Hâlâ Vakit Varken…
Soru: İmanın ve tevbenin kabul edilmediği “hâlet-i yeis” hangi zaman dilimini kapsar. Sebepler açısından iki-üç ay ömrünün kaldığını öğrenen bir hastanın o andan sonraki hâli de hâlet-i yeis sayılır mı? Böyle bir hastanın, tam suda boğulacağı an inandığını söyleyen ama imanı makbul sayılmayan Firavun’unki gibi bir âkıbete düçar olmaktan endişe duyması doğru mudur?
Cevap: Yeis; gerçekleşmesi arzulanan bir şeyin artık olamayacağını kabul etmek, onun olmasını ummaktan vazgeçmek, istenen o şeye duyulan beklentiyi bitirmek, ondan bütün bütün ümit kesmek, ümitsizliğe düşmek ve karamsarlığa kapılmak mânâlarına gelmektedir. “Hâlet-i yeis” ise; bir kimsenin kendi ihtiyarıyla karar veremeyecek kadar korkması, iradesinin felç olması, beklentilerinin son bulması; hususiyle de, can çekişen insanın yaşama ümidinin tamamen tükendiği, ötelere ait emarelerin iyice belirdiği ve artık iman ikrarının fayda vermeyeceği, hayatın o en son anındaki çaresizlik hâli demektir.
Bu an, insanın dünya hayatına geri dönmesinin ve küçük bir salih amel yapacak kadar şuurluca yaşamasının mümkün olmadığı, –bir tevcihe göre– bunun hem ölmek üzere olan şahıs hem de yanındakiler tarafından bilindiği andır.
Ölüm Gelip Çatınca…
Henüz fırsat varken kendi hür iradesi ile iman etmeyen bir inançsızın, ölüm gelip çattığı ve gözünden perdenin yavaş yavaş kaldırıldığı zaman, ilâhî azaba uğrayacağından artık emin olduğu hâlet-i yeiste, kendi ihtiyarı ile değil de, korku ve ümitsizlik sâikiyle iman ettiğini söylemesine “iman-ı yeis” denilir. Daha önceden iman ettiği hâlde, günah ve isyandan yakasını kurtaramayan bir fâsıkın tam öleceği sırada günahlarından tevbe etmesine de “tevbe-i yeis” adı verilir.
Kelâm ve Akaid kitaplarında, hâlet-i yeis üzerinde tafsilâtlı bir şekilde durulmuş; bu hâlin başlangıç anı, hangi vakitleri içine aldığı ve o esnada yapılan imanın ve tevbenin makbul olup olmadığı hususundaki görüşler detaylıca ele alınmıştır. Bu mütalâalara esas teşkil eden âyet-i kerimelerden birinin meali şöyledir: “Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine gelip çattığında ‘Şimdi gerçekten tevbe ettim!’ diyenlerin ve bir de kâfir olarak ölenlerin yaptığı tevbe makbul değildir. İşte öyleleri, kendileri için çok acı veren bir azap hazırladığımız kimselerdir.”1
Evet, büyük bir korku ve telâşın yaşandığı hâlet-i yeiste, o esnadaki çaresizlik sebebiyle küfürden dönerek iman etmek makbul sayılmamıştır. Ne var ki, bu hâlin başlangıç anının çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Genel kabule göre; bu vakit, hâlet-i nezi’de (can boğaza gelince) artık tamamen dünyadan ümidin kesilmesi ve sayılı nefeslerin tükenmekte olduğunun hissedilmesi zamanıdır. Vefat etmekte olan insan anlar onu; hisseder elinin ayağının çekilmekte olduğunu. Bazıları için öbür alemin perdeleri indirilir, ahiret kapıları açılır; insan bütün dehşetiyle ölüm ötesini görür. İstisnalar olsa da, çehrede ekşimeler başgösterir. Bir anda gözünün önünde beliren ötelere ait tablolar karşısında insanın yüz hatları gerilir; el, ayak, yüz ve göz hareketleri yolculuk telâşını dışa aksettirir. Gayri insan yaşama ümidini tamamen yitirir. Orada hazır bulunanlar da hastanın gidici olduğunu bilirler. Doktorlar durumu anlar ve tespitlerini seslendirirler; “kalb ölümü” derler, çok geçmeden “beyin ölümü”nün de gerçekleşeceğini muhakkakmış gibi haber verirler.
