GÜNAH, BELA VE DUA

Millet olarak da bütün bir insanlık olarak da çok kritik bir dönemden geçmekteyiz. Bir taraftan kader-denk noktalarının (dönüm noktalarının) çok iyi değerlendirilmesine ve çok isabetli kararların alınmasına, diğer yandan da Allah’a çok dua edilmesine ihtiyaç var. Genel problemler, sadece kendisiyle meşgul olan ve kendi dertlerine takılan insanları çok alâkadar etmeyebilir. Onlar, şöyle böyle kendi yaşayabilecekleri kadar bir zemin de bulabilirler. Fakat içinde bütün insanlığı yaşatan mustaripler, geniş dairede meydana gelen her bir problemi doğrudan kendileriyle alâkalı gördüklerinden, kocaman bir coğrafya bile onlara yeterli gelmeyebilir.

Kur’ân’da, başımıza gelen bela ve felaketlerin sebebinin, kendi yaptığımız hata ve işlediğimiz günahlar olabileceği ifade edilir.109 Dolayısıyla ister şahıs ve aile isterse ülke ve insanlık plânında maruz kalınan musibetler karşısında kendimizi sorgulamalı, tevbe ve istiğfar ile Allah’a yönelmeliyiz. Zira dar veya geniş dairede maruz kalınan sıkıntılar, bizim bir kısım hata ve kusurlarımızdan kaynaklanıyorsa, farkında olarak veya olmayarak, Allah veya kul hakkına girmişiz demektir. Bu sebeple evvela nefsimizi sorgulamalı, tespit ettiğimiz yanlışlarımızı düzeltme ve telafi yollarını araştırmalı, sonra da Allah’tan af ve mağfiret talebinde bulunmalıyız. Nitekim Kur’ân’da yer alan peygamber dualarının bize talim ettiği hakikat de budur. Hz. Musa (aleyhisselam), hata ile birinin ölümüne sebebiyet verdiği için, رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي “Ya Rabbi, ben nefsime zulmettim, kendime yazık ettim, bağışla beni!”110 sözleriyle Cenab-ı Hakk’a içini döküyor, kendisi için takdir ve tayin buyrulan çerçevenin dışına çıktığını ifade ediyor ve Allah’tan bağışlanma diliyordu.

Aynı şekilde Hz. Yunus (aleyhisselam), لَآ اِلٰهَ اِلَّآ اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.”111 diyerek enbiyâ-i izama mahsus küçük bir zelleyi bile büyük görüyor ve bunu “zalimlerden oldum” ifadeleriyle vurguluyordu.

Keza Hz. Âdem (aleyhisselam رَبَّـنَا ظَلَمْنَآ اَنْـفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَـنَا وَتَـرْحَمْنَا لَـنَـكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, kendimize yazık ettik. Eğer merhamet edip bizi bağışlamazsan kaybedenlerden oluruz.”112 sözleriyle yerine getirmekle vazifeli olduğu hakları ifa edemediğini, kendisi için çizilen çizginin dışına çıktığını ifade ediyor.

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’nden kendine has bir dua talebinde bulunduğunda, Efendimiz’in ona talim buyurduğu şu duanın da aynı çizgide olduğunu görüyoruz: الَلَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ “Allah’ım, ben kendime çok mu çok zulmettim. Günahları Senden başka affedecek kimse yoktur. Nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile beni bağışla ve bana merhamet buyur. Günahları bağışlayacak olan Sen, merhamet edecek de ancak Sensin!”113

Ne Allah’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği kutlu nebilerden ne de Hz. Ebû Bekir gibi nübüvvet kapısının sadık bendelerinden iradî ve kastî olarak bir günahın ortaya çıkması düşünülebilir. Fakat onlar, hâllerini Cenab-ı Hakk’a arz etmek suretiyle, “bizden kusur, Senden affetmek” gibi bir tavır ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de ısrarla üzerinde durulduğu üzere Allah kullarına zerre miktarı zulmetmez, haksızlıkta bulunmaz. O’nun, kulları hakkında takdir buyurduğu her şey adildir. Eğer ortada bir zulüm varsa bu kullara aittir; ya doğrudan onların eliyle gerçekleşmiştir, ya da bir kısım yanlışları buna sebep olmuştur.

