H. “İHDİNA’S-SIRÂTA’L-MÜSTAKÎM” ÂYETİ

Allah’a karşı kulluk, çaplı insanların işidir. Fert tek başına değil, ancak dayandığı, itimat ettiği ve bağlandığı cemaatle beraber, Allah’ın azametine uygun bir kulluk takdim etmiş olacaktır. İşte kul, ihtiyaçlarını, aczini, fakrını anladığı böyle bir anda اِهدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demek suretiyle ilâhî yardımların beklentisi içinde yardımı sadece Cenâb-ı Hak’tan istiyor. İsterken de, kendisi için en önemli yardımın ne olacağını bilemediğinden, Allah (celle celâluhu), rahmetinin eseri olarak ona en evvel istemesi gerekeni öğretiyor ve kuluna اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demesini buyuruyor.

Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın hidayeti olmadan ne ferdî ve ruhî hayatını düzene koyabilir, ne de ailevî ve içtimaî hayatını. Bütün bunlar Allah’ın hidayet vermesine bağlıdır.

İnsan ruhunun analizi ve incelenmesi; zaaf ve faziletleriyle onu anlama beşerî ölçülerle yapılınca, netice daima hatalı ve eksik olacaktır. Hâlbuki bu mevzuda ölçü olarak ilâhî prensipler kabul edildiği takdirde, hakikat anlaşılıp idrak edilecek ve ruha ait karanlık kalan kısımlar da gün ışığına çıkıp aydınlanacaktır.

Aile yapısı da ilâhî prensiplere göre ayarlanmalıdır. Aksi düşünce ve faraziyelerin, aile hayatını ne hâle getirdiği herkesin ve her kesimin malumudur.

Gerçek cemiyet de, hakikî mânâsıyla ancak ilâhî prensipler çerçevesinde kurulabilir. Zira ittifak ancak ve ancak hüdâdadır. O’nun dışında temin ve tesis edilen ittifaklar, geleceği olmayan gizli ve korkunç ihtilaflardır.. dolayısıyla da böyle ihtilaflarla kurulmuş bir cemiyete cemiyet denemez.

İşte bütün bu aksaklıkların giderilip, en uygun ve münasip olanın keşfedilebilmesi için Cenâb-ı Hakk’ın hidayeti zarurîdir. Onun içindir ki, bizler, O’ndan bizi yolların doğrusuna hidayet etmesini istiyor ve اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz.

a. Hidayet Ne Demektir?

Hidayet, çok muhtaç olan insana, bütün ihtiyaçlarına kâfi gelecek şekilde Allah’ın cevap vermesidir. اِهْدِ kelimesi Arapça’da emr-i hâzırdır. Emirler, yukarıdan ve büyükten, bir fiilin meydana gelmesini cebren gerektiren cümlelerdir. Yani bir talebin emir olabilmesi için, o talebin yukarıdan ve büyükten gelmesi ve aynı zamanda bir fiilin yapılmasını zarurî kılar mahiyet arz etmesi lâzımdır. Eğer bu, aşağıdan yukarıya, küçükten büyüğe bir talep şeklinde olursa, buna “recâ” ve “dua” denir. Ve yine bu talep emsal arasında cereyan ederse, ona da “iltimas” adı verilir.

اِهْدِ kelimesinde bu üç şekilden ikinci husus bahis mevzuudur. Yani aşağıdan yukarıya, küçükten Büyükler Büyüğü’ne bir dua ve yakarış, bir recâ ve niyazdır. Biz اِهْدِ ile kendi hakkımızda istediğimiz şeyi başkaları için de istiyoruz. Hidayet, insanı, matlubuna tatlılıkla iletme, ulaştırma, tutup götürme, hatta icabında neticeye kadar beraber bulunma mânâsına gelir ki; tefsircilerin, delâlet-i gayr-ı mûsile (ulaştırmayan yol gösterme) karşılığı delâlet-i mûsile (ulaştıran yol gösterme) dedikleri de işte budur.

Mânâsı şudur: Birisi tam matluba ulaştırıyor, diğeri ise ulaştırmıyor. Allah yardım ediyor. Yolunu gösteriyor, “Bu yoldan gidersen Cennet’e varırsın.” diyor. Bir de elimizden tutuyor, lütfediyor, göz açıp kapayıncaya kadar dahi bizleri arzularımızla, hislerimizle, kaprislerimizle baş başa bırakmıyor. Buna da “ulaştırıcı delâlet” diyoruz. Bizi azdırmıyor, saptırmıyor, azıp sapmamıza meydan vermiyor.

اِهْدِنَا kelimesini dilimize tercüme etmek istediğimiz zaman “Bize hidayet ver.” sözü, yanlışlar arasında doğruya en yakın bir tercüme olur. “Bizi doğru yola ilet.” sözü çok yavandır. Çünkü hidayetin mânâsı sadece iletme değildir. Tatlılıkla insanı arzu ettiği şeyin yanına götürme, bazen da sonuna kadar beraber gitme mânâsındadır.

Hâlbuki iletme bunu ifade etmez. “Elimizden tut bizi şuraya götür.” sözü de, hidayetin karşılığı olamaz. Bunda da, tatlılık meselesi ifade edilememiş olur. Onun için hem tatlılık meselesini, hem elden tutmayı, hem de hidayetin onun nazarına arz edilmesi mânâsını bir arada ifade eden اِهْدِنَا kelimesine verilse verilse, “Bizi hidayet et, bizi hidayete erdir.” şeklinde bir mânâ verilebilir…

b. Hidayet Çeşitleri

Hidayet, Arapça olup, hem müteaddî (geçişli) hem de lâzım (geçişsiz) olarak kullanılır. Bunda da ince bir nükte vardır; o da, bunlardan birisi vasıtalı, diğeri de vasıtasız hidayettir.

Bazen olur ki, hidayet için bütün vasıtalar hazır olduğu hâlde, insan hidayete eremez. Hâlbuki bazen, hiç de müsait olmayan şartlar içinde hidayete erilebilmektedir.

