GİRİŞ

1. Haccın Tarihi

İslâm’ın beş ana rüknünden biri olan hac ibadetinin temellerini Hazreti İbrahim’e hatta Hazreti Âdem’e kadar dayandırmak mümkündür. Bir görüşe göre Kâbe ilk defa Hazreti Âdem tarafından bina edilmiştir. Ancak zamanla yıkılmış, sadece temelleri kalmıştı. Daha sonra Hazreti Şît tarafından tekrar inşa edilmiş, Nuh tufanıyla birlikte tekrar harap olmuştu. Aradan geçen uzun asırlar boyunca Kâbe’nin izleri yeryüzünden tamamen silindi. Hazreti İbrahim, Cenâb-ı Hakk’ın emri ve tevcihiyle Kâbe’nin ilk inşa edildiği yere gitti ve onu ilk temelleri üzerine yeniden inşa etti.

Kur’ân’da yer alan şu âyetler, Kâbe’nin, Hazreti İbrahim’den önce de var olduğuna işaret etmektedir:

اِنَّ اَوَّلَ بَـيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذ۪ى بِـبَـكَّـةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِلْعَالَم۪ينَۚ

“İnsanlar için (ibadet yeri olarak yeryüzünde) yapılan ilk bina, Mekke’deki (Kâbe)dir. O pek feyizlidir, insanlar için hidayet rehberidir.”3

وَاِذْ بَوَّاْنَا لِاِبْرٰه۪يمَ مَكَانَ الْبَـيْتِ اَنْ لَا تُشْرِكْ ب۪ى شَيْــٔاً وَطَهِّرْ بَـيْـتِىَ لِلطَّۤائِـف۪ينَ وَالْقَۤائِم۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

“Biz İbrahim’e Beytullah’ın yerini bildirdik ve: ‘Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Benim evimi kıyam, rükû ve secde edenler için tertemiz tut!’ diye emrettik.”4

İsrailiyat kaynaklı bazı rivayetlerde Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’nın Cennet’ten çıkarıldıktan sonra dünyada farklı mekânlara indirildikleri zikredilir. Cenâb-ı Hak daha sonra tevbelerini kabul buyurmuş ve onları Arafat’ta bir araya getirmiştir. Ardından, Kâbe’yi inşa etmek suretiyle yeryüzündeki ilk evi/mescidi bina etmelerini murad buyurmuştur.

Daha sonra, Beytullah’ı ilk temelleri üzerine yeniden kurma işi Cenâb-ı Hak tarafından Hazreti İbrahim’e tevdi edilmiştir. Şu âyetler, Hazreti Halilullah’ın makamını, Mekke ile irtibatını, oğlu Hazreti İsmail’le beraber Kâbe’yi inşa etmelerini ve bu esnada yaptıkları duayı anlatır:

وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ ۝ وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ ۝ وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ ۝ وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ۝ رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ ۝ رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Bir vakit Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: ‘Seni insanlara önder yapacağım.’ dedi. İbrahim: ‘Ya Rabbi, neslimden de önderler çıkar!’ deyince Allah, ‘Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar.’ buyurdu.

Biz Beytullah’ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’i namazgâh edininiz! İbrahim ile İsmail’e de: ‘Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu evimi tertemiz bulundurun!’ diye emrettik.

O vakit İbrahim: ‘Ya Rabbi, burayı güvenli bir şehir yap. Buranın halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!’ dedi. Bunun üzerine Allah buyurdu ki: ‘İnkâr edenleri de rızıklandırıp bir müddet hayattan nasiplendirir, sonra da cehennem azabına düçar ederim. Ne fena bir akıbettir!”

İbrahim ile İsmail Beytullah’ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı: ‘Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi nezdinde kabul buyur! Her şeyi işiten ve bilen ancak Sensin. Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen Müslümanlar kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir Müslüman ümmet yetiştir. Bize Sana kulluğun yollarını göster, tövbelerimizi kabul buyur. Muhakkak ki tövbeleri en güzel şekilde kabul eden, merhameti her şeyi kuşatan ancak Sensin! Ey bizim Hakîm Rabbimiz! Onların içinden öyle bir peygamber gönder ki; onlara Senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin de onları tertemiz kılsın. Muhakkak ki azîz Sensin, hakîm Sensin! (Üstün kudret, hüküm ve hikmet sahibisin)’”5

Hazreti İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ettikten sonra Cenâb-ı Hak ona, insanları Kâbe’yi ziyarete ve hacca çağırmasını emretmiştir:

وَاَذِّنْ فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالاً وَعَلٰى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْت۪ينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَم۪يقٍۙ

“İnsanları hacca davet et ki gerek yaya gerek binek üstünde, uzak yakın demeden dört bir yandan oraya gelsinler.”6

Emr-i ilâhîye imtisal eden Hazreti İbrahim, Cenâb-ı Hakk’ın yönlendirmesiyle haccın menâsikini7 tespit ederek Kâbe’nin her sene ziyaret edilmesini sağlamıştır. Bu tarihten sonra gelen peygamberler ve ümmetleri Kâbe’yi ziyaret ederek hac yapmışlardır.

Cahiliye Döneminde Hac

Aradan asırlar, ümmetler geçti, insanların müdahaleleri neticesinde zamanla haccın aslî hüviyeti bozuldu, mânâ ve muhtevası değişti. Hazreti İbrahim’in getirmiş olduğu hak dinden sapan ve putperestliğe meyleden insanların zihninde her ilâhın yerleştiği bir ev olduğu düşüncesi hâkim oldu. Bazı kabileler putları için bir yapı inşa ederdi. Dinî inançlarını yaşamaya çalışanlar, putların bulunduğu bu evleri ziyaret eder, güya onların feyzinden istifade etmeye çalışırlardı. Bu ziyaret günleri belli vakitlere tahsis edilmişti ve o günler aynı zamanda bayram olarak kabul ediliyordu.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi sellem) içinde doğup büyüdüğü Cahiliye dönemi Araplarında da bu düşünce hâkimdi. Kâbe’nin içini putlarla doldurmuşlardı. Hac ziyareti adı altında bu putları ziyaret ediyorlardı. Hazreti İbrahim’in belirlemiş olduğu hac menâsiki kısmen korunsa da uygulamada birçok farklılıklar vardı. “Cahiliye hacıları” da telbiye getiriyor, Kâbe’yi tavaf ediyor, vakfeye duruyor, şeytan taşlıyor, kurban kesiyorlardı. Hac günleri için özel kıyafetler tercih ediyorlardı. Ne var ki, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, uygulamalarına bir takım şirk unsurları karıştırmış ve haccın rükünleriyle oynamışlardı. Mesela, her kabile kendileri için değerli olan putları ziyaret ediyor, onlar adına telbiye getirip niyet ediyordu. Haccın kabul olması için ilâhlara tevessül etmek şarttı. Kestikleri kurbanları dahi putları adına kesiyorlardı.

Aynı şekilde hac mevsiminde de değişikliğe gitmişlerdi. Haccın Zilhicce ayında yapılması esastı. İbadetler hususunda kamerî takvim esas alındığı için Zilhicce ayı değişik mevsimlere denk geliyordu. Hac döneminde yapılan panayırlar vasıtasıyla elde edilen menfaatlerin her mevsim sağlanması mümkün değildi. Bu sebeple haccın yapılacağı günleri güneş takvimine göre sabitlemişlerdi. Nesî’ denilen bu uygulama sayesinde hac, her zaman bahar mevsimine denk geliyordu. Böylelikle Allah’ın yaratmış olduğu takvim hesabını kendi heva ve heveslerine göre tahrif etmişlerdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi sellem) hac ile ilgili birçok yanlışı düzelttiği gibi nesî’ uygulamasını da kaldırarak haccın yapılış zamanını aslına döndürmüştür.

Hac yapacak olanlar hac mevsiminin başlamasıyla birlikte ilk gün ihramlı olarak Ukaz panayırına gider, yirmi gece burada kalır, alış-veriş yaparlardı. Daha sonra sırasıyla on gece Mecenne panayırında, sekiz gece de Zülmecaz panayırında kalır, Terviye günü8 Arafat’a çıkarlardı.

Haccın menâsikini yerine getirirken faydalandıkları imtiyazlar bakımından insanlar iki sınıfa ayrılmıştı. Kureyş ve müttefiklerinden oluşan imtiyazlı sınıfa “hums” ismi verilirken, bunların dışında kalan kabilelere “hille” ismi verilmişti. Hums sınıfına mensup olan imtiyazlılar, Arafat vakfesi yerine Harem bölgesi sınırları içerisindeki Nemîre’de hazır bulunurlardı. Güneş batmaya yaklaşınca herkes Müzdelife’ye akın ederdi. Ertesi gün öğleye doğru Müzdelife’den Mina’ya geçilir, Mina’da üç gün süreyle şeytan taşlanır ve kurban kesilirdi. Arafat ve Mina günlerinde alış-veriş yapmak yasaktı. Hac ile ilgili menâsik bitince çeşitli toplantılar yapılır, kabileler atalarını öven şiirler okur, konuşmalar yapardı. Kur’ân-ı Kerim bu âdeti kaldırdı:

فَاِذَا قَـضَيْــتُمْ مَنَاسِكَـكُمْ فَـاذْكُرُوا اللهَ كَـذِكْـرِكُمْ اٰبَۤاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْراًۜ

“Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, vaktiyle öğünmek için atalarınızı andığınız gibi, hatta daha fazla, daha hürmetle Allah’ı anın!”9

Bu ve buna benzer pek çok âdet, hac ibadetinin içine yerleşmişti. İslâm, bunlardan haccın aslına uygun olanları yerinde bıraktı, ibadetin aslına muhalif olanları ise kaldırdı. Bu meyanda, Kâbe’nin içinde ve etrafında yer alan putlar ve diğer şirk unsurları Mekke’nin fethiyle birlikte tamamen temizlendi ve hac aslî hüviyetine döndürüldü.

2. Haccın Farziyeti

İslâmiyet’in beş temel esasından biri olan hac, hicretin 9. yılında farz kılınmıştır. Cabir İbn Abdullah’ın rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi sellem) ikisi hicretten önce, biri de hicretten sonra olmak üzere toplamda üç defa hac yaptığı rivayet edilmiştir.10 Bazı âlimler bu hadise dayanarak haccın hicretten önce farz kılındığını düşünseler de ağırlıklı görüş hicretin 9. yılında farz kılındığı yönündedir.

