Giriş

İmanın altı esasından biri de meleklere imandır.1 Ancak, diğer iman esaslarında olduğu gibi bu esasta da günümüz insanı bir sarsıntı geçirmiştir. Hatta bu sarsıntı diğerlerinden daha şiddetli olmuştur. Zira maddeci düşünce, materyalist felsefe, Müslüman kesimde dahi ciddî bir yıkım meydana getirmiştir. Camiye gelen, beş vakit namaz kılan, hatta hayatını mukaddes mânâ ve mefhumları anlatmaya adadığını zanneden nice insan vardır ki, bunlar bilerek veya bilmeyerek maddede takılıp kalmışlar ve anlattıkları her şeye maddeyi payanda yapmaya çalışmışlardır. Öyle ki, madde ortadan kalkıverse, imanlarına destek edindikleri her şey ortadan kalkacak ve onların da bütün ilham kaynakları kuruyacaktır.

Evet, günümüzde bu kanaati taşıyan kitleler, zannedildiğinden çok fazladır. Gerçi bir imanları vardır ama bu, doğup büyüdükleri çevrenin tesiriyle yapılarına, onlar farkında olmadan yerleşmiş bir imandır; kat’iyen irfan değildir. Elbette imanın bu kadarının dahi bir değer ve kıymeti olacaktır. Ancak bu basit iman keyfiyeti, hiçbir zaman, matlup iman seviyesi olarak kabul edilmemelidir. Aslında bu insanlar delil ve burhana malzeme olarak kullanılacak maddenin hangi seviyeye kadar kullanılabileceğinin şuuruna varamamışlardır.

Madde ki, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîlerinin birer gölgesinden ibarettir. Maddenin varlığı ancak bu nispet sayesindedir. Nispet kesildiğinde madde de yoktur. Zaten maddeye kıymet ve değer verdiren sebep de onun, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine âyinedarlık ediyor olmasıdır. Bu sebep ortadan kalkıverse, maddenin varlık hikmeti de ortadan kalkar. Öyle ise nasıl olur da, varlığı belli bir hikmet ve sebebe bağlı olan madde, varlığı var eden Zât’ın ispatında vazgeçilmez bir şart gibi kabul edilebilir? Bu dalâlet ve sapıklık değil de ya nedir?

Bütün kevn ü mekân, değil Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına, esmâsına nispetle dahi Büyük Sahra’ya atılmış küçük bir halkadan ibarettir. Zerre güneşi nasıl aksettirebilir ki, bu kadar küçük varlık âlemi, Cenâb-ı Hakk’ı anlatmaya yeterli olabilsin? Hayır, yeterli değildir. Ama bir aynalık haysiyetiyle, aklı gözüne inmiş bir kısım materyalist gafillere karşı ışık tutmak, kalblerine ve kafalarına gelen tereddüdü izale etmek için madde bir vesile ve vasıtadır. Yoldaki tozu, gubarı silsin, temizlesin diye bir süpürgedir. Onunla yapılması gereken iş bittikten sonra, bu süpürge lâyık olduğu yere konmalı ve her yerde elde süpürge gezilmemelidir.

Şu kat’iyen bilinmelidir ki, kalbin duyduğunu kitap anlatamaz. Allah’a imana kitap tercüman olamaz. Kitap sadece bu imanı formüle eder. Nasıl inanılması gerektiği hususunu izaha çalışır.

Yoksa, kalbin duyuş ve doluşu, velinin, mürşidin ilham ve düşüncelerinden daha keskin ve çok daha ileri seviyededir. Fakat, Bâtınîliğe düşmemek, yanlış kararlar vermemek ve yanlış şeyler söylememek için mesele, bir nebi ile ele alınır ve o da ilâhî kitapla, inanılması gereken hususları bir biçime koyar ve bize “Şu şekilde inanacaksınız.” der. Eğer böyle olmasaydı sapmalar olur, din adına dinsizlikler yapılırdı. Fakat, kitabın bize verdiği ölçülerde derinleşme tamamen kalble alâkalı bir seviye işidir ki, bizim işaret etmek istediğimiz husus da budur.

Belki herkes, ruh aynasında gerçek hakikati, kamet-i kıymetine uygun müşâhede edemez. Fakat maddenin ötesinde bir mânânın varlığını kabul eden herkes, sadece maddeye dayalı düşünceler imal eden mü’minlerden çok ötede bir imana sahiptir; bu da asla inkâr edilemez.