İşte, bir kimse, ölüm emareleri bu derece belirmeden ve can boğazına gelmeden önce, hâlâ bir hayır kesbine imkân bulabileceği bir zaman diliminde aklı başında olarak iman ederse, henüz yeis hâli tahakkuk etmemiş sayılır ve o andaki imanı makbûl olur. Can çekişme hâli başlamadan önce bir ân-ı seyyale bile olsa, kendi hür iradesiyle inanabildiği takdirde onun imanı geçerlidir. Nitekim, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Talib’e iman teklif ettiği an da bu andır. Ebû Talib, bu tekliften sonra, –ekser rivayetlere göre– müşrik dost ve arkadaşlarının zorlamalarıyla “Abdulmuttalib’in dini üzere…” demiştir.2 Rehber-i Ekmel, ona ölüm döşeğinde olduğu bir anda iman davetinde bulunduğu nazar-ı itibara alınırsa, demek ki, insanın şuuru bütün bütün bulanıp muhtel olmadığı sürece, imanın kabul edilmesi için hâlâ bir fırsat vardır.
Fakat, o son fırsatı da değerlendiremeyen bir kimse, üzerinde ölümün emareleri iyice belirip ruhun bedenden ayrılışının şiddetli hâli kendisini sardığı ve öbür âleme tam adım atmak üzere olduğu zaman iman ettiğini söylerse, bu, iman-ı ye’s kabul edilir. İmanın sahih olması için, en azından şuurluca “Allahım, hayatımı berbat ettim, ömrümü boş yere geçirdim; fakat, ahirete yürüdüğümü derinden hissettiğim şu dakikada da olsa, artık iman ediyorum!” demek ve sonra da, imanı ifade sadedinde bir salih amel ortaya koyacak, bir vakit namaz kılacak kadar yaşamış olmak iktiza eder. İmanını beyan ettikten sonra küçük bir hayır işleyecek kadar dahi vakti kalmamış bir insanın nefsi elinden çıkmış ve iradesi iflas etmiş demektir ki, böyle birinin imanı makbul değildir.
Bazı âlimler yeis kelimesi yerine be’s sözünü de kullanmışlardır.3 Be’s; azap, zarar, şiddet, ceza, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir. Tarih boyunca nice kavimler yaşamıştır ki, onlar kendilerini her şeyden müstağni saymışlar ve gururlarına kapılarak hakka çağıran her sese kulak tıkamışlardır. Kendi dönemlerindeki peygamber apaçık deliller getirdiği ve Allah’a davet ettiği zaman bile kibirden vazgeçmemiş, şımarıp böbürlenmiş ve Allah elçisine sırt çevirmişlerdir. Dahası, Allah’ın dinine girmeleri ve hidayete ermeleri için çırpınıp duran peygamberi alaya almış ve ona olmadık işkenceler yapmışlardır. Nihayet, yaptıklarının cezası olarak, Allah’ın azabı gelip kendilerini her taraftan kuşatıvermiştir. O âna kadar imana kapalı yaşayan bu şımarık kimseler, o dehşetli azabı görür görmez o güne dek yapıp ettiklerini bir anda unutmuşçasına inandıklarını iddia etmiş ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olduklarını söylemişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim, azab-ı ilâhîyi karşısında görüp korku ve telâşla iman ettiğini söyleyen kimselerin acıklı hâlini anlatırken mealen şöyle der: “Onlar Bizim azabımızın şiddetini görür görmez ‘Allah’ın birliğine iman ettik, O’na şerik saydığımız putları da red ve inkâr ettik’ dediler. Fakat azabımızı gördüklerinde iman etmeleri kendilerine fayda sağlamadı. Allah’ın, kulları hakkındaki carî âdeti hep böyle olmuştur ve kâfirler işte bu noktada yanılarak hüsrana uğramışlardır.”4 Evet, âyet-i kerimede de açıkça ifade edildiği gibi, ancak kendilerine vaad edilen korkunç âkıbet gelip çatınca iman iddiasında bulunanların imanları makbul değildir ve onların sözde imanları kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü, o andaki ikrarları kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayıdır. Hür iradesi ile Hakk’a teslim olmayan kimselerin, geleceği söylenen azabın apaçık görüldüğü böyle bir yeis zamanında iman etmeleri çaresizlikleri sebebiyledir ki, bu türlü faydasız bir imana –iman-ı yeis yerine– iman-ı be’s de denegelmiştir.