Şartlarını haiz olan her Müslümana haccın farz olduğu konusunda Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Zira hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de hadislerde bu açık şekilde bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

وَلِلهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَـيْـتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَـيْـهِ سَب۪يلاًۜ

“İmkân bulabilenlerin Beytullah’ı ziyaret etmesi (hac yapması), Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.”11

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) de: İslâm beş temel esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek.”12 buyurmak suretiyle haccı İslâm’ın beş temel esasından biri olarak tespit etmiş ve “Veda haccı”nda bizatihi kendi uygulamasıyla da haccın nasıl yapılacağını göstermiştir. Cahiliye dönemindeki uygulamalarla karışmaması için de,

يَا أَيُّهَا النَّاسُ، خُذُوا مَنَاسِكَكُمْ، فَإِنِّي لَا أَدْرِي لَعَلِّي لَا أَحُجُّ بَعْدَ عَامِي هَذَا

“Ey insanlar! Hac menâsikinizi iyice öğrenin! Belki bu yıldan sonra bir daha hacca gelemem.” buyurmuştur. Gerçekten de bu O’nun son haccıydı.

Hâsılı, erkek olsun kadın olsun, şartlarını taşıyan her Müslümanın ömründe bir defa hacca gitmesi farzdır. Hac farizasının, imkân elde edilince, geciktirilmeden yerine getirilmesi gerekir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin, üzerlerine farz olur olmaz, vakit kaybetmeksizin hacca gitmelerini emir ve tavsiye buyurmuştur:

مَنْ أَرَادَ الْحَجَّ فَلْيَتَعَجَّلْ فَإِنَّهُ قَدْ يَمْرَضُ الْمَرِيضُ وَتَضِلُّ الضَّالَّةُ وَتَعْرِضُ الْحَاجَةُ

“Bir kişi hacca niyetlendiğinde bunu geciktirmesin, bir an evvel vazifesini yerine getirsin. Zira muhtemeldir ki hasta olur veya biniti kaybolur ya da başka bir durum ortaya çıkar (da gidemez).”13

Fukaha arasında ihtilaf konusu olmuş, haccın farziyetinin “fevr” mi yoksa “terâhî” üzere mi olduğu konusunu fıkıh kitaplarına havale ederek geçmek istiyorum.14

3. Haccın Önemi

İslâm’ın diğer rükünleri gibi hac da âyet ve hadislerle sabit muhkem bir farzdır. İfası büyük fazilet kazandıracağı gibi, imkân olduğu hâlde yapılmaması da insanı Allah katında çok zor durumda bırakır. –Senedi tenkit edilmiş olsa da– bir hadiste Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

مَنْ لَمْ يَحْبِسْهُ حَاجَةٌ ظَاهِرَةٌ أَوْ مَرَضٌ حَابِسٌ أَوْ سُلْطَانٌ جَائِرٌ وَلَمْ يَحُجَّ فَلْيَمُتْ إِنْ شَاءَ يَهُودِيًّا وَإِنْ شَاءَ نَصْرَانِيًّا

“Zaruri bir ihtiyaç, hastalık veya zalim bir idarecinin menetmesi gibi hacca gitmeye mani bir engeli olmadığı hâlde haccını yapmadan ölen kimse, bilemem, Yahudi olarak mı ölmüştür yoksa Hıristiyan olarak mı.”15 Yani İslâm’ın temel esaslarından olan bu ibadeti yapmadığı için Müslümanlığı eksik kalmıştır; gönül rahatlığıyla nasıl Müslümanım diyebilir?

Hadis-i şerifin mânâsını tasdik ve meselenin önemini izah sadedinde Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) şöyle dediği rivayet edilir:

“İçimden geçiyor ki bütün eyaletlere talimatname göndereyim, imkânı olduğu halde hacca gitmeyenlerden cizye16 alsınlar.”17

Bu ifadeler, insanlık çapında, hususiyle âlem-i İslâm’ı içine alan böyle bir kongreye, bir merasime her Müslümanın mutlaka gitmesi gerektiğini anlatması bakımından büyük önem taşır.

Evet, hac, âlem-i İslâm’ın kaderine ait meselelerin masaya yatırılıp gözden geçirileceği bir yerdir. Ne hazindir ki Müslümanlar, son dört-beş asırdır bu duygu ve düşünceden mahrumdur. Cenâb-ı Hak da ceza olarak onları hakiki mânâda hac yapmaktan mahrum etmiştir. Bu duruma işaret eden bir âyet-i kerimede Allah (celle celâluhu) şöyle buyurur: “İşledikleri bazı günahlardan dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.”18

Hac, dünya ve masivadan sıyrılıp doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmenin unvanıdır. İnsan hacda, günahlarının utancından iki büklüm olmuş bir hâlde Allah’tan af diler. Arafat’ta günahlarını dökmüş, Müzdelife’de kul haklarından bile kurtulmuş olma ümidiyle vakfe yapar. Kalbi rikkat kazanır, fikri bilenir, his ve duyguları durulup berraklaşır.

