Hakk’a Ulaştıran Yollar ve Çağımız
Soru: Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırıp gönülleri Hak’la buluşturma vazifesi yerine getirilmeye çalışılırken bilhassa birlik ve beraberlik ruhu açısından günümüz itibarıyla dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Cevap: Bugüne kadar değişik ameliyelerle din-i mübin-i İslâm’ın ruh ve özünü aksettirmeye matuf çeşitli yol ve yöntemler ortaya konmuştur. Mesela Nakşîlikte takip edilen yol şu ifadelerle hulâsa edilir:
“Der tarîk-i Nakş-bendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”149
Bunun mânâsı şudur: Nakşibendî Tarikatı’nda dört şeyi terk etmek gerekir. Bunlardan ilk ikisi dünyanın ve ukbanın terkidir. Yani kişi dünyanın cazibedar güzelliklerini elinin tersiyle ittiği gibi, kulluğunu, “ben ‘Cennet’e gideyim” gibi bir mülâhazaya da bağlamamalıdır. Zira “ubûdiyetin dâîsi (asıl sebep ve illeti) emr-i ilâhî, neticesi de rıza-i haktır.”150 Bu itibarla kul, mekiğini emr-i ilâhî ile rıza-i ilâhî arasında hareket ettirmeli ve hayat dantelâsını buna göre örgüleyerek ortaya öyle bir nakış çıkarmalıdır ki, melekler bile buna hayranlık duymalıdır.
Bu yolun yolcusu ayrıca nefsini de terk etmeli, onun doyma bilmez arzu ve heveslerine karşı tavır almalı ve herkese karşı istiğna-i mutlak içinde hareket etmelidir. Nihayetinde ise bütün bu terkleri de terk etmeli, terk mülâhazasını da kafasından silip atmalıdır. Yani “Ben şunu terk ettim, bunu terk ettim.” şeklinde bir düşünceye kapılmamalı, “terk” adına yaptığı bu fedakârlıklardan dolayı kendi kendini takdir ve beğeniye girmemelidir. “Ben şöyle şöyle terklerin kahramanıyım.” şeklinde bir düşünce aklına hatta hayaline geldiği zaman dahi hemen istiğfar kurnasına koşmalıdır.
Enaniyet Çağının Hususiyetleri
Ancak günümüzde enaniyet çok ileri gittiği, insanlar bencilliğin tesiriyle oturup kalktığı ve dolayısıyla günümüzde bu ölçüde bir “terk mülâhazası” mümkün olmayacağı düşüncesinden hareketle olsa gerek, Hz. Pîr, farklı bir yaklaşımla, Dördüncü Mektup’ta;
“Der tarîk-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz:
Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz!”151
der ve günümüzde bu dört esasa sımsıkı sarılmak gerektiğini ifade eder. Yani, insan öncelikle kendinin mutlak âciz olduğunu idrak ve kabul edip “Allah dilemediği sürece ben hiçbir şey yapamam.” anlayışı içinde olmalı. Aynı şekilde kendini öyle fakir bilmeli ki, elindeki sermayenin hepsinin O’nun bahşettiği imkânlar olduğunun farkında bulunmalı. Âcizlik ve fakirliğine rağmen Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği lütuf ve imkânlar karşısında da şükürle gerilip şevkle coşmalı, oturup kalkıp sürekli Allah’a şükretmeli ve doyma bilmez bir aşk u heyecan, bir şevk u iştiyakla O’nu gönüllere duyurma adına koşturup durmalıdır. Hz. Pîr, Yirmi Altıncı Söz’ün Zeyl’inde de, yolunun dört esasını “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” olarak ifade eder152 ki, bu da ortaya konan sistemin farklı altı derinliğinin bulunduğuna işaret eder.
Kanaatimce, Hz. Pîr’in çağımızın insanının aklını ikna, kalbini tatmin eden bu mülâhazaları, üzerinde durulup değerlendirilmesi gereken çok önemli tespitlerdir. Zaten onun eserlerinden istifade eden nice insan, günümüzde, dinsizlik ve imansızlık fırtınaları karşısında kalblere ulûhiyet hakikatini duyurduğu, nâm-ı celîl-i nebevîyi bir kere daha gönül burçlarında dalgalandırdığı ve Allah’ın izni ve inayetiyle haşr ü neşri âdeta gözle görüyor gibi idraklere sunduğundan dolayı kendisine minnettarlık duymaktadır.
Esasen, çeşitli söz ve beyanlarla seslendirilmekte olan bu şükran duygusunun ifadesi bir vazifedir. Zira hadis-i şerifte, insanlara teşekkür etmeyenin Allah’a da şükretmeyeceği ifade buyuruluyor.153 Demek ki insanda evvelâ şükür karakterinin ve minnet hissinin olması lazımdır. Dolayısıyla, o zat sayesinde Allah’ı, Peygamber’i ve haşr ü neşri tanıma gibi bir nimete mazhar olan insanın, elbette başkalarına nispeten o şahsa daha faik bir teveccüh ile teveccühte bulunması tabiîdir. Fakat böyle bir teveccüh asla, aidiyet mülâhazası ve cemaat enaniyetine bağlanmamalı ve o zat hakkında ifratkâr yaklaşımlara meydan verilmemelidir. Çünkü İslâmiyet cadde-i kübrası içinde başka şeritlerde yürüyen daha nice insan vardır ki, yürüdüğü şerit vasıtasıyla imana ermiş, Allah’ın izni ve inayetiyle sahil-i selâmete ulaşmış ve O’nun rızasına mazhar olmuştur. Bu itibarla minnet ve şükran hislerini ifade etmenin yanında mesele, katiyen reklam ve şova dönüştürülmemeli, tahabbüb-i nefisten kaynaklanan inhisar-ı fikre girilmemelidir. Evet, vesileler ile maksatlar birbirine karıştırılmamalı ve asıl maksadın hangi yolda olursa olsun, Allah’ın rızasını elde etmek olduğu unutulmamalıdır.