İmanın Kerameti
Allah’ın azabı gelip kapıya dayanmak üzere iken iman edip kurtulan tek kavim Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) ümmeti olmuştur. Onlar, Hazreti Yunus’un haber verdiği azabın emareleri belirir belirmez çok ciddî bir pişmanlıkla, hep beraber iman edip Cenâb-ı Hakk’a teslimiyetlerini ifade etmişler ve böylece helâka uğramaktan kurtulmuşlardır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân onları –mealen– şöyle anlatmaktadır: “Azap gelip çattığı zaman imana gelip de bu imanı kendilerine fayda vermiş olan bir tek memleket halkı olsun, bulunsaydı ya! Asla böyle bir şey vaki olmamıştır. Ancak Yunus’un halkı müstesnadır ki; onlar iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları bir süre daha yaşattık.”5 Evet, Yunus (aleyhisselâm)’ın kavmi kurtulmuştur; çünkü, onlar felâketin işaretleri daha uzaktan görünür görünmez “küllî bir tevbe” ve “küllî bir iltica” ile bağışlanma dilemişlerdir; henüz azab-ı ilâhi gelmeden önce böyle gönülden iman ettikleri için imanları sahih olup fayda vermiştir.
Bu arada, kıyametin büyük alâmetleri zuhur ettiği veya kıyamet kopmaya başladığı zaman iman etmek de iman-ı ye’se dahildir ve sahibine fayda vermeyecektir. Allâme Hamdi Yazır, kıyametin büyük alâmetlerinden önce iman etmiş olan kimsenin kurtulacağını, fakat bu âyetlerin zuhurundan itibaren ikrar edilen imanın kabulü için, bu şuurlu iman ile beraber bir hayır işlemenin de şart olduğunu belirtmektedir.6
Diğer taraftan, hâlet-i yeis açısından, bir inançsızın iman etmesi ile bir mü’minin tevbesini birbirinden ayırmak ve farklı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. İslâm âlimleri ye’s ve be’s hâlinde iman etmenin geçersiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir; fakat, o durumdaki bir fâsık mü’minin tevbesinin makbul olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Genel kanaat, günahkar bir mü’minin tevbesinin ye’s hâlinde bile makbul olduğu yönündedir.