Onun için diyoruz ki, melâike ve ruhaniyata inanma günümüzde ayrı bir önem kazanmış durumdadır. Zira her şeyin maddeye irca edilmeye çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Madde cidarlarını parçalamadan, mânâya inanma ufkuna ulaşma çok zordur. Bu zorluğu aşmanın tek yolu ise yine mânâya sarılmaktır. Mânâ ki, eşyanın melekût yönüdür. Mülk âlemi ona nispeten güneşe kıyasla bir zerre gibidir. Bütün hakikatler orada cereyan ve kanunlar orada deveran eder. Allah (celle celâluhu) azametiyle, meşîetiyle oraya bakar ve tasarrufunu orada yapar. Sen nazarını oraya çevirdiğin zaman, o âleme ait sonsuz meltemlerin akıp akıp ruhuna estiğini hissedersin. Nazarını maddeye çevirdiğin an ise, sadece bir laf insanı olarak kalırsın.. bütün derdi başkalarını ilzam etmek olan bir laf insanı…

İddian Allah’ı anlatmak dahi olsa, sen o yolda bir adım dahi ileri atamazsın. Zira gönül dünyan inkişaf ve inbisattan nasipsizdir. Hâlbuki mülk âlemini melekûtun üzerine çekilmiş tenteneli bir perde şeklinde mütalâa ettiğinde ve nazarını esas çevirmen gereken yöne çevirdiğinde, için hakikatlerle dopdolu bir hâle gelir. Fenâda bekâ cilvesi yakalamak da zaten buna denir.

Şu kat’iyen bilinmelidir ki, yirminci asrı materyalist bir asra çevirmek için lâzım gelen her şey yapıldı. Ancak hiç beklenmedik bir şekilde, Cenâb-ı Hak dünyanın çeşitli kıtalarında, Efendimiz’in zâtını temsil eden içi-dışı nuranî kimseleri zuhur ettirerek, dinsiz ve materyalistlerin oynamak istedikleri bütün oyunları altüst etti. Maddecilik, hususiyle Müslümanların ruhuna tam hâkim olacağı bir dönemde ters yüz oldu. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati altmış sene evvel ifade ediyor ve bir meçhule doğru ellerini kaldırarak: “Korkmayın, artık küfrün beli kırılmıştır.” diyordu. Eğer altmış sene evvel küfrün beli kırıldı ise bugün artık o bütünüyle yere serilmiştir. İşin ehli olanlar bu neticeyi şimdiden görüyor, diğerleri de yakın bir istikbalde görecektir.

Küfür ilim mahfillerinde sürüm sürüm sürünmektedir. Çünkü küfrün hiçbir ilmî ve mantıkî izahı yoktur. Onun içindir ki onlar kendi düşüncelerini zorla, baskıyla kabul ettirmek yoluna girmişlerdir. Belli bir devrede bu iş için sokağa dökülenler, yaptıkları tecavüz ve zorbalıkla esasen düşünce adına kendi iflaslarını ilan ediyordu. Zira anlattıkları makul olsaydı bunun için silaha sarılmaya, yakıp-yıkmaya ihtiyaç duymayacaklardı. Aklî ve mantıkî bir izah, insanların, onların dediklerini kabul etmelerine yetecekti. Hâlbuki mihrap edindikleri değerlerden taviz verme pahasına dahi olsa, onlar düşüncelerini zorla kabul ettirme yolunu tercih ettiler. Çünkü dediklerinin ilmî hiçbir değeri yoktu.

Biz, dün de aynı şeyi söylüyorduk, bugün de aynı şeyi söylüyoruz, ileride de aynı şeyleri söyleyeceğiz. Zira bizim elimizde değişmeyen sabit hakikatler vardır. Madde ve fizik ötesi varlıkları kabul de bu hakikatler arasında bulunmaktadır. İnanıyoruz ki, çok yakın bir tarihte ruh, bir berzah hâlinde maddenin içine girecek ve bizler yepyeni bir düşünce coğrafyasının mimarları olacağız.

Cihan harpleri içtimaî coğrafyada çok ciddî değişmeler meydana getirmiştir. Onlardan önce Çin ve Rusya hüviyetinde bir devlet yoktu. Rusya’da yönetim “Romanov”lara aitti.2

Din olarak Hıristiyanlık hâkim durumdaydı. Hem Rusya’da hem de Çin’de fakir ve müjik bir insan portresinin ağırlığı hissediliyordu. Cihan harpleri perdeyi yırttı ve nice farklı yüzler sahneye çıkıverdi.

İçtimaî coğrafya Hitler ve Mussolini hareketiyle de ayrı bir hüviyet aldı. Dünya şimdilerde de yeni bir istihale geçiriyor. Bu yeni istihale, öyle inanıyoruz ki içimizi inşirahla dolduracak bir hüviyette olacaktır. Şimdi tekevvün sancısı çekiyoruz. Ama bir gün müjde çığlığı, doğum sancısının iniltilerini bastıracak ve duyduğumuz sevinç, çektiğimiz ızdırapları unutturacaktır.