Hicretle Vuslata Eren Ruhlar
Nâm-ı Celîl-i İlâhî’yi dünyanın dört bir tarafına duyurma gayesiyle evini-barkını, yurdunu-yuvasını terk edip yollara dökülen insanlar da, esasında i’lâ-i kelimetullah vesilesiyle ayrı bir çizgide Hak rızasını elde etme yolunda bulunmaktadır. Hak yolunda olunduğunun mânen teyidi sayılabilecek bir emare olarak ifade etmek isterim ki; bu istikamette yürürken, şimdiye kadar yüzlerce, belki binlerce, bazen rüyada bazen de yakazaten Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) müşâhede edilmiş ve O’nun müjdesine mazhar olunmuştur. Mesela birisi diyor ki, mübarek bir gecede oturduk, sabaha kadar birkaç bin tane salât u selâm okuduk. Daha sonra Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ ve ekmelütteslîmât) temessül etti ve “Ben bu hizmette sizin arkanızdayım.” dedi.
Başka bir arkadaş da yakazaten müşâhede ettiği şu hâdiseyi anlatıyor: “Kobralar arkadaşlara saldırıyordu ve arkadaşlar bir türlü onlarla başa çıkamıyordu. Fakat birdenbire kapı açıldı ve bazı nuranî insanlar içeriye girdiler. Başlarında da mübarek asasıyla Efendimiz vardı. O, kobraların başına bir darbe indirdikten sonra, ‘Korkmayın, biz sizin arkanızdayız.’ dedi.”
Aslında sübjektif olan bu türlü şeyleri anlatmaktan hicap duyuyor ve sıkılıyorum. Fakat meselenin benimle alâkası olmadığından, kimi zaman bu türlü müşâhedeleri ifadede de fayda mülâhaza ediyorum. İşin doğrusu ilâhî sevk ve inayet ile içinde bulunduğumuz hizmet dairesi açısından ben kendime hep şöyle baktım: “Şayet ben durduğum yerin hakkını tam olarak verebilse ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği imkân ve fırsatları değerlendirebilseydim, bu hizmet daha hızlı yürürdü. Daha hâlisane insanların elleriyle daha önemli işler yapılabilirdi.”
Ayrıca bu tür hâdiseleri, çocuklara verilen şekerleme nevinden, ümit ve şevki kamçılama adına bir tür şekerleme olarak kabul etmek gerekir. Yoksa sadık bir hakikat eri, bunların hiçbirine talip olmamalıdır. En mücriminiz olan ben bile şöyle diyorum: “Allah’ım! Dünyada bazı şeyler vermek suretiyle ahirette lütfedeceğin nimetleri burada kullandırma! Bizleri, أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا ‘Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz.’154 âyetinin tokadıyla tokatlama!” Fakat her şeye rağmen bazı insanlar, çetin ve sıkıntılı dönemlerde, bu türlü hâdiseleri, kuvve-i mâneviyeyi takviye adına önemli görüyor ve bir Peygamber referansı şeklinde değerlendiriyorlarsa anlatılmasında mahzur olmasa gerek.
Öte yandan din-i mübin-i İslâm’ın gönüllere duyurulmasını engellemek isteyen onca hasım daire olmasına rağmen, bu insanlar, bu mefkûre muhacirleri gittikleri yerlerde hüsnükabul görüyorlarsa bunu da, Allah’ın bir inayet ve teyidi olarak görmek gerekir. Aynı şekilde bu insanların, yaptıkları işlerle alâkalı, bilhassa küreselleşen dünyada farklı kültür ve telakkilerin mensuplarıyla birlikte yaşama adına ciddi bir seminer alma imkânları olmadığı hâlde, çok farklı kültürlerin bulunduğu coğrafyalarda bozgun yaşamayıp dikiş tutturabilmeleri de, te’yid-i ilâhî ve te’yid-i nebevinin ayrı bir göstergesi sayılabilir ve yapılan bu hizmetlerin murad-ı ilâhîye muvafık düştüğü söylenebilir. Zira sahabe efendilerimizden (radıyallâhu anhüm) sonraki dönemlerde bu ölçüde bir açılımdan bahsedebilmek oldukça zordur.
Evet, acz, fakr, şükr, şevk, tefekkür ve şefkat esaslarına dayanarak, tevazu, hacalet ve mahviyetle yüce bir mefkûre uğruna yollara dökülen bu insanların, dünyanın dört bir yanında –tabir caizse– nim-mürşid (bir nevi mürşid) mahiyetinde el ele tutuşup hak ve hakikate tercüman olmaya çalışmaları ayrı bir Hakk’a yürüme limanı ve ayrı bir inşirah vesilesidir.
Hâsılı, inanan bütün gönüller için Allah gaye, insan yolcu ve yollar da mahlûkatın solukları sayısıncadır. Bu itibarla bize düşen, rıza-i ilâhî istikametinde hizmet eden herkesi alkışlamak ve onların hepsinin muvaffak olması için ellerimizi açıp dua dua yalvarmaktır.
149 Bediüzzaman, Mektubat s. 17 (Dördüncü Mektup).
150 Bediüzzaman, Lem’alar s. 164 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota).
151 Bediüzzaman, Mektubat s. 17 (Dördüncü Mektup), s. 414 (Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale).
152 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 518 (Yirmi Altıncı Söz, Zeyl).
153 Bkz.: Tirmizî, birr 35; Ebû Davud, edeb 11.
154 Ahkaf sûresi, 46/20.