HAKİKAT ÂŞIĞI İLİM ADAMLARI YETİŞTİRME

Zannediyorum Müslümanlar tarihte hiç bu kadar ufuksuz, mefkûresiz, darmadağınık ve bencil olmamışlardır. Her yerde başıboş bırakılmış yığınlar… Her biri farklı bir akım ve ideolojiye aborda olmuş. Mehmet Âkif bir şiirinde;

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” der.

Şimdiye kadar memleketimize hakkıyla sahip çıkamadık. Çünkü mihmandarların böyle bir dertleri, düşünceleri olmadı, hâlâ da yok. Başkalarının da bu istikametteki ceht ve gayretlerini gereksiz bir macera, bir şov gibi görüyorlar. Milletin himmetine dayalı açılımları, kendi mantıklarının bile kabul etmeyeceği gerekçelere bağlıyor, onlar hakkında hiç olmayacak isnat ve iftiralar uyduruyorlar. Mevcut tabloyu düşününce hüsran yaşamamak, hafakanlara girmemek mümkün değil. Yaşanan korkunç yıkımı mülâhazaya aldığımda kalbimin ritmi bozuluyor.

Başkaları dünyayı değiştirme ve dönüştürme istikametinde olabilecek her yöntemi denemişlerdir. Bir yandan tabiatı didik didik edip ilim ve fende baş döndürücü bir inkişaf ortaya koyarken diğer yandan da Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar herkesi halayıkları (köleleri) hâline getirmişlerdir. Asimile edebileceklerini asimile etmiş, ezebileceklerini ezmiş, sömürebileceklerini sömürmüş, kapıkulu olarak kullanabileceklerini de kullanmışlardır. Biz ise, bunlar olup biterken bunca fezayih (rezillikler) ve fecayii (belalar) görmezden gelmişiz. Sâmit bir infialin (sessiz bir reaksiyonun) olduğunu söylemek bile zor. Öyle bir umursamazlık ve aldırmazlığa dalmışız ki yangın kendi evimize girmediği sürece tepkisiz kalmışız. “Ateş düştüğü yeri yakar.” şeklindeki bencilce ifade sanki hayat tarzımız hâline gelmiş.

Bütün bunlar, dar düşünceli insanlara ait nesepsiz düşüncelerdir. Niye nesepsiz diyoruz? Çünkü bizim ruh ve mânâ köklerimizden gelmiyor, onlarla beslenmiyor, onlara dayanmıyor. Oysa ateş nereye düşerse düşsün, onun acısıyla yanan kişi gerçek mü’mindir. Özellikle de bu ateş onun inanç atlasını, değerler dünyasını yakıyorsa buna sessiz ve tepkisiz kalması düşünülemez. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”32

Kaht-ı Rical

Eskiler, adam kıtlığını “kaht-ı rical” tabiriyle ifade ederlerdi. Günümüzde de ufuklu, kendini yüce bir mefkûreye adamış yüksek ruhların sayısı bir hayli azdır. Çünkü bu tür insanları yetiştirebilecek elverişli kültür ortamı mevcut değil. Öncelikle buna zemin hazırlamak gerekir. Mesela Selçuklular döneminde Nizamülmülk’ün Nizamiye medreselerini açmasının asıl sebebi, kaliteli insan yetiştirmekti. Gerçekten de bu medreselerden çok kaliteli insanlar mezun oldu. Oldukça bereketli bir dönem yaşandı. Sonraki asırlarda da ilme, araştırmaya, tekvinî ve teşriî emirleri okumaya yönelen insanlar oldu. Fakat bir süre sonra bu verimli süreç sekteye uğradı. Bir taraftan Moğol saldırıları ve Haçlı seferleri gibi dış faktörler, diğer yandan içeride yaşanan hercümerçler yüzünden Müslümanlar bir daha bellerini doğrultamadı. Günümüzde de kendi devrini bilen donanımlı insanları yetiştirecek ilmî ve fikrî bir ortam bulunmamaktadır.

Bununla beraber günümüzde farklı ilim sahalarında ortaya konulan çalışma ve araştırmaları küçümsemiyoruz. Fakat ilim adamlarının kendi alanlarıyla ilgili araştırma yapmaları, eserler ortaya koymaları ayrı bir meseledir; kâinatı doğru okuma, insan-kâinat ve Allah münasebetini doğru kurma ve içinde yaşadığı dönemin şartlarına göre yapılması gerekenleri yapma ayrı bir meseledir. Bu gibi şeyler ayrı bir donanım, farklı bir ufuk gerektirir. Bu tür insanların yetişmesi, yetiştirilmesi kolay değildir. İslâm’ın ilk asırlarında bu insanların sayısı binlerce olsa da sonraki asırlarda bu sayı gitgide azalmıştır.

Bize düşen vazife, insanlarda ciddi bir merak ve heyecan oluşturmak, onlara yüce bir mefkûre aşılayabilmek, başarıları ödüllendirmek ve gerekli zemini hazırlamak suretiyle donanımlı ve ufuklu insanların yetişmesini sağlamaktır. İlmî ve fikrî çalışmalarını ibadet neşvesi içinde sürdüren, bunların kendisini Allah rızasına, Efendimiz’in maiyetine ve uhrevî nimetlere ulaştıracağına inanan ve bu hedefe ulaşma adına dünyayı bir Cennet hâline getirmeye azmetmiş insanlar yetiştirmeliyiz.

