Giriş

لَوْ أَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًامِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.”1

Yani, Kur’ân, ilâhî hitaba muhatap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvîm2 (en güzel yaratılış) sırrınamazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet, o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve ululuğu nazara alınarak, Kur’ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Allah’a karşı duydukları derin korkudan dolayı dağlar bu hâle gelirdi; gel gör ki, kalb ve kafasını O’ndan uzak tuttuğu için Kur’ân insana bu ölçüde tesir edememektedir. Hislerini Kur’ân’a karşı yabanileştiren; his, fikir ve kalb âleminde, o ilâhî hitaba yer ayırmayan insan, elbette Kur’ân’dan nasipsizdir.

“Gavvas olana Kur’ânMücevher dolu umman;Nasipsizdir Kur’ân’danHer müstağni davranan.”

Kur’ân, bir kitaptır. Cenâb-ı Hak, onu bütün ululuğuyla, insanların maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur’ân çok bereketli bir kitaptır. Mübarektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur’ân, bereketin ta kendisidir.

İnsanlar onun emirlerine uydukları zaman hayatları bereketlenir, milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, Kur’ân’a uyma ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek, dünyayı cennet hâline getirir.

Bütün bunları inceden inceye tefekkür etmemiz için gönderilen Kur’ân-ı Kerim, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an ve her zaman düşünülmeli, her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur’ân’dan böyle bir cehd ve gayretle çıkarılıp alınmalıdır. Başka türlü de Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir.

İşte bütün bu hususlara işaretle Cenâb-ı Hak: كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُۤوا اٰيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُولُوا الْأَلْبَابِ “(Bu Kur’ân) çok mübarek bir Kitap’tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar.”3 buyurmaktadır. Âyette geçen لِيَدَّبَّرُوا tabiri, bir şeyi evire çevire ele alma, baştan sona, sondan başa gelip giderek teker teker düşünme mânâsına gelir. Ve işte Kur’ân böyle bir ‘tedebbür’le incelenmelidir… Ayrıca akıl sahipleri, Kur’ân’dan istifade ile daha ince hakikatleri bulup keşfederek, büyük ve derin mânâlara, bu tefekkür sayesinde nüfuz edecektir ki, âyette لِيَتَذَكَّرَ أُولُوا الْأَلْبَابِ denilmiştir. Bir başka âyette de şöyle buyruluyor: أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَنْ لَنْ يُخْرِجَ اللّٰهُ أَضْغَانَهُمْ “Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, Allah kendilerinin (Peygambere ve mü’minlere karşı güttükleri) kinlerini ortaya çıkarmayacak mı sandılar?”4 Kur’ân her şeyi çok açık ve net gösterdiği hâlde niçin Kur’ân’ı tedebbür edip düşünmüyorlar? Kaldı ki, Kur’ân’ı okuyup da (bir insanın) Allah yoluna girmemesi düşünülemez. أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا “Yoksa onların kalblerinde kilit mi vardır? Yoksa kalbleri mühürlenip kapanmış mıdır ki, onların kalblerine Kur’ân hakikatleri namına bir şey girmiyor?”5

Kur’ân, hayatın hayatıdır. İnsan hayatının hayrı ve bereketi Kur’ân-ı Kerim’i hayatına düstur yaptığı ölçüdedir. Kur’ân’dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur’ân’dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve Kur’ân’dan uzaklık nispetinde anarşi vardır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: خَيْرُكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرْاٰنَ وَعَلَّمَهُ “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına anlatandır”6 buyururlar. En hayırlı olmak istiyorsak, Kur’ân’ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun ifade ettiği hakikatlerin ve ortaya koyduğu inceliklerin içine girmeye gayret etmeliyiz.. ta ki Kur’ân’a sahip çıkmış olduğumuzu âleme göstermiş olalım… Yoksa yine bizzat Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği üzere, öyle kenarından kenarından tutan kimselerin Kur’ân-ı Kerim’in nurundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmeleri düşünülemez.