Teoriler iflas ediyor. Fizik, kendi kanunlarını izahta âciz kalıyor. O, bir ilim olarak belki devam edecek ama, Allah’ın, insanların istifadesine müheyya kıldığı bu ilim, bundan böyle izahlarını tenasüb-ü illiyet prensibi içinde yapacaktır. Yani, fizik kanunları üzerinde, âlem-i emirden gelmiş, mâverâ-i tabiatta boy gösteren hakikatlerin hükümferma olduğu ortaya çıkacaktır. Fiziği idare eden metafiziktir.

Bu gerçek, artık herkes tarafından kabul edilecektir. Şimdiye kadar üniversite ve ilim mahfillerinde yapılan yanlış telkinlerden dolayı hicap içinde ter döken kimselerin sayısı her gün biraz daha artıyor. Bu artış gün geçtikçe daha da kabaracaktır. Akılları saptırmış, kalb ve gönülleri boş bıraktıklarından, insanları müthiş bir boşluk ve kaosa sürüklemiş, her şeyi, görünen eşyada aramayı telkin ede ede, terkipçi düşünceyi mahvetmiş bu ilim adamlarımızın mahcup vaziyetleri hakikaten yürekler acısı bir tablo sergileyecektir.

Materyalizm günümüzde hem düşünce hem de sistem olarak tükenmiştir. Madde ve fizik ötesi varlıklara inanma adına bütün dünyada bir çözülme ve yumuşama vardır. Bu gidiş mecburi bir istikamete doğru süratle mesafe katetmektedir.

Madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetiyle alâkalı deliller çeşit çeşittir. Bunlardan, kimisi peygamberlere, kimisi velilere, bir kısmı medyumlara diğer bir kısmı da üniversitelerde ilmî araştırma yapan fikir ve düşünce adamlarına aittir. Ancak bütün bu farklı müşahitlerin birleştikleri ortak bir nokta vardır. O da, maddenin ötesinde, fiziğin verâsında, ne madde ne de fizikle izahı mümkün olmayan yaratıkların mevcudiyeti hakikatidir.

Elbette bu hususta medyumun kullandığı malzeme ve gördüğünü izahta kullandığı dil kendine göredir. İlim adamı da yine kendine mahsus malzeme ve dil kullanmaktadır. Bir velinin kendi iç derinliğine göre ulaştığı müşâhede ise tamamen başkadır. Peygamberlere gelince onların bu mevzuda verdikleri haberler kendi kametlerine uygundur. Müşâhedeleri ise asla bir başkasına kıyas edilemeyecek çaptadır. Nitekim bunların misalleri ileride tafsilatıyla görülecektir.

Binaenaleyh, bu kadar kuvvetli payandalarla teyit edilen, etrafında bu kadar tahşidat yapılan bir meseleye inanan bizler, aklın ve mantığın yolunda yürümekteyiz. Akıl ve mantığın dışına sarkanlar bunları inkâr edenlerdir. Kaldı ki bunların çoğu Batı hayranı, Batı taklitçisidir. Hâlbuki günümüzde Batı, fiziğin, maddenin, tabiatın kendi müşkillerini halledememesi karşısında, tabiat ötesine yönelmiş, âdeta bilerek veya bilmeyerek melâike ve ruhaniyattan yardım bekler hâle gelmiştir.

Gözle gördüğü şu tenteneli âlem, onu hisleriyle, ruhuyla, kalbiyle, kafasıyla tatmin edemediğinden ötürü, tatmini, tabiat ötesinde arayan Batılı, belki fen ve teknikte on dokuz ve yirminci asırda bize muallimlik yaptığı gibi ruh mevzuunda da muallimlik yapacaktır. İlle de, inadına arkalarından gittiğimiz, onları taklitten ayrılmadığımız için herhâlde din adına bir kısım meseleler de onlara bağlanıp onlardan geldiği zaman bizim Batı hayranlarımızın yanında kudsiyet ifade edecek, takdis edilerek başa konacaktır.

Evet, cin, şeytan, melâike ve ruhanîlerle en çok meşgul olunan yer Avrupa’dır. Orada fizik ve tabiat ötesi varlıklarla meşgul olma, bizden kat kat daha fazladır. Üniversiteden görevli olarak Fransa’ya giden bir arkadaşıma bu meseleyi söylediğimde beni tasdik etti ve “Haklısınız, Fransa’da ben bunu bizzat görerek yaşadım.” dedi ve delilleriyle cin ve ruh çağırma seanslarının Fransa’da ne kadar revaçta olduğunu anlattı. Bu belki bizim için değil; fakat Batı’yı her şey kabul edenler için önemli bir meseledir. Zira madde, en çok revaç gördüğü Batı’da mânâya ve ruha mağlup düşmektedir. Ve bir gün mağlubiyetini bütün bütün ilan edecektir.

Madde asıl değildir. O, ruh ile kaimdir. Hem kâinattaki canlılar sadece dünyadakilerden ibaret olamaz. Dünya ki, diğer yıldız ve gezegenlere göre gayet hakir ve gayet küçük bir kulübe gibidir. O bu hâliyle bu kadar canlıyı içinde barındırıyorsa, elbette yüce ve yüksek saraylar hükmünde olan diğer yıldız ve gezegenler bomboş kalamazlar. Onların da kendilerine uygun sekeneleri ve içlerinde barındırdıkları canlılar vardır. Bizim literatürümüzde onların adı melektir, ruhanîdir, cindir, şeytandır. Yani, madde ve fizik ötesi varlıklardır.

Herkesin başından, az çok fiziğin kalın ve maddî tabakasını yırtan, insanı eşya ve hâdiselerin verâsına baktıran vak’alar geçmiştir. En basitinden, bir gaflet anında kapınızın vurulduğunu duymuşunuzdur. İçinizde, ismiyle çağrılanlar olmuştur. Hâlbuki o anda kapınızın vurulmasını veya isminizin çağrılmasını fizik kanunlarıyla izah etmeniz mümkün değildir. Bu ses, fizik ve tabiatın ötesinden gelmektedir.

Ben bunları söylerken dahi her bir okuyucu kendi başından geçmiş, bu tür nice vak’alar hatırlayacaktır. Bunun o kadar çok misali vardır ki, sayılması imkânsızdır. Şu kadar söylenebilir ki, dünyanın dört bir yanından bize kadar ulaşan bu ses ve soluklar ve bu tür hâdiseler, inkârı imkânsız bir “mütevatir” haber hükmündedir. İşte bu tür vak’aları inkâr edenler esasen böyle bir tevatürü inkâr etmektedirler. Bunun ise ilim ve fikir adamlığıyla hiçbir alâka ve ilgisi yoktur. Zira “tevatür”, inkârı imkânsız bir kaziye ve bir hükümdür.

İnsan varlık sahasına çıkmadan önce de ruhanîler vardı ve mevcuttu. İnsanın kendi ruhuna gelince, bu mevzuda iki ayrı görüş bulunmaktadır: Bir görüşe göre ruhlar, cesetten önce yaratılmış durumdadır ve kendilerine mahsus âlemde durmaktadır. Diğer görüşe göre ise her ruh cesede gireceği anda yaratılmaktadır. Meselenin izahı ihtilaflıdır. Ancak mahiyette herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Her iki görüş de ruhun varlığını kabul etmektedir.

Burada, son bir işaret daha koyup, sözü noktalayalım:

Meleklerin vücutlarında inkıraz, dağılma ve ölme yoktur. Onlar daima “hayy – diri”dirler. Bizim onlarla münasebetimiz nispetinde de onlara ait âlemden bize feyiz, bereket ve içtimaî hayatımız adına yeni yeni diriliş esintileri gelir ve cemiyet onlarla olan münasebeti nispetinde dirilişe geçer. Bilhassa günümüzde böyle bir merhale sıçraması çok önemlidir. Melâike ve ruhanîlere inanmak, bizi, kendi ölçü ve kıstasları içinde fizik ötesi bir zemine çeker…

Bizdeki istikamet de onları bizim zeminimize cezbeder. Gerçek kurtuluş ise böyle gelgitlerle tekevvün eder. Neslimize böyle bir zemin ve iklimi hazırlayanların ruhları şâd olsun!..

Bizim tezimize göre madde ve fizik ötesi varlıklar, var olma açısından bir bütünlük arz etmektedir. Durum böyle olunca da ruhun varlığı melâikenin varlığına, onun varlığı cin ve şeytanın mevcudiyetine delil olmaktadır. Ancak biz burada meseleyi belli bir tasnife tâbi tutacak ve “Varlığın Metafizik Boyutu”nu üç bölüm hâlinde takdime çalışacağız. Birinci bölümde “Ruh” incelenecek… İkinci bölümde “Melâike”ye temas edilecek… Üçüncü bölümde “Cin” konusu ele alınacak ve “Şeytan”dan bahsedilecek…

1 Bakara sûresi, 2/177; Nisâ sûresi, 4/136; Müslim, iman 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16; Tirmizî, iman 4.

2 Romanov, Litvanya asıllı bir Rus ailesidir. 16. yüzyılda Rusya’ya yerleşmiş ve 1613-1917 arasında Rusya’yı onlar yönetmiştir.

-+=
Scroll to Top