Hz. Nuh’un oğlu, bir nebi ocağında doğup büyüdüğü hâlde, hidayetten nasibdâr olamazken, Âzer’in evinde Hz. İbrahim, Firavun’un hanesinde de Hz. Musa yetişir ve birer büyük peygamber olurlar. İşte bütün bunlar bize vasıtalı ve vasıtasız hidayeti anlatmaktadır. Cenâb-ı Hak, “Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır.”1 O’nun hidayeti de böyledir. Ve O; bize nâmütenâhî hidayet etmiştir.

Evvelâ: Ruhanî ve cismanî iradelerimizle dilediklerimizi bize vermiştir. Evet, biz bir ruh bir de cisimden oluşmaktayız. Bu cismanî ve ruhanî iradelerimizin tevfiki tamamen Allah’ın hidayetidir. Ruh ve cisim ayrı birer âlemdendir. Âdeta ruhun ayrı, cismin ayrı birer irade ve isteği ve ayrı birer temayüzleri vardır. Bu istek ve bu iradeyle insan, tamamen Allah’ın hidayetiyle bir araya gelmiştir. Ve insan huzur ve saadete gidecek yolu da ancak bunlarla kazanabilir. Allah insanın aklî kuvvetiyle tabiî kuvvetini birleştirip bütünleştirmekle hidayet etmiştir. Yoksa akıl tuğyan ederdi. Nice akıllı ve sağlam muhakemeli kimseler vardır ki bunlar, Allah, kitap tanımıyor ve Kur’ân karşısında Firavunluktan Firavunluğa giriyorlar. Allah’ın, akıllarını hidayete erdirdiği kimseler hakkındaki hidayet ise, aklı aradığına, hedefine ve sevdiğine ulaştırma şeklinde olmuştur. Ayrıca bizim, bir de tabiata dönük yönümüz, mânâ ve mahiyetimiz var. Allah (celle celâluhu) bunu da hedef ve aradığına ulaştırmış ve bizi bir ağaç, bir ot gibi yapmamıştır. Bu da Allah’ın ayrı bir hidayetidir.

Allah, hakkı bâtıldan ayırmak suretiyle de hidayet etmiştir. وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ2 âyeti bu hususu anlatıyor. Hak ve bâtıl, fesad ve salâh apaçık gösterilmiş ve her iki yolun gösterilmesiyle insana hidayette bulunulmuştur. Allah (celle celâluhu): لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا3 buyurmakta ve insanları kendi yoluna hidayet edeceğini söylemektedir. Kitap ve peygamberlerin gönderilmesi de hidayet şekillerindendir. إِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ4 âyetiyle وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا5 gibi âyetler bize daha değişik hidayet vasıtalarının olduğunu anlatırlar.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki biz, zerreler âleminden canlılar âlemine, canlılar âleminden insanlık âlemine kadar her basamakta Allah’ın bir çeşit hidayetine mazhar olmuşuz. Bu noktada durup “Allah’ın insanlar hakkında hidayeti sonsuzdur.” desek değer. Vahiy, ilham, esrarın çözülmesi ve eşyanın hakikatinin ortaya çıkması, doğru rüyalarla bir kısım hususların tebliğ ve telkin edilmesi gibi hususlar da, Allah’ın diğer hidayetleridir. Fakat bu hidayet nebi ve velilere ait olduğundan hususîdir. Onun için herkes vahiyden ve ilhamdan istifade edememiştir.

Biz, اِهْدِنَا derken bütün bu mânâları ihtiva edecek ve Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlığı kuşatan terbiyesi içinde ve birçok eğri-büğrü yollar arasında, tek doğru yol olan İslâm’a hidayet edilişimizin nasıl büyük bir lütuf ve nimet olduğunu anlamaya çalışacağız. Evet, zerreler âleminden canlılar âlemine kadar pek çok berzah ve engellerden geçen bizler, daha sonra da, insanlık âlemine gelinceye kadar yine birçok berzahlardan geçtik. Ancak bunların hiçbirinde bizim zerre kadar rolümüz olmadı. Ve hep hidayet üzere bulunduk. Bizden çok daha akıllı ve kabiliyetli milyonlarca insan sapıklık içinde bocalarken, ayrı bir hidayet imdadımıza yetişti ve İslâm diniyle şereflendirildik. Varlığın en şereflisi, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olduk. Bunlar ve bunlar gibi Rabb’in sonsuz hidayeti karşısında, O’na hamd ve tesbihlerimizi arz ediyoruz.

c. “es-Sırât” Kelimesi

اَلصِّرَاط : Bu kelimenin başında harf-i tarif (belirlilik takısı) vardır. Bu harf-i tarif, ya “ahd” içindir ki اَلصِّرَاط, belli yol demektir. Öyle belli yol ki; bizden evvel milyonlarca salih insan, binlerce peygamber ve yüzbinlerce veli o yoldan geçmişlerdir. İşte اَلصِّرَاط böyle belli ve herkesin anlayacağı bir yoldur. Veya “cins” için olur ki o zaman ana yol, mutlak mânâda geniş bir yol, herkesin yürüyebileceği bir yol mânâsına gelir.

اَلصِّرَاط kelimesindeki ص harfi esasen س ’dir. Fakat ر ’nın kalın okunuşu ve ط harfine uyumu için ص hâline gelmiş ve اَلصِّرَاط olmuştur. Hz. Osman’ın toplattığı Kur’ân’da ve âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre اَلصِّرَاط ’da ص vardır.

اَلصِّرَاط kelimesi, inişli çıkışlı, bazen dar, bazen geniş, geçmesi, aşması zor bir yol mânâsına gelir. İnişiyle, çıkışıyla bazen dar, bazen geniş keyfiyetiyle sanki bize, Allah’ın rızasına giden ve geçilmesi çok zor olan bir yolu ve Cehennem üzerine kurulan ve insanların Cennet’e girmek için muhakkak üzerinden geçmekle sorumlu oldukları “Sırat”ı hatırlatmaktadır.