Burada –Kur’ân beni mazur görsün– kalbim titreyerek şu tabiri kullanacağım: Kur’ân, kendisine samimî âşık olmayanlara karşı ‘kıskançtır’, yani onlara bir şey vermez. Sen bütün gönlünle, hissinle Kur’ân’ın mecnunu olur, ona yönelirsen, o da sana yönelir. Aksi hâlde sen Kur’ân-ı Kerim’in ucundan ucundan tuttuğun müddetçe Kur’ân sana sırlarını açmayacaktır. Zira bu ilâhî kelâm, kendisine bütün benliğiyle yönelen âşık gönüllere nur ve feyiz aksettirir. Sen onu okumaz ve mânâsı üzerinde derin derin düşünmezsen, onun feyz ve bereketinden mahrum kalırsın. Bu hakikati Allah Resûlü’nün şu beyanlarında apaçık görmekteyiz: اَلْمَاهِرُ بِالْقُرْاٰنِ مَعَ السَّفَرَةِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ وَالَّذِي يَقْرَأُهُ يَتَتَعْتَعُ فِيهِ وَهُوَ شَاقٌّ عَلَيْهِ أَجْرَانِ اثْنَانِ “Kur’ân-ı Kerim’i maharetle okuyan bir insan, Kiramen Kâtibîn melekleri seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen, fakat hâlis bir niyet ile okumaya çalışan, okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur’ân’ı okumak ona zor geldiği hâlde okuyan insana da iki sevap vardır.”7 Bu sevaplardan birincisi Kur’ân-ı Kerim’i okuma mükâfatı; ikincisi de, bu işi zorlukla yerine getirme mükâfatıdır.

Kur’ân ilâhî bir hazinedir. O, baştan sona hayırdır. Onu maharetle, şanına yaraşır bir şekilde okuduğun zaman meleklerin seviyesine yükselirsin. İşin başlangıcında bulunduğun ve güzel okuyamadığın takdirde, yine mahrum kalmaz ve iki sevap alırsın.

Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-i şerifinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir değerlendirmede bulunur: مَثَلُ الْمُؤْمِنِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ الْأُتْرُجَّةِ رِيحُهَا طَيِّبٌ وَطَعْمُهَا طَيِّبٌ، وَمَثَلُ الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ التَّمْرَةِ لَا رِيحَ لَهَا وَطَعْمُهَا حُلْوٌ، وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ الرَّيْحَانَةِ رِيحُهَا طَيِّبٌ وَطَعْمُهَا مُرٌّ، وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ الَّذِي لَا يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ كَمَثَلِ الْحَنْظَلَةِ لَا رِيحَ لَهَا وَطَعْمُهَا مُرٌّ “Kur’ân okuyan mü’minin misali turunçgillerden portakala benzer, tadı da güzeldir, kokusu da güzeldir. Kur’ân okumayan mü’minin misali de hurma gibidir. Kokusu yoktur, fakat tadı lezzetlidir. Kur’ân okuyan münafığın misali, kokusu güzel, fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur’ân okumayan münafığın misali ise, kokusu bulunmayıp tadı da acı olan Ebû Cehil karpuzu gibidir.”8

Allah Resûlü, Kur’ân okuyan mü’mini turunca benzetiyor. Mü’min Kur’ân okuyacak, zira Kur’ân okumadığı takdirde, bilemediği birtakım hayat düzen ve sistemler onu yolundan saptırır. Kur’ân’dan uzak kaldığı müddet ve zaman içinde farkına varmadan Allah’tan uzaklaşmış olabilir. Çünkü Kur’ân onu idare edici bir kitaptır. Allah Resûlü bir temsil içerisinde bize bunu anlatıyor:

مَثَلُ الْمُؤْمِنِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ الْأُتْرُجَّةِ رِيحُهَا طَيِّبٌ وَطَعْمُهَا طَيِّبٌ

“Kur’ân okuyan mü’minin misali turunçgillerden portakala benzer, tadı da güzeldir, kokusu da güzeldir.”

İlk defa o iyi bir şey tatmış ve sinesine iyi bir şey indirmiştir. Ve güzel hâliyle onu okuduğu içindir ki etrafa da bir koku sinmiştir. Etraf da bu kokunun tesirinde kalır.

Mekke, mü’minleri sinesinde barındırmaz hâle geldiği zaman, Hz. Ebû Bekir de barınamayanlar arasında bulunuyordu. Tıpkı kendisinden evvel giden arkadaşları gibi o da Habeşistan’a hicret etmeyi düşünmüştü. Yolda İbnü’d-Dağinne isimli bir müşrikle karşılaştı. İbnü’d-Dağinne sordu:

– Nereye ey Ebû Kuhafe’nin oğlu?

– Kavmim beni kovdu. Artık beni aralarında barındırmak istemiyorlar.