Evet, insanın Allah huzurunda ellerini açarak yaptığı haksızlık ve zulümleri itiraf etmesi, mağfiret ve merhamet edilme adına çok önemli bir vesiledir. Bu itibarladır ki, özellikle bela ve gailelerin başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdığı demlerde, mü’minlerin Cenab-ı Hakk’a yönelmeleri ve yalvarmaları daha bir önem arz eder. Bu sıkıntıları kendimizden bilmez ve sürekli dışarda başka mücrim ve zalimler aramaya yönelirsek belalar daha da devam eder. Fakat bunlardan kendimizi mesul bilir ve kusurları üzerimize alırsak Allah bize merhamet eder ve önümüze maruz kaldığımız sıkıntılardan kurtulma yolları açar.

Şunu unutmamalıyız ki, bizler peygamber değiliz. Allah, peygamberleri masum yaratmış ve onların günah işlemesine meydan vermemiştir. Günaha giden yolları kesmiş ve âdeta “Burası çıkmaz sokak” demiştir. Bu yüzden seçkin ve kutsî olarak dünyaya gelen nebilerin hayatlarında kastî bir inhiraf söz konusu olmamıştır. Nadir olarak, içtihat hatası türünden yaptıkları hatalara karşı da onları hemen uyarmış, hatalarının kalıcı olmasına müsaade etmemiştir. Onların, insanlığın önünde tam ve kusursuz rehber olabilmeleri buna bağlıdır. Bizim ise böyle bir “ismet” sıfatımız yoktur. Dolayısıyla hata ve günahlardan korunmuş değiliz. Allah’ın has kulları olan evliya ve asfiyâ derecesine ulaşsak dahi yine de hata yapabiliriz. Nitekim Bel’am İbn Baura ve Bersisa gibi, hakikat-i ulûhiyet ve hakikat-i rububiyete vâkıf nice insan devrilmiş ve Cehennem’e yuvarlanıp gitmiştir. Ne sahip oldukları bilgi ve marifet ne de daha önce işledikleri salih ameller onlara fayda vermiştir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: كُلُّ ابْنِ اٰدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her âdemoğlu hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edip hatasından dönmesini bilenlerdir.”114 Demek ki; bütün insanlar hataya açık şekilde bu dünyaya gönderilmiştir. İnsanın özünde hata işleme dürtüsü vardır. Bu şerri ehven hâle getirecek bir şey varsa o da günaha takılıp kalmadan ve onda ısrar etmeden hemen doğrulup tevbe ve istiğfara yönelmektir. Tabiat olarak hata ve günaha açık yaratıldığımıza göre, meydana gelen problemler ve sıkıntılar karşısında kendimizi tekrar tekrar gözden geçirmesini ve hatalarımızı kendi eksikliklerimize bağlayarak Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesini bilmeliyiz.

Şunu da ifade etmek gerekir ki; insanın hatalarının farkında olması onu, Allah’a karşı “alacaklı” gibi vehmetmekten alıkoyacaktır. Kusurlarını bilen ve gören insan, Allah karşısında tevazu ve mahviyetle iki büklüm olacak, ızdırap ve pişmanlıkla kıvranacak ve Allah’tan günahlarının affını isteyecektir. Henüz nail olduğu nimetlerin şükrünü dahi eda edemediğini ve Allah’ın emir ve yasakları karşısında gerekli hassasiyeti gösteremediğini düşünen bir mü’min, Allah’tan bir şey istemekten dahi haya edecektir.

Bir zatın münacatında dediği gibi, Allah’a yürekten inanmış bir mü’minin, “Allah’ım, herkes yığın yığın sevapla Sana geliyor, ben de belimi iki büklüm eden günahlarımla Sana geldim.” diyerek Allah’a sığınması ve O’ndan afv ü mağfiret talep etmesi çok önemlidir. Zira böyle biri, Allah karşısında haddini bilir, sürekli temkinle yaşar, secdede yüzünü yerlere sürerek bağışlanma talep eder. Allah’a karşı iddialı tavırlara girmez, küstahlıktan uzak durur. Bir an olsun kulluk şuurundan ayrılmaz. Allah’ın başımızdaki bela ve musibetleri def’ ü ref’ etmesi (ortadan kaldırması, uzaklaştırması) adına böyle bir tavır, nezd-i ulûhiyette çok hora geçecek bir durumdur.

Bilindiği üzere Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam), insanları muzdarip eden kıtlık ve kuraklık gibi musibetler karşısında yağmur duasına çıkılmasını ve orada Allah’ın rahmetine vesile olacak şekilde dua edilmesini tavsiye etmiştir.115 Bu cümleden olarak yağmur duasında eller, ellerle beraber elbiseler ters çevrilir, çocuklar ve yaşlılar dua yerine götürülür, hatta imkân varsa hayvanlar bile oraya sevk edilir. Cenab-ı Hak her şeye, kullarının her hâline nigâhbandır; fakat yine de nasıl bir derbederliğe ve perişanlığa maruz kalındığı hâl diliyle O’na arz edilir.

Cenab-ı Hak, günahlarımız yüzünden bizi imtihanlara maruz bırakıyorsa bize düşen, tevbe kurnalarına koşarak temizlenmeye ve arınmaya çalışmak, dua dua Allah’a yalvarmaktır. Dua ederken ağzımızdan dökülen her kelime, kalbimizin sesi olmalıdır. Önceden ezberlediğimiz talâkatli sözlerle edebiyat yaparak, şatafatlı kelimelerle suniliğe düşerek değil; bilakis saf, duru ve heyecan dolu gönlümüzle Rabbimize teveccüh etmeli, ihlâs ve samimiyetimizi ortaya koyabilmeliyiz.

Şahsî suç ve günahlarımız umumi sıkıntılara sebep olabilir. Herkesin bu noktada kendisini gözden geçirmesi gerekir. Bazı insanlar vardır ki toplum için âdeta birer ümit âbidesidir. Millet, ümidini onlara bağlamış, onların hizmetleriyle güzel şeyler olacağına, yeni doğumların gerçekleşeceğine inanmıştır. Onların gerekli temsili ortaya koyamamaları, konumlarının hakkını verememeleri, yanlış yapmaları, hatalı yollara girmeleri toplumda ciddi sarsıntı meydana getirir. Âdeta gemilere yol ve yön gösteren fenerler sönmüş olur. Bu yüzden o gemilerin gidip nereye aborda olacağı belli olmaz. Bu açıdan belli noktaları tutmuş insanlardaki kıvam kaybı, topyekûn merhamet-i ilâhiyenin kesilmesine bile sebep olabilir. Hiçbirimiz peygamber değiliz. Hepimiz hata edebiliriz. Yaptığımız hatalar da birer musibet hâlinde geri dönebilir. Bundan hiç tereddüdünüz olmasın.

Hz. Pîr, ihlâs kulesinin başından düşen kişinin düz bir zemine değil, derin bir çukura düşmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu ifade ediyor.116 Çünkü kişi ne kadar iltifat ve nimete mazharsa düştüğü zaman kötü bir zemine düşme riski de o kadar fazladır. Harem odasına alınmış biri, orada küçük bir küstahlık yaptığında, koridora veya salona çıkarılmakla bırakılmaz, kapının önüne atılır. Bu itibarla hatalar, konuma göre daha farklı bir boyuta ulaşır. Hataların büyük veya küçük olması şahıslara göre değişebilir. Bunu ifade etme adına şöyle demişlerdir: “Hasenatü’l-ebrâr seyyiatü’l-mukarrabîn” yani ortalama salih insanların sevapları, Allah’a yakınlaşmış has kullar (mukarrabin) için günah bile olabilir.

Bazen de belalar ve musibetler, bütün bir milletin başına, fasıkların ve zalimlerin işlemiş olduğu melanetlerden ötürü gelir. Eğer bir toplumda hırsızlık ve yolsuzluk başını almış gidiyor, fuhşun önüne geçilemiyor, yalan sıradan bir durum sayılıyor, nifak ve ikiyüzlülük prim yapıyor, zulüm ve haksızlıklar işleniyor, yaşanan bunca dejenerasyona başkaları da sessiz kalıyor ve bunları umursamıyorsa bütün bir toplum maddî-manevî âfetlere maruz kalabilir. Hz. Musa’nın Cenab-ı Hakk’a soru üslubuyla şu yakarışı da buna işaret eder: اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَـهَآءُ مِنَّاۚ “Aramızdaki akılsızların yaptıklarından dolayı bizi helâk eder misin Allah’ım?!”117

Şu âyet-i kerime de bu mânâyı destekler: وَاتَّـقُوا فِـتْـنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْـكُمْ خَآصَّةًۚ وَاعْلَمُوٓا اَنَّ اللهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ “Öyle bir fitneden sakının ki o, hususi olarak içinizden yalnız zulmedenlerin başına gelmez (hepinize dokunur). Biliniz ki Allah’ın cezası şiddetlidir.”118 Hazreti Bediüzzaman bu âyeti, Erzincan ve İzmir’de meydana gelen büyük zelzeleler münasebetiyle yazdığı zelzele bahsine serlevha yapmıştır.

