlerin çimlenip geliştiği yerler olarak düşünür, tahayyül eder ve inanırdık.

Günümüzün, insan inleri sayılan; hodgâmlık, kıskançlık, ahmaklık, bunaklık yatağı; aldanan ve aldatan kalblerin mahbesi, yıkılıp gitmiş emellerin mezarı; sönmüş aşkların, imanların, ümitlerin makberi.. konuşmaları istendiği yerde suskunlaşanların, sükutları arzu edilen yerde usandıracak kadar konuşanların ve bu zararlı sükutları, dengesiz konuşmaları, acı lâubalilikleri, gafilce tavırlarıyla iyilik deyip şer işleyenlerin, “dışı süs, içi pis, sûreti menûs, sîreti mâkus…” barınaklarına bedel; bin bir aydınlık içinde Cennet yalılarından kopup gelmiş, her türlü dert ve sıkıntılardan arındırılmış, bütün sefaletlerden temizlenmiş; maddiyatı mânevîyata dayalı, malzemesi öteler damgalı; ruhların rüyaları kadar uzun, renkli ve bereketli; içinde imanın, aşkın yankılanıp durduğu mâbedler kadar derin, görkemli ve her biri birer melek otağı olan o günün mübarek haneleri tıpkı birer şiir, birer hülya birer mûsıkî iklimiydi. Geçmişin bahtiyar nesilleri, bu ışıktan hanelerin gölgelerinde, bütün bir tabiat ve hilkatin kaderini duyup hissediyor; hayret ve hayranlıklarla kendilerinden geçiyorlardı.

Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, insan, o günün mânâ, büyü ve nefesleriyle, hülyalarımıza kadar sinip varlığımızla bütünleşen evleri arasında veya sokaklarında gezerken, çevredeki binaların birer birer mâbedleştiğini, hislerin bütünüyle uhrevîleştiğini, hayatın tamamen rüyalaştığını duyup hissetmekte ve âdeta cihan ötesi âlemlere ulaştığı hissine kapılmaktadır.

Bizim nesil, o nurlu evleri ve o mutlu insanları, ancak her şeyin sarsılıp yerinden oynamaya başladığı, bağların bozulup bahçelerin hazana uğradığı, güllerin, çiçeklerin pörsüyüp savrum savrum savrulduğu ve topyekün milletin koltuk değnekleriyle emeklemeye durduğu tâli’siz bir dönemde idrak edebilmişti. Bizim yetiştiğimiz dönemde, mazinin o çalımlı, o âteşîni insanlarının yerinde, bütün bütün yıkılmış, bezmiş, ye’se düşmüş, karamsar ruhlar; Cennet saraylarını hatırlatan o eski evlerin yerinde de, sessizlik mûsıkîsi, sükut ilâhileri ve ölüm ağıtları duyuluyordu.

Evet, artık o şevk ve hareket insanlarının yerinde, uyurgezer inziva nesilleri; eski aşk ve heyecanların yerinde, ölüm hırıltıları ve ümitsizlik iniltileri; şanlı cedlerimizin ideal ve dava düşüncelerinin yerinde de sadece, çıkar kavgaları, refah mücadeleleri göze çarpıyordu. Tabiî böyle bir atmosfer içinde her tarafta duyulan tek şey çöküntü, zeval ve ölüm haberleri; her yanda görülen şeyler ise, mezarlar gibi evler, cenazeler gibi canlılar, sekerat hırıltıları gibi nağmelerdi…

Hâdiseler inanılmayacak kadar hızlı cereyan ediyor, tarihten gelen bütün eski şekilleri değiştiriyor, bize ait şeyleri yıkıyor; en temiz çehreleri alıp götürüyor ve yerlerine, içlere burkuntu veren yüzler bırakıyordu. Eski kavimlerin meshine denk, böyle her şeyin makyajla değişme sürati içinde bir anda başkalaşması, o günkü nesillerin ümitlerini de beraber almış götürmüş ve onları şaşkına çevirmişti.

Onun içindir ki bizim nesil, önce kendi dünyasını hülya ve hatıralarda aramaya başladı. Bir uzun bekleyiş ve tereddütten sonra da, hemen bu kül ve enkaz yığınları arasında kendi altın rüyalarını, bu birkaç asırlık virane yangınlıkta eski ümranları kurma hummasına tutuldu. Bu çöl ve bu bataklıkta kendi dünyasını kurabilmek için onu bekleyen bir sürü şey vardı: Şu birkaç asırlık canlı cenazelere Hızır çeşmesinden su getirip onları hayata döndürmek; yıllar yılı yalancı mumlarla teselli bulup avunan aldanmış ruhları, güneşlerin kol gezdiği âlemlere uyarıp yollarına ışıklar saçmak; gönüllerini yeniden imanla donatıp sinelerinde ümit meşaleleri yakmak ve tarihin şu, en şanlı fakat mahzun, en mübarek fakat gadre uğramış, ilhadzede, dalâletzede, Avrupazede necip milletine, onun şanlı geçmişinin esasları sayılan tarihî dinamikleri tanıtıp kabul ettirmek; evet, bütün bu Kafdağı’ndan ağır yükler onu bekliyordu. O, güçlü bir inanç ve sarsılmaz bir ümitle içine sindirdiği, muhteşemlerden muhteşem tarihî mevkiini yeniden elde edebilmek için “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” deyip bu büyük tarihî misyonu yerine getirme mecburiyetindeydi.

Zaten bundan böyle, onun cankeş ve yarım canlı olarak yaşaması da mümkün değildi. Ya kendi ruhuyla, kendi düşünceleriyle, kendi inançlarıyla var olacaktı veya tarih sahnesinden silinip gidecekti.

Aslında, bir zamanlar onu zirvelerde dolaştıran esas ve dinamikler, bütünüyle bugün de mevcuttu. Her şey onun özüne dönüp ruhuyla bütünleşmesine ve bu dinamikleri bir kere daha gözden geçirip değerlendirmesine kalıyordu ki; ondan beklenen de bu idi. Bundan ötesi,

“Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder; Yaratır esbâbını bir lahzada ihsan eder.”

deyip Yüce Yaratıcı’nın hakkımızdaki takdirlerini intizar etmeye kalıyordu…

1 Mevkib: Kutlu bir topluluk.

-+=
Scroll to Top