Senin gibisi Mekke’den nasıl çıkarılır? Sen, fakirlerin imdadına koşar, dul kadınlara el uzatır, yetimlerin elinden tutarsın. Evet, senin gibi bir insanı Mekke’den çıkarmak, Mekke’yi senin gibi bir kıymetten mahrum etmektir. Gel benim himayeme gir, seni koruyayım.

Hz. Ebû Bekir, döner gelir, o da himayesine aldığını ilân eder. Ama Mekkeli müşrik, Hz. Ebû Bekir’e etrafıyla, havasıyla, Kur’ân’ıyla ne kadar dayanacak, bunu zaman gösterecektir. Hz. Ebû Bekir o müşriğin şartlarına uyarak evine çekilir. Orada kendi kendine Kur’ân okumaya başlar. Fakat bir müddet sonra bu ona az gelir. Zira Kur’ân’ın kokusunu burcu burcu etrafa duyurmak lâzımdır. Onun için pencerenin önüne cumba gibi bir şey yaptırır, çıkar orada namaz kılar, Kur’ân okur. Hz. Ebû Bekir gözü yaşlı bir insandı. “Allah” dediği an ağlamaya başlar, hıçkırıklarını tutamaz ve namaz kılarken de içinde boyunduruklar dönüyor gibi namaz kılardı. O cumbasında ibadet ededursun; kadın erkek, çoluk çocuk ne kadar insan varsa halkalar hâlinde Hz. Ebû Bekir’in cumbasının etrafını sararlar ve o, Kur’ân okuyup kendinden geçerken müşrikler de onu dinleyip şirazeden çıkarlar. O güzel hâl, burcu burcu etrafa koku saçarken Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) halkası genişlemektedir. Zaten müşrikleri de şirazeden çıkaran budur. İbnü’d-Dağinne’ye müracaat ederler ve: “Bunu himayenden at. Yoksa senin himayende bulunan bir kimse hakkındaki himayeni bozacak davranışta bulunacağız. Sonra halk senin için dedikodu etmesin.” derler. O, Hz. Ebû Bekir’e Kur’ân okumaktan vazgeçmesini söyler. Hz. Ebû Bekir cevaben: “Ben nasıl olur da Kur’ân okumaktan vazgeçerim. Bu, Allah’ın kelâmıdır. Bu kelâm, insanlara duyurulsun diye indirilmiştir. Vallahi sen beni himayenden atsan da, ben Allah’ın himayesinde bu işe devam edeceğim” der.9

Kur’ân, turunç gibi tatlıdır. Bu tadı tadan ona âşık olur. Kur’ân’ın bir de kokusu vardır… Kim o kokuyu duysa meczup Mevlevî gibi Kur’ân’ın etrafında pervaz etmeye başlar. İşte bu, gerçek mü’minin hâlidir. Kur’ân, onun ruhunda, kalbinde ve ağzında böyle en güzel mânâsını bulmuş olur.

Kur’ân okumayan mü’mine gelince: وَمَثَلُ الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ التَّمْرَةِ لَا رِيحَ لَهَا وَطَعْمُهَا حُلْوٌ “Kur’ân okumayan mü’min de hurma gibidir. Onun kokusu yoktur fakat tadı vardır, tatlıdır.”

Böyle bir mü’min imanın tadını tatmasına ve Kur’ân’ın halâvetine ermesine rağmen, Kur’ân’ı okumadığından dolayı etrafa tesir edemez ve çevresi de Kur’ân’ın o güzel kokusundan faydalanamaz. Bu sebeple Kur’ân mahsur kalır. O, mü’mindir, fakat Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kokusunu, etrafa yayacağı nurları sınırlandırmış ve had altına almıştır. İşte bu da, Kur’ân okumayan, onun hakikatlerine ve inceliklerine bağlanmayan ve Kur’ân’ı neşretmeyen, anlayışı kısır mü’minin misalidir.

Allah Resûlü devam ediyor: وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ مَثَلُ الرَّيْحَانَةِ رِيحُهَا طَيِّبٌ وَطَعْمُهَا مُرٌّ “Kur’ân okuyan münafığa gelince o, kokusu güzel ama tadı acı olan fesleğen gibidir. Kokusu güzeldir ama tadı can yakıcı acılıktadır.”

وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ الَّذِي لَا يَقْرَأُ الْقُرْاٰنَ كَمَثَلِ الْحَنْظَلَةِ لَا رِيحَ لَهَا وَطَعْمُهَا مُرٌّ “Kur’ân okumayan münafık ve ikiyüzlünün misaline gelince, o da Ebû Cehil karpuzu gibidir. Hiçbir kokusu yoktur. Tadı da çok acıdır.”