Burada istidradî (antrparantez) bir hususa temas etmekte fayda var. Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını tam anlayabilmek için kelimelerin mânâlarını, onlara dayalı yan mânâları, işaret ettikleri hususları ve delâlet ettikleri cihetleri anlamak şarttır. Bunlar bilindiği zaman Kelâmullah’ın her bir âyeti, gökteki bir sistem veya bir yıldız gibi uzaktan uzağa bize göz kırpmaya başlayacaktır. Ve biz, Kur’ân’ın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacağız. Osman Gazi, Kur’ân karşısında sabaha kadar el-pençe divan duruyor, Hz. Ebû Bekir sabaha kadar gözyaşlarıyla onu okuyor, Hz. İkrime her gün onu yüzüne gözüne sürüyor, “Rabbimin Kelâmı” diye inliyor ve Kur’ân’a karşı saygı ve terbiye arzında bulunuyorsa,6 bunları sırf zarfa yapılan tâzim şeklinde anlamak doğru değildir. Belki onu, Kur’ân’ın kelimelerindeki derinlikte, mânâlarındaki genişlikte ve Allah kelâmı olması mânâsında aramak gerekir.

Allah Hakîm’dir. O kendisini bize anlatırken:حٰمۤ۝تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ diyor. Yani “(Dikkat edin, size esrarengiz bir şey anlatacağım.) Bu Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyan, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından indirilmiş bir kitaptır.”7 Demek ki Allah (celle celâluhu) kâinatı hikmetle yarattığı ve her şeyde bin fayda ve maslahat gözettiği gibi, kelâmında da bin hikmet gözetmiştir. Öyleyse derinlemesine Allah’ın kelâmına ne kadar dalınırsa yeridir. Zira her kelimenin altında çok mânâlar vardır. Binaenaleyh biz اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ derken işte bu açıdan kelimeleri derinlemesine ele alıp tahlil etmemiz icap ediyor.

Mevzumuz olan âyette اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ tabiri kullanılıyor. Hâlbuki Arapça’da bu kelimenin eş mânâlısı çok lafız vardır. Meselâ: Sebîl, tarîk ve menhec gibi. Neden acaba, diğerleri değil de “sırat” kelimesi seçilmiştir? Ayrıca “müstakîm” kelimesinin yerine “müstevî” veya bu mânâya gelen başka bir kelime seçilebilirdi. Fakat öyle olmamış da, “müstakîm” kelimesi kullanılmıştır. İşte Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu kitabında bu kelimelerin tercihi iyi anlaşılmalıdır ki, murad-ı ilâhî de idrak edilebilsin…

Kur’ân-ı Kerim, bir kelimeyi söylerken ilk defa, o kelime, bulunduğu yer itibarıyla bir mânâ ifade etmektedir. Bir de kuşattığı daha pek çok mânâlar vardır ki, bunları Arapça’da; takyît, tahsîs, ta’mîm, ıtlâk şeklinde ifade ediyoruz. Bazen olur ki, o kelime çok geniş mânâları ifade ettiği hâlde, bir mânâ ile irtibatlandırmamız icap eder. Bazen de olur ki, onu ta’mîm etmemiz, yani bütün mânâlarıyla ele almamız gerekir. Onun için اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dediğimiz zaman umumî mânâsıyla mı, hususî mânâsıyla mı, ıtlak adı altında mı, yoksa bir kayıtla mı ifade edeceğiz? Bunları anladığımızda bir taraftan Allah’a karşı kulluğumuzun, bir taraftan hidayet talebimizin ve bir taraftan da cemaat hâlinde yaşamamızın, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerine dayalı olduğunu göreceğiz.

d. Sırat-ı Müstakîm

اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ’nin tefsirinde şu mânâları görüyoruz: Orta yol, hak yol, şeriat, İslâm, Allah Resûlü ve ashabının yolu, Cennet yolu ve Cehennem köprüsü…

Bütün bu mânâları Resûl-i Ekrem çeşitli hadislerinde ifade buyurmuşlardır. Kısaca İbn Ebî Hâtim’in, Hz. Ali’den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Sırat-ı müstakîm: Kitabullahtır.”8 der. Böylece kul: “Allahım, beni Kendi kitabına hidayet et, Kur’ân’ındaki maksatları anlamaya muvaffak kıl.” demiş oluyor. Öyleyse bu açıdan اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Kur’ân-ı Kerim’dir ve kul, Kur’ân-ı Kerim’i istemektedir. Keza, Tirmizî ve Dârimî’nin rivayet ettikleri hadiste: وَهُوَ حَبْلُ اللّٰهِ الْمَتِينُ وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الصِّرَاطُ الْمُسْتَقِيمُ “Zira o, Allah’ın en sağlam ipi (hablü’l-metin)dir. O, hikmet edalı hatırlatan bir beyan.. ve Hakk’a ulaştıran bir yoldur…”9 denilmiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki “Sırat-ı Müstakîm” Azîz ve Hakîm olan Allah’tan bize gelmiş, yani ötelerden elimize uzatılmış nuranî bir iptir. O’na tutunduğumuz ve Allah’tan, Kur’ân’a tutunmayı istediğimiz zaman saadete erecek, insanî semalara çıkacak, insanî rüşdü elde edecek ve Allah’ın tevfîkine mazhar olacağız. Yine hadiste ifade edildiği gibi “Sırat-ı Müstakîm” Allah kelâmıdır. Kul, onunla ilâhî maksatları anlayacak, gereğince hareket edecek ve Allah’ın lütfuyla, Cennet’e girme hakkını kazanacaktır. Ahmed İbn Hanbel’in rivayet ettiği ayrı bir hadis-i şerifte Nevvâs b. Sem’ân Hazretleri Allah Resûlü’nün şöyle buyurduklarını naklediyor:

ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا، وَعَلَى جَنْبَتَيِ الصِّرَاطِ سُورَانِ، فِيهِمَا أَبْوَابٌ مُفَتَّحَةٌ، وَعَلَى الْأَبْوَابِ سُتُورٌ مُرْخَاةٌ، وَعَلَى بَابِ الصِّرَاطِ دَاعٍ يَقُولُ: يَا أَيُّهَا النَّاسُ! اُدْخُلُوا الصِّرَاطَ جَمِيعًا، وَلَا تَتَفَرَّجُوا، وَدَاعٍ يَدْعُو مِنْ جَوْفِ الصِّرَاطِ، فَإِذَا أَرَادَ يَفْتَحُ شيْئًا مِنْ تِلْكَ الْأَبْوَابِ، قَالَ: وَيْحَكَ لَا تَفْتَحْهُ، فَإِنَّكَ إِنْ تَفْتَحْهُ تَلِجْهُ، وَالصِّرَاطُ: اَلْإِسْلَامُ، وَالسُّورَانِ: حُدُودُ اللّٰهِ تَعَالَى، وَالْأَبْوَابُ الْمُفَتَّحَةُ: مَحَارِمُ اللّٰهِ تَعَالَى، وَذٰلِكَ الدَّاعِي عَلَى رَأْسِ الصِّرَاطِ: كِتَابُ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ، وَالدَّاعِي فَوْقَ الصِّرَاطِ: وَاعِظُ اللّٰهِ فِي قَلْبِ كُلِّ مُسْلِمٍ.

“Allah sırat-ı müstakîmi size şu misalle anlatıyor: O, inişli çıkışlı bir köprü ve bir yoldur. Ve o köprünün kenarlarında sur ve sınırlar, bir de dışarıya açılan kapı ve pencereler vardır. Kapıların üzerinde de örtülmüş örtüler mevcuttur. Her kapının yanında birisi: ‘Ey İnsanlar! Doğru yola girin ve zinhar eğri büğrü yaşamayın!’ demektedir. Bir de köprünün üzerinde birisi vardır ki, o da, insan o kapılardan birisini açıp dışarıya çıkmak ve dışarıya bakmak istediği zaman: ‘Sakın kapıyı açma!’ der. Dikkat edin, Sırat, o inişli çıkışlı yol, İslâm’dır. Etrafındaki surlar, Allah’ın tayin buyurduğu şeriat sınırlarıdır. O kapılar da haramlardır. Allah’ın yasak ettiği şeylere o kapılardan çıkmakla girilir. (Onun içindir ki hadislerde, “Ahir zamanda çıkacak Deccal ve Süfyan’ı görmek üzere başını dışarıya çıkaran kimselerin boynuzları çıkacak ve bir daha kafalarını içeriye alamayacaklar.” şeklinde zayıf da olsa rivayetler var… Yani insan başını şeriatın sınırları dışına çıkardığı zaman bir daha içeriye alması belki de çok müşkil olacaktır. O kapılar Allah’ın haramlarıdır.) Sırat üzerinde bağırıp çağıran ve doğru yola girilmesini emreden, Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyan’dır. Sırat üzerinde seslenen ise Müslümanın vicdanıdır.”10

Vicdan, Allah’ın yasak ettiği şeylerin mahiyetindeki çirkinliği görerek hep tiksinti duyar. Küfür ve dalâlet içinde bulunan bir kalbin kalak ve ızdıraplarını ancak o hisseder. Evet, insan dalâlete, küfre başını uzatacağı zaman daima vicdanının iniltisini duyar. Öyleyse siz bir taraftan Kur’ân’ın nidasına kulak verin, beri taraftan da vicdanınızı dinleyin. Kur’ân’ın ışığı altında, Allah’ın size misal olarak îrad buyurduğu Sırat üzerinde sağa-sola sapmadan, harama açık kapılardan başınızı dışarıya çıkarmadan, Allah’ın çektiği o perdeleri kaldırmadan, yasak sınırına yaklaşmadan bu yolu geçmeye çalışın..!

Ard arda arz ettiğim bu hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, sırat-ı müstakîm dediğimiz zaman maksat ve murad-ı ilâhî neyse, bizim burada düşündüğümüz bu kelimenin delâlet ettiği mânâlardan ancak tâlî bir mânâdır. Biz de bunu kelimenin sıfatlarından bir tanesi olarak kabul ediyoruz.

Evet, sırat-ı müstakîmin bir mânâsı şeriattır; biz اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ derken “Allahım, bizi şeriata ulaştır.” diyoruz. Bir mânâsı da İslâmiyet’tir. Bu mânâya göre de اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allahım, bizi İslâmiyet’e ulaştır.” demektir. Üçüncü bir mânâsı, doğru yoldur. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile “Allahım, bizi doğru yola ulaştır.” denmek istenmektedir. Ve nihayet Sırat-ı Müstakîm, mutedil kimselerin mutedil yolu demektir. Bu mânâda da اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ derken “Bizi ifrat ve tefrite (aşırılıklara) düşmeyen kimselerin yoluna ulaştır.” demekteyiz. Binaenaleyh ilk bakışta اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile birbirine muhalif taleplerde bulunuluyor gibi görünse de, aslında burada birbirinden farklı şeyler istenilmemektedir. Zira burada ıtlâk, takyîd, ta’mîm veya tahsîs meseleleri bahis mevzuudur.

Sırat-ı müstakîm, doğru yoldur. İslâm ve şeriat da doğru yoldur. Ve bunların hepsinde ifrat ve tefritten korunmuşluk vardır. Öyleyse bunlar birbirini tamamlayıcı kelimelerdir. Yani İslâm veya şeriat deyince zaten bu kelimenin içinde doğru yol, ifrat ve tefritten uzaklık kasdolunmaktadır. İslâm, en doğru yoldur. Çünkü O, Allah’ın kanunlar mecmuasıdır. Allah’ın çizdiği çizgiden başka doğru yol düşünmek, doğrunun ne demek olduğunu bilmemenin ifadesidir.

