Giriş
Kıssa ve Kur’ân’daki Yeri
Arapça kökenli bir kelime olan kıssa; قَصَّ fiilinden türemiş olup iz sürmek, bir şeyin ardından gitmek, birini/bir şeyi adım adım takip etmek ve birine bir haberi bildirmek gibi mânâlara gelir. Buna göre kıssada, anlatılan olayın adım adım izlenecek kadar önemli ve tamamen gerçek olması ön plana çıkar. Kıssa, bu ve diğer özellikleri ile başka bir edebî tür olan hikâyeden ayrılır. Fakat kıssanın Türkçede tam karşılığı olmadığından, onun yerine daha ziyade hikâye kelimesi kullanılır.
قَصَّ fiili, aynı zamanda “kesmek” anlamı da taşır. Bu mânâya göre kıssanın, bir olayın kısaltılarak ve kesik kesik anlatılmasına da işaret edilmiş olur. Bu özellikleriyle kıssalara her devre hitap eden, ilerleyen zamana göre kendini yenileyen anlatım tarzı olarak da bakılabilir. Kıssalarda geçen yer, şahıs ve diğer isimler, gerçek mânâlarının yanında, her döneme göre yorumlanabilecek birer sembol olarak değerlendirilebilir. Buna göre, yaşanmış bir olayı anlatan Yusuf sûresindeki Yusuf, kuyu, zindan ve gömlek gibi unsurlar, anlatılan gerçek hayat kesitlerinin her devirde yaşanabileceğini gösteren sembolik mânâları da ihtiva eder.
Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların yanında bir de darb-ı mesel şeklinde anlatımlar vardır. Darb-ı mesel; misal verme, benzetme yapma, bir misali yerinde beyan ve tatbik etme, benzetme yaparak bir şeyi göz önünde canlandırma demektir. Darb-ı mesel, yaşanmış bir hâdise olabileceği gibi sembolik olarak idraklere sunulmuş bir misal de olabilir. Yâsîn sûresinde bir beldeye iki elçi gönderilmesi, sonradan onların üçüncü bir elçi ile kuvvetlendirilmesi yaşanmış olayı anlatan bir darb-ı meseldir.1 Bakara sûresinde zikredilen, ateş yakan adam2 ile gök gürültüsü ve şimşekle beraber yağan yağmura tutulmuş kişinin olayı3 ise sembolik anlatım şeklindeki darb-ı mesele iki örnektir. Sadece yaşanmış olayları ihtiva eden kıssa; bu yönüyle masal, destan, efsane, mitoloji gibi türlerden de ayrılır.
Temel esprisi, hayatın önemli ve hikmetli karelerini zikredip nesillere değişmez mesajlar vermek olan Kur’ân kıssalarının kimi uzun kimi kısadır. Tek sûrede anlatılan ve Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hayatını konu alan kıssa ile farklı sûrelerde farklı yönleri ile anlatılan Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) yaşadıkları veya Ashab-ı Kehf olayı uzun kıssalara; Fil ve Uhdud ashabını ve bakara olayını anlatan âyetler de kısa kıssalara misal olarak verilebilir. Kur’ân’daki kıssalar ve özellikle de Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) kıssası, kıssa türünün hemen bütün özelliklerini içinde barındırmaktadır. Zira o, yaşanmış bir olaydır, hayalî değildir. Onun belli bir hedefi ya da hedefleri vardır. Kıssada olaylar ardı ardına birbirini takip eder ve her bir olay önemli mesajlar ihtiva eder. Şahıslar, kıssanın en önemli unsurudur. Olaylar, gerçek olmanın yanında ilginç ve dolayısıyla da sürükleyicidir. Anlatılmak istenen konu da dikkat çekici şekilde sunulmuştur.
Kur’ân’ın önemli bir bölümünü oluşturan kıssa; olayın yaşandığı zamanı, kişileri, kişilerin duygu ve düşüncelerini, toplumların inanç çizgilerini, hak-hakikat karşısında duruşlarını ve nebilerin ve onların arkasından giden müminlerin şirk ve küfür ile mücadelelerini göstermesi açısından önemli yol gösterici özellikler taşır. Her kültürden, her seviyeden, her inançtan insanın kendisi ve yaşadığı toplum adına dikkat çekici mesajlar bularak okuyabileceği Kur’ân kıssaları, dünya ve ahiret hayatına ait önemli hususlar ihtiva eder.
Kur’ân Kıssalarının Hedefleri
Kur’ân kıssalarının, hikâye ve masallar ile karıştırılmaması gerektiğini ifade etmiştik. Çünkü hikâye ve masallar içinde bazen macera içerikli, hedefsiz, gayesiz anlatımlar bulunabilir. İnsanın başından geçen hâdiseler rastgele anlatılabilir. Fakat Kur’ân kıssalarında, bilinen anlamıyla, macera anlatılmaz; yaşanmış hâdiseler, belli gayelere yönelik olarak anlatılır. Anlatılırken de insanı yormayan akıcı bir üslup kullanılır. Ayrıca onlarda asla söz israfı yoktur, her şey yerli yerinde söylenmiştir. Bu özellikler bir bütün hâlinde Yusuf sûresinde çok net görülür.