Ortada Kur’ân hakikati gibi büyük bir hakikat var. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece onu muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur, fakat zarftan ziyade mazrufa, yani sandıktan çok içindeki hazineye saygılı olmak lâzımdır. Kur’ân’ı bir kılıfa koyup evimizin en seçkin köşesine asmakla Kur’ân’a karşı saygılı olma vazifesini yapmış olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafta mı saklarsınız, yoksa hükümdar ne istiyor deyip mektubu hassasiyetle açıp, gayet dikkatle okur musunuz?

İşte Hükümdarlar Hükümdarı, Mâlikü’l-Mülk olan Hazreti Allah, size bir mektup göndermiş; öyle bir mektup ki, sizin için hayatî önem taşıyor ve içinde, hem dünyanızla hem de ahiretinizle alâkalı meseleler var. Siz bunu alsanız, saygıyla öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarlar Hükümdarı’nı memnun etmiş olur musunuz?

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hayatınızı nizam altına alasınız diye, size bir şeref ve lütuf olarak gönderilmiş bir ‘Nâme-i Hümayun’ yani ilâhî bir mektuptur. Allah (celle celâluhu) gönderdiği bu nâmede: وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِٓي اٰدَمَ “Andolsun ki Biz, insanı çok şerefli yarattık.”10 buyurmaktadır.

Evet, bizler Kur’ân-ı Kerim’le şereflendirildik. Zira Kur’ân’sızlara Allah: كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا “Onlar emekleyen hayvanlar gibi, belki onlardan daha aşağıdırlar.”11 diyor. Demek ki, kalıbıyla insan olma, o şerefi kazanmaya yetmiyor; senin şerefinin içinde, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a sahip çıkışının hissesi çok büyüktür. وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِٓي اٰدَمَ “Andolsun ki Biz insanı çok şerefli yarattık.” diyen Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’la sana değer verdiğini anlatmış oluyor.

Yine Allah Resûlü bu mevzuda başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:اَلْجَاهِرُ فِي الْقُرْاٰنِ كَالْجَاهِرِ فِي الصَّدَقَةِ وَالْمُسِرُّ فِي الْقُرْاٰنِ كَالْمُسِرِّ فِي الصَّدَقَةِ “Kur’ân-ı Kerim’i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur’ân-ı Kerim’i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.”12

Nasıl ki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirak etmesi kastedilir, aynen öyle de, açıktan okunan Kur’ân ile başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur’ân’la baş başa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur’ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur’ân’da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü’min için Kur’ân’da yer aramak ve kendini Kur’ân’a göre ayarlamak çok önemlidir. Önemlidir, çünkü insan bu ölçüde mü’mindir. Ömer b. Abdülaziz ve Muhammed İbn Ka’bu’l-Kurazî ve daha niceleri, Kur’ân’ı hep bu eda içinde sabahlara kadar okumuş ve Kur’ân’ın hakikî mânâ ve derinliğine ancak böyle ermişlerdir.

İçten, samimî ve güzel bir eda ile okunan Kur’ân, insanın ruh, kalb ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek dudaklarından dökülüyor gibi Kur’ân’ı dinlemek, insanı sonsuz huzura garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril’e misafir olma ve bizzat Kur’ân’ı ondan dinleme havası, ruha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların ötesinde, Kur’ân’ı bizzat Kelâm’ın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî’den yani Allah’tan dinliyor gibi O’na muhatap olmak, –kalbin buna tahammülü var mıdır bilemem– insanı âdeta semavîleştirir…

1 Haşir sûresi, 59/21.

2 Bkz.: Tîn sûresi, 95/4.

3 Sâd sûresi, 38/29.

4 Muhammed sûresi, 47/29.

5 Muhammed sûresi, 47/24.

6 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 21; Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 15; Ebû Dâvûd, vitr 14, 15, 19.

7 Müslim, salâtü’l-müsafirîn 244; İbn Mâce, edeb 52.

8 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 17, 26, et’ime 30, tevhîd 57; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 37.

9 Buhârî, kefâlet 5, menâkıbü’l-ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/218.

10 İsrâ sûresi, 17/70.

11 Furkan sûresi, 25/44.

12 Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 20; Ebû Dâvûd, tatavvu 25; Nesâî, zekât 6.

-+=
Scroll to Top