Şeytan, insanları, kulluğa ait bir kısım amellerden alıkoyuyor, faziletlere götüren merdivenleri tırmanmalarına engel oluyorsa, bilinmelidir ki bu durum insanların kendi sürçmelerine terettüp eden bir cezadır. Onlar hata ve günahlarıyla sürçüp düştüklerinde tevbe edip günahlarından dönmezlerse ibadetlerle Hakk’ın huzuruna çıkma liyakatini kaybederler. Cenâb-ı Hak da buna ceza olarak hac gibi bir ubûdiyet-i kübrayı hakkıyla edadan onları mahrum bırakır. Müslümanların hep bir ağızdan “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk…” demek suretiyle, şahsi kulluklarını, başkalarınınkini de ilave ederek, Allah’a takdim edecekleri yüce bir mevkiye, Allah’ın Rahmaniyet ve Rahimiyet arşına yükselmelerine izin vermez.

İslâm evrensel ve âlemşümul bir dindir. Herkes daha doğarken mahiyeti ile İslâm’a yönelmeye, O’nu anlayıp yaşamaya ve temsil etmeye müsait olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla bu davet, herkese açık bir davettir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, Hazreti İbrahim’e: وَاَذِّنْ فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالاً وَعَلٰى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْت۪ينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَم۪يقٍۙ “İnsanları hacca davet et ki gerek yaya gerek binek üstünde, uzak yakın demeden dört bir yandan oraya gelsinler.”19 buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi bu davet, İslâm’ın âlemşümul derinliğine uygun olarak, sadece inananlara değil bütün insanlığa yapılmıştır. Şayet insanlar şartlanmışlıktan başlarını kaldırıp bu rehbere kulak verselerdi o sesi duyacak ve dünyanın dört bir yanından koşarak oraya geleceklerdi. Buna siz vicdandaki “nokta-i istinat” ve “nokta-i istimdat” nazarı ile bakıp, meseleyi Bergson’un sezgisi şeklinde anlayabilirsiniz. Çünkü vicdan yalan söylemez. Ya da acz ve zaafınızın dili ile bir Kudreti Sonsuz’a ihtiyacınız açısından bunu duyabilirsiniz. Böyle bir ihtiyaç tezkeresi ile müracaata hazırlandığınızda kulaklarınızda birdenbire bu sesin tınladığını duyacaksınız. Milyonlarca insanın bu davete icabet etmesinde bu sesin tesirinin çok büyük olduğu kanaatindeyim.

4. Haccın Fazileti

İslâm’ın beş temel esasından olan hac ibadeti, tabii olarak pek çok fazileti haizdir:

a. En Faziletli Amellerden Biri

Hadislerde hac, bir Müslümanın yapacağı en faziletli işlerden biri olarak nazara verilir. Bir gün Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘En üstün amel hangisidir?’ diye soruldu. O, ‘Allah ve Resûlüne iman etmek.’ buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ denildi. O, ‘Allah yolunda cihad etmek.’ buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ denildi. O, ‘Şartlarına uygun olarak yapılan hac.’ buyurdu.20

Başka bir hadis-i şerif ise şöyledir:

اَلْعُمْرَةُ إِلَى اَلْعُمْرَةِ كَفَّارَةٌ لِمَا بَيْنَهُمَا وَالْحَجُّ الْمَبْرُورُ لَيْسَ لَهُ جَزَاءٌ إلاَّ الْجَنَّةَ

Umre, diğer umreye kadarki günahlara kefarettir. Güzel bir şekilde yapılmış haccın mükâfatı ise ancak Cennet’tir.”21

Allah ile kulları arasındaki maniaların ortadan kaldırılması olarak tarif ettiğimiz cihad, Kur’ân ve Sünnet’te emredilen en önemli ameller arasında başlarda yerini bulur. Öyle ki pek çok âyette imanın hemen ardından cihad zikredilir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) her fırsatta ashabını cihada teşvik etmiştir. Bu sevaptan mahrum kalmak istemeyen hanım sahabiler de Peygamberimiz’den cihada katılmak için izin istediklerinde Efendimiz onlara haccı tavsiye buyurmuştur. Hazreti Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:

“‘Ey Allah’ın Resûlü! Keşke biz de seninle gazaya çıkıp cihad etsek.’ dedim. Şu cevabı verdi: ‘Sizin için en faziletli ve en güzel cihad, şartlarına riayet ederek yapacağınız hacdır.’” Âişe (radıyallâhu anhâ) der ki: “Resûlullah’tan bunu işittikten sonra haccı hiç terk etmedim.”22

Milyonlarca insanla beraber yapılması itibarıyla haccın ‘küllî bir ubûdiyet’ olduğunu ifade eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin, onun faziletine dair Şualar’daki şu tespitleri, bu ibadetin farklı bir derinliğini ifade etmektedir:

“Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nispetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semâvâttaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde (bayramda) beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i ilâhiyenin Rabbülarz ve Rabbülâlemîn azamet-i unvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.