Kur’ân’ın kıssa anlatmasının pek çok gaye ve hikmetleri vardır. Hatta her bir kıssanın kendine has hikmetleri söz konusudur. Kıssa bazen Peygamberimizin risaletini tasdik maksadı güder, bazen uyarılarda bulunur, bazen de Peygamber Efendimiz ve ashabının, hatta kıyamete kadar gelecek bütün müminlerin maruz kaldığı/kalacağı sıkıntıları hafifletecek bir teselli verir. Anlatılan kıssa, belli bir zaman ve mekânda belirli kişiler etrafında yaşanmış olsa da Âlemlerin Rabbi’nin kelâmı olması hasebiyle verdiği ders evrenseldir ve bütün zamanları ilgilendirir.
Kur’ân kıssalarının hedeflerine gelince:
1. Kur’ân kıssaları, öncelikle Allah Resulü’nün peygamberliğini ispat eder. Bu kıssalardan bazıları, detaylardaki bazı farklarla birlikte, Tevrat ve İncil’de de mevcuttur. Mesela Hazreti Yusuf’un kıssasına İncil’de kısaca temas edilirken Tevrat’ta genişçe yer verilir.4 Ancak çoğu zaman, kıssanın önceki semavi kitaplarda anlatılan şekli, Kur’ân’da anlatılanın tamamen aynısı değildir. Hatta bazı kıssalar Kur’ân’dakine tezat teşkil edecek şekilde anlatılır. Bu durum, bazılarının dillendirdiği, Kur’ân kıssalarının geçmiş kitaplardan alındığı iddiasını da çürütmektedir. Kaldı ki Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmî idi ve bu, o dönemin Yahudi, Hıristiyan ve müşrikleri tarafından bilinmekteydi. Dolayısıyla Nebiler Serveri’nin ne Hazreti Yusuf kıssasını ne de diğer Kur’ân kıssalarını önceki kitaplardan okumuş olması mümkün değildir. O dönem Mekke’nin sözlü kültüründe de Hazreti Yusuf kıssası bilinmiyordu. Mekkeliler belki bazı peygamberlerden, bazı kavimlerin yaşadıkları bölgelerden, onların başlarına gelen hâdiselerden genel olarak haberdar olabilirler. Çünkü onların ticaret yolları üzerinde helak olan kavimlerin yerleri vardı. Ancak Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle teferruatlı bilgiye sahip değillerdi. Nitekim Kur’ân da yer yer bazı kıssaların Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ve Mekkeliler tarafından önceden bilinmediğini açıkça belirtmektedir.5
Evet, genel olarak bakıldığında Kur’ân kıssalarının ilk hedefinin Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetini tasdik olduğu görülür. Dolayısıyla Kur’ân kıssalarının bir maksadı da Peygamber’e itiraz edenleri susturmak, onların inatlarını kırmak, şüphelerini gidermek ve böylece Allah ve Resulü’ne inanmaları için zemin hazırlamaktır.
2. Kur’ân kıssalarının ikinci hedefi, başta Efendimiz olmak üzere hem Asr-ı Saadet’in müminlerini hem de kıyamete kadar gelecek bütün inananları teselli ve takviye etmek ve onlara dersler ve ibretler sunmaktır.
Kur’ân kıssalarıyla, kıssaların nazil olduğu dönemde cereyan eden olaylar arasında çok kuvvetli bir alâka vardır. Mesela kıssanın indiği zaman diliminde, kıssada anlatılan olayların benzerleri yaşanmaktadır. Efendimiz’in başına gelen hâdiseler, maruz kaldığı musibet ve belalar, kendinden evvel gelmiş peygamberlerin başlarına gelenlerle çok benzerlikler taşımaktadır. Cenab-ı Hak, Efendimiz’e, diğer peygamberlerin maruz kaldığı çileleri anlatırken hem genel olarak yaşanacakları gösteriyor hem yaşananları doğru yorumlamayı öğretiyor hem müminleri önceden psikolojik bir hazırlığa tabi tutuyor hem de sonuçları itibarıyla onları teselli ediyordu. Böylece İnsanlığın İftihar Tablosu’na şu mesaj veriliyordu: “Senden evvelki peygamberler, kendilerine inananlarla beraber türlü eziyet ve sıkıntılara maruz kaldılar. Öyle ki hem onlar hem de arkalarındaki topluluklar, tahammülü çok zor bu olaylar karşısında “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek duruma geldiler. Yani ey Habib-i Zîşânım! Bunlar sadece Senin başına gelmiyor. Bu tür sıkıntıların, bu kutsî yola giren herkesin başına gelmesi mukadderdir. Bu böyle bilinmeli ve başa gelenlere katlanılmalıdır.” Bu mesajı alan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı güzin hikmet ve ibret dolu kıssaların atmosferinde, öncelikle büyük bir teselli buluyor, imanlarını takviye ediyor ve inandıkları yolda tereddüt etmeden, taviz vermeden sabır ve metanetle yürüyorlardı.