Meseleyi bir başka ifade ile anlatacak olursak: Sırat-ı Müstakîm doğru ve geniş bir yoldur. O, ne tarîk, ne sebîl ve ne de menhectir. Sırat-ı Müstakîm, bir taraftan doğru bir şehrâh, herkesin gideceği bir yol, bir taraftan da vicdanî bir mânâdır. O, bizim fikir ve meyillerimizi, üzerinde cereyan ettiği esaslarla bizi tam muradımız olan hayra sevk eden, ilmî-amelî, nazarî-fikrî apaçık bir yoldur.

Şimdi, إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ denilip Cenâb-ı Hak’tan yardım istenildiğinde, –insanın gönlündeki hususlar mücerrettir– mutlak mânâda bir yardım kasdolunmaktadır. Hâlbuki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile bu tecrid, tayin edilerek müşahhas hâle getirilir. Bu müşahhas ifadenin altında ise şöyle bir talep sezilmektedir: “Meyil, düşünce ve hissiyatımızı hareket ettirip, bizi muradımızın en hayırlı olanına erdir.. ve bizi ilmî, amelî ve nazarî olarak aradığımıza ulaştır. Bizi dünya hayatında sürçtürme ve rızan istikametinde daim ve kaim eyle…”

Belâgat ilminden az nasibi olan kimse, bu iki âyet arasındaki âhenk ve tenasübü zevk ederek, ruhunda derin bir huzur aydınlığına ulaşır ve bu huzur aydınlığında, dileme ve dilenmenin esas mahiyetini kavrar.

Esasen bütün yollar, Allah’tan gelir ve Allah’a gider. Allah’a gitmeyen yol yoktur. Çünkü kâinatta birbirinin içinde, eğri büğrü veya düz bütün yollar, Allah’ın kanunlarının cereyan şeklinden ibarettir. Bir yol vardır içki içilir, bir yol vardır zina edilir, bir yol vardır o yolda insan öldürülür. Bütün bu yollar Allah’ın kanunudur. Ama bu yolların bazısından Allah’ın gazabına, bazısından da Allah’ın rızasına gidilir. Kâinatta, yerine, konuluşuna ve ilgili olduğu şey ve hâdiseye istinat edilen kanunlar vardır. Fakat ilim adına cehl-i mürekkeb içinde bulunan bazı insanlar, belki de kasdî olarak, aslında kâinatta var olan bu kanunların sadece varlığından haber veren insanlara, bu kanunların mucidi adını vermişlerdir. Hâlbuki bütün kâinatın ve kâinattaki kanunların şehadeti ile kâinatı ve kâinattaki kanun ve hâdiseleri vaz’ ve icat eden Vâzı-ı Hakikî ve Mucid, yalnız ve yalnız Allah’tır (celle celâluhu). Bu kanunların varlığından haber veren bir insana hiçbir zaman mucit denemez. Bu, büyük bir hatadır. Esasen kâşif de denemez. İlle de bunlara bir şey demek icap ediyorsa; o da hatanın en hafifi ve doğruya en yakını yine “kâşif” kelimesi olmalıdır. Çünkü kâinatı bir fabrika hâlinde kuran, bir saat gibi işlettiren ve ta ölüme kadar uzayıp giden bu yolu vaz’eden Allah’tır.

Niçin insanın başı koptuğu zaman ölüyor? Çünkü bu, Allah’ın bir kanunudur… Kanun, Allah’tan gelir, Allah’a gider. Ama bazısının gelişi Allah’tandır da, gidişi Allah’ın gazabınadır. Ve yine kanun da vardır ki Allah’ın lütfuna gider. Namaz kılma, sadaka verme, iyilik yapma hep birer kanundur ve hepsi Allah’ın rızasına giderler. Öyleyse biz kâinatta hayrın-şerrin, güzelin-çirkinin, insanın içinde hoşnutluk veya burkuntu hâsıl eden her şeyin iç içe olduğunu görüyor ve bütün bu iç içe olan şeylerin ötesinde Allah’ın tasarrufunu müşâhede ediyoruz.

“Kanunlar Allah tarafından vaz’edildi.” diyor ve bununla şu neticeye varıyoruz: Her hayrın yanında bir şer ve her şerrin yanında bir hayır vardır. Çok kere hayır dediğimiz yolun esasen şerre, şer dediğimizin de bir hayra dayalı olduğunu görürüz. Hayır ve şerrin birbiriyle iç içe olduğu bu kanunları vaz’eden ise Allah’tır. Hırsıza yol gösterme de bir hidayettir. Ve işte Cenâb-ı Hak: فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ “Onları Cehennem yoluna hidayet edin.”11 derken bu mânâya işaret buyurmaktadır. Onun içindir ki biz, Cenâb-ı Hak’tan hidayet isterken, bu yolun mutlak hayır yol olmasını ve neticede muradımıza ancak bu şartla ulaştırmasını istemiş oluyoruz. Yolun neticesinde bir hayır ve hayır neticesinde de Allah’ın rızası yoksa, o yol Allah’ın belâsıdır. O yolda giden de Allah’ın belâsına maruz kalır.

e. İnsan Ruhu ve Sırat-ı Müstakîm

İnsanın maddî yapısı çeşitli unsurlardan meydana getirilmiştir. Bu maddeler arasında ilk bakışta hoşa gidenler olduğu gibi, hoşa gitmeyenler de vardır. Fakat bunların hepsi belli bir hikmet ve gaye içindir.. ve bu maddelerden birinin eksikliği, bünyenin güç ve takattan düşmesine sebep teşkil eder. Ancak, bu kadar ehemmiyetli olan bu madde, yukarıda da söylediğimiz gibi, bizim için sevimsiz ve hatta tiksindirici durumda da olabilmektedir. İnsanın maddî yapısı böyle olduğu gibi, ruhî ve mânevî yapısı da böyledir. Evet, insanın bir yönünü meydana getiren his ve duygular arasında, çok sevimsiz ve tiksindirici olanları vardır. Meselâ insana verilen şehvet, öfke ve zaaf buudlu daha birçok duygu, ilk bakışta insanın içinde burkuntu hâsıl ederler. Hâlbuki bunlar, hayrın içine karışmış birtakım şerlerden ibarettir.. ve Allah’ın yarattığı kanunlar dairesi içindeki yolların zarurî malzemeleridir ki, bunlarla bir yere gidilecektir. Eğer gidilecek yerde hayır düşünülüyorsa Allah’ın rızasına ve eğer şer düşünülüyorsa Allah’ın gazabına gidilir.