Nasıl bir nefer (er), bayramda bir müşir (mareşal) ile beraber huzur-u padişaha girer; sair vakitte, zabitinin makamıyla onu tanır. Aynen öyle de, her adam hacda bir derece velîler gibi Cenâb-ı Hakk’ı Rabbülarz ve Rabbülâlemîn unvanı ile tanımaya başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine Allahu ekber tekrarıyla umumuna cevap verir.”23

b. Allah’ın Kulları Üzerindeki Hakkı

Hac ibadeti, Allah’ın, kulları üzerindeki haklarındandır. Bizi yoktan var eden, türlü nimetlerle perverde eden Rabbimizin bizim üzerimizde ölçüye tartıya gelmeyecek derecede hakkı vardır. Bu hakların büyüklerinden biri, O’nun evini ziyarettir. Bunu ifade sadedinde Kur’ân şöyle buyurur: Beytullah’ı ziyaret, gücü yeten insanların üzerinde Allah’ın hakkıdır.”24

Bu hak, rüşte erip de şartları tahakkuk ettiği andan itibaren insanın zimmetine bir borç olarak yazılır. İslâm’ı kabul eden bir Müslümanın göz göre göre Rabbinin hakkını çiğnemesi söz konusu olamaz. Borcunu ödemeden ölürse ahirette karşısına çıkar. Bu sebeple, Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi sellem) yukarıda ifade buyurduğu gibi, tahakkuk ettiği andan itibaren hac vecibesini bir an önce yerine getirmek için çalışmak gerekir.

Cenâb-ı Hak, hacca gelenleri kendi misafirleri olarak kabul ediyor. Kerem sahibi bir ev sahibi, uzak yollardan aç ve yorgun gelen misafirlerine nasıl davranırsa, Allah da kendi misafirlerini kendine layık şekilde öyle karşılıyor. Onları kendi evinin hariminde ağırlayıp, bilhassa değer biçilemeyecek mânevî hediyelerle serfiraz kılıyor. Bu mânâyı izah sadedinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

الْحُجَّاجُ وَالْعُمَّارُ وَفْدُ اللهِ إِنْ دَعَوْهُ أَجَابَهُمْ وَإِنْ اسْتَغْفَرُوهُ غَفَرَ لَهُمْ

Hacılar ve umreciler Allah’ın misafirleridirler. O’ndan bir şey isterlerse yerine getirir, istiğfar ederlerse onları bağışlar.”25

Bir başka hadiste de şöyle buyrulur:

وَفْدُ اللهِ ثَلَاثَةٌ الْغَازِي وَالْحَاجُّ وَالْمُعْتَمِرُ

“Allah yolunun yolcuları üçtür: Cihada çıkan kimse, hacca giden kimse ve umre için yola çıkan kimse.”26

Hadiste hac ve umre için yola çıkan kimse ile cihad etmek üzere gazaya çıkan kimse beraber zikredilmiş, üçü bu mânâda birbirine denk kabul edilmiştir. Bunlar, Allah’ın emrine icabet edip yola çıktıklarından dolayı Allah yolunun yolcuları, Cenâb-ı Hakk’ın misafirleri sayılmıştır. Allah kerimdir; sonsuz lütuf ve kerem sahibidir. Cömert bir ev sahibi nasıl misafirlerini en iyi şekilde ağırlar, bunun çok çok üstünde, Allah’ın lütuflarını tahayyül etmeye hayal gücümüz yetmez.

c. Arınma Kurnası

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

تَابِعُوا بَيْنَ الحَجِّ وَالعُمْرَةِ، فَإِنَّهُمَا يَنْفِيَانِ الفَقْرَ وَالذُّنُوبَ كَمَا يَنْفِي الكِيرُ خَبَثَ الحَدِيدِ، وَالذَّهَبِ، وَالفِضَّةِ

“Hac ile umreyi birbiri ardına yapın! Zira bunlar, körüğün demir, gümüş ve altının kirini pasını gidermesi gibi fakirliği ve günahları giderir.”27

Ateş nasıl demirin pasını eritir yok eder, öyle de hac, bizi günah kirlerinden arındıran bir temizleme kurnasıdır. O kurnada insan, günahlarla gelen her türlü isten-pastan kurtulur ve tekrar özüne döner. Saflaşıp durulur ve berraklaşır. Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) bu mânâyı şu hadisleriyle de pekiştirir:

مَنْ حَجَّ لِلهِ فَلَمْ يَرْفُثْ وَلَمْ يَفْسُقْ رَجَعَ كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ

“Kim Allah için hac yapar ve hac esnasında ailevî münasebetten uzak durur, kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış, tertemiz) olur.”28

Hicretin 8. senesine girildiğinde insanlar artık topluluklar halinde İslâmiyet’e girmeye başlamışlardı. Mekke’de Müslümanlara karşı yıllarca mücadele eden, onlara her türlü zulmü yapmış bazı şahıslar vardı ki iman bunların da kalbine girmiş, yerlerinde duramaz olmuşlardı.