Diğer yandan Allah Resulü, Kur’ân’da anlatılanların benzerlerini kendi hayatında bizzat yaşadığı için o kıssalardaki detayları çok iyi okuyor, her kıssanın içerdiği dersleri gereğince değerlendiriyor ve kendisini takip edenlere müstakim bir yol çiziyordu. Kur’ân’ın farklı yerlerinde ayrı ayrı bakış açılarıyla ve farklı bir akış içerisinde anlatılan her bir kıssada, kıssanın ana karakterinin hayatından çeşitli sahneler sergileniyor, Efendimiz de oralarda anlatılanları kendi yaşadıklarıyla birleştirerek farklı yorumlarda bulunuyordu.
3. Kur’ân kıssalarının diğer bir hedefi, hidayetin hakikatine işaret etmektir. Şöyle ki biz, hak ve hakikati ne kadar parlak ve kâmet ü kıymetine uygun anlatırsak anlatalım, hidayeti yaratan Allah’tır. Bütün peygamberler, (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm) hayatlarının gayesi olarak Allah’ı insanlara tanıtmaya çalışmış, onları saf tevhid inancını kabule ve diğer iman esaslarına inanmaya çağırmış, yaşadıkları örnek hayatla da insanlara rehberlik yapmışlardır. Fakat buna rağmen muhataplarının hepsinin kalbine iman ve hidayeti yerleştirmek onlar için mümkün olmamıştır. Bazı kavimler itibariyle onlardan çokları hatta bazen o topluluğa gönderilen peygamberlerin çocukları ve eşleri, kendilerine inanmamışlar ve küfür üzere ölüp gitmişlerdir.
İşte kıssalarda bu hususa dikkat çekilerek Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların hidayete ermesi konusundaki derin arzu ve aşkın heyecanları takdir edilmekle beraber zaman zaman da tadil edilmiştir. Zira Efendimiz, insanların imana girmesi hususunda hem çok istekli hem de tasavvurları aşan büyük bir heyecan içindeydi. Kur’ân’ın ifadesiyle O, insanlar inanmayacak diye kendisini yiyip bitirecek bir ruh hâline sahipti.6 İstiyordu ki herkes O’nun Hak’tan getirdiği mesaja inansın, O’nun Miraç’ta müşahede ettiği hakikatleri kalb gözüyle müşahede etsin, ideal insan olma ufkunu yakalasın ve ahiretini teminat altına alsın. İşte bütün bunlar, O’nun heyecan ve helecanını doruk noktaya ulaştırıyordu. Böyle bir durumda Kur’ân, Allah Resulü’nün elinden tutup, “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Dilediğini doğruya hidâyet eden ancak Allah’tır.”7 buyurarak O’na rehberlik yapıyordu. Gerçi bir başka âyet hidayeti Efendimiz’e nispet ediyordu ama bu, “sırat-ı müstakime” giden yolda insanlara hidayet rehberliği yapma, onları doğru yola çağırma, ikna etme, aydınlatma ve onlara yol gösterip örnek olma mânâsınaydı.8 Hidayeti kalblerde yerleştirip yeşertecek olan ise sadece Hazreti Allah’tı.
4. Kur’ân kıssaları her dönemde yaşanan olaylarla alâkalı yeni mesajlar sunar. Bu özellik kıssaların evrensel bir dil ve üsluba sahip olmasından, daha doğru bir ifadeyle, mesajı zamanüstü ve evrensel olan Allah kelâmı olmasından kaynaklanır. Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) Allah’ın emrini unutması ve tevbesi, Hazreti Eyyub’un (aleyhisselâm) çilesi ve şifası, Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) hicranı ve sabrı, Hazreti Meryem validemizin kavmiyle imtihanı ve yaşadığı olağanüstü hâller gibi içinde pek çok hakikatleri barındıran kıssaların benzerleri her devirde farklı şekillerde yaşanıp hissedilir ve onların mesajları, yaşanan yeni hâdiselere ışık tutar.
5. Kur’ân kıssalarının önemli bir hedefi de bütün peygamberlerin insanlığa getirdikleri mesajın öz itibariyle aynı olduğunu göstermektir. Evet, kıssalara bakıldığında görülecektir ki peygamberlerin kavimlerine olan hitapları hep benzer konular etrafında döner. Bunlar da tevhid, nübüvvet, ahiret hayatı, Allah’a kulluk, ahlaklı bir hayat yaşama gibi en temel mevzulardır.
6. Kur’ân kıssalarının hedeflerinden biri de bir taraftan kavimlerin özelliklerini ve helak oluş sebeplerini yahut kurtuluş vesilelerini açıklarken diğer taraftan peygamberlerin ve müminlerin mazhar oldukları nimetleri nazara vermektir. Bu nimetlerin en büyüğü, imanlarının gereğini yerine getirip Allah’a kullukta bulunanlara Allah’ın mutlaka bir zafer, ferahlık ve geniş imkânlar lütfetmesidir. İşte bu ve benzeri nimetler, anlatılan kıssalar yoluyla kıyamete kadar gelecek bütün müminlere birer müjde olarak haber verilmiş olmaktadır.
7. Kıssaların gayelerinden sayılabilecek hususlardan bir diğeri ise geçmişte inananlara düşmanlık yapanların karakteristik özelliklerini ortaya koymak ve böylece şeytan ve takipçilerinin inanan insanlara hangi noktalardan musallat olabileceğini haber vermektir. Bununla müminler, dinlerini yaşarken ve onu başkalarına tebliğ ederken nasıl hareket etmeleri, ne tür metotlara başvurmaları gerektiği konusunda ikaz edilirler.
Tasrif Üslubu Açısından Kıssalar
Kur’ân’ın anlatımında tasrif üslubu vardır.9 Yani meseleler değişik yönlerden ele alınır ve her defasında farklı bir açıdan farklı bir tarzda anlatılır. Kimi zaman hakikatler doğrudan anlatılırken kimi zaman temsil, teşbih ve mecazlar kullanılır. Bazen de kıssa anlatımı tercih edilir. Hazreti Yusuf kıssası bunun en güzel örneklerinden biridir. O sadece rahatlama, teselli olma maksadıyla okunup dinlenecek bir kıssa değildir. Kıssalar, kalb ve zihinlerde bir rahatlamaya vesile olsa da esas maksat, kıssa diliyle bir kısım hakikatleri dile getirmek, varlığın sırlarına işaretlerde bulunmak, yeni fikirlere kapılar aralamaktır. Burada esasında anlatılan şey bir kıssa olsa da orada hayatın farklı yönlerine, farklı ünitelerine mesajlar gönderen bir hayat modelinin film kareleri gibi peş peşe sahneler hâlinde sunumu söz konusudur. Ve bu sunumun hiçbir noktası realitelere ve hakikatlere aykırı değildir.
Senaryo ve Romanlar İçin İlham Kaynağı
Burada konumuzla bir açıdan ilgili olduğunu düşündüğüm bir hususta kanaatimi belirtmek istiyorum: Kıssada olduğu gibi senaryo ve romanlar da hakikat olmalıdır. Yani biyografilerde olduğu üzere vaka neyse aynen nakledilmeli ve hakikatin aksine bir kurgu inşa edilmemelidir. Bunun için de ya hakikati aksettiren istiâre-i temsîliyeler10 kullanılmalı, bir kısım haşiye ve şerhlerle vakanın dublesi ortaya konulmalıdır ya da en azından realitelerle, hayatın gerçekleriyle şöyle ya da böyle irtibatlı kurgular oluşturulmalıdır. Diğer yandan anlatımlarda mübalağalardan kaçınılmalı, günah olan bâtıl şeyler tasvir edilmemeli, saf zihinleri bulandırabilecek detaylara girilmemelidir. İşte bu ölçüler korunduktan sonra, romanlar yazılabileceği gibi onun ötesinde filmler hatta bilim kurgu filmleri bile çekilebilir.
İşte söz konusu incelik ve hassasiyetlere dikkat edilerek yazılacak senaryolar, romanlar için Yusuf sûresi rehberlik teşkil eder ve yazarlara der ki: Yazacağınız şeyleri doğrudan hayatın içinden alın ve işleyin ki bunlar insana yabancı olmasın. İçinde insanî normların altında ya da üstünde bir şey bulunmasın. Yani insanı kendi sınırlarının aşağısına çekmeyeceği gibi onu ulaşılmaz yerlerde de dolaştırmasın ve hep insanî realiteler içinde kalsın.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin de işaret ettiği gibi Kur’ân’a mukabele eden dostlar onu takdir dolu hislerle taklit etmeye, onun gibi konuşmaya çalışmışlardır. Ona kıskançlık ve nefret duygularıyla bakan düşmanlar ise onun benzerini yazmaya kalkışmışlardır.11 Tabii ki onun benzerini yazamamışlar, bir sûresini bile taklit edememişlerdir. Hatta ilk bakışta benzeri yazılabilir gibi gördükleri Hazreti Yusuf kıssasının dahi takdirkâr hislerle de olsa naziresini yapamamışlardır. Çünkü Hazreti Yusuf kıssası, yüksek hedefi, yapısındaki bütünlük ve diğer dil ve üslup özellikleri bakımından insan karihasının mahsulü olan bütün edebiyat türlerinin üstünde bir seviyededir ve konumu itibariyle şair, roman yazarı ve senaristlerimize istifade edebilecekleri çok kriterler fısıldar. Bu yüzden ısrarla diyorum ki; şiir, roman ve senaryo yazanlar Kur’ân’ın anlatım üslubundan ve onun ilhamlarından güçleri yettiğince istifade etmelidirler. Evet sanat erbabının bilhassa Yusuf kıssasından çıkaracakları pek çok ölçü vardır.