Evet, ümit ve recâm odur ki, bir mü’min, o dakikaya kadar günah işlemiş olsa da, ölüm döşeğinde ve ahirete ait tabloları görmenin ürpertisini yaşadığı bir anda bile tevbe etse Rahman ü Rahim onun tevbesini kabul buyurur. Çünkü, o tevbenin bir arka plânı ve bir nokta-yı istinadı vardır. O insan, daha önceden iman etmiştir, belli ölçüde salih amel de yapmıştır; nihayet günahları kalmıştır sırtında, hatta bunlar altından kalkılması çok zor ağırlıkta da olabilir. “Allah’ın meşîetine kalmış; dilerse affeder, dilerse de azap eder.” hakikati mahfuz, iman sermayesine sahip böyle birisi o esnada Cenâb-ı Hakk’a tevbe ederse, o iman iksiri hürmetine Mevlâ-yı Müteâl onu bağışlayabilir. İmana o kadar teveccüh-ü ilâhî olması ve iman çekirdeğinin o denli semere vermesi de gayet normaldir. İman etmiş ama salih amel yapamamış, hatta günahlara girip çıkmış ve belli ölçüde kirlenmiş bir mü’minin tevbesinin son anda da olsa kabul edilmesine ve onun da mağfiretten mahrum bırakılmamasına “imanın kerameti” diyebilirsiniz. Bunu, Allah ile azıcık bir münasebetin ilâhî ikrama vesile kılınması; küçücük bir aralıktan da olsa kulun teveccüh ve nazarına, Cenâb-ı Hakk’ın en kritik bir anda hususî teveccüh ve nazarla mukabelede bulunması sayabilirsiniz.
Hâsılı, can çekişme hâlinden önce, henüz hayattan ümit kesmeden ve ondan bütün bütün kopmadan küfürden dönmek ve imana yönelmek makbuldür. Ne var ki, bir mânâda gözler dünyaya kapanıp ukbaya aralanmışsa ve şuurlu imandan sonra bir vakit namazla dahi olsa amel etme imkânı kalmamışsa artık fırsat fevt edilmiş demektir. Bununla beraber, iman etmiş olmasına rağmen fısk u fücurdan bir türlü kurtulamamış kimseler için her zaman bir ümit kapısı açıktır. Nitekim, Mevlâ-yı Müteâl –mealen– şöyle buyurmaktadır: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).”7 Öyleyse, vaktinde iman etmiş kullar için, tevbe mevzuunda özel bir muamele ve bir himayenin olabileceği Allah’ın rahmetinden ümit edilir.
Firavun’un Âkıbeti
Buraya kadar arz etmeye çalıştığım hususlar zaviyesinden bakılırsa, sebepler açısından iki-üç aylık ömrünün kaldığını öğrenen bir hastanın durumunun hâlet-i yeis çerçevesine dahil olmayacağı anlaşılacaktır. O insan için hâlâ bağışlanma fırsatları ve kurtuluş vesileleri mevcuttur. Böyle bir mü’minin, ölümü ensesinde hissetmesinin kazandıracağı ruh hâletiyle kısa sürede pek çok mertebe katedebileceği hâlde, “Nasıl olsa kurtulurum!” diyerek boş kuruntuların, ümniyelerin peşine takılması ve hususî muamele beklentisiyle geri kalan ömrünü boşa harcaması yanlış olduğu gibi; kendisini, tam suda boğulacağı an inandığını söyleyen ama imanı makbul sayılmayan Firavun’a benzetip ümitsizliğe düşmesi de yanlıştır.
Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde adı zikredilmediği için ismini tam bilemediğimiz Firavun, tarih kitaplarında Amenophis, Râ (İbnü’ş-şems), Ramses ve Mineftah gibi adlarla anılmaktadır. Bunlardan hangisinin ya da hangilerinin Hazreti Musa’ya muasır olduğu mevzuunda da ihtilâflar vardır. Fakat, önemli olan isim değil, Kur’ân-ı Kerim’de ortaya konan Firavun tipi ve karakteridir; çünkü, Firavun’un anlatıldığı âyetlerle Firavunî şahıs ya da toplumların temel özellikleri nazara verilmektedir.