Bunlardan üçü, birbirlerinden habersiz olarak Medine’ye doğru yola koyulurlar: Bir siyasî dahi olan Amr İbn Âs, askerî deha Halid İbn Velid ve Osman İbn Talha. Hadde denilen mevkide kader yollarını kesiştirir ve buradan itibaren Medine’ye beraber seyahat ederler. Medine’ye varıp Allah Resûlü’nün huzurunda diz çöktükten sonra herbiri elini sıkıp İnsanlığın İftihar Tablosu’na biat eder. Halid İbn Velid biat ederken Efendimiz, “Ben zaten senin akıllı biri olduğunu biliyordum. Bu akıllılığın seni er-geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum.” buyurarak iltifat eder. Sıra Amr’a gelince o da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in elini sıkar ama bir türlü bırakmaz. Amr’ın söylemek istediği bir şey olduğunu fark eden Allah Resûlü ona: “Ne istiyorsun ey Amr?” diye sorar. O, “Yâ Resûlallah! Sana biat edeceğim ama günah ve kusurlarımın bağışlanması şartıyla.” diye cevap verir. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

أَمَا عَلِمْتَ أَنَّ الْإِسْلَامَ يَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلَهُ وَأَنَّ الْهِجْرَةَ تَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلَهَا وَأَنَّ الْحَجَّ يَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلَهُ

Ey Amr! Bilmiyor musun ki İslâm, önceki kusurları ve günahları siler yok eder; hicret, önceki kusur ve günahları siler yok eder; hac, önceki kusur ve günahları siler yok eder.”29

Haccın bu temizleyiciliğinden istifade etme adına dikkat edilecek hususlardan biri, –yukarıdaki hadiste de gördüğümüz üzere– hac esnasında günahlardan uzak durmaktır. Kendini günahlardan alıkoyan insan, haccın faziletinden tam olarak istifade etme yoluna girmiş sayılır. İbn Abbas (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: Arefe günü bir genç, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terkisine binmiş beraber yolculuk yapıyorlardı. Ne var ki genç, gözüne yeteri kadar sahip çıkamıyor, kadın-erkek demeden gelip-geçene bakıp duruyordu. Peygamber Efendimiz bu durumdan rahatsız olarak eliyle birkaç defa gencin yüzünü kadınlardan çevirdi ve ona şöyle dedi:

إِنَّ هَذَا يَوْمٌ مَنْ مَلَكَ فِيهِ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ وَلِسَانَهُ غُفِرَ لَهُ

Bu öyle bir gündür ki, her kim bugün kulağına, gözüne ve diline sahip olursa günahları bağışlanır.”30

Yine Resûl-i Ekrem’in beyanları içinde, Allah, kullarını en çok, haccın temel rükünlerinden olan Arafat vakfesinin yapıldığı Arefe günü azat edip bağışlamaktadır.31 Milyonlarca hacı, Arafat’ta gün batıncaya kadar dua dua yalvarır ve Rabbülâlemîn’den bağışlanma dilerler. Onların bu ortak duası Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbeder ve çok kimseler cehennemden azat olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Arefe gününün faziletini bir hadislerinde de şöyle ifade etmiştir: “Allah indinde Arefe gününden daha faziletli bir gün yoktur…”32

Hac yapan kimsenin günahlarının affolması bir yana, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlar için bizzat dua etmiş, onları mağfiret etmesi için Allah’a niyazda bulunmuştur:

اَلّٰلهُمَّ اغْفِرْ لِلْحَاجِّ وَلِمَنِ اسْتَغْفَرَ لَهُ الْحَاجُّ

Allahım! Hac yapanın ve onun bağışlanmasını istediklerinin günahlarını bağışla!”33

d. Birleri Binlere Ulaştıran İbadet Mevsimi

Allah, salih amellerde bulunan herkese, niyetinin derinliğine ve ameldeki hassasiyetine göre mükâfatını verir. Ancak öyle yerler ve zamanlar vardır ki buralarda yapılan ibadetler kat be kat fazlasıyla mükâfatlandırılır, edilen dualar kabul olur. Bu durum tamamen Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve fazlının bir tecellisidir. Fırsatını bulunca bunları değerlendirmek gerekir. İşte haccın zaman ve mekânı böyledir. Hac yapan bir kimse bu kısa zaman dilimini, saniyesini zayi etmeden namazla, duayla, zikirle, tavafla değerlendirmelidir. Tıpkı mübarek gün ve gecelerde amellerin sevabının katlanması, hassaten Kadir gecesinde bir ömürlük kazancın elde edilebilmesi gibi, hac zamanı ve hacda ziyaret edilen mekânlar da böyle bir hususiyete sahiptir.

Bu hususla ilgili olarak Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: Mescid-i Aksa’da kılınan bir namaz bin namaza, mescidimde (Mescid-i Nebevî) kılınan bir namaz on bin namaza, Kâbe’de kılınan bir namaz ise yüz bin namaza bedeldir.”34 Bir başka seferinde ise şöyle buyurmuştur: “Şu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir.”35

Burada yapılan duaların reddolunmayacağı ile ilgili ise şöyle buyururlar:

خَمْسُ دَعَوَاتٍ يُسْتَجَابُ لَهُنَّ: دَعْوَةُ الْمَظْلُومِ حِينَ يَسْتَنْصِرُ، وَدَعْوَةُ الْحَاجِّ حِينَ يَصْدُرُ، وَدَعْوَةُ الْمُجَاهِدِ حِينَ يَقْفِلُ، وَدَعْوَةُ الْمَرِيضِ حِينَ يَبْرَأَ، وَدَعْوَةُ الْأَخِ لِأَخِيهِ بِظَهْرِ الْغَيْبِ.