Sûrenin Muhtevasına Dair
Yusuf sûresinde sadece Hazreti Yusuf’un başına gelen olaylar anlatılmamaktadır. Sûrenin tamamı dikkatlice incelendiğinde de görüleceği üzere, satır aralarında pek çok önemli konuya temas edilmiştir. Sûrede mucizelerden kerametlere, rüya hakikatinden çok ağır imtihanlara, hapishane hayatından her yerde ve her şartta tebliğ ve irşat vazifesinin eda edilmesine, masumiyetin geç de olsa ortaya çıkmasından sadakatle elde edilen yüksek payelere, çekilen çetin ve altından kalkılması zor çilelerden çilelerin sonunda erişilen refah ve mutluluğa, yönetim tekniklerinden tarımla alâkalı reformlara, tebliğ yollarının inceliklerinden yabancı bir beldeye entegrasyon çalışmalarına, ülke ekonomisinin gelişmesiyle ilgili bazı esaslardan mutluluğun zirvesindeyken bile Allah’a kavuşmayı arzulamaya kadar pek çok konu zikredilmektedir.
Bu kadar farlı konunun on iki sayfalık kıssa içinde ve akıcı bir şekilde ele alınması, elbette mu’cizü’l-beyan olan Kur’ân-ı Kerim’e ait bir hususiyettir. Sûrede en çok göze çarpan icaz yönlerinden biri, ‘icaz-ı hazf’tir.12 Sûre boyunca bu sanat o kadar çok kullanılmıştır ki tek başına bir konu olarak ele alınıp araştırılsa değer. İcazlarla yapılan geçişler o kadar yerinde ve güzeldir ki sûrenin özellikle bu yönü senarist ve romancılarca mutlaka değerlendirilmelidir.
Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) ismi, bu sûrenin dışında Kur’ân’da iki yerde daha geçer. En’am sûresinde diğer bazı peygamberlerle beraber onun ismi de zikredilir.13 Mümin sûresinde ise, sûreye adını veren “Mümin-i Âl-i Firavun”un (Firavun ailesinden çıkan mümin) konuşmaları içinde, sadece bir parantez içi mahiyetinde Hazreti Yusuf’a temas edilir ve “Daha önce Yusuf da size açık açık delillerle gelmiş, siz onun getirdiği gerçek hakkında da şüphe edip durmuştunuz.”14 denilir.
Sûrenin Sebeb-i Nüzulü15
Kaynaklarda sûrenin nüzul (iniş) sebebine dair üç rivayet vardır:
1. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), iki büyük destekçisi olan Hatice validemizi ve Ebu Talib’i kaybetmişti. Diğer yandan Mekkelilerin O’na ve ashabına eziyet ve tehditleri devam ediyordu. Bundan dolayı o Şanı Yüce Nebi büyük bir yalnızlık ve hüzün içindeydi. Aslında inananların kaderinde değişen bir şey yoktu. Geçmişte Yusuf’a kardeşleri zulmetmişti, o gün de Allah Resulü’ne akrabaları. Aynı soydan gelen, aynı ağacın dalları hükmünde olan ve en fazla birkaç göbek yukarıda birleşen akrabalar, O’na bu zulümleri reva görüyorlardı. Üst üste problemlerle karşılaşan o Hüzün Peygamberi’nin mahzun kalbi teselliye muhtaçtı. Cenab-ı Hak, Yusuf (aleyhisselâm) kıssasını indirerek Efendimiz’i teselli etti, bir önceki sûrenin sonunda da beyan edildiği gibi O’nun kalbini perçinledi.
2. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlerden bahsettiğini duyan Yahudiler, müşriklere gelip “Muhammed’e sorun bakalım, Yakub’un evlatları Şam’dan Mısır’a nasıl gittiler?” demişlerdi. Onlar da bunu Efendimiz’e sordular. Bunun üzerine Yusuf sûresi nazil oldu.16
3. Bir rivayete göre de sûre, sahabenin rahatlayıp nefes alma talebi üzerine inmiştir. Zira o güne kadar inen her âyet, ashab-ı kiramın sırtına bir mükellefiyet yüklüyor, hassas bir ruha sahip, Allah’tan gelen her bir emri yaşamada fevkalade titizlik gösteren o altın nesilde âdeta bir şok tesiri meydana getiriyor, manevî bir gerilim hasıl ediyordu. Daha önce hiç yaşamadıkları böyle bir hayat karşısında, biraz rahatlayabilecekleri şeyler arıyor, bunun için zaman zaman Efendimiz’e gelip “Ya Rasulallah, bizi rahatlatacak bir şeyler anlatsanız!” türünden taleplerde bulunuyorlardı. Bir defasında yine böyle bir şey istediklerinde Allah Teâlâ, Yusuf sûresini indirdi.17
Ben şahsen bu son rivayet hakkında farklı bir mülahaza taşıyorum. Sahabenin böyle bir talepte bulunmuş olmalarına çok ihtimal vermek istemiyorum. Zira onlar dinlerini hassasiyetle yaşıyor, inen âyetleri anlamada ve tatbik etmekte fevkalade gayret gösteriyorlardı. Her gelen âyeti Mütekellim-i Ezelî’den dinler gibi dinliyorlardı. Bundan dolayı da sürekli bir metafizik gerilim içindeydiler. Ben onlardaki bu metafizik gerilimin rahatlamak için Efendimiz’den böyle bir talepte bulunmalarına izin vermeyeceği kanaatindeyim. Zira söz konusu metafizik gerilim, onlardaki ağırlık, stres, sıkıntı ve gaileleri alıp götürüyor, onların ruhlarına sekine ve inşirah veriyordu.