Yeni Bir Bakış Açısıyla Varlığı Yeniden Okumak

Mesele sadece maddî ve dünyevî cihetiyle ele alınır, ilim ve araştırma aşkı yüce bir gayeye bağlanamazsa yapılan çalışmalar bir yerde takılır kalır. İnsan, tekvinî emirleri didik didik ederek tabiat yasalarını çok iyi okur, fakat natüralizm ve pozitivizm sınırlarını aşamaz. Aşamayınca da hakikati arama çabası eksik kalır. Önemli olan, ilim aşkını aşkınlığa ulaştırabilmek, teşriî ve tekvinî emirleri birlikte değerlendirebilmektir. Çünkü Allah’a ulaşma buna bağlıdır. Düşünce atlasınızı böyle bir enginliğe taşıyabilirseniz ötede Cenab-ı Hakk’ın çok farklı lütuf ve ihsanlarına mazhar olursunuz.

Farklı zamanlarda çok defa ifade edildiği üzere Batılılar eşya ve hâdiseleri hallaç etmek suretiyle bilim ve teknolojide önemli mesafeler katetmişlerdir. Ortaya koydukları çalışmaları takdir etmemek mümkün değildir. Fakat Allah’ı Zat’ıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla bilemediklerinden ötürü, sebeplere takılıp kalmış ve bir türlü natüralizm sınırını aşamamışlardır. Bazıları da izzet ve azamete perde olması gibi pek çok hikmetlere mebni olarak yaratılan sebepleri –hâşâ ve kellâ– Allah’ın arşına oturtmuşlardır. Oysaki sebepler fail görünebilirler ama hakikatte fail olamazlar. Hakiki fail başkadır: O, yaratan, var eden, var ettiğinin varlığını devam ettiren kudret-i namütenahiye, irade-i namütenahiye ve meşiet-i namütenahiye sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ’dır.

İnançlı insanların eli değmediği müddetçe bilim; natüralizm, pozitivizm ve materyalizmin demir pençesinden kurtulamayacaktır. Müslümanlar da bilimsellik adına kendilerine dayatılan ilim mantığını çaresiz kabul etmek zorunda kalacaklardır. Kabul etmenin de ötesinde kendi ilim yuvalarında talim ve terbiyelerinden sorumlu oldukları öğrencilere de bunu öğreteceklerdir. Laboratuvarları ve araştırma merkezleri bu mantığa göre çalışacaktır. Dolayısıyla bir türlü taklitten kurtulamayacak, kendileri olamayacaklardır.

Beşinci asırdan sonra ilim ve fikir hayatında başlayan ciddi gerilemeye paralel olarak Müslümanlar âdeta uyurgezer olmuşlardır. Yalnızca son asrımızda kısmî bir uyanıştan söz edilebilir: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Ahmet Naim, Filibeli Ahmet Hilmi, Hazreti Bediüzzaman gibi kimseler önümüze yeni düşünme ufukları açmış, varlığı farklı yorumlama yöntemleri göstermişlerdir. Bunlardan da yola çıkarak günümüzde sebeplerin mahiyetinin yeniden ortaya konulmasına, Müsebbibü’l-esbâb’ın (sebepleri yaratan Allah’ın) uygun bir şekilde tanınıp bilinmesine, insanın asıl vazifesinin doğru bir şekilde tarifine, insan-varlık ve Allah arasındaki ilişkinin doğru kurulmasına ciddi ihtiyaç vardır.

Marifet İltifata Tâbidir

Bu da, uygun ilmî ortamın oluşturulmasına, insanların ilme yönlendirilmesine, başarıların ödüllendirilmesine bağlıdır. Aslında en büyük mükâfat, ilmin marifete, marifetin muhabbete, onun da Allah’ın rızasına vesile olmasıdır. Dolayısıyla insanlara öncelikle bu tür yüce hedefler gösterilmelidir. Fakat bunun yanında maddî primler de ihmal edilmemelidir. Zira yaygın anlayışla ifade edecek olursak marifet iltifata tâbidir. Siz iltifat ederseniz onlar da marifetlerini gösterirler.

Bununla beraber öteden beri benim bu söze tepkim vardır. Çünkü asıl önemli olan iltifatın marifete tâbi olmasıdır. Yani yapılan çalışmaların, Allah rızası dışında hiçbir maddî beklentiye bağlanmamasıdır. Fakat herkes böyle bir erdeme sahip olmayabilir, böyle bir hedefe kilitlenemeyebilir, bu ölçüde rıza yolcusu olamayabilir. Bu sebeple böylesi insanlar, avansla, takdirle, ödülle çalışmaya, araştırmaya, üretmeye teşvik edilmelidir. Çoklarının teyit ve desteğe ihtiyaç duyacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Tabir yerindeyse istidadı olan insanlara bir dinamo bağlanarak enerji verilmeli, şarj edilerek insanların harekete geçmeleri sağlanmalıdır.

Tekvinî emirlerin doğru okunması, doğru düşüncelerin ve doğru tespitlerin ortaya konulabilmesi, önceki nesillerden miras alınan ilmin daha ileriye götürülmesi, ilim ve araştırma adına yeni ufuklar açılması, arkadan gelenlere daha derin düşünme ortamının hazırlanması adına verilecek maddî-manevî destek çok önemlidir. İdeolojilere, sekülerizme, egoizme ipotek edilmiş düşüncelerle bir yere varılamaz. Önemli olan, bir taraftan insanlara yüce bir mefkûre verebilmek, diğer yandan da her tür desteği sağlayabilmektir. Siz bu konuda uygun ortamlar hazırlar ve üzerinize düşen sorumlulukları yerine getirirseniz seviyeli, kaliteli ve donanımlı insanlar ortaya çıkar. Aksi takdirde hakikat âşığı ilim adamları yetiştiremez ve yerimizde saymaya devam ederiz.


32 et-Taberânî, elMucemülevsat 1/151, 7/270; el-Hâkim, elMüstedrek 4/356.

-+=
Scroll to Top