Şu beş dua reddolunmaz: Hakkını alıncaya kadar mazlumun, beldesine dönünceye kadar hac yolcusunun, evine dönünceye kadar mücahidin, iyileşinceye kadar hastanın duası ve kardeşin kardeşe gıyabında yaptığı dua.”36

Resûl-i Ekrem Efendimiz Arafat’ta yapılan duaya da çok önem vermiştir. Üsame İbn Zeyd (radıyallahu anhumâ) O’nun Arafat’taki hâlini bize şöyle anlatır: “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesinin üzerinde olduğu halde ellerini kaldırıp duaya durdu. Bir aralık devenin yuları elinden kaydı. Resûl-i Ekrem bir eliyle yuları almaya çalışırken diğer elini duadan indirmedi.”37

Kişi Kâbe’yi ilk gördüğünde yapacağı duanın reddolunmayacağına dair hadis38 de, her ne kadar zayıf kabulse de, mevzumuzu destekler mahiyettedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mübarek mevsimi, o bereketli mekânı çok iyi değerlendirmiş, Cenâb-ı Hak’tan ümmeti adına isteyeceği en büyük dileklerini oraya saklamıştı. Arafat vakfesinde günbatımına kadar tazarru ve niyazda bulunmuş, Allah’tan ümmetine mağfirette bulunmasını dilemişti. Günün sonunda, yanında bulunan sahabeye dönerek şöyle buyurdu: “Allah (celle celâluhu), bugün size büyük bir lütufta bulundu ve kul hakları hariç günahlarınızı affetti! Şüphesiz bu, iyilerinizin hürmetinedir; onların vesilesiyle kötülerinizi de bağışlamış, iyilerinize de istediklerini vermiştir! Haydi şimdi Allah’ın adıyla Müzdelife’ye doğru hareket ediniz!”39

Geceleyin Müzdelife’ye ulaşan hacılar burada da ibadet ü taatle meşgul olmaya başlamışlardı. Allah Resûlü bir süre tekbir ve telbiye getirdikten sonra Allah’a hamd ü sena ederek yine duaya durdu. Duasında “Rabbim! Sen dilersen uğradığı zulümden dolayı mazluma Cennet’i verip zalimi de bağışlarsın!” diyor, kul haklarının da bağışlanmasını talep ediyordu. O’nun bu talebini duyanlar, gündüz Arafat’ta yaptığı duayı hatırlamışlardı. İstediklerinin hepsine orada müspet cevap aldığı hâlde, tevbe eden insanın üzerinde kalan kul haklarının da affolması talebi kabul görmemişti. Ümmetinin istisnasız hepsinin affını talep eden Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ısrarla talebini sürdürüyordu. Bu duayı o kadar tekrarlamıştı ki, nihayet mübarek yüzlerinde bir tebessüm belirdi. Yakınındakiler bunu fark eder etmez, “Ya Resûlallah! Allah’a tazarru esnasında siz hiç gülmezdiniz. Bunun sebebi nedir ki?” dediler.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebessümünün sebebini şu cümlelerle anlattı: “Allah (celle celâluhu), salihlerinizi bağışladı. Ve salihlerinizin, salih olmayanlar hakkındaki şefaatini de kabul buyurdu. İnen ilâhî mağfiret, onları içine aldı ve sonra da yeryüzüne dağıtıldı. Tevbe edip dilini ve elini günahtan koruyan ve sakınan herkesin üzerine yağdı! Şeytan ve askerleri ise ‘Bakalım Allah onlara ne yapacak?’ diye Arafat dağlarının üzerinde gözlüyorlardı. Allah’ın benim duamı kabul buyurduğunu ve ümmetimi de mağfiret ettiğini öğrenince başlarına toprak saçtılar ve ‘Biz uzun zamandan beri onları tahrik edip duruyorduk! Sonunda rahmet ve mağfiret gelip onları bürüdü! Eyvah! Şimdi mahvolduk!’ diyerek çığlıklar kopardılar ve dağıldılar. İşte ben, İblis’in o haline güldüm!”40

Bir başka rivayette, Efendimiz o gün şöyle demiştir: “Şeytanın en hakir, en zelil, en perişan ve en hınçlı olduğu gün, Arefe günüdür. Bunun sebebi, o gün Allah’ın rahmetinin indiğini, Allah’ın, kullarının büyük günahlarını dahi bağışladığını görmesidir. Onu bu kadar kızdıracak bir şeyi, Arefe dışında sadece Bedir günü görmüştür. O gün, Hazreti Cebrail’in, melekleri, savaş için hizaya soktuğunu görmüştü.”41

e. Emniyet ve Güven Kaynağı

Hazreti İbrahim, Mekke’nin emin bir belde olması için Allah’a dua etmişti. Cenâb-ı Hak onun bu duasını kabul buyurdu ve Mekke’yle çevresini harem kabul etti. Bu açıdan bu bölgede, insan olsun hayvan olsun bitki olsun, hiçbir canlıya zarar verilemez. Kur’ân-ı Kerim’in Mekke için el-Beledü’l-Emîn (güvenli belde) ismini kullanması da bu mânâyı teyit eder.42

Özellikle hac mevsiminde bu bölgede bulunan herkes ve her şey bu güveni iliklerine kadar hisseder. İnsanlar canları, malları, ırzları hususunda güvende oldukları gibi hayvanlar ve bitkiler dahi güvendedirler. Can taşıyan her varlığı içine alan bu emniyetin hâsıl ettiği huzur atmosferinde insanlar ibadetlerini yerine getirirler.