Mülahazam bu olsa da beşerî bir realiteyi de göz ardı etmek istemem. Zira insan, anlatılan hakikatler, yüklenen mükellefiyetler, tembih edilen imanî ve ahlakî incelikler karşısında bazen kendini beli kırılıyormuş, boğazı sıkılıyormuş gibi hissedebilir. Hissedebilir de rahatlayacak bir vesile arar. Kalbi rahatlatan konuşmalar dinlemek, inşirah verici sözler duymak ister. Bu insanî gerçeği ilk vaaz vermeye başladığım dönemde tecrübe etmiştim. Küçük yaşta köyümüzün camiinde vaaz kürsüsünden Semerkandî Hazretleri’nin Tenbîhü’l-gâfilîn adlı eserinde geçen konuları anlatmaya çalışmıştım. Köylülerden bazıları vaaz sırasında karşımda hep ağlıyordu. Bir gün cami çıkışında bunlardan biri yanıma geldi ve ağlayarak “Hocam Allah aşkına, bu kitapta başka bir şey yok mu, ben bittim!” dedi. Anlatılanlar ihlasın incelikleri, Cennet ve Cehennem ahvali, sırat, mizan, ahirette görülecek hesap gibi konulardı. Bunlar kendisine çok ağır gelmişti ve haşyetten ağlıyordu. Ellili yılların insanıydı bu. Algılaması, duyarlılığı çok yüksekti. Hassasiyetinden bunalmış durumdaydı ve benden birazcık da rahatlatacak konular anlatmamı istiyordu. Bu açıdan bakınca sahabilerin de böyle bir zorluk yaşadıkları ve ardından Allah Resulü’nden kalplerine ferahlık verecek bir şeyler anlatmasını istemiş olmaları düşünülebilir. Fakat yine de meseleyi onların yüksek ufuklarına bakarak değerlendirince bu beni yukarıda arz etmeye çalıştığım farklı mülahazaya sevk ediyor.
Sûrenin Ana Yörüngesi
Her sûrenin bir mihveri yani yörüngesi, etrafında dönüp dolaştığı merkezî bir konu vardır. Sûredeki bütün âyetler işte o ana yörünge etrafında örgülenmiştir. Kur’ân’a dikkatli bir nazarla bakıldığında bu gerçek uzun kısa bütün sûrelerde görülür. Yusuf sûresi’nin mihveri, muasır bir âlimin de işaret ettiği üzere, ilimdir.18 Buna hikmeti de ekleyip, sûrenin ilim ve hikmet etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. Bu sûreden önceki Hud sûresinin sonunda, yer ve göklerin sırlarının Allah’a ait olduğu ifade edilerek O’nun her şeyi bildiğine imada bulunulmuştu. Ardından Yusuf sûresinin başlarında Allah’ın Alîm ve Hakîm isimlerine dikkat çekildi. Sûre boyunca sekiz yerde Cenab-ı Hakk’ın Alîm ismi geçerken,19 bunların üçünde Alîm ismiyle beraber Hakîm ismi de zikredilmiştir. Bunun dışında sûre boyunca ilim ve hüküm/hikmet kavramları farklı şekillerde de geçer. İlim ve hikmetin lafzen zikrinin yanında; rüya yorumu, kıtlık zamanında takip edilecek tarım politikası, tebliğ için fırsatların değerlendirilmesi ve benzeri, ilim ve hikmet yörüngesinde dönen pek çok hâdise de bu sûrede yer almaktadır.
Diğer yandan, mevzuların içinde, Efendimiz’e, sahabeye ve kıyamete kadar gelecek bütün inananlara ilim ve hikmet içerikli evrensel mesajlar sunulmuştur. Mesela, bir yerde yerleşip yayılmanın, tebliğ için yeni yollar oluşturmanın, hareket stratejileri geliştirmenin ipuçları verilmiştir. Sabır, insanlardan gelen eziyetlere katlanma, hata edenleri affetme, yapılan iyiliklerin karşılığında Allah’tan başka hiç kimseden bir şey beklememe, dünyevî açıdan hayatın zirvesindeyken dahi ahirete duyulan iştiyak gibi yüce erdemler de ayrıca nazara verilmiştir.