Firavun, ilâhlık ve rablık iddiasında bulunan ve yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek bir güç tanımayan bir tirandır. Diğer bir yönüyle de o, hâdiseleri hep sebeplere bağlayan bir esbapperesttir. Bu açıdan da, onun dalgalar arasında debelenirken fevkalâdeden bir kurtuluş beklemesi mümkün değildir. Dolayısıyla, onun o andaki hâli, kendisinden başka güçlü tanımayan ve sebepleri alt üst edebilecek ilâhî kudreti kabul etmeyen bir mütekebbirin muhakkak gördüğü ölüm karşısında müthiş bir korku ve helecanla çırpınması şeklindeki tam bir hâlet-i yeistir. Firavun, boğulmak üzere olduğu işte o anda çaresizlik içinde “İman ettim; İsrailoğulları’nın inandığı İlâh’tan başka tanrı yokmuş. Ben de Müslümanlardanım!”8 demiştir.
Daha önce Allah’a hep karşı gelmiş, isyan etmiş ve bozgunculuk yapmış olan Firavun, hiçbir kaçış ve kurtuluş ihtimalinin kalmadığı o vaziyette “iman ettim” deyince ona “Şimdi mi? Hâlbuki bundan önce isyan etmiştin, bozgunculardan olmuştun!”9 denilmiştir. Evet, Firavun’un imanı kabul edilmemiştir; zira o, iman iddiasında bulunduğu esnada hâlet-i yeis içinde kıvranmaktadır.
Ayrıca, Firavun’un kullandığı ifade de onun samimî olmadığını imâ etmektedir. O, “Allah’a iman ettim.” ya da “Hazret-i Musa’nın Rabbine inandım.” sözü yerine “İman ettim; İsrailoğulları’nın inandığı İlâh’tan başka tanrı yokmuş!” demeyi seçmiştir. Oysa, sihirbazların iman edişi anlatılırken onların “Rabbü’l-âlemin’e, Musa ile Harun’un Rabbine biz de iman ettik!”10 dediklerine vurguda bulunulmaktadır. Çünkü, sihirbazlar inandıklarını söylerken samimiydiler; Hazreti Musa ve Hazreti Harun kime Rab diyorlarsa ona; yani, esmasıyla malûm, sıfatlarıyla muhat ve Zat’ıyla mevcud-u mechul bir İlâh’a, Kelîmullah’ın haber verdiği mâbud-u mutlak Allah’a inanıyorlardı. God’a değil, Tanrı’ya değil, Diyo’ya değil, Huda’ya değil, İsrailoğulları’nın bazılarının kendilerince beşerî sıfatlar yakıştırdıkları Yehova’ya da değil, Peygamberlerinin tanıttığı Hazret-i Allah’a inandıklarını ikrar ediyorlardı. Dolayısıyla, onlar o kapıyı doğru çalmışlardı ve imanları da makbul olmuştu.
Fakat, Firavun “İsrailoğulları’nın inandığı İlâh’a inandım.” demek suretiyle iki büyük hatasını ele veriyordu. Birincisi; bir kısım İsrailoğulları’nın, içinde elli türlü çarpıklık bulunan Zât-ı Ulûhiyet telâkkilerini esas alıyor; onların nezdinde –Eski Ahid’e de aksettiği üzere hâşâ ve kellâ– kızan, öfkelenen, etrafını yakıp yıkan ve bu hâliyle insana benzeyen bir ilâha inandığını söyleyerek orada bile kapıyı yanlış çalıyor; Cenâb-ı Hakk’a Seyyidina Hazreti Musa’nın çizgisinde teveccüh etmemiş oluyordu. Dahası, eksik ve yanlış ikrarını dahi tam bir taklit havası içinde seslendiriyor; âdeta “Madem onlar kabul ediyor ve suda boğulmaktan kurtuluyorlar; öyleyse ben de kabul ediyorum!” diyordu. İkincisi; bir insanın imanının sağlam olması için, Allah’ın elçisine de iman etmesi şarttır. Firavun’un iman ettiğini söylerken kullandığı ifadede, kibrinden ve inadından dolayı hâlâ Hazreti Musa’nın peygamberliğini tasdîke yanaşmadığı sezilmektedir.
Bu itibarla, Firavun’un gönülden iman etmediği ve içine düştüğü felâketten kurtulmak için bu yola başvurduğu aşikârdır. Maksadı, Zât-ı Ulûhiyet’in varlığını ve birliğini ikrar etmek, O’nun kudretini ve azametini kabullenmek değil, bir şekilde ölümden kurtulmaktır. Dolayısıyla da, onun bu hâlet-i yeis içinde yaptığı iman ikrarı makbul olmamıştır. Binaenaleyh, günahkâr da olsa herhangi bir mü’minin ahir ömründeki tevbesinin mütekebbir Firavun’un “inandım” demesine benzetilmesi söz konusu değildir.
Görülmemiş Hesaplarla Öteye Gitmeyin!…
Evet, bir mü’min için tevbe kapısı her an açıktır; ne var ki, insan, altından kalkılmaz hesaplarla ötelere gitmemek için hep temkinli davranmalı, sürekli temiz yaşamalı, ezkaza kirlenmişse hemen temizlenmeye çalışmalı; elinde fırsat varken günah ve kul hakkı gibi ağırlıklardan kurtulmanın yollarını araştırmalı ve ölüme her an hazırlıklı olmalıdır. Şayet, zamanında bunları yapamamışsa, hiç olmazsa, ötelere yolculuk hesabına net sinyaller almaya başladığı vakit, hayatını bir kere daha gözden geçirmeli, bari ömrünün geriye kalan kısmını imar etmeli ve ölüp giderken kendi harabesinin altında kalmamaya bakmalıdır.
İnanan bir insan, sebepler açısından çok az bir ömrünün kaldığını düşünüyorsa, –ki bu bir ay da olabilir bir hafta da, bir gün de olabilir bir saat de– Allah’ın lütfettiği iman blokajını çok iyi değerlendirmeli; mümkün olduğu kadarıyla farz ibadetlerinden eksik kalanları kaza etmeli ve hususiyle üzerindeki kul haklarını ödeyerek onlardan kurtulmaya gayret göstermelidir. Gıybetini yaptığı, hakkını yediği, bir kötülük ettiği… kim varsa, onlara ulaşmanın ve helâllik almanın bir yolunu mutlaka bulmalıdır. Hatta gerekirse, bir gazeteye, bir televizyona ya da bir radyoya ilân vermeli ama ne yapıp edip ahirete görülmemiş hesaplarla gitmeme cehdi sergilemelidir. Bir an önce vasiyetini yapmalı; “Falana şunu verin, filâna bunu deyin; şuna hakkını ödeyin!..” demeli ve kul hakları açısından bütün bütün temizlenme arzusunu ortaya koymalıdır. O, gücünün yettiği kadarını yapmaya çalışırsa, inşaallah eksiklerini de Cenâb-ı Hak tamamlayacaktır. Rabb-i Rahîm’in engin bir rahmeti vardır; Allah Teâlâ ötede hak sahiplerine “Benim bu kulumdaki hukukunuzdan vazgeçin, ellerinizi onun yakasından çekin, Ben de size şu Cennet köşklerini vereyim!” diyebilir.
Ne var ki, böyle bir âkıbet Mevlâ-yı Müteâl’in sürpriz iltifatlarına vâbestedir; hâlis mü’min ise, hayatını harikulâdeliklere ve sürprizlere bina edemez/etmemelidir. Bu itibarla da, o doğrudan doğruya haram ve helâl mülâhazasına bağlı yaşamalı; hakkı hak bilmeli, hem Allah’ın hakkına hem de hukuk-u ibâda riayet etmeli ve şayet bir haksızlık yapmışsa, ilk fırsatta ondan arınma yollarını araştırmalıdır.
Mevzuyla alâkalı son bir husus da, ölüme iyice yaklaştığını düşünen bir insanın havf-recâ dengesidir. Bir kimse vardır ki, ta baştan itibaren bir havf (korku) insanıdır, daha ziyade terhîblerden (kalbe endişe ve korku hissi salan sözlerden) mütessir olur. Cenâb-ı Hakk’ın mehâfet ve mehabetini hatırladığı zaman yüreği ağzına gelir. Böyle birinin bütün bütün ümitsizliğe düşmemesi, tamamen yeise kapılmaması ve Allah’ın rahmetine karşı saygılı kalarak O’nun hakkındaki hüsnüzannını koruması açısından ondaki reca duygusunu biraz tetiklemek fayda sağlar. Bir başkası da vardır ki, onda vurdumduymazlık daha baskındır; o umursamaz ve deryaya atsan ıslanmaz bir yapıdadır; Zât-ı Ulûhiyet’i hatırlayıp da ürperdiği ve gözlerinin yaşardığı hiç vâki değildir. İşte, bu türlü bir insanı da gafilâne ölüp gitmemesi için daha çok havf iklimlerine çekmek lâzımdır.
Fakat, çocuklar için meseleyi hep recâ öncelikli götürmek gerekir. Gerçi, onlar da havftan tamamen azâde tutulmamalıdırlar, çocuklar da kötülerin cezalandırılacağının farkına vardırılmalıdırlar. Fakat, bu onların ruh dünyalarında derin yaraların açılmasına sebebiyet vermemelidir. Belki Samanyolu’ndaki “Büyük Buluşma” dizisini seyreden çocukların, şerli kimselerin Cehennem’i temsil eden kapıya doğru yürüdüklerini görünce, adaletin yerini bulduğunu düşünüp, “O buna müstehaktı!” demelerindeki espriye bağlı kalınarak, genel mânâda ceza mülâhazası yumuşak bir üslûpla işlenmelidir. İyi kimselerin mutlaka huzura ereceklerine inanan çocuklara kötülerin de cezasız kalmayacağı anlatılmalıdır. Ancak bu esnada, mevzuyu hem kendileri hem de yakınları açısından inşirah verici bir şekilde algılamalarına ve içlerinde bir burukluk yaşamamalarına da dikkat edilmelidir. Evet, onlara, Zât-ı Ulûhiyet’in rahmetinin enginliğinden bahsedilmeli; çocukların ötede ilâhî iltifata mazhar olacaklarından, yeni açmış güller gibi annelerinin kucağında öpülüp koklanacaklarından, Cennet ağaçlarının başında kumrular misali şakıyıp duracaklarından dem vurulmalı ve böylece onların Allah’a karşı sevgi hisleri sürekli harekete geçirilmelidir.
İmam Gazzâlî Hazretleri’nin yaklaşımıyla, Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, sevap atmosferine yaklaştırdığı yerlerde sürekli havf soluklamak; yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu veya ölüm emârelerinin iyice belirdiği zamanlarda da recâya sarılmak bir esas olmalıdır.11 Evet, insanı lâubâliliğe iten “nasıl olsa kurtulurum” mülâhazasına karşı korku unsurlarını öne çıkarmak, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu anlarda da recâ seralarına sığınmak lâzımdır. Şu kadar var ki, recânın boş ve amelsiz bir temennî değil, rahmeti ihtizâza getirme yolunda kavlî ve fiilî bütün vesileleri değerlendirerek, ilâhî dergâha iltica kapılarını zorlamanın unvanı olduğu da hiç unutulmamalıdır.
1 Nisâ sûresi, 4/18.
2 Buhârî, cenâiz 81, menâkibü’l-ensâr 40, tefsîru sûre (28) 1; Müslim, îmân 39.
3 er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 10/8.
4 Mü’min sûresi, 40/84-85.
5 Yûnus sûresi, 10/98.
6 Bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 2/1316.
7 Zümer sûresi, 39/53.
8 Yûnus sûresi, 10/90.
9 Yûnus sûresi, 10/91.
10 Şuarâ sûresi, 26/47-48.
11 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/142.