Allah, insana bir şehvet duygusu vermiştir. Bu duygu ile kadın erkeğe, erkek de kadına karşı bir alâka duyar. Ve yine insanda, sevme duygusu ve bir mülk edinme duygusu vardır. Diğer bir duygu da öfke.. ve yanlış kullanıldığında milyonlarca insanın sapıtmasına sebep olan akıl… Bütün bunları insana veren Allah’tır.. ve insan, bütün bu duyguları olumsuz yönde de olumlu yönde de kullanabilmektedir. Bu duygular keyfiyette farklılık gösterse bile hayvanlara da verilmiştir. Ancak keyfiyetteki bu farklılık, küçümsenebilecek bir farklılık da değildir. Zira bu duygular, insanoğlunda insanca, hayvanlarda da hayvancadır. Meselâ, insana verilen duygulara bir had ve sınır konulmadığı hâlde, hayvanların duygu ve hisleri belli bir sınırla sınırlandırılmıştır. İşte insana verilen bu duyguların bir ifrat, bir de tefrit yönü vardır.

Meselâ, insana hiç şehvet verilmeseydi, o, yemek istemeyecek, uykuya karşı ihtiyaç duymayacak, evlenmeyi düşünmeyecek, karşı cinslere arzu ve iştiyakı olmayacak ve böylece nesil üremeyecek, dolayısıyla da insanlık tükenip gidecekti. Bir de bu işin ifrat durumu vardır. Bu durumda da insan saldırgandır, sınır tanımaz. Yukarıda geçen hadis-i şerifte olduğu gibi harama bakan pencereleri açar, perdeleri kaldırır, sınırları aşar, haram dairesi içine girer ve Allah’ın hudutlarını ayaklar altına alır çiğner…

İşte, “şeriat, İslâm, doğru ve mutedil yol” denilen sırat-ı müstakîm, bütün bu ifrat ve tefritlerden uzak bir orta yoldur. Bu ilâhî nizamı kendisine düstur edinenler de, sırat-ı müstakîm erbabı olarak vasıflandırılır. Kimdir bunlar? Bunlar, haramdan tiksinti duyan, helâle karşı istekli bulunan ve haram korkusuyla şüpheli olan şeyleri dahi yer yer terkeden Allah’ın mü’min kullarıdır.

Şehvet duygusunda gösterdikleri orta yol diğer duygularda da aynıdır. Onların dışında bulunanlar da, ya ifrat ya da tefrit içindedirler.

Irz, namus ve bütün mukaddesatı çiğnenirken öfkelenmeyen ve sadece suskun bir tepkiyle olanları seyreden kimse, öfkenin tefritini yaşıyor demektir. Bir de, her şeye öfkelenen ve her hâdisede fırtına koparan tipler vardır ki, bunlar da işin ifratındadırlar. Hâlbuki mü’min, öfkelenecek şeylere karşı öfkelenir ve diğer hususlarda sabırlı davranır. Demek ki, eğer bu duygu verilmeseydi, pek büyük şer husule gelecekti… Belki öfke kendisi de şer gibi görünür, fakat bazen, bu şer birçok hayıra dâyelik yapar. Bu hususta en güzel misal Allah Resûlü’dür: Bir bedevi gelerek cübbesinin yakasından tutar ve çeker. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gayet sakin ve soğukkanlı sorar: “Ne istiyorsun?” Adam küstahca: “Hakkımı!” der. Ve Allah Resûlü mütebessim bir çehreyle yanındakilere: “Bu adama hakkını verin!” buyurur.12

Aynı insan, hakkın çiğnendiği ve hakikatin horlandığı bir yerde aslanlar gibi kükrer, o işin üzerine yürür ve hakkı hâkim kılacağı âna kadar da dur-otur bilmezdi.

Onun içindir ki bütün vicdanıyla إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyen Resûller Sultanı Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ve bütün vicdanıyla اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyen yine O’dur. Evet, ulvî mahiyetiyle bu işe tam mazhar olan sadece ve sadece Allah Resûlü’dür. Sırat-ı müstakîm erbabı küçük meselelerden kızıp öfkelenmez. Ancak, vatanına, dinine, mukaddesatına saldırmalar karşısında da kayıtsız kalamaz. Bu denge bozulup alt üst olduğu zaman sırat-ı müstakîm erbabı ortadan kalkmış demektir. Bu durumda إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyen cemaat da yoktur. Cemaat gibi görünenler de kuru kalabalıktır. Ve öyleyse o cemaat مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ’e inanmamıştır ve nimetleriyle yeryüzünü sofra hâline getiren, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı tanımıyor demektir. Dolayısıyla her şeyi terbiyeye doğru sevk eden Âlemlerin Rabbi’nden habersizdir. Netice olarak da onlar, üzerlerinde Allah’ın gözetleyici olduğuna inanıyor sayılmazlar… Evet, sırasıyla ve tek kelime gibi, Fatiha sûresinin içinde zincirleme olarak bütün bunları rahatlıkla takip edebiliriz…