Sûrenin Bazı Özellikleri
Yusuf sûresiyle alâkalı böyle bir genel girişten sonra, onun kendine mahsus bazı özelliklerine temas etmek yerinde olur:
1. Yusuf sûresi neredeyse tamamen Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) kıssasına tahsis edilmiş olup İsrailoğulları’na gönderilmiş olan o kerim nebinin çileli fakat örnek hayatını baştan sona bütünlük içerisinde, akıcı ve canlı bir üslupla anlatır. Diğer peygamberin hayatlarından aktarılan kıssalar ise bilindiği üzere Kur’ân’ın farklı yerlerinde parça parça ele alınır.
2. Hazreti Yusuf kıssası bütün cezbedici özellikleriyle nazarlara sunulduktan sonra Efendimiz’in peygamberliği de bir fezleke ile bu kıssaya bağlı olarak hatırlatılır.
3. Yusuf sûresi, bir yandan devlet yönetimi ve toplum hayatıyla ilgili bazı esaslardan bahsederken diğer yandan da insanın iç dünyasına dair bazı konulardan söz açar. Mesela bir nebinin hem dünya hem de ahiret işlerine vâkıf olması, devletin iktisadî yapısını düzene koyması ve o gün için âdeta uluslararası denebilecek bir yardım kuruluşu tesis edip bir yardım fonu oluşturması gibi siyasî ve içtimaî konularla, musibetler karşısında isyan etmeden tevekkülle ve aktif olarak sabretme, problemleri ihsan duygusuyla aşma gibi kalbî, ruhî ve ahlakî konular iç içe işlenir. Toplumu yaşatan maddî-manevî dinamikler ve bunların nasıl realize edileceğine dair örnekler sunulur.
4. Resul-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi kavmi içinde daima rahatsız ve tedirgin edilmiş, en yakınlarından bazıları tarafından dahi çeşitli eziyet ve hakaretlere maruz bırakılmıştı. Allah Teâlâ, Yusuf sûresinde baştan sona imtihan dolu fakat nihayeti mutlu biten bir hayatı destanlaştırarak Efendimiz’e şöyle bir teselli ve takviye edici mesaj vermiştir: “Hazreti Yakup ve Hazreti Yusuf da senin gibi birer nebidir. Öz evlatları Hazreti Yakub’a, üvey kardeşleri de Hazreti Yusuf’a çektirdikleri gibi senin kavmin de sana çektirecektir. Bu hep böyle olagelmiştir. Fakat sakın mahzun olma, sabret; akıbet senin lehine olacaktır.”
5.Tasavvuf geleneği ve işarî tefsir20 açısından bakıldığında Hazreti Yusuf kıssasından çok sayıda nükte çıkarılabilir. Zira sûre boyunca pek çok ruhî tecrübe anlatılmaktadır. Mesela Hazreti Yusuf’un kuyuya atılması ve orada tamamen Allah ile baş başa kalması bize tasavvuftaki çile, halvet gibi kavramları hatırlatır. Bunun bir benzerini Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), kendisine vahiy gelmeden önce, Hira’da uzun süre yalnız kalıp kendini tamamıyla Allah’a vermesiyle iradi olarak yaşamıştır. Hazreti Yusuf da peygamberlik misyonu adına kuyuda bir hazırlık dönemi yaşamıştır denebilir. Şüphesiz babası Hazreti Yakub’un evinde böyle bir hazırlık yaşamasına imkân yoktu. Zira orada kardeşleri tarafından baskı ve takip altındaydı. Cenab-ı Allah, ona kuyuyu “çilehane” yaptı. Daha sonra hapishanede onu seyr u sülûk-i ruhaniye (kalp ve ruh ufkunda seyahat) tâbi tuttu. Hapishane hayatını çok iyi değerlendiren Hazreti Yusuf da orayı, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir medrese-i Yusufiye hâline getirdi.21 Dini en güzel şekilde temsil ederek hapistekileri tevhid gerçeğine uyandırdı ve o zor şartlarda dahi tebliğ ve irşattan geri durmadı. Geri durmak bir yana o en önemli vazifeyi hakkıyla yerine getirerek kendinden sonrakilere de çok güzel bir örnek oldu.
Yine Hazreti Yusuf’un köle olarak ucuz bir fiyata satılması, dünyalık adına hiçbir şeyinin kalmaması ve tamamıyla Allah’a muhtaç olduğunu idrak etmesi, tasavvuftaki fakr, tecerrüd, fenâ fillâh gibi kavramların pratikleridir. Hazreti Yusuf, bu tür imtihanlar neticesinde dünyanın dünyaya bakan yönünden tamamen sıyrılmış ve kendini tamamen Allah’a vermiş, bütün benliğiyle O’na yönelmişti.
