Hak, Hakikat ve Ötesi
Lügat itibarıyla doğru, gerçek, sabit mânâlarına gelen hak kelimesi, söz ve akidede vâkıa mutabık demektir ki karşılığı bâtıldır. Ayrıca, görülüp işitildiğinde hemen anlaşılır olana da hak denir. Mutlak zikredildiğinde وَيَعْلَمُونَ أَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ “Onlar (o gün) gerçekten Allah’ın Hakk-ı Mübîn olduğunu bilirler.”1 mazmununca onunla Zât-ı Hak anlaşılagelmiştir. Aslında ehlullah da “hak” sözcüğüyle her zaman Zât-ı Hakk’ı kastetmişlerdir.
Aynı kökten gelen hakikat ise, bir şeyin aslı, esası, sarîhi, müntehâsı ve mecaz olmayanı demektir; sofiye ıstılahında, seyr u sülûk-i ruhanîde hak yolcuları için dört mertebe ve dört dereceden biridir ki, bunlar da şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet gibi mertebelerden ibarettir.
Şeriat, din gerçeğinin herkes tarafından anlaşılan, yaşanan, umumun mükellef bulunduğu esasların bütünü; tarikat, bir kısım özel yol ve sistemlerle şeriatın kalb ve ruh derinliklerini duyup zevketme yöntemi; hakikat, esrar-ı esmâ ve hafâyâ-i sıfât-ı sübhaniyeyi belli cehd ü gayretlerle keşf ve müşâhede mazhariyeti; mârifet, şuûn-u zâtiye ve esrar-ı ulûhiyet… gibi nâkabil-i idrak hususları farklı mertebelerde duyma, bilme, talep etme donanımı, zâdı, zahîresi ve mevhibesidir.
Ayrı bir tevcihe göre, mârifet, icmalî ilim ve “iman-ı billâh”a bahşedilen özel bir hediye ve behiyye, tarikat bu ufka ulaşmada bir yol ve yöntem, şeriat ve hakikatse ulaşılması icap eden bir hedef ve gayedir. Gerçi bir kul için biricik gaye Allah’ın rızasıdır ama, O’nun rızasına giden yol da şeriat ve hakikatten geçmektedir.. ve bunlar bir hakikatin iki ayrı derinliği mesabesindedir:
Şeriat, sırr-ı ubûdiyete sadık kalmak ve emre itaat esprisine bağlı yaşamak; hakikat, Hakk’ın rubûbiyetini gönül rızasıyla karşılamak ve oturup kalkıp رَضِينَا بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hz. Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.”2 ahd ü peymânında bulunmaktan ibarettir. Hakikat ufkuna bağlanmayan şer’î nizam çok defa semeresiz, şeriata mukayyet olmayan hakikat de neticesizdir.
Diğer bir yaklaşımla, şeriat, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdına bir teklifler mecmuası; hakikat ise, onda esrar-ı ulûhiyetin görülüp okunmasıdır. Ebû Ali Dakkak Hazretleri’nin de ifade ettikleri gibi إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Biz yalnız Sana ibadet ederiz.” 3 hudud-u şeriata riayeti ve إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Her hususta) yardımı da sadece Senden isteriz.” 4 ise ufk-u hakikate işareti tazammun etmektedir. Hâsılı:
“İç içedir şeriat ve hakikat,
Bu ufka ileten yoldur tarikat;
Yollarda yolcuya azık mârifet,
Ötesi sadakat, ihlâs ve gayret..”
(Livâî)
Bir diğer yaklaşımla şeriat, iman-ı kâmil, amel-i salih; hakikat ise, bi’l-mukabele bu iman ve aksiyon erlerinin Cenâb-ı Hak tarafından görülüp gözetilmeleri, onların da küllî bir şuurla buna karşılık vermeleridir. İman ve amel olmadan ilâhî riayet ve kilâet beklentisi bir kuruntu, O’nun teveccühüne güven olmadan şer’-i şerifin ağır tekâlifine katlanmaksa çok zordur. Bazıları, “Hakikatsiz şeriatı ikame pek güç, şeriatsız hakikat de imkânsızdır.” deyip çıkmışlardır işin içinden.