Bir de akıl gücü vardır. Bu akıl gücünün ifratında diyalektik ve kuru mantık yapılır. Kitleler yanlış yollara sürüklenip götürülür, insanlık dalâlete atılır, yığın yığın yalanlar söylenir.. kitleler de şuursuz, hissiz katı cisimler gibi bunların arkalarından sürüklenir gider. Tadil edilmemiş bu mantık, aldatmada kullanılan bir mantıktır. Selim ve insaflı bir mantık sahibi kimse ise “Sözlerimi mihenge vurun; eğer yanlış ve kötü çıktıysa bana havale edin.” diyerek gerçek mantığın ne işe yaradığını, mantığın tarik-i müstakîmini ve mantıkta doğru yolu tayin etmektedir. Mantığın bir de tefriti vardır. Evet, en basit meseleleri anlamama, akılsızlık ve bunaklık, mantığın tefritidir. Ve mantığın orta şekline gelince; kimseyi aldatmaz, kandırmaz, iyiyi kötü, kötüyü iyi göstermez; nasılsa, hangi fıtrata sahipse öyle görünmeye çalışır. Bu da mü’minin yoludur ki, Kur’ân’da: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ derken, bizim de günde kırk defa Allah’tan istediğimiz bu yolu kasteder.

f. Tabiata Bakış ve Sırat-ı Müstakîm

Bir de kuvve-i tabiîyye vardır. Evet, insan bir yönüyle de tabiat dediğimiz, Allah’ın yarattığı yaratılış ağacının bir meyvesidir. O, Allah’ın sanatlarının sergilenme yeri olan tabiattan sıyrılıp çıkmıştır. İnsan tabiata dönük yönüyle tabiatperest olur. Her şeyi tabiatın içinde arar ve kendi menşeine bağlar. Çevresinde meydana gelen her şeyin menşeini de kendi menşei gibi görür. Kâinatı, gözündeki gözlüğün rengine göre müşâhede eder ve değerlendirir. Tarihî maddecilik, tabiatperestlik bu yanıltıcı esasların bağrında gelişmiştir. Aslında bu bir sapmadır. Evet, insan, mânâ ve maddesiyle bu âlemden çıktığı için, hâliyle ona dönük olacaktır. Fakat bu mevzuda tabiata fazla yönelmenin doğuracağı zararların da bilinmesi lâzımdır. En eski komünal sistemlerden Yahudi tabiatperestliğine; ondan tarihî maddeciliğe ve ondan da eksistansiyalistlerin hatta modern natüralistlerden yeşillerin tabiatperestliğine kadar bütün akımlar tabiat adına ifrat etmiş ve âhengi bozmuşlardır.

Evet, bunlar “Tabiata dönelim, gönlümüzce yaşayalım, fıtratı terk etmeyelim, basit yiyip, basit içelim, insanların ve ilâhların vaz’ettikleri kanunları bırakalım, kayıt ve şart altında yaşamayalım.” gibi söz ve mülâhazalarla ifratkârâne bir tabiatperestliğe kayıp gittiler ve insan-tabiat arası muvazeneyi alt-üst ettiler.

Bir de tabiatı tamamen terk etme vardır. Yani doğrudan doğruya ona karşı olma… Evet, böyle düşünenler ister septist ve sofist düşünceli, ister mistik düşünceli olsun, kâinat ve tabiata kapalı kalır, fıtratlarını, mebde’lerini ve menşe’lerini unutur, varlık, eşya ve bütün şuuna sırtları dönük yaşarlar. İçinde yetiştikleri fıtrat kanunlarına karşı alâkasız kaldıklarından bir gün gelir o çarklarla çarpışıverir ve silinir giderler. Hâlbuki o tabiat kitabını bir fabrika ve bir saat gibi düzenleyip çalıştıran Sâni-i A’zam, insanlarla kâinat arasında bir münasebet kurmuştur. Binaenaleyh, içine kapalı, tabiattan ve kâinattan kaçan kimse de bu mevzuda tefrite sürüklenmiş kimsedir. Aslında, çok defa ifratlar tefritleri, tefritler de ifratları doğurmuştur. Bir taraftan tabiatı tamamen terk etme, diğer taraftan bütün gücüyle tabiata sarılmayı netice vermiştir. Bu itibarla insanın tabiata dönüklüğünde de bir tefrit ve bir de ifrat vardır. Bu mevzuda da sırat-ı müstakîm, Resûl-i Ekrem’in ve O’nun ashabının yoludur.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) kâinatı çok iyi anlamıştı. Devlet nasıl idare edilir, onu gayet iyi biliyordu. Bir asker, bir mücahit, aynı zamanda bir sofi, bir âbid ve bir zahitti. Dünyayı çok iyi anlamış, eşyanın tabiatına vâkıf ve onunla dengeli bir münasebeti vardı. Varlıkla içli-dışlı; ihtiyacı kadar yiyor, içiyor; dinlenip istirahat ediyor; evlenip yuva kuruyor ama kat’iyen cismanî hayatı birinci iş ve gaye hâline getirmiyordu. Şam eyaletini gezmeye gittiği zaman emanet olarak bir deveye binmiş, devenin üstündeki semer de aşındıra aşındıra şalvarını yırtmıştı. Büyük Ömer’in onu dikecek ipliği de yoktu. Orada bir pazardan iplik almış, bir tarafa oturup şalvarını dikmişti. Belki giyeceği yeni bir şalvarı da yoktu; ama o gün Hz. Ömer memleketimizden yirmi kat daha büyük bir devletin devlet reisi idi. Evet o, tabiat içinde fakat ne aşırılığa kaçarak haddinden fazla ona yöneliyor, ne de dengesiz zühd içinde onu terkedip Allah’a ve Allah’ın kanunlarına karşı geliyordu. İşte sırat-ı müstakîm erbabı!..