Kâbe ve çevresinin sahip olduğu emniyeti ifade eden bir başka âyet-i kerimede de Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ اٰمِناًۜ

Oraya (Beytullaha) giren emniyette olur.”43

İslâmiyet’ten önce Arabistan’da kabileler arasında vuku bulan ve bitip tükenme bilmeyen kargaşa ve savaşlara rağmen Kâbe ve çevresinde hep bir barış ve emniyet havası hüküm sürmüştür. Cahiliye döneminde bile Araplar, Kâbe’ye sığınan en amansız düşmanlarına dahi dokunmamışlardır. İslâm’ın gelmesiyle birlikte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin harem belde olduğunu, kıyamete kadar da böyle devam edeceğini bildirmek suretiyle bu emniyeti daha bir pekiştirmiştir.44


3 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.

4 Hac sûresi, 22/26.

5 Bakara sûresi, 2/124-129.

6 Hac sûresi, 22/27.

7 Menâsik: Hac ve umre ibadetlerini oluşturan fiiller.

8 Terviye günü: Zilhicce ayının sekizinci günü.

9 Bakara sûresi, 2/200.

10 Tirmizî, hac 6; İbn Mâce, menâsik 84.

11 Âl-i İmrân sûresi, 3/97.

12 Buhârî, iman 2; Müslim, iman 19-22.

13 İbn Mâce, menâsik 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/214, 323, 355.

14 Bir ibadetin farziyetinin “fevr” üzere olması; o fiili yapmak kişiye farz olduğunda, onu geciktirmeden hemen yapmasının gerekli olması demektir. Şöyle ki; eğer ilk vaktinde yapmaz da geciktirirse kazaya bırakmış, dolayısıyla günaha girmiş olur.

“Terâhî” ise fevrin zıddıdır. Yani bir amelin farziyetinin vaktinin geniş olmasıdır. Dolayısıyla ibadetini ne zaman yerine getirirse getirsin eda olur, kaza olmaz.

Konumuza uyarlayacak olursak: Haccın farziyetinin fevr üzere olduğu görüşünde olan ulemaya göre; kişi imkân bulur bulmaz hac ibadetini ifa etmek kendisine farz olur ve onu, fırsatını bulduğu ilk anda, ilk sene yapması gerekir. Eğer imkân bulduğu ilk sene yapmaz da geciktirirse, daha sonra yaptığında bu “eda” değil, kaza olur. Terâhî üzeredir diyen ulemaya göre ise; kişi hacca gitmeye imkân bulur bulmaz kendisine hac farz olur; imkân bulduğu ilk sene yapması tavsiye edilse de (zira daha sonra ne olacağı belli olmaz; ölüm gelip çatabilir ya da herhangi bir sebeple imkânları elinden çıkabilir) haccını daha sonra yaptığı takdirde de yine eda olur, kaza olmaz.

15 Tirmizî, hac 3; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/430; el-Bezzâr, el-Müsned 3/87.

16 Cizye: İslam ülkesinde Müslüman olmayan tebaadan alınan vergi.

17 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim 1/397.

18 Âl-i İmrân sûresi, 3/155.

19 Hac sûresi, 22/27.

20 Buhârî, bedülvahy 18, hac 4; Müslim, iman 135.

21 Buhârî, hac 127; Müslim, hac 437.

22 Buhârî, cezâussayd 26.

23 Bediüzzaman, Şuâlar, s. 221 (On Birinci Şuâ, Meyve Risalesi, Sekizinci Mesele).

24 Âl-i İmrân sûresi, 3/97.

25 İbn Mâce, menâsik 5; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/12; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/247.

26 İbn Mâce, menâsik 5; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/321, 3/12; el-Beyhakî , es-Sünenü’l-kübrâ 5/262.

27 Tirmizî, hac 2; Nesâî, menâsik 6, İbn Mâce, menâsik 3.

28 Buhârî, hac 4, muhsar 9; Müslim, hac 438.

29 Ahmed İbn Hanbel, elMüsned 4/198, 204, 205; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/98, 123.

30 Ahmed İbn Hanbel, elMüsned 1/329; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 12/232, 18/288.

31 Allahın cehennemden en çok kul azat ettiği gün, Arefe günüdür (Müslim, hac 436; Nesâî, menâsik 94; İbn Mâce, menâsik 56).

32 İbn Hibbân, es-Sahîh 9/164; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4/69.

33 İbn Ebî Şeybe, elMusannef 3/122; İbn Huzeyme, esSahîh 4/132; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/261.

34 İbn Mâce, ikâmetüssalât 195; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/343, 397, 4/5.

35 Buhârî, fazlussalâti mescid 1; Müslim, hac 505.

36 Beyhakî, Şuabü’l-iman 2/376.

37 Nesâî, menâsik 202; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/209.

38 Bkz.: et-Taberânî, elMucemülkebîr 8/169, 171; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/360.

39 Abdurrezzak, elMusannef 5/17.

40 Abdurrezzak, elMusannef 5/17.

41 Muvatta, menâsik 97.

42 Bkz.: Tîn sûresi, 95/3.

43 Âl-i İmrân sûresi, 3/97.

44 Bkz.: Buhârî, cenâiz 76, hac 43, cezâü’s-sayd 9, 10, büyu’ 28, cizye 22; Müslim, hac 445.

-+=
Scroll to Top