Farklı bir ifade ile şeriat, ferdî, ailevî, içtimaî bütün sorumlulukların hâlis bir niyetle yerine getirilmesi; hakikat ise, her şeyi ve herkesi yaratan, yarattıklarını varlığın herhangi bir basamağıyla şereflendiren; hidayet ve dalâleti elinde tutan; istediğini aziz istediğini zelil kılan; dilediğine muvaffakiyet lütfedip dilediğini hizlâna uğratan; kimilerini hâkimiyetle pâyelendirip kimilerine mahkûmiyet takdir eden; hayır-şer, iman-küfür, zarar-nef’, başarı-hüsran her şeyi o geniş kader ve kaza planıyla ortaya koyan مَا شَاءَ اللّٰهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Olmasını dilediği hemen olur, olmamasını dilediği de olmaz.”5 hakikatinin biricik Sahibi’ni görüyor gibi davranmak ve her zaman görülüyor olma mülâhazasıyla oturup kalkmaktan ibaret görülmüştür.
Şöyle bir tevcih de söz konusu: Şeriat, peygamberân-ı izâm efendilerimiz tarafından tâlim ve teklif buyrulan esasların bütünü; hakikat ise, bu tekâlif ve talimâtı mükâşefe ve müşâhede yoluyla da duyup zevketme mazhariyetidir. Bu itibarladır ki bir kısım muhakkikler, ubûdiyetin şeriat buuduna, evâmir ve nevâhîye riayet mülâhazasıyla bakmış, onun hakikat derinliğini de yakîn, şuhûd, zevk ve keşf mevhibeleriyle değerlendirmişlerdir.
Hakaik, hakikatin cem’idir ve erbabınca dört mertebe içinde mütalâa edilegelmiştir. Birincisi, Zât-ı Mukaddes’e râci hakaiktir ki, bu türlü hakâikin tâlibi bir hak yolcusu, düşünce ve beyanlarında Sahib-i şeriatın vaz’ettiği ölçülere sadık kalmalı, mârifet ve zevk ufku itibarıyla en erişilmez zirvelerde pervaz ederken dahi şahsî yorum ve tefsirlerden uzak durmalıdır.
İkincisi, sıfât-ı sübhaniyeye râci hakaiktir ki, böyle bir ufka nâzır bir sâlik, Hazret-i Esmâ’nın ifade ettiği mâlûmiyet ve sıfât-ı kudsiyenin belirlediği çerçeveye bağlı kalarak, daha ötesine ve ötenin de ötesine ait mârifet hususunu herhangi bir beklentiye girmeden O’nun özel teveccühlerine bırakmalıdır.
Üçüncüsü, ef’âl-i ilâhiyeye ait hakaiktir ki, âfâk ve enfüste ilâhî isim ve sıfatların tasarruf alanı sayılan bu imkân âleminde her şeyi Cenâb-ı Hakk’a nisbet etmek ve O’na bağlamak şartıyla, tefekkür ve tedebbür adına gidilebildiği yere kadar gidilmeli, hatta mümkünse varlık ve eşya her gün birkaç kez hallaç edilmelidir.
Dördüncüsü, mef’ûlâta râci hakaiktir ki, âlem-i kevn ü fesadda bütün kemmiyetlerin, keyfiyetlerin cereyan meydanı; cisimlerin, cevherlerin terkip ve tahlil mahalli; ittisal, infisal, çözülme ve dağılmaların da gerçekleştiği alan işte bu hakaik alanıdır ki böyle bir alanda fikrî seyahat basar ve basîret beraberliğinde sürdürülebilirse, insan ilim ve mârifete ulaşır; aksine fiil ve infiallere basîretle bakılmaz ve esbab dairesi de aşılamazsa natüralizme düşme kaçınılmaz olur. Evet, doğru bakıp doğru okuyanlar için, Hoca Tahsin’in ifadesiyle:
“Kitab-ı âlemin yaprakları, envâ-ı nâma’dûd,
Hurûf ile kelimâtı dahi efrâd-ı nâmahdûd;
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte,
Mücessem lafz-ı mânidardır âlemde her mevcud.”
olsa da, bakış zaviyesini yakalayamamışlar için yanlış görme, yanlış okuma ve yanlış yorumlama her zaman ihtimal dahilindedir.