İşte kıssayı bu açıdan okuyan insan şu idrak seviyesine ulaşır: İnsanı yaratan, sahip olduğunu düşündüğü her şeyi ona veren Allah’tır. Fakat insan, kendisine verilenleri sahiplenir de onların gerçek sahibini unutur. Allah, kuluna olan merhametinin bir tecellisi olarak ona Kendisini hatırlatmak ve onu bencillik ve şirke giden yollardan kurtarmak için zaman zaman kulunu musibetlere maruz kılar. Bununla kulunu bir nebze de olsa dünyaya küstürmek, onun kalbini dünya sevgisinden arındırıp Kendisine çekmek ister.
1 Yâsîn sûresi, 36/13-30.
2 Bakara sûresi, 2/17.
3 Bakara sûresi, 2/19-20.
4 Bkz.: Tekvin: 37-50; Havarilerin Faaliyetleri, 7: 9-15.
5 Âl-i İmrân sûresi, 3/44; Hud sûresi 11/49; Yusuf sûresi, 12/102.
6 Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
7 Kasas sûresi, 28/56.
8 Bkz.: Şura sûresi, 42/52
9 Tasrif: Sözlükte bir şeyi evirip çevirerek farklı şekillere sokmak demektir. Kur’ân’daki tasriften maksat, bir hakikat ya da bir olayın farklı münasebetlerle değişik açılardan ele alınarak farklı yerlerde farklı üsluplarla açıklanmasıdır. Tasrif, tekrara düşmemek ve muhabatı bıktırmamak için bir yenilik metodu olarak kullanılır. (Kur’ân’da tasrif üslubuyla ilgili olarak bkz.: Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı, s.62-70 (Kur’ân Bahçesinin Rengârenk Çiçekleri).
10 İstiâre: Bir şeyi ödünç alma mânâsına gelen istiâre, bir kelimenin bilinen, asıl kullanıldığı gerçek mânâsının dışında farklı bir mânâda kullanılması olarak tarif edilmiştir. Söze kuvvet, açıklık ve tesir katmak için kullanılan bu üslupta kelime, asıl mânâsının dışında kullanıldığı için sanki ödünç alınarak başka bir mânâya nakledilmiştir. “Ok atan bir aslan gördüm.” ifadesindeki aslan, gerçek aslan değil cesur ve yiğit bir insan mânâsındadır.
İstiâre-i temsiliye (alegori): İstiâre, müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır. İstiarenin mürekkeb olan kısmı “istiâre-i temsiliye” olarak adlandırılır. Burada sadece bir kelime değil, bir terkip asıl mânâsının dışında kullanılır. Bu tür istiârede, benzeyen söylenmeyip benzetilenin birden fazla özelliği zikredilir. Böylece bir şeyin değişik yönleri ve özellikleri, benzetme konusu yapılmış olur. Tereddüt yaşayan bir kimse hakkında, “Bir adım ileri bir adım geri atıyor.”; gizli işler yapan kişi için “Saman altından su yürütüyor.” denmesi, bu çeşit istiâreye örnek olarak verilmiştir.
11 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 396 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Sûret).
12 İcaz-ı hazf: Az sözle çok mânâ ifade etmek demek olan icazın bir çeşididir. Anlatım esnasında, mânâyı bozmayacak şekilde bazı kelime veya cümlelerin atlanması demektir. Bu sanat, aklın anlatılan konuyu boşluk yaşamadan kavrayabileceği yerlerde sözü uzatmamak için kullanılır. Özellikle Yusuf sûresinde çok kullanılmıştır.
13 Bkz.: En’am sûresi, 6/84; Mü’min sûresi, 40/34.
14 Mü’min sûresi, 40/34
15 Bazı âyet ve sûreler, zahiren bazı olay, soru ve durumlar üzerine, onların akabinde inmiştir. Sebeb-i nüzul (ya da çoğul sigasıyla esbâb-ı nüzûl) tabiri, düz bir tercümeyle “iniş sebebi” demektir ve sûrelerin inmesine sebep olan bu olay, soru ve durumları açıklar. Yalnız buradaki sebep kelimesi, Türkçede kullandığımız mânâda nedensellik ifade etmez. İniş vakti, iniş münasebeti mânâsınadır. Yani sûrenin hangi münasebetle, hangi olay üzerine indiğini anlatır. Bununla beraber, meseleye esbab-ı nüzul yerine iktiran tabiri ile yaklaşmak daha uygundur. (Esbab-ı nüzul ve iktiran konusunda bkz. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-2, Esbab-ı Nüzul Hakkında Kısa Bir Değerlendirme).
16 ez-Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân, 3/396; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 18/67.
17 İbn Hibbân, es-Sahîh, 14/92; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/376.
18 Bkz.: Seyyid Kutub, Fî zılâli’l-Kur’ân, 4/1966.
19 Yusuf sûresi, 12/6, 19, 34, 50, 55, 76, 83, 100.
20 İşarî tefsir: Kur’ân’ın harf, kelime ve cümlelerinin kalbe doğan işaret ve ilhamlarla yorumlanması, bu yolla âyetlerdeki daha derin ve gizli anlamların ortaya çıkarılmasına dayanan bir tefsir çeşidi.
21 Bkz.: Bediüzzaman, Şualar, s.182 (On Birinci Şua).