Toplum, musibetler vesilesiyle zalimlerden ve fasıklardan arınmış olur. Yaşanan olumsuzluklar karşısında tavır göstermelerine rağmen durumu değiştirmeyi başaramayan masumlar da vefat etmeleri hâlinde şehit olarak öbür tarafa yürürler. Yaşanan haksızlık ve günahlara destek olan veya bunlar karşısında susan dilsiz şeytanlar ise günahkâr zümre ile helâk olur, giderler. Fakat imanlarına, niyetlerine ve amellerine göre âhiretteki azaplarının ağırlığı farklı farklı olur. Çünkü Cenab-ı Hak, ne seviyede olursa olsun, iman ve amel-i salihi zayi etmez, mutlaka mükâfatlandırır.

Yukarıdaki âyet-i kerimede ifade edildiği üzere, Allah şedidü’l-ıkâb (cezası şiddetli) olduğu gibi erhamü’r-râhimindir (en büyük merhamet sahibi) de. Bu sebeple cezalandırmada acele etmez. Belki bin türlü imhalden (süre vermeden) sonra bunu yapar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: إِنَّ اللهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ“Allah zalime mehil üstüne mehil verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflâh etmez.”119 Bunun akabinde de şu âyeti hatırlatır: وَكَذٰلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَآ اَخَذَ الْقُرٰى وَهِىَ ظَالِمَةٌۜ اِنَّ اَخْذَهُ ٓاَل۪يمٌ شَد۪يدٌ “Halkı zalim olan beldeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin derdest etmesi işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azabı pek acı, pek çetindir!”120

Süre vermenin içinde farklı tembih ve uyarılar da vardır. Allah, zalimlerin akıllarını başlarına almaları için farklı farklı tekvinî emirlerle, eşya ve hâdiselerin diliyle onları ikaz eder. Bazen yağmuru kesip kuraklık yaşatarak onlara zımnen “Kendinize gelin!” der. Bazen ekonomik bir krizle onları sarsar. Bazen arzî ve semavî musibetler gönderip onları gaflet uykusundan uyandırır. Bazen din adına hayatı yaşanmaz hâle getirerek, “Ülkenize, milletinize, dininize, değerlerinize sahip çıkın” der… İnananlar, eşya ve hâdiselerin dilinden anlamaz, zulüm ve günahlarına son vermez ve akıllarını başlarına almazlarsa –Allah muhafaza– başlarına sağanak sağanak musibet, âfet ve bela yağdırır.

Zalimler hem bu dünyada hem de öbür tarafta müstahak oldukları cezayı çekerler. Onların arasında bulunan iyiler ise, bu dünyada cezalarını çekmiş olacakları için âhirete bir şey kalmaz. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz. Bilemiyoruz, belki de geçmiş kavimlerde olduğu gibi, sağlam iman etmiş olanlara özel bir kurtuluş ihsan eder ve onları daha sonra önemli vazifelerde de istihdam eder Onlar, Din-i Mübin-i İslâm adına istikbal vadediyorlarsa, Allah bir yeri helak ederken, onlara necat verebilir. Ölen ölürken, ezilen ezilirken, bazıları da ayakta kalır. Allah, geriye bıraktıklarını başka sahalarda, başka işlerde istihdam eder.


109 Şûrâ sûresi, 42/30.

110 Kasas sûresi, 28/16.

111 Enbiyâ sûresi, 21/87.

112 A’râf sûresi, 7/23.

113 Buhârî, ezan 149; tevhid 9; daavat 16; Müslim, zikr 47, 48.

114 Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30.

115 Buhârî, İstiska 1, 4, 15, daavât 24; Müslim, salâtü’l-istiskâ 1-4.

116 Bediüzzaman, Lem›alar, s.204 (Yirmi Birinci Lem›a).

117 A’râf sûresi, 7/155.

118 Enfâl sûresi, 8/25.

119 Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61.

120 Hûd sûresi, 11/102.

-+=
Scroll to Top