Hakikatü’l-Hakaik, bütün hakikatleri câmi olan ehadiyet mertebesini (bazılarına göre vahidiyet mertebesi) ifadede kullanılan bir tabirdir ki, bazıları buna “Hazretü’l-cem”, “Hazretü’l-vücud” ve “Gaybu’l-guyûb” da demişlerdir. Bu yüce hakikati “min haysü hüve” müteayyin görmek ve izafî hakikatler gibi düşünmek ya da tasavvur etmek caiz değildir. Hakk’ın Zât’ı için bîperde zuhur söz konusu olmadığı gibi, Hakikatü’l-Hakaik’ten de min haysü hüve –min haysü ente değil– söz edilemez. Bu babtaki mâlûmiyet ve muayyeniyet esmâ ve sıfât-ı sübhaniye itibarıyladır.. evet, Cenâb-ı Hak bütün ıtlâkattan münezzeh ve müberradır; zira her ıtlak aynı zamanda bir takyîd ve tahdîd demektir; bu türlü kayıtlar ise bize ait avârızdandır. Hakk’ı, Hak makamında, halkı da halk zemininde görmek dinî bir esastır. Bunun aksine bir mütalâa ise apaçık bir halt ve karıştırmadır. Kullara düşen vazife, Hakk’a karşı tam bir teveccüh içinde bulunarak şer’-i şerif rehberliğinde ve mârifet azığıyla her zaman O ihata edilmeze yürüme ve kendi uzaklıklarını aşma gayreti içinde olmaktır. Konuyla alâkalı bir Hak dostu şunları söyler:
“Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü,
Ferd ü Vâhid bârgâhında karar eyle yürü;
Rûy-i vahdet görmek istersen bu kesretten eğer,
Saf kıl mir’ât-ı kalbin, tâbdâr eyle yürü;
Kimi Kâbe, kimi Arş’ı etmede dâim tavaf
Sen harîm-i kurb-u Hakk’ı ihtiyar eyle yürü;
Bu sülûk erbâbının yoktur nihayet seyrine,
Kande ersen mâverâsına güzâr eyle yürü.”
(İsmail Hakkı)
Nâmütenâhîye seferde seyr u seyahatin sonu yoktur; bir ömür boyu duyup sezmeler, hem burada hem de ötede farklı derinliklerde sürüp gidecektir. Böyle bir seyahate kilitlenmiş sâlik, vuslata erip maiyyetle şereflendirildikten sonra dahî, zaviye farklılığıyla müşâhededen müşâhedeye koşacak, ihtimal her gün bilmem kaç defa temâşâ zevkiyle kendinden geçecektir…
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَى بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقاَئِكَ مِنْ غَيْرِ ضَرَّاءَ مُضِرَّةٍ وَلَا فِتْنَةٍ مُضِلَّةٍ.
وَصَلِّ يَا رَبِّ وَسَلِّمْ عَلَى الْفاَتِحِ لِلنُّبُوَّةِ وَخَاتَمِهَا وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ رِضْوَانُ اللّٰهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ.
1Nûr sûresi, 24/25.
2Buhârî, ilim 29, daavât 35, fiten 15, i’tisam 3; Müslim, sıyâm 197, fezâil 136, 137.
3Fâtiha sûresi, 1/5.
4Fâtiha sûresi, 1/5.
5Ebû Dâvûd, sünnet 6, edeb 101; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/6.