Allah (celle celâluhu) insanoğlunu yarattı. Terbiye sıfatıyla terbiye edip kemale doğru sevk etti. Rahmet sıfatıyla tecellî buyurup Rahmân ve Rahîmiyeti ile insanî kemalâta yükseltti. Bizler, ta anne karnından delikanlılık çağına kadar, rahmetle nasıl donatıldığımızı, yeryüzü ziyafet sofralarında nasıl çeşit çeşit nimetlerle perverde edildiğimizi, ağaçların başında bize gülümseyen meyvelerle nasıl Cennet nimetlerine uyarıldığımızı duyuyor, hissediyor ve bu sonsuz nimetler karşısında Rabbü’l-âlemîn’e hesap vereceğimizi düşünüyor, sonra da Din Günü’nün Sahibi’ne sığınıyor, O’ndan hidayet talep ediyoruz.

g. Hidayet Taleplerinin Çeşitliliği

Allah’tan hidayet, hem seviyeli, şümullü, hem de her zaman talep edilmelidir. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ deyip imamın arkasında saf bağlayarak, Kâbe-i Muazzama’ya yönelip, hayalen Resûl-i Ekrem’in arkasında duruyor gibi, biatını yenileyen bir cemaatin, evet bütün hissiyat ve benliğiyle Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) uyan bir cemaatin hidayet talebinin mânâsı nedir? Biz hidayette değil miyiz? Resûl-i Ekrem’in arkasında saf bağlayıp, kıbleye teveccüh etmedik mi? اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ derken âlemlerin Rabb’i olan Allah’a imanımızı ilân etmedik mi? Bütün bunları ettik ama yine hidayet talep ediyor ve “Bizi doğru yola hidayet eyle, refîkimiz ol, sonuna kadar götür.” diyoruz.

Bundan da anlaşılıyor ki, “hidayet” kelimesinin zâhirî mânâsından başka bir mânâsı daha mevcuttur.. ve hidayet seviye seviyedir. Sapmışlar ve günahkârlar, “Allahım, bizi hidayet et.” derken, Kur’ân’ın tarif buyurduğu hidayete ermeyi istemektedirler. Yarım yamalak inanmışlar ise, “Bizi taklitten kurtar, bize tahkikin âb-ı hayatını içir ve eşyanın hakikatini göster.” demekteler ve erdikleri hidayetin kemalini talep etmektedirler. Kemale eren kimse ise; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ derken Allahım, hidayetimi devam ettir, son deme, can boğaza gelinceye kadar emanetinde beni emin kıl, emin insan olarak emaneti Sana teslim etmeye beni muvaffak eyle.” demektedir.

Bazen de gelip ruhumuzu saran, isteyerek veya istemeyerek ağzımızdan çıkıp kalbimizi yaralayan küfür sözleri, küfür düşünceleri olur. Kim bilir, hayalimiz günde kaç defa fıska girer ve arkasından da bizi sürükler götürür.. ve yine kim bilir kaç defa ulvî hislerimiz hayalin taktığı kancaya takılır da biz de onun arkasından sürüklenir gideriz. Gider de ulvî his, meleke ve kabiliyetlerimizi söndürüveririz. İşte böyle bir insan bu durumlar itibarıyla günde kırk defa اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demekle günah, dalâlet, küfür ve küfran adına; hayatına, mânevî yapısına, ruh ve kalb âlemine bulaşan is, pas, kir, toz ve toprağı süpürmek için o, şöyle demektedir: “Yâ Rabbi! Sana hamd olsun ki, ben hidayetteyim. Bu bir şükran hissi gerektirir. Ve bu hidayetimin devam etmesi için çeşitli arıza ve pürüzlerden arınmış ve uzak olmam gerekir. Hâlbuki ben beşerim. Nisyandan yaratılmışım, daima sürçüyor ve düşüyorum. İşte bu hataların beni batırmaması, günahların küfre götürmemesi için her dakika Senden hidayet talep ediyorum.”

Bunun içindir ki, mü’min olan bizler, gerek seviye itibarıyla ve gerekse zaman kaydı altına girdiğimizden dolayı daima, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ deme mecburiyet ve mükellefiyetindeyiz.

Sırat-ı müstakîmin hidayet, hayır ve doğru yol mânâsına geldiğini zikretmiştik. Fakat doğruya giden yolun çeşitli dönemeç ve yerlerinde bir kısım şerler de insanı beklemektedir. Bu şerlerin içinde de bir kısım hayırlar vardır. Şerler de, hayırlar da Allah’ın kanunlarıdır. Binaenaleyh sırat-ı müstakîmin bir yönü şerri tanıma, tanıtma ve şerden emin olma, diğer yönü de hayrı tanıma, hayrı tavsiye ve hayrın yaşamasını temin etmektir. Bunun müspet yönünü emirler, menfî yönünü de nehiyler teşkil etmektedir. Meselâ: Allah Teâlâ bize: “Zina etmeyin, içki içmeyin, hırsızlık yapmayın, kumar oynamayın, faizcilikte bulunmayın…” diyor, ardından hükmün sebep ve dayanağını anlatıyor; sonra da bu suçların karşısına çeşitli cezalar koyuyor. Bu, Allah yolu, din-i mübin, kulluk yolu ve şeriat da diyebileceğimiz sistemin bir yönünü teşkil etmektedir. Diğer yönünü de “Namaz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca gidin, anne babaya itaat edin, peygamberlere tâbi olun.” gibi emirler teşkil eder.

1 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/27; En’âm sûresi, 6/95; Yûnus sûresi, 10/31; Rûm sûresi, 30/19.

2 “Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi?” (Beled sûresi, 90/10)

3 “Biz, yolumuzda gayret gösterip mücahede edenleri, Bize ulaştıran yollara hidayet ederiz.” (Ankebût sûresi, 29/69)

4 “Doğrusu bu Kur’ân, insanları yolların en sağlam ve en eminine ulaştıran bir rehberdir.” (İsrâ sûresi, 17/9)

5 “Onları buyruklarımızla insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ sûresi, 21/73)

6 Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 4; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/271.

7 Câsiye sûresi, 45/1, 2; Ahkaf sûresi, 46/1, 2.

8 İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/30, 3/996, 4/125, 1287, 1336, 1386.

9 Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 14; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.

10 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/182; et-Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 3/177.

11 Sâffât sûresi, 37/23.

12 Buhârî, farzu’l-humus 19, edeb 68; Müslim, zekât 128.

-+=
Scroll to Top