GİZLİ İMTİHANLAR

Dünya hayatının imtihanları çeşit çeşittir. Bunların bazısı aşikâr, bazısı da nispeten gizlidir. Taşıyamayacağı yükün insana yüklenmeyeceği gerçeğini kabul etsek de, insan bazen ilk bakışta bilemediği ve farkına varamadığı şeylerle de imtihan olur. Mesela güzel bir iş yapar. Fakat hayal ve tasavvur dünyasına bir sis, bir duman çöküverir de ortaya koyduğu başarı onu gurura sevk eder. Dolayısıyla yaptığı işin ne bereketi ne de sevabı kalır. Zihninde beliren “Ben yaptım, ben ettim, ben başardım.” düşüncesi her şeyi bitiriverir. Zira yapılan şeyleri kendine mâl etme, kendi eseri olarak görme, gizli şirk barındıran bir yaklaşımdır. Sürekli “ben, ben” demek öyle bir girdaptır ki hiç farkına varmadan insanı dalalet ve küfrün içine çekiverir.

Bu sebepledir ki nefis ve şeytanın hilelerinden uzak kalmak isteyen kişi, en büyük başarıya imza atmış, insanlığı yıldızlar arasında seyahat ettirmiş dahi olsa, sıradanlık duygusundan sıyrılmamalı ve şöyle demelidir: “Hayret ediyorum, Allah nasıl oluyor da bizim gibi sıradan insanlara böyle büyük işler gördürüyor!” Eğer yapılan güzel işlere ille de makul bir mahmil/izah bulmak istiyorsanız meseleye hikmet-i ilâhiye açısından bakarak şöyle diyebilirsiniz: “Allah, kendi büyüklüğünü göstermek için bizim gibi küçük insanlara büyük işler yaptırıyor. Böyle büyük işlere bizim güç ve iktidarımızın yetmeyeceği açık olduğuna göre bütün bunlar O’nun büyüklüğüne delalet eder.”

Kâinat kitabına şöyle bir göz gezdirdiğimizde orada da aynı şeyi görürüz. Allah Teâlâ, kocaman fizikî âlemleri çok küçük parçacıklardan yaratmıştır. Varlıklar ne kadar büyük olursa olsun, atomlardan, atomları da teşkil eden elektron, nötron ve protonlardan oluşur. Belki Cenab-ı Hak onları da –quark, iyon ve eter gibi farklı isimlerle adlandırılan fakat henüz mahiyet ve hakikatlerini tam tespit edemediğimiz– daha küçük parçacıklardan yaratmıştır. Dolayısıyla çok küçük şeylerden büyük şeyler yaratılması hâdisesine bir çeşit âdetullah veya sünnetullah nazarıyla bakılabilir.

Öte yandan Allah, bir karıncaya Firavun’un sarayını harap ettirir. Bir sineğe Nemrut’u yere serdirir. Bir mikropla Deccal’in hakkından gelir. Bütün bunlar O’nun namütenahi (sonsuz) kudretine delâlet eder.

Bu hakikati daima göz önünde bulunduracak olursak, en büyük başarılar bile bizi ucb ve gurura sevk edemez, bize sıradanlık duygusunu unutturamaz. Hz. Ali’nin ifadesiyle “insanlar içerisinde sıradan bir insan” olmayı en büyük fazilet bilir, hiçbir şekilde faikıyet (üstünlük) mülâhazasına girmeyiz. Unutmamak gerekir ki insanın kendi yaptığını beğenmesi, bütün güzellikleri kendinden bilmesi, “Var mı benim gibisi!” demesi… Bu tarz düşüncelerin kaynağı hep şeytandır.

Tevazu ve Mahviyet

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) cihanda öyle bir inkılâp yapmıştır ki, Âkif’in ifadesiyle, bir nefhada kayserleri, kisrâları yere sermiş ve bir hamlede insanlığı kurtarmıştır.28 Buna rağmen O, hayatı boyunca tevazu ve mahviyetten hiç ayrılmamıştır. Mesela bir seferinde yanına gelen bir adam korkudan titremeye başlayınca, “Korkma, rahat ol! Ben kral değilim. Ben, kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum.”29 demiştir.

Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanlarıyla Allah Resûlü’nün büyüklüğünü âleme gösterdikçe O da Allah’a karşı daha çok şükür ve hamde yöneliyor, insanlara karşı da tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyordu. Peygamberliğini inkâr edemezdi. Hâşâ, “Ben peygamber değilim!” diyemezdi. Çünkü bu; O’na yüklenmiş, taşınması çok ağır bir vazife olup dinin en temel rükünlerinden biriydi. O, bunun dışında kalan meselelerde ise peygamber olduğu hâlde hiçbir şekilde büyüklük izhar etmiyordu . Ashabıyla birlikte olduğu zamanlarda, dışarıdan gelen bir kişi O’nu görmek istediğinde ashabın arasında hangisinin Peygamber olduğunu ilk bakışta fark edemiyordu. Çünkü ne kılık kıyafeti ne oturduğu koltuk ne de hâl ve hareketleri çevresindekilerden farklıydı.

İşte gerçek anlamda büyüklüğün ölçüsü de budur. Sıklıkla vurguladığımız üzere, büyüklerde büyüklüğün emaresi tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür. Ortada gerçek bir başarı yokken enaniyeti kontrol etmek nispeten kolaydır. Eğer yaptığınız hizmetler henüz küçük bir ışık tayfından, mini bir sızıntıdan ibaretse neyi nefsinize mâl edeceksiniz ki! Fakat Allah’ın lütufları sağanak sağanak üzerinize boşalmaya başlamışsa işte burada tevazu ve mahviyeti koruyabilmeniz hiç de kolay olmayacaktır. Harikulade işlerin yapıldığı, herkesin size teveccüh ettiği zamanlarda gurur ve kibir bataklığına düşme tehlikesi de artacaktır. Dolayısıyla Allah’tan gelen nimetlerin aynı zamanda O’ndan gelen birer imtihan olduğu unutulmamalıdır. Bu imtihanı kazanmanın yollarından biri, ortaya çıkan güzel işleri kendimizden bilmeyip her hâdisede Allah’ı hatırlamaktır. Şurası iyi bilinmelidir ki kalblere hükmeden, kalbleri evirip çeviren Allah’tır. Bir dönemde insanlar hizmet adına şahlanmış, coşmuş ve dünyanın dört bir yanına hicret etmişse bu, Allah’ın lütfu ve inayeti sayesinde gerçekleşmiştir. “Biz sevk ediyoruz, biz yönlendiriyoruz, biz evirip çeviriyoruz, biz başarıyoruz…” gibi mülâhazalara girersek Allah, lütfettiği nimetlerini elimizden alır. Fert plânında bu tür düşünceler taşıyorsak bu ferdî enaniyet olur; bir topluluk olarak bu tür mülâhazalara sahipsek bu cemaat enaniyeti olur. Hatta buna, hadisin ifadesiyle, “şirk-i hafî” (gizli şirk) de diyebiliriz.30 Her şey O’ndan (celle celâluhu).

Bu sebeple “Cihanın dört bir yanına açılan, şu kadar okul açan, bu kadar faaliyet yapan bir cemaatin fertleriyiz!” diyerek aidiyeti ön plâna çıkarmak bizim için büyük bir yıkım olur. Ferdî enaniyetten kurtulma adına ‘ene’yi (beni) yırtıp ‘nahnü’yü (bizi) göstermeye çalışmalıyız. Bu sefer de cemaat enaniyetine düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımız için ‘nahnü’yü de ayaklarımızın altına almalı ve ‘hüve’yi (O’nu) göstermeliyiz. İyi bilmeliyiz ki hepimiz her zaman O’na muhtacız; O ise hiçbir zaman hiç kimseye muhtaç olmayan bir Zât-ı Ecell ü Â’lâ’dır.

Üst üste fetihlerin yaşandığı, medyanın meseleyi abarttığı, herkesin sizden sitayişle bahsettiği bir dönemde duygu ve düşüncelerin kontrol edilmesi çok zordur. Bu zorluğun üstesinden gelebilme adına, sürekli ellerimizi açıp, “Allah’ım bizi kendimize ‘hiç ender hiç’ göster!” demeliyiz. Yapılan hizmetlerin âhirette kişi adına önemli birer kazanım hâline gelmesinin yolu da buradan geçer. Aksi takdirde insanın ‘enaniyetle’ işlediği amellerin âhirette ona bir faydası dokunmayacaktır.

Çokça zikredilen bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi31 insan, Allah’ın huzuruna çıktığında salih amellerine güvenecek, fakat Allah için yapmadığından bunların kendisine hiçbir faydası dokunmayacaktır. Hatta nefis hesabına yapılan; Allah yolunda mücahede etme, ilimle meşgul olma, vaaz u nasihat etme veya infakta bulunma gibi güzel işler bile –Allah muhafaza– kişinin helakine sebep olacaktır. Amellerini övgü, takdir ve alkış için işleyen insanlar kendilerini çok ucuza satmış olacaklardır. Çünkü yaptıklarının karşılığını bu dünyada önceden almış olacaklarından âhirete bir şey kalmayacaktır. Allah bizleri, elde edebileceği büyük mükâfatı çok küçük şeyler için kaybetmekten, hayatını çok ciddi bir darlığın mahkûmu olarak geçirmekten, peşin lezzetlerin arkasında koşmaktan ve bu yüzden de âhirette hüsran yaşamaktan muhafaza buyursun!

Allah, ne kadar varidat ve mevhibelerini lütfeder, insanın davranışlarını ne kadar verimli, bereketli hâle getirirse insanın da o ölçüde Allah’a teveccüh etmesi ve kendini sıfırlaması gerekir. O, nail olduğu nimetlerin ağırlığıyla Allah huzurunda el pençe divan durmalı, rükû ve secde ile şükrünü eda etmelidir. Layık olmadığı mülâhazasıyla, mazhar olduğu lütufları hayret ve şaşkınlıkla karşılamalı ve bunlara şükür ile mukabelede bulunmalıdır. Alvar İmamı gibi sürekli;

“Değildir bu bana layık bu bende

Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!” demelidir.


28 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s.485 (Bir Gece).

29 İbn Mâce, etime 30.

30 İbn Mâce, zühd 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/30.

31 Müslim, imare 152; Nesâî, cihad 22.

-+=
Scroll to Top