HASMANE TAVIRLARA KARŞI ÜSLÛBUMUZ
Soru: Bize yönelik hasmane davranış ve hareketlere karşı sergilememiz gereken tavır nasıl olmalıdır?
Bir mü’minin tavrı çok önemlidir. Zira o, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde edep dersi almış bir insandır. Mü’minin edep, nezaket ve nezahet dairesi dışına çıkması mümkün değildir veya söz konusu olmamalıdır. Çünkü onun ortaya koyduğu ve sergilediği her davranış otomatik olarak İslâm’a maledilecektir. Öyleyse mü’min, İslâmî edeple şekillenmiş tavrını, en imansız gönüller ve en amansız hâdiseler karşısında dahi değiştirmeden, bir Müslüman’a yakışır şekilde sürdürmek zorundadır. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına baktığımızda, Ebû Cehil karşısında dahi tavır değiştirmediğini görürüz. Bu itibarla, şayet her hangi bir şey karşısında öfkelenmişsek, o öfkeyi dışarı vururken dahi kullanacağımız üslûp mutlaka yine İslâmî bir üslûp olmalıdır. Vâkıa, Kur’ân-ı Kerim bazı âyetlerde kâfirlere karşı sert bir üslûp kullanmıştır. Ama, onun o sert üslûbu, aslında şahıslardan ziyade bir kısım çarpık fikirlere ve düşüncelere karşıdır. Evet, Kur’ân-ı Kerim hiç kimseyi karşısına alıp hırpalamamıştır. Onun hırpaladığı, kâfir ve mülhidlerden ziyade, onların temsil ettikleri ve edecekleri kâfirce düşünceler ve mülhidce anlayışlardır. Bu itibarla Kur’ân talebelerinin de, hiçbir zaman daha farklı davranmaları düşünülemez ve düşünülmemeli.
Evet, bizler bu hakikati şahıslar planında ele aldığımız gibi, devletler planında da ele alabiliriz. Meselâ, “Amerika, İngiltere, Almanya” derken zaman zaman üslûbumuzu sertleştirdiğimiz olabilir. Ancak şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız ki, ileride gidip Amerikalılara, İngilizlere, Almanlara diyalog teklifinde bulunmayı veya bazı gerçekleri anlatmayı, bazen de dini duygu ve düşüncelerimizi aktarmayı düşünüyorsak, daha bugünden sertliği bir yana bırakıp, onlara karşı kullanacağımız üslûbu iyi tespit etmek zorundayız. O hâlde her meselede olduğu gibi, bu meselede de mutlaka Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan süzülmüş ölçü ve kriterlere müracaat etmemiz şarttır.
İsterseniz, Kur’ân’dan bir örnekle konuyu daha da müşahhaslaştıralım. Allah (celle celâluhu), Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) Firavun’a gönderirken “Ona yumuşak söz söyle, belki düşünür.”1 diyor. Bu demektir ki, muhatabınız, sana ve kavmine yıllarca kan kusturan Firavun bile olsa, kendinizi yumuşak söz ve tatlı dille ifade etmelisiniz. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, Kur’ân-ı Kerim’in, muhatabın düşünmesini ve Allah’tan korkmasını “kavl-i leyyin”e bağlamasıdır. Şimdi bunu mefhum-u muhalifiyle ele alacak olursak, ondan “sertlikle üzerine giderseniz ne düşünür ne de haşyet duyar.” mânâsı çıkar. O hâlde muhatap kim olursa olsun, bir şeyler anlatabilmek için mülâyemet ve müsamaha vazgeçilmez şartlardır.
Demek ki, Müslüman daima tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, kalb-i leyyin, vicdan-ı leyyin, kavl-i leyyin içinde bulunmak mecburiyetindedir ki, gerçek bir irşad insanı olabilsin. Aksi hâlde, yani kendi iç aleminde yumuşamamış, erimemiş, Muhammedî ruh kalıbına dökülmemiş bir insanın her hâli ve tavrı sun’î ve yapmacık olacaktır ki, böyleleri belli bir süre tebessüm etseler de, damarlarına dokunulduğu anda, hemen kendilerini belli eder ve asıl mahiyetlerini ortaya koyarlar. Zaten bir yıldız böceği rasat ehlini ne kadar zaman aldatabilir ki?
Bu ölçüler içinde Hz. Mesih’in ahir zamanda yeryüzüne inmesi ve ümmet-i Muhammed’den birine iktida etme meselesini, onun, Muhammedî ruhtaki mevcut adaleti, re’fet ve şefkatiyle ayrı bir buuda çekmesi şeklinde anlamak mümkündür. Yani Muhammedîlikteki hakkaniyet ve itidalin, o işin müsaadesi ölçüsünde götürülebileceği yere götürerek “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönül kıranlara da gönülsüz olması” şeklinde teslim ve takdim edeceğini anlamak mümkündür.
Bu konuda asrın çilekeşi çok önemli bir örnektir! O hemen her zaman kendisine işkencelerin en acımasızını ve en insafsızını reva gören ehl-i dünyaya karşı bile bir girizgâh bulup iman hakikatleri anlatmaya çalışmış ve kat’iyen onlara darılmamıştır. Ashab-ı Uhdûd bu konuda ne güzel bir misâl teşkil ederler; hendekler kazıp, o hendeklerin içine itekleyenlere, ruhlarının ilhamlarını duyurmak için çırpınıp dururlar.
Evet, bağırıp, çağırmayla, şiddet ve hiddetle hiç kimseye bir şey anlatmak ve hele kabul ettirmek mümkün değildir. Belki belli bir dönemde, yani insanlığın bedevilik döneminde, şiddet kullanma bir metod ve bir yoldu ama, zaman onu neshetti ve hükmünü ortadan kaldırdı. Şimdi “Medenîlere galebe ikna iledir.”2 düsturu hükümfermâ. Günümüzün muhabbet erleri, çerçevesini çizmeye çalıştığımız seviyeyi yakalamalı ve bu konuda her zaman bol bol alıştırma yapmalıdırlar.
Evet, yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Mesih, ahir zamanda, ahiretin en ücra köşesinde bile olsa o önemli misyonu eda etmek için mutlaka nüzûl edecektir. Nüzûl edecektir ama, içinizde şahs-ı mânevînin muhtevî bulunduğu mânâ ve ruha nüzûl edecektir.3 Evet, o, bu mânâya ve bu ruha kalıp olmak için inecektir. Eğer o ruh yoksa, onun ceset olarak gelmesinin de bir mânâsı olmasa gerek. Hâsılı, netice olarak şunun bilinmesi gerekir ki, ahir zamandaki diriliş, hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ve kavl-i leyyini temsil edebilen sevgi kahramanlarının diriltici soluklarıyla gerçekleşecektir.
1 Tâhâ sûresi, 20/44.
2 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.64 (İlk Hayatı).
3 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.58 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual).