Hasret Solukları
Bir ölçüde iman ve Kur’ân’a hizmet yolunda bulunan bahadırların değişik şekilde sıkıntılar çekmesi karşısında, “Benim de her gün doğum sancısı misillü değişik sıkıntılara katlanmam gerek.” diye nefsimi ikna etmeye çalışıyorum. Fakat neylersin ki; etten-kemikteniz ve değişik duygularla, düşüncelerle örgülenmiş bir varlığız.
İşte böyle bir mahiyete sahip olması itibarıyla insan, düşmanlardan gelen her türlü eza, cefa ve sıkıntıya katlanıyor da –yakından tanıyanlar buna şahittir– fakat aynı şekilde eza ve cefada bulunan, su diye zehir sunan dostları kabullenmekte oldukça zorlanıyor. Ama buna rağmen, böylesi dostlara eğer hakkım varsa, yerden göğe kadar helâl olsun! Uhrevî hayatlarının, dinlerinin, diyanetlerinin kaybına vesile olabilecek her türlü yanlışlıktan Rabbim onları muhafaza buyursun!. Ayaklarını kaydırmasın… Evet, bana çektirenlere hakkımı helâl ediyorum. “Rabbim onlara da çektirmesin.” diyorum. Aksi hâlde elimde olmadan, içten bile intizar etsem, Rabbim’in karşılık vereceğinden korkuyorum. Onun için geçenlerde bana çektiren hem de çok çektiren birine “Rica ederim, bana içten bile olsa intizar ettirmeyin…” derken, birden çocukları gözümün önünde tüllendi, ödüm koptu. Ben, aslında, bir karıncanın helâya düşüp ölmesi karşısında üzüntüsünü aşamayan bir insanım. Kaldı ki canım gibi sevdiğim çocuklar…
Evet, Allah’ın bunca lütfu, ihsanı içinde herkes bir şeylere katlanıyorsa ve çekilen bu sıkıntılar neticesi çeşit çeşit doğumlar oluyorsa, bizim de bunca sıkıntıdan bir hissemiz olması lâzım.. lâzım ama keşke bu dostların eliyle olmasa… Her ne ise.. siz de çok dua edin, Allah kalblerimizi telif buyursun. Kâfirce sıfatların gönlümüzde yer etmesine imkân ve fırsat vermesin. Bize güç-kuvvet lütfedip, Yunusvârî “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve elli defa gönlümüzü kırsalar bile gönülsüz” yaşama gücünü ihsan buyursun.
* * *
Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun ki, bize, yığınla insana hak ve hakikati anlatma imkânı verdi; verdi ama, ben bu konuda endişelerimi hiç yenemedim. Yani bunca insana İslâm’ı tebliğ etme fırsatı bize verildiği hâlde, acaba biz bunu iyi değerlendirebildik mi? Mazhar olduğumuz lütuf ve ihsanlara, kendi cinsinden şükürle mukabele edebildik mi? Yoksa nefsânîliğimizi mi yaşadık? “Mütrefîn” gürûhu1 gibi yaşamaya mı daldık ya da nimetler karşısında mirasyediler gibi mi davrandık? Şan, şeref, şöhret, para, makam sevdasına mı kapıldık? Evet, bunlar benim endişelerim.. ve ben bu endişelerimi öteden beri hiçbir zaman aşamadım.
Düşüncelerim o ki; bizler bu nimetlerin kadr u kıymetini tam anlamıyla bilemedik. Muhatabımız olan muhtaç gönüllere hak ve hakikati bütün netliği ile anlatamadık. Nefsânîliğimizin altında ezilip kaldık ve bundan bir türlü kurtulamadık. Şayet aksi olsaydı; bizleri dinleyen, okuyan binlerce insanın sinesine taht kurabilirdik.. tabiî, Allah ve Resûlü hesabına.
Evet, çile, ızdırap, gözyaşı üzerine kurulmuş din-i mübin-i İslâm’ı taşıma ve gelecek nesillere, hem de en güzel biçimde emanet etme vazifesi, eğer Kur’ân hâdimlerine verilmiş ise, bu vazifeyi, verilen bunca nimetlerden istifade ile tam tekmil yerine getirmek gerekmez mi?
* * *
İstişare, defalarca önemini arz ettiğimiz bir husus. Müslümanların ve hele hele değişik meslek kuruluşlarında kader birliği etmiş insanların münferit hareket etmeleri, son derece sakıncalıdır. Hatta münferit hareket etme isabetli olsa, hayırla neticelense bile, yine de böyle davranmak, o kuruluş ve kuruma zımnî ve kapalı bir ihanettir. Ben, ölçü müyüm-değil miyim bilemem ama, size bir hususu hatırlatmakta yarar görüyorum; devlet büyüklerinden birisi ile konuşmam-görüşmem bahis mevzuu olduğunda, 50 insan ile konuşur ve istişare eder, ashab-ı ilmin, ashab-ı re’yin görüşlerine başvururum.
Evet, istişareden müstağni kalmamız mümkün değildir. Hele millete, insanlığa hizmet düşüncesi içinde istişare ise değerler üstü değerlere sahiptir. Ben 57 yaşındayım.. bu işin içinde hamurum yoğruldu. Bunca tecrübenin ifade ettiği bir mânâ olabilir. Ama buna rağmen ben, her meseleyi kolektif şuur içinde çözmekten yanayım. Üç aklı, bir akıldan daha üstün görenlerden ve arkadaşlarımın çoğunluğunun hissiyatını, hissiyatıma tercih edenlerdenim. Öyleyse gelin; mutlaka istişare mekanizmasını işletelim. Geleceğin büyük problemlerini o çarkın içinde öğütelim ve kat’iyen münferit hareket etmeyelim.
* * *
İman ve Kur’ân hizmeti adına “ümit eşiğini aşarken” belli ölçüde beni rahatsız eden bir husustan bahsedeceğim. “Belli ölçüde” tabirini bilerek kullandım. Zira, içinde bulunduğumuz zaman ve mekân diliminde, Allah’ın bunca lütuf ve ihsanlarını görmezlikten gelmek, O’na karşı bir nankörlüktür ve bir saygısızlıktır. Sizin yaptığınız çalışmaları, fedakârlıkları görmeme demektir. Doğrusu ben, Allah’a ve size karşı böyle bir saygısızlıkta bulunmak istemem. Ama yine de endişelerimi dile getirecek bir kısım kaygılarımdan bahsedeceğim.
Evet, gönül istiyor ki sizler duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima genç kalasınız.. kalasınız ve taştan su çıkarma seviyenizi daima muhafaza edesiniz ve hiç yaşlanmayasınız. İçimden öyle geçiyor. Çiçekler gibi, solmayan güller gibi daima ama daima genç kalabilseniz.. zira bazı insanlar, yaşlanınca elde ettikleri bilgi ve tecrübeleri ile beraber, bir ölçüde ukalâlıkları da artıyor.. ve ordu bozanlık etmeye başlıyorlar. Şeytan onların içlerine kolayca nüfuz edebiliyor.. edebiliyor da hizmet düşüncesinin dışında değişik beklentiler içine girebiliyorlar. Keşke, evet keşke elimden gelseydi, “kollarımı makas gibi açarak” bu düşüncelere giden yollar önünde dursaydım da geçmek isteyenlere geçit vermeseydim! Ve “Burası çıkmaz sokak!” deseydim..!
N’olur, genç kalın.. çocuklar gibi saf ve temiz kalın. Duyguda, düşüncede, inançta, amelde ve hizmette daima tertemiz olun. Ve devamlı ön saflarda koşun. Tıpkı küheylanlar gibi; hem de çatlayıncaya, kalbiniz duruncaya kadar ve başlangıçtaki hâlinizden hiç taviz vermeden hep koşun!.
Neylersin ki, elden gelmiyor işte. Geçmişte büyük yararlılıkları olanlar, gün geliyor, duyguda, muhakemede, mantıkta hizmet felsefesinde ihtiyarlıyorlar.. ihtiyarlıyorlar ve turnikeye önce girmenin hakkını arıyorlar. Makam sevdasına kapılabiliyor ve çeşitli şeytan tuzağı beklentilerin esiri ve zebunu olabiliyorlar. “Nerede bize saygı?” diyor, hırçınlık yapabiliyorlar.
Elden ne gelir? İnsan bu. Elbette, 70’ine, 80’ine ulaştığı hâlde genç kalanların yanında ihtiyarlayanlar da olacak.. ve tabiî önümüzdeki yıllarda toplum çapında yaşanacak imtihanlarla elenen birçok insan da olacak. Bunların birçoğu safvetini, sadeliğini kaybedecek. Allah ile olan irtibatı önemsemeyecek. Dünyevî hazlar ve zevkler adına kendini salıverecek.. ve kimileri tamaha, kimileri tenperverliğe, kimileri şöhrete, kimileri riyaya, kimileri haneperestliğe, çoluk çocuk sevdasına, mal-mülk-menal arzusuna kapılacak.. ve pek tabiî ki kimileri de başlangıçtaki inanç, azim ve gayretiyle yoluna devam edecek.
Rabbim, lütfedip başlattığı bu dönemi, bir kısım ihtiyarların (!) zayıf omuzlarına bırakmasın.. ve bu işi, yaşlansa bile genç kalanların omuzlarında bayraklaştırsın!. Bizleri de takılıp yollarda kalanlardan eylemesin!
“Bunları niye söyledin, güllerden bahsetmek varken dikenlere destan tutmanın mânâsı neydi?” diyebilirsiniz. Müsaade edin, bunu ben ledünnî hislerimle baş başa kaldığım zaman kendi murakabe ve muhakemelerim içinde ele alayım…
Yine, “Seni bu denli korkutan nedir? Hem korkmak senin hakkın mı, korkmak gerçekten Allah’a inanan, Allah’a imanda derinleşen ve o has kurbeti paylaşan insanların işi değil mi?” diyebilirsiniz? Haklısınız, ama, müsaade edin de bunları ben, kendi dünyamda düşüneyim. Ve bu düşüncelerimi dile getirmekle sizleri rencide etmeyeyim. Aslında ben, temel düşüncelerim itibarıyla böyle şeylerden hep uzak kalmaya çalıştım, ümit konuştum, ümit yazdım, ümit deyip ağladım, ümit deyip inledim. Ama gel gör ki, bunlar da oluyor. Başınızı ağrıttım. Allah’ın üzerinizde olan lütufları aşkına beni bağışlayın!
* * *
Sancılıyız. Çile ve ızdırap içindeyiz; ama olacak bunlar. Çünkü bir millet doğuyor. Tabiî ki böyle bir doğumun sancısız olması düşünülemez. Nasıl bir anne doğum öncesi çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. –Karında yük taşımak, sırtta yük taşımaktan farksızdır herhâlde. Hatta daha da zordur?– Anne o çocuğun, yiyeceği-içeceği, giyimi-kuşamı, sıcağı-soğuğu vs. her şeyine dikkat etmek zorundadır. Ta ki çocuğuna zarar verilmesin. Yani anne, hayat programını çocuğuna göre yapar, çocuk yörüngeli bir hayat yaşar. Ve doğum mevsimi gelince de sancı üstüne sancı çeker. İşte aynen öyle de şimdilerde bir millet yeniden doğuyor. Elbette ki bunun da kendine göre sancıları olacaktır.
Evet, gerek doğum öncesi ve gerekse doğum esnasında elbette bir kısım çileler, ızdıraplar söz konusu olacaktır ve olmalıdır da. Ancak burada bir hususu hatırlatmak istiyorum: Keşke bu çile ve ızdırapların kaynağı sadece husumet ehli olsaydı!.. Keşke.! Ama gel gör ki aynı yolda yürüdüklerimizden de bu kervana katılan olunca, diyecek bir şey bulamıyoruz. Diller lâl kesiliyor ve gözyaşı pınarları birden kuruyuveriyor. Ne yapalım şimdi? Bir zamanlar birilerinin dediği gibi “Dost vefadan, düşman cefadan usanmaz.” vecizesini “Dost da düşman da cefadan usanmaz.” şeklinde mi değiştirelim? Yoksa işi gerçek yörüngesine oturtmak için hep beraber, el birliğiyle seferber olup bir kere daha gayret mi gösterelim.
Karar sizin.!
* * *
Kâfirin kâfirliğini yapmasını hiç yadırgamıyorum da, mü’minin çeşitli sebeplerle, kâfir sıfatlarına takılıp kalmasını hazmedemiyor ve buna bir türlü mânâ veremiyorum. Evet, bir müessese içinde iki insan birbirinin hizmetini engelliyorsa, kâfir olmasalar bile, kâfirlik yapıyorlar demektir. Hırsları, kaprisleri, haset ve kıskançlıkları sebebiyle başkalarına çelme takıyorlarsa kâfirlik yapıyorlar demektir.
Her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir; tıpkı her kâfirin her sıfatının kâfir olmadığı gibi. Yukarıda zikredildiği şekilde davranan insanlar, üzerlerinde kâfir sıfatı taşıyan mü’minlerdir. Fakat bizim sıfat olarak kâfirliği bırakıp mü’minliğe açılmamız lâzımdır. Zira Allah, insanlara, taşıdıkları sıfat ve o sıfatlara göre yaptıkları amelleri nazara alarak muamelede bulunuyor. Ve bence, üzerinde hassasiyetle durulacak mesele de işte budur!
Tekrar ediyorum; mü’min, kâfir sıfatlarının mağlûbu olmamalıdır. Meselâ, düşünmemek, sistemli çalışmamak, vahdeti zedeleyici davranışlar içine girmek, mü’minlere karşı hazımsızca davranmak, küçük küçük meseleleri öne çıkartıp büyütmek, kavga etmek, dedikodu, gıybet ve suizanlara girmek… Evet, bütün bunların hepsi birer kâfir sıfatıdır. Ve bunca kâfir sıfatını üzerinde taşıyan bir insanın ve böylesi insanları bünyesinde barındıran bir müessesenin muvaffak olması kat’iyen düşünülemez.
Ne kadar arzu ederdim, 24 saat hizmet uğrunda ölesiye çalışan; çalışıp muvaffak olan bir arkadaşın, “Allah bana şunları, şunları yaptırdı. Fakat ben, bu işlerin benden olduğunun bilinmesini istemiyorum. Keşke başka bir arkadaşı vitrine koysanız, ben yine aynı şekilde perde arkasında ölesiye çalışsam; çalışsam ama, tembel oturan miskin bir insan gibi görünsem.” demesini. Evet, yıllardan beri günümüz insanından benim beklediğim hep bu oldu. Heyhât! Bunu bulduğumu söylemede biraz zorlanacağım.
Ne yapacağız o zaman? Gelin mukaddes tanıdığımız değerler üzerine yemin edelim. Dinimiz üzerine.. çoluk çocuğumuz üzerine.. ailelerimiz üzerine yemin edelim.. Rabbimiz’e en yakın olduğumuz dakikalarda.. gecenin sessizliğinde: “Eğer iftiraka sebebiyet verecek davranışlarda bulunursak, hazımsız davranırsak, gıybet yaparsak, suizanna düşersek; çoluk çocuğumuz, mal ve menalimiz şöyle olsun-böyle olsun!..” diyelim ve söz verelim birbirimize.. el sıkışalım ve kenetlenelim birbirimizle.. ücret esnasında Ali Bey, Veli Bey diyerek kendimizi kenara çekelim ama insanlığa hizmet adına gelen tekliflere de “Başüstüne!” deyip hemen o işi yapmaya koyulalım. O zaman, işte bu ruhun karşısında ne kâfirin gücü ne şeytanın plânı ne ifritlerin dehası ne de nefsin vesvese ve desiselerinin tesirinin kalmadığını göreceğiz.. ve işlerin âhenk içinde yürüdüğünü müşâhede edip, aşk u şevkle yeniden kanatlanacağız.
Aslında bugünkü olumsuzluklar devam ettiği müddetçe, bir yere varmak imkânsızdır. Evet, birbiriyle münasebetlerinde düz bir mü’min olmak pâyesine bile eremeyen insanlarla nereye varılır ki? Böyleleri –korkarım– Cennet’i bile kaybederler…
Son sözüm ve duam: Allah kalblerimizi telif buyursun.. îsâr hasletiyle ruhlarımızı coştursun.. bizi kâmil mü’minler seviyesine çıkartsın.. ve Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikî ümmet olma şerefiyle serfiraz kılsın!
Yol Azığımız
Yeryüzünde İslâm’ın yücelmesi ve yükselmesi, onu temsil edenlerin istikamet üzere yaşamaları ile mümkündür. Onlar ister bu yolla vilâyet makamına ulaşmayı, ister insanları insanlığın semasına yükseltmeyi, ister bu milleti, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olabilecek bir konuma getirmeyi düşünsünler, mutlaka istikamet üzere olmaya fevkalâde özen göstermelidirler. Bu aynı zamanda hedefe varmanın da önemli bir vesilesidir.
İstikameti yakalayabilmenin belki de yegâne yolu, Allah ile irtibattır. Evet, bizim güç kaynağımız, Allah ve O’na olan yakınlığımızdır. Onun için bu hususun hayatımızın hiçbir anında ihmal edilmemesi ve kat’iyen hatırdan çıkarılmaması gerekir.
Ayrıca, her gün gönüllerin kendisine daha derin bir muhabbet ve teveccüh gösterdiği böylesine güzel hizmet anlayışları içine, her zaman hubb-u câh, şöhret arzusu vb. başka başka mülâhazalarla girmek isteyenler olacaktır; bu yol takip edildiği sürece bunlar hasbîlik ve adanmışlık ruhu üzerine kurulu böyle bir hizmet telâkkisi içine girme imkân ve fırsatını bulamayacaklardır. Meselâ siz, ibadet ü taatinizde çok derin olsanız, namazlarınızı uzunca kılsanız, nafile oruçları hiç kaçırmasanız, zannediyorum farklı mülâhazalarla içinize giren insanlar, aranızda uzun zaman barınamayacak, ilk fırsatta sizden ayrılacaklardır. Böylece bir taraftan Allah’la irtibat sağlanırken, öte taraftan da bünye gayet iyi korunmuş olacaktır.
Bakınız, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Âişe Validemiz’in beyanına göre ayaklarının altı şişinceye kadar ibadette bulunuyordu. Bir gün, “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Neden bu kadar kendini ibadet yolunda zorluyorsun?” sorusuna, O, “Bu lütfu bana bahşeden Allah’a karşı çok şükreden bir kul olmayayım mı?”2 karşılığını vermişti. Bûsîrî de buradan hareketle “Ben o Nebiler Sultanı’nın sünnetine muhalefet ettim; zira O, ayaklarının altı şişinceye kadar geceleri hep ibadet ü taatle ihya ederdi.”3 der.
Şimdi sizler istikameti bir kredi kartı gibi kullanarak, bu ülkede ferdî, ailevî ve millî birçok hizmetlerin gerçekleşmesinde öncü rol oynadınız. Daha doğrusu Allah bunları size lütfetti. Öyleyse bu nimetlere karşı, Allah Resûlü gibi şükretmesini de bilmelisiniz!
Öte yandan, istikameti koruyamama, çeşitli falso ve fiyaskoların yaşanmasına sebebiyet vermekte. Böyle bir şeyin hesabını ise Allah mutlaka ahirette soracaktır. Çünkü çok geniş bir kitleyi alâkadar eden, hatta bu milletin kaderini ilgilendiren ve bu yönüyle de âmme hakkı içinde mütalâa edilebilecek olan bir kısım hakların çiğnenmesi kaçınılmaz olacaktır. Onun için A’dan Z’ye insanlığa hizmet davasına gönül verenler, bu hususa mutlaka çok dikkat etmek zorundadır. Ve bu mefkûreye zarar verebilecek en küçük şeylerden bile yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçınmalıdırlar.
Genç Nesil
Büyük dava insanlarının, pek çok nesir ve şiirlerini “Genç Nesil” ve “Genç Adam” üzerine örgülediklerini görürüz. Bunun değişik sebepleri vardır. “Genç insanı olmayan bir davanın ayakta durması mümkün değildir.” Hazreti Ömer’e isnat edilen bir sözdür ve bu bence çok önemlidir. Bundan dolayıdır ki, pek çok büyük, rüyalarını görüp hayallerinde tüllendirdikleri geleceği, hep gençlik malzemesi ile örgülemeyi düşlemişlerdir.
Evet, İslâm davasını temsil eden insanların yanında, daima gençlik adına birileri bulunmuştur, Meselâ, Hazreti Musa yanında Yuşa, Ashab-ı Kehf yanında Yemliha, Hazreti Mesih’in yanında ismini bilemediğimiz biri.. ve tabiî Efendimiz’in yanında da Hazreti Ali (radıyallâhu anh). İşte bütün bunlar fütüvvetin temsilcileridirler. Peygamberlerde böyle olduğu gibi, Yakın Çağ tarihi itibarıyla da böyledir. Meselâ, ilk dönem itibarıyla Sokrates’in etrafında gençler vardır. Asrımızda Bediüzzaman’ın etrafında hâlelenen insanlar da gençlerdendir. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Hafız Tevfik Efendi… ve daha niceleri onunla tanıştıklarında 25-30 yaşlarında birer gençtirler. Bir ikinci dönem itibarıyla, Bayram Abi, Sungur Abi, Abdullah Yeğinler de kendi dönemlerinin gençleridirler. Ve bu dava, onların omuzlarında temsil edilip bugünlere gelip ulaşmıştır.
Tevfik Fikret, Necip Fazıl, Mehmed Âkif… gibi şairler, bu mevzuda “Şebab” ve “Gençlik” türküleriyle hayallerini süsleyip onu, hep rüyalarının Heraklit’i olarak görmüşlerdir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, hemen her dava insanı, bütün sa’y ve gayretini, istikbal vaad eden böyle bir gençlik yetiştirmeye harcayıp, onu âdeta hülyalarının yorumcusu olarak görmüştür.
Kendi Üslûbumuz
Herkes, kendi davranışları, kendi sözleri, kendi tavırları ile kendi karakterini sergiler. Bu açıdan biz, bizi seven-sevmeyen herkese kendimiz gibi davranmak zorundayız. Meselâ, çoğu zaman ben, bize küfreden insanlara bile, “bey”, “efendi” tabirlerini kullanarak hitap etmişimdir. Bu, bizim üslûbumuzdur. Bizler üslûbumuzdan taviz vererek, bulunduğumuz konumdan aşağıya inemeyiz. Unutmayalım ki “Gelen konar, göçen gider.” fakat, biz üslûp ve duygularımızla kalır ve müessiriyetimizi de devam ettiririz.
Ayrıca ben, bu türlü davranışlarımızın düşmanlık yapanlarda, “Bu adamlar böyle yapmakla, duygu ve düşünce açısından mâşerî vicdanda mâkes buluyorlar. Biz ise, huşunetle davrandığımız müddetçe haksız kabul ediliyoruz.” düşüncesini uyaracağını ve tavırlarını değiştirebileceğini tahmin ediyorum.
İsterseniz bu duruma, gücümüzün yetmediği konularda iftira ve tezvire kilitlenmiş tâli’sizleri teknik nakavt etme nazarıyla bakabilirsiniz.
Fakat beşeriyet icabı, iftira ve tazyiklere belli noktaya kadar sabredip, tahammülün kalmadığı yerde, Allah’a yönelip O’na havale etmek de düşünülebilir. Bu bir bakıma, gizli bir deşarj ve vücudun zehirli şeyleri dışarı atması sayılabilir.
Buna delil olarak Kur’ân-ı Kerim’deki bir kısım sert gibi görünen ifadeleri gösterebiliriz. Yalnız, her zaman olduğu gibi burada da ifrat ve tefritlere düşmemek gerekir. Zira bu ifadeler, ister Yahudi, ister Hristiyan, isterse müşrikler için olsun, uç noktayı temsil edenleredir. Üstad bu ince espriyi bir yerde yakalayarak: “Siz, Yahudiyi Yahudiliğinde, Hristiyanı Hristiyanlığında dost edinmeyin.”4 der. Aksi hâlde hususî ahvâlde, hususî şahısların hayatlarında bir kısım hususiyetlere râci olan ahkâmı, umumî mânâda algılamak, onu şiddet ve hiddet kitabı olarak kabul etmek olur ki, bu da Kur’ân’ın ruhuna muhaliftir. Hâsılı biz kendi üslûbumuzdan asla fedakârlıkta bulunmamalıyız.
Uyum Üzerine
Ancak kolektif şuurla altından kalkılabilecek işlerde her bir ferdin bir uyum kahramanı olması gerektiğine inanıyorum.
Evet, her bir fert, kobralarla anlaşabilecek kadar engin sineli ve onları idareye kararlı olmalıdır. Zaten en iyi arkadaş, en kötü insanlarla iyi geçinendir. Sadece iyi insanlarla iyi geçinmek, iyi insanların şiarı değildir. Bence iyi insan, en kötü insanlarla dahi iyi geçinebilen, atmosferin şihapları bağrında erittiği gibi, huysuzlukları, geçimsizlikleri… sadrında, sinesinde eritebilen ve şeytanla dahi –o kadar küfür ve dalâletine rağmen– bir diyaloğu olabilen insandır.
Fakat bütün gayretlere rağmen, uyum adına ortaya konan performans yeterli olmuyorsa, hâdisenin ânında, problemi çözeceğine inanılan birisine intikal ettirilmesi gereklidir. Ama bu mevzuda hiç mi hiç dedikoduya ve gıybete girilmemelidir.
Kendimizi Anlatma
İster fert isterse külliyen, başkalarının bizim hakkımızda suizanda bulunmalarının doğru olmadığı muhakkak. Bunun dinî tabirle ifadesi “haram”. Ancak bizim de, onların hakkımızda suizanda bulunmalarına sebebiyet verebilecek davranışlar veya bulanık tavırlar içinde bulunmamız birer saik sayılabilir. Ben öteden beri hep bu endişeyi taşımışımdır. Yani acaba bizler, kendimizi anlatma ve tanıtma adına bize düşeni yapabildik mi? Şayet yapamadı isek ve hâlen yapamıyorsak başkalarına günah işletiyoruz demektir.
Sahip olduğumuz düşünce ve misyon itibarıyla bize olabildiğine yabancı olan insanların, meselâ bazı gazete yazarlarının –isimleri önemli değil– bizi anlamaları zannediyorum zor olacaktır. Evet, her şeye rağmen bizler, yine de söz ve davranışlarımızla kendimizi anlatmak zorundayız. Ta ki başkalarını günaha sevk etmiş olmayalım.
Övgüde Ölçü ve Bazı Düşünceler
Basında lehimizde ve aleyhimizde çok yazılar çıktı. Bazıları takdirlerini gazete beyanları ile iletirken, bazıları da kin ve nefretlerini konuşturdu veya endişelerini dile getirdiler. Bu arada bazı dost ve arkadaşlar da şahsen benim kendilerinden beklemediğim bir üslûp ile yapılan işleri ve o işleri yapanları değerlendirmelere tâbi tuttular.
Evet, bazı dostlar Allah’ın izniyle gerçekleştirilen bu gönüllüler hareketini takdir ve tebcilde öyle ifadeler kullandılar ki, bundan bazı düşüncelerin bulandığını söyleyebilirim. Meselâ, bütün bu olup bitenleri bazı şahıslara mâl ederek sanki bu ülkede yapılan faaliyetlerin hepsini biz yapıyormuşuz, biz düşünüyormuşuz gibi bir havaya girdiler. İşte bu işlerin arkasındaki “devâsâ kametler” demeye başladılar. Bence bunlar kat’iyen doğru değildir. Çünkü her şeyden evvel bizleri bu işte cebr-i lütfî olarak istihdam eden Hazreti Allah’tır (celle celâluhu). Eğer biz, biz olarak iradelerimizle bu işin içine girseydik, –zannediyorum– muhtemel sıkıntıları nazara alarak daha baştan kaçacak delik arayacaktık.
Evet, dün bu ülkede Allah (celle celâluhu) Bediüzzaman’ı, Süleyman Efendi Hazretleri’ni, Es’ad Efendi, Sami Efendi ve emsali şahısları istihdam ettiği gibi, şimdilerde de başkalarını istihdam ediyor. İstihdam edilenler Allah’a ne kadar şükretseler azdır.
Saniyen; yapılan işlerin bütününü bazı kimselere mâl etmekle, bu eğitim hareketi içinde bulunan ve bu irfan meşalesi içinde yerini alıp aşkla-şevkle bir yay gibi gerilmiş bulunan, tepeden tırnağa insanlığa hizmet ruh ve mânâsına kilitli, hayat programını ona göre ayarlamış yüzlerce-binlerce arkadaşı görmezlikten gelmiş oluruz ki, bunun da tam bir nankörlük olmasa da körlük olduğunda şüphe yoktur.
Salisen; bu düşünce aynı zamanda bizden önce yaptıkları hizmetlerle efkârı yumuşatan ve zemini, bizim hizmet yapabileceğimiz hâle getiren nice kahraman, nice fedakâr ve nice diğergam insanları da görmezlikten gelmek demektir. Hâlbuki bizden önceki nesillerin hizmetlerinin, bizim hizmetlerin bu seviyeye gelmesindeki yeri kat’iyen inkâr edilmemelidir. Onun için ben yıllardır bu düşünceleri ifade edenlere “Estağfirullah, siz havayı yumuşattınız, insanları bu çizginin kenarına kadar getirdiniz ve artık onlara tek bir adım attırmak yetecekti.. işte bence yapılan da odur. Şimdi, Rabbimiz’in lütfettiği ‘ile’l-merkez’ bir gayretle sizin hazırladığınız şehrahta bu insanlar, kendilerini birdenbire buluverdiler.” demişimdir. Ve bu sözler kat’iyen idare-i kelâm da değil, bir hakikatin ifadesinden ibarettir.
Rabian; yolların ayrımında her şey olabilecekken, Rabbin lütfuyla bir topluluğun sağında, solunda yer almış veya önünde olma imtihanını paylaşan insan veya insanlara, tarih boyunca –büyük büyük veliler dahil– çoklarına nasip olmayan böyle çaplı bir hizmeti yüklemek, evet, o şahıslara karşı zulümdür. O hâlde bizler de değişik değerlendirmelerde bulunurken, o şahıslara götürebileceklerinin çok çok üstünde yük yüklemekten sakınmalıyız.
Hulâsa, hangi meselede olursa olsun, düşüncelerimizi, ifadelerimizi İslâm’ın temel esasları içinde yoğurmak mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde farkında olmadan övgü televvünlü kınamalar içine girebiliriz.
Tevhid Ufkuna Ulaşabilmek İçin…
Günümüzde Müslümanlar, hem “tevhidi kazanma” adına pek çok avantajların, hem de “kayma noktaları”nın bulunduğu kaygan bir zeminde hizmetlerini sürdürme durumundalar. Bu dönem, diğer dönemlerde olduğundan fazla “mağrem” ile “mağnem”in atbaşı olduğu bir dönem. İlim ve irfan hizmetleri adına ortaya konan sa’y u gayretler neticesinde meydana gelen duruma baktığımızda görülen o ki, bu işler, ne fertlerin ne de cemaatlerin işi olabilir.!
Evet, bütün işlerin arkasında hakikî müessir ve müsebbibü’l-esbab olan Cenâb-ı Hak vardır. O, hem fertleri hem de cemaatleri bu yolda istihdam etmektedir. Ne var ki bazen, Allah’ın planladığı işlerin tahakkukunda sadece sebeplerden bir sebep sayılan insanlar gaflete düşerek kendilerini fâil gibi görüp, “Biz yaptık, biz ettik.” diyebilirler. İşte bu nokta, insan için bir kayma noktasıdır. Hâlbuki kendisini İslâmî hizmetlere adamış hak yolcusu, yaptığı işlerin hepsini Allah’tan bilmeli ve O’na olan hamdini dile getirme adına da her zaman dolu dolu “Her şey Senden Allahım. Sen Ganîsin, Rabbim Sana döndüm yüzüm.” diyerek Hakk’a yürümelidir.. yürümelidir ki böyle bir insan için sarp yollar dümdüz, düzlükler de pürüzsüz olur. Ayrıca tevhid ufkunu yakalamaya çalışan bir insan için haddini bilmenin ifadesi sayılan bu sözler, aynı zamanda gerçek bir arınma vesilesi de olabilir.
Ben inanıyorum ki, zulmet üstüne zulmetlerin yaşandığı şu içinde bulunduğumuz asırda, hem Türkiye hem de dünyanın sair yerlerinde aydınlıklar dönemi mutlaka yaşanacaktır. Bu dönemde, “Tan yeri süvarileri”nin elmas kalemleri, Mesih nefesleri, alın terleriyle elde edilecek her şey, Allah’tan bilinecek ve nefse pay çıkarma gibi firavunâne işlerden hep Allah’a sığınılacaktır. Bu mevzuda çocuklar önemli bir örnek teşkil eder. Öyle ki birisi, bir çocuğu korkuttuğu ve onun üzerine gittiği zaman o da hemen kendini bir yakınının kucağına atar ve emniyete kavuşmanın verdiği hazla âdeta itminan soluklar.
İşte bu ölçüde kul da kendini Allah’a salmalıdır ki, kendisine Allah’ın zahîr olduğu bir insan, bütün zehirleri panzehir yapabilir. Dolayısıyla tevhidi yakalamaya çalışan her insanın, her şeyde kendisini Allah’ın büyüklüğüne ulaştıracak hakikatleri araştırması ve O’na götürecek tünelleri bulması gerekir. Kaldı ki insan, her gün yirmi dört saatte, yirmi dört defa tevhid yolunda ayrı ayrı tüneller bulsa ve yaptığı her yeni işteki orijinalitenin müşâhedeleriyle dolup taşsa bile, bunu yeterli bulmamalıdır. Çünkü insan, duygu, düşünce, davranış ve sûrî hedefler itibarıyla her an mevzi değiştirmektedir. Zaten جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyiniz.”5 sözü, sadece kelime-i tevhid ve kelime-i şehadeti söyleyerek iman yenilenmesi mânâsına hamledilmemelidir.
İmanın yenilenmesi için “âyât-ı tekvîniye”nin kanunları hallaç edilmeli ve bu yolda nihaî hedefe ulaşabilmek için sürekli tüneller aranmalı ve yollara köprüler kurulmalıdır. Evet, kendini bu yola adamış her insan, ibadet ü taatiyle ayrı; evrâd u ezkârıyla ayrı; his ve hülyalarıyla ayrı; mütalâa ve müşâhedeleriyle ayrı vesileler aramalıdır. Müşâhede, sergi ve meşherde; mütalâa ise kitapta olur. Kâinat ise bu iki şeyi ile büyük bir meşher ve kitaptır.
Evet, O’nun bize verdiği her şeyi gerçek değerine ulaştırmak, verilen bu nimetleri yine O’nun yolunda kullanmaya bağlıdır. Çünkü dünyadaki fâni ve çürüyüp kokuşmaya müsait mal, O’nun yolunda infak edilince bekâya mazhar olacağı gibi, cisim itibarıyla yokluğa mahkûm olan insan da, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda olabildiği ölçüde fâni âlemin dar kalıplarından sıyrılıp ebediyete namzet olabilir.
İslâm ve Biz
Kâinatın mayası muhabbettir. Huşunet ve hırçınlıkla bir yere varılamayacağı ve varılmadığı ortadadır. Sevgi, saygı ve muhabbetle kime ait olursa olsun, kapıların tokmağına dokunulduğunda, diyalog yollarının açıldığı ve İslâm’ı en güzel şekilde anlatma imkânının doğduğu izahtan vârestedir.
Ayrıca, başkalarını hep hatalı görmek, onları çeşitli bahanelerle sürekli karalamak, nefsimiz adına bir teselli vesilesi sayılsa da bunun İslâmî esaslarla taban tabana çatıştığı da muhakkaktır. Bu durum İslâmî anlayışın değil, kendi kafamızda şekillendirdiğimiz düşüncelerimizin ürünüdür. Yani vaz’-ı ilâhî değil, bir vaz’-ı beşerîdir. Bunun dünya ve ukbâ adına ne bize ne de insanlığa bir şey kazandırmayacağı da açıktır.
Bize düşen bu dini, onun evrensel özelliklerini nazara alarak, evrensel buudlar içinde tebliğ ve temsil edebilmektir.
İlklerle Beraberlik
Günümüzde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun şanlı ashabının açtığı yolda ilerleyerek, maddî ve mânevî buudlarıyla irşad ve tebliğ yolunda koşturanlar, bana öyle geliyor ki, ruhen hep o ilklerle beraberler. Yani inançta, amelde, duyguda ve düşüncede onlarla birleşebildikleri ölçüde, sahabe-i kiramın ruhanî maiyyet ve teyidatı altındadırlar. Meselâ, onlar binlerce insanın şehadetiyle bin bir türlü maddî-mânevî sıkıntılara göğüs gererek, dur durak bilmeden bu yolda koşuyorlar.
Öyleyse onlar, Bedir’e, Uhud’a, Huneyn’e iştirak edenlerle aynı çizgide birleşiyorlar demektir. Bu ise, –inanın bana– Hazreti Hamza’nın, Şüheda-yı Uhud’un ruhaniyatı onlarla birliktedir anlamını taşır. Yanlış anlaşılmasın, bu, onlar bizim bulunduğumuz buudda ve bizim anladığımız mânâda bu faaliyetlere iştirak ediyorlar demek değildir. Belki bu, onlar kendi bulundukları buudların şartlarına ve Allah’ın vermiş olduğu izne göre, asırlar sonra da olsa, aynı düşüncenin hizmet gönüllüleri ile bir ve beraberdir mânâsına gelir.
Akıl – Mantık – His Beraberliği
Üstad Hazretleri’nin Mesnevî’de ifade ettikleri gibi, insan nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet mertebelerinde gezinip duran bir varlıktır.6 Bu insan fıtratının tabiî bir hususiyetidir. İnsanın bunu aşabilmesi ve sürekli en zirve mertebede karardîde olabilmesi oldukça zordur. Evet, insan her zaman tabiatını meydana getiren unsurların hususiyetlerini hisseder ve bu unsurlar onun davranışlarına mutlak mânâda tesir eder. Öyle ki mahiyetinde turab ağır basanlar turabî, hava ağır basanlar havaî, ziya ve su ağır basanlar da ziyaî ve maî olurlar. Yani toprağın, havanın, ışık ve suyun hususiyetlerini hisseder ve ettirirler.
Bizim tabiatımız muhtelit. Onun için de bizde potansiyel olarak her şey ama her şey vardır. Şehvetten hiddete, abdiyetten ubûdiyete kadar.. şayet bunlar, terbiye-i Ahmediye metotları ile terbiye edilebilirse, insanın kemalâtına medar olabilirler. Evet, işte o zaman ateş aynı nur, hava aynı ziya olabilir ve bunlar insanı kemalâta taşıyarak insan-ı kâmil yapabilirler.
Ne var ki, bazen de bu unsurlar, kendi hususiyetleri ile ortaya çıkabilirler. Bu durum bizi kat’iyen ye’se ve ümitsizliğe atmamalı. Zira bu “ilelebet” böyle devam etmez. İnsan, iradesi ile bu zorlu akabeyi de aşabilir.
Kâmil insanlarda hissiyat, kalb, akıl, mantık hep aynı ölçü ve aynı çizgi üzerinde birleşir. Yalnız bunların arasındaki bu ittihadın hakikî mânâda olup olmadığını çok iyi bilemeyeceğim. Evet, hissin kalb, kalbin akıl ve aklın mantık ile hep uyum içinde olduğunu görmek istiyorsanız kâmil insanlara bakmanız kâfidir. Hatta vicdanî tecrübelerle sabittir ki, böyleleri his tufanıyla yaşasa ve hisleri çağlayanlar gibi aksa, yine de akıl, mantık ve kalb dengesini koruyabilirler. Burada nefsin olumsuz müdahaleleri, şeytanın iğvası, şer güçlerin vesveseleri hep marjinal kuvvetler olarak kalır ve büyük ölçüde mağlûbiyet yaşarlar.
Medya ve Tarafsızlık İlkesi
Medyanın tarafsızlık ilkesine bağlı olarak yayın yapabilmesi bana şu anda çok zor gibi geliyor. Türkiye’de en çok satan birkaç gazetenin, zaman zaman bir araya gelip bir çerçeve anlaşması yapmaları, ardından da hemen bu anlaşmayı tek taraflı bozmaları, bu endişemi teyit ediyor mahiyette görünüyor.
Tarafsızlık ilkesini benimseyebilme ve bunu yayınlara yansıtma önce şahsiyetli bir düşünce, sonra sağlam bir kültür, sorumluluk duygusu ve millî menfaatleri her şeyin üstünde tutabilecek bir anlayış ve inanç ister. Sizlere bu konuda çok acı, acı olduğu kadar da gerçek bir hususu arz etmek istiyorum:
Tarafsızlık ilkesine bağlı olarak yayın yapmada bazen, aynı terbiyeyi almak bile yetmeyebilir; nitekim yetmiyor da. Hâlbuki, İslâmî anlayış ve inanç içinde, “Allah her şeyimize nigehbân” ve “yaptığımız her şeyin hesabını inceden inceye Rabbimiz’e vereceğiz…” gibi esaslar bizim için vazgeçilmeyen dinamiklerden.. ve tabiî Müslüman, hayatını bu esaslara göre düzenlemek zorunda. Ama bütün bunlara rağmen bakıyorsun ki, bir kardeşimiz veya bir grup, aynı kulvarda hizmet etmiyor diye bir başka cemaati karalayabiliyor, yerebiliyor.. ve hatta yerin dibine batırabiliyor. Demek ki bir yerde aynı kaynaktan beslenmek, aynı kıbleye teveccüh etmek bile yetmeyebiliyor.
Evet, bu mesele, olduğundan da fazla tahşidat ister. Nefsimize, hislerimize, beklentilerimize rağmen Kur’ân’ın öngördüğü, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) emrettiği çizgide hayat sürdürmek ister ki, Âkif’in dediği hakikî kahramanlık da işte budur:
“ Şehâmet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır;
Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.”
Burada kastedilen hakikî Müslümanlık, muamelede, helâl ve haramda gösterilen Müslümanlıktır. Hep iyilik yapmak, hatta kötülüklere bile iyilikle karşılık vermek.. başına ne gelirse gelsin “of” bile dememek ve gıybetlere girmemek. İşte bence hakikî kahramanlık budur! Evet, bana göre kâmil insan, kendini affetmeye alıştıran insandır. “Falan babanı öldürmüş!” dediklerinde; “Affettim gitti, babam benim bu tavrıma nasıl bakar bilemeyeceğim ama ben bana ait yanıyla affediyor, Allah’a ait yanını da Allah’a havale ediyorum.” diyebiliyorsak, kâmil insan seviyesini yakalamışız demektir.
Biz aslında burada medyanın tarafsızlık ilkesini sağlayıp-sağlayamayacağından bahsediyorduk, söz başka mecralara kaydı. Şahsiyeti tam gelişmiş, düşünceleri oturaklaşmış, sağlam bir kültür altyapısı ile donanmış, dünya üzerinde oynanan oyunları bilen ve ülke çıkarlarını her şeyin üstünde tutacak kadar vatanperver ve vatansever insanların varlığı ölçüsünde, zannediyorum medya da tarafsız olabilecektir.
Dostların Cefâsı
Ben şahsen dosttan, kardeşten, taraftardan gelip bana toslayan hâdiseleri bütünüyle unutmak istiyor ve bunu gerçekleştirme gayreti, çabası içinde bulunuyorum. Fakat bazen oluyor ki, yeni oluşan ve gelip hassasiyet duvarlarına çarpan bir hâdise, 25 yıldan beri olan ve hep unuttuğum, unutmaya çalıştığım hâdiseleri bir kere daha hatırlatıyor. Tekrar unutmaya, tekrar affetmeye çabalıyorum. Zannediyorum işin en zor kısmı da işte burası. Tekrar unutmak ve tekrar affetmek. Hâlbuki dua dua Rabbim’e ne kadar yalvarmışımdır “Unuttur bana bu olayları Allahım.” diye. Ama demek ki, bir hikmete binaen, belki her unutma ve affetme gayreti, yeni baştan sevap kazanmamıza vesile olduğu için tam unutturulmuyor. Ben başımdan geçen şeylerin dedikodusunu yazsam Meydan Larousse kadar bir ansiklopedi meydana gelir. Fakat bence bunların hiçbir yararı yok. Gıybet kitabı yazmanın kimseye bir şey kazandıracağını zannetmiyorum. Hatta bazen îmalı yollarla ve isim tasrih etmeden bunları konuştuğum da olmuştur. Onlar sonra deşifre edilmiş şekliyle önüme geldiğinde silip atmışımdır.
Tarihi Aydınlatmak İçin…
Bence hâdiseleri, şahıslardan tecrit ederek anlatmalı. Kaldı ki tarihî hâdiseler ayniyet çizgisinde cereyan etmez; öyle olunca da, bu hâdiselerden ders değil ibret alınır. Tarihî hâdiseler misliyet çizgisinde cereyan eder. Bu açıdan da şahıslardan tecrit edilerek kaleme alınmış hatıralar yeterli sayılır ve ibret alınabilir.
İnsanoğlu Âdem’in çocuğu olduğu kadar Hâbil’in, onun olduğu kadar Kâbil’in, Hud’un, Salih’in, Âd’ın ve Semud’un da çocuğudur. Beşerî bir realite olarak bunu kabullenmek çok önemlidir. İnsanoğlunu bu konumu içinde kabullendikten, hatta insanlarla münasebet tecrübelerini de işin içine kattıktan sonra, onunla ikili ilişkiler içine girebilirsin.. girebilir ve dersin ki bunun –affedersiniz– bir yakışıksız yanı var ve bana tekme sallayabilir, ben de böyle bir şeye maruz kalmamaya dikkat etmeliyim. Aynı zamanda onun bir melek yanı da var, o hâlde onunla yüz yüze münasebetler içinde de bulunabilirim.
Böyle olunca, insan insanlardan gelebilecek her türlü menfi ve müspet davranışa hazır olur. Kur’ân’ın وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ7 sözüyle ifade ettiği kinini, nefretini, gayzını yutan bir sine ile onları karşılar ve tıpkı bir atmosfer gibi, dünyasını karartacak şeyler bile o atmosfere çarptığında, âdeta ışık hüzmeleri hâline gelirler. Nitekim bunları hayat felsefesi hâline getiren insanlara bu tür şeyler çarptığında o üzücü hâdiseler birer ışık hâleleri hâline gelir ve onlara şehrayinler, cümbüşler, fener alayları, donanma geceleri yaşatır.
Bunları söylemek kolay, fakat gerçekleştirebilmek zorlardan zor olsa gerek.
– Müspet hareket dediğiniz bu mu?
Hayır. O biraz daha farklı. Müspet hareket, bazı kesimlerin yaptığı gibi dayatma, karşı koyma, açıktan açığa mücadele etme değil, karşı tarafı hiç rahatsız etmeden; rahatsız edip dünyayı yaşanmaz ve hak adına mücadele verilmez hâle getirmeden din-i mübin-i İslâm uğrunda çalışmak, çabalamak demektir. Aksine herkesi rahatsız eden ve ayaklandıran bir hareket çoklarının başını ağrıtır.
Benim yukarıda arz etmeye çalıştığım husus, biraz da bu yumuşak ve müdebbir insanlarla alâkalı. Şöyle arz edeyim; ben yaklaşık 20 yaşımdan beri bir kısım insanlardan sürekli çekiyorum. Takipler, mahkemeler, hapishaneler, sinip-görünmemeler… vs. Bu süre içinde bunlardan dolayı ağladığımı hiç hatırlamıyorum; ama bazı dostlardan ve iyilik ettiğimiz kimselerin muamelelerinden dolayı çok ağladım. Hatta onlardan ağladığım kadar, Allah rızası için ağlayabilseydim, zannediyorum o gözyaşları milletin Cennet’e gitmesine bile yeterdi.
Her neyse, bunları unutalım. Unutmakla kalmayıp hiçbir şey olmamış gibi bir tavır ve davranış içinde olalım. Eski hatıraları çağrıştıracak hâdiseler zuhur ettiğinde, bir kere daha “Yâ Sabûr!” diyerek, bir “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.”8 çekip, Rabb-i Rahimimiz’e ilticada bulunalım.
Şikâyet – 1
Cenâb-ı Hakk’ın bizlere ihsan buyurduğu bunca lütuflar karşısında birlik ve beraberlik içinde bulunmamız şarttır ve elzemdir. Kaldı ki bizim birlik ve beraberliğimiz Allah’ın yeni yeni lütuf ve ihsanlarına sebep olacaktır. Ama ben görüyorum ki bazı arkadaşlarımız birbirleriyle geçinemiyor, uyum içinde hareket edemiyor, suizanlara, gıybetlere, şikâyetlere giriyor. Bu hususta sırasıyla bazı ölçüler vermek istiyorum:
1. Başta da beyan ettiğim gibi, her şeye rağmen “Hakk’ın hatırı âlîdir.”9 deyip, dirlik ve düzenimizi bozacak bu kabîl şeylerden olabildiğince kaçınmak. Üstad Hazretleri’nin “Zamanımızda münakaşa eden, haklı dahi olsa haksızdır.”10 veciz beyanını hayat düsturu yapmak.
2. Şikâyet mevzuu yapılacak problem hayatî ehemmiyeti olmayıp zamanla aşılabilecek cinsten ise setretmek ve sabretmek.
3. Problemi nihâî planda çözüme kavuşturabilecek üst seviyedeki birisine intikal ettirmek. Fakat insan, problemi o zata arz ederken tıpkı bir muhabirin yaptığı gibi, vak’ayı rapor şeklinde anlatmalı. Hem de garazsız ve ivazsız bir şekilde. Gereksiz yere isim tasrih etmemeli, ses tonunu, yüz işmizazlarını değiştirmemeli, “Böyle böyle bir problem oldu. Tedavi etme adına teşebbüslerim oldu. Fakat altından kalkamadım veya olmadı. Çünkü altında kalıp ezileceğim vehmine kapıldım. Onun için meseleyi zat-ı âlînize getirdim.” denmelidir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde de birçok problem oluyor ve mesele kendisine isim tasrih edilmeden anlatılıyordu. O da minbere çıkıyor, problemi ve ardından çözüm yolunu söyleyerek meseleyi hallediyordu.11
İşte biz bu tür nüanslara, tertibe, terkibe tam riayet edemediğimizden dolayı, problemleri götürüp çözümsüzlüğe mahkûm ediyoruz. Meselâ, hiç gereği yok iken tutup, alâkasız şahıslara meselelerimizi anlatıyoruz. Hâlbuki bu tür şeyler yetkili, selahiyetli, nihâî bir zata ve zamanında anlatılmalıdır.
Unutmayalım bizim Kur’ân yolunda olduğuna inandığımız insanlar aleyhinde, yarım kelimelik dahi olsa söz söylemeye hakkımız yoktur. Aksi hâlde Kur’ân’ın haram dediği gıybeti işliyoruz demektir.
Şikâyet – 2
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ashabımdan hiç kimse diğeri hakkında bana söz taşımasın; zira ben sizin huzurunuza selim bir kalb ile çıkmak istiyorum.”12 buyuruyor. Buradan hareketle, kalb-i selim ile Rabbisiyle mülâki olmak isteyen herkes, kendisini ilgilendirmeyen mevzuları, başkaları hakkında söylenen sözleri dinlememeye kendisini şartlandırmalıdır. Bu husus bir dava uğrunda kader birliği yapmış arkadaşlar arasında çok daha fazla önem arz etmektedir.
Öte yandan toplum adına yapılan hizmetlerde belli bir sorumluluk altında bulunuyorsak, meydana gelen problemleri dinlemek ve çözmek de bizim vazifemizdir. O açıdan bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lâzım.
Bakın Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine isim tasrih edilmeden söylenen problemleri, verdiği hutbeler, yaptığı konuşmalarla halletmiştir. Meselâ, “Velâ hakkı, azat edene aittir.”13 buyurmuş ve Hazreti Âişe Validemiz ile Berîre’nin sahipleri arasındaki velâ problemine son vermiştir. Huneyn Savaşı sonunda, heyecanına hâkim olamayan ensardan bazı gençlerin ganimet taksiminde muhacirînin kayırıldığı şeklindeki düşüncelerini, topluca ensara yapmış olduğu o enfes konuşması ile halletmiştir.14
Netice itibarıyla, bizi ilgilendirmeyen hususlarda şikâyet ve gıybet televvünlü konuşmalara karşı kapalı ve kilitli olacak, ilgi alanımız içine giren şeyleri de dinleyecek ve zamanında yapacağımız müdahalelerle o işleri çözüme kavuşturacağız. Kaldı ki başka fertlere zarar verebilecek hususları –tabiî sorumluysak– dinlememek, çözüm bulmamak bizim hakkımız değildir. Orada mesele âmme hukuku –Allah hakkı– içine girer ve bizi aşar. Dolayısıyla bu türlü durumlarda mutlaka meseleyi çözebilecek birisine zamanında intikal ettirmeli veya kendimiz çözebilecek isek, ona hemen çözüm bulmaya çalışmalıyız.
Bu meselenin bir diğer yönü; bazen birileri gelip, şahsımız hakkında başkalarının söylediği ifadeleri aktarıyorlar. “Falan senin hakkında şöyle diyor, böyle düşünüyor, yazıyor vs.” Şimdi hiçbirimiz dinin direği değiliz.. ölçü ve kıstas hiç değiliz. Bu açıdan birilerinin aleyhimize olması, aleyhte düşünmesi ve konuşması o insanların kötü olduğuna delâlet etmez. Zira bazı insanlar vardır ki, müraidir. Size iyi görünmek için o tür davranışların içine girerler. Bazıları da hakperesttir. Size karşı haşin, sert görünür ama doğruyu konuşur, doğruyu anlatır.
Şimdi bizler şahsımızla alâkalı meselelerden dolayı her konuşulanı dinlemeye kalkarsak, inanın bana gıybet çarkı dönmeye başlar. Hâlbuki gıybet etmek haramdır. Gıybet etmeme de bir meziyettir, iman işidir, yürek işidir. Yiğitliğin emaresidir. Onun için yanımızda gıybet edilmeye başlandığı an bu yiğitliği göstermek zorundayız. “Dinlemiyorum böyle şeyleri, kalkın, defolun gidin yanımdan.” demeliyiz. Bunu yapacak cesaretimiz yoksa, bari kendimiz kalkıp gitmeli ve o şeytan meclisini terk etmeliyiz.
Bu hususta bir de konum meselesi var. Meselâ benim konumum. Bazen oluyor ki bana intikal eden hâdiseler karşısında kendimi şikâyet bürosu şefi gibi görüyorum. Gelen-giden belki günde 100 adam problemini anlatıyor ve ardından “Çöz bunu!” diyor. Problemleri çözme neyse ama onların intikalinde gıybetlere girme yok mu, işte onlar beni mahv u perişan ediyor. İmanlı sinelerde, imanlı dillerde bu kâfir sıfatını görmeye hiç tahammül edemiyorum.
Ben sizlerden tekrar rica edeyim. Allah aşkına bu türlü davranışları hayatımızdan silip atalım. Zira yapılan şu güzel hizmetleri –hafizanallah– yiyip-bitirecek iftirak ve gıybet virüsünden başka bir şey bilmiyorum. Hele gıybet, hele gıybet!. Meselâ, İslâm’a hizmet yolunda öyle insanlar tanıyorum ki, zinaya karşı olabildiğine kapalı, yediği, içtiği, giydiği şeylerde harama kilitli, namazları çok mükemmel, fakat gel gör ki gıybetin merkezinde. Hâlbuki gıybet de en azından zina ölçüsünde haram. Onun için tekrar rica ediyorum birilerini çekiştiren, her fırsatta gıybet eden insanlara karşı ortaklaşa tavır alalım. Konuşmayalım, konuşturmayalım o insanları. Bulunduğumuz ortamları iftirak ve gıybete nâmüsait hâle getirelim. İçtimaî hayatımızı perişan eden bu iki virüsten, yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçalım.
Metot Farklılığı
Daha önceden çeşitli vesilelerle söyledim. Yine söylüyorum; suizan etmek haram, suizanna vesile olmak da bir yanlışlıktır. Bu açıdan arkadaşlarımız, ehl-i hizmet olan, iman ve Kur’ân’a hizmet davasında farklı metotları benimseyen dostlarımızı mutlaka ziyaret etmeli, yanlış anlama ve anlaşılmalara medar olabilecek hususları anlatarak, onlara günah işleme imkân ve fırsatı vermemelidirler.
Zira herkes kendi mesleğinin, meşrebinin muhabbeti ile yaşayabilir.. yaşamalıdır da. Evet, herkes kendi istidat ve kabiliyetleri doğrultusunda, düşüncelerine uygun gelen yeri bulmuş ve o kulvarda hizmetine devam ediyor, devam etmeli de. Meşrebinin muhabbeti ile yaşamalı, başka meşreplere dil uzatmamalı. “Hasen”i bulduktan sonra “ahsen”in münakaşasını yapmamalı. Yani Hüseyin’i bulduktan sonra Hasan’ın peşine düşmemeli. Zira Hasan da mutlaka Hüseyin’in bulunduğu yerdedir.
Ayrıca, herkesle diyaloğa açıldığımız şu dönemde, sayılamayacak kadar çok fasl-ı müşterekleri olan Müslümanların, meşrep farklılığından dolayı birbirlerini çekiştirmelerini, iftirak içinde olmalarını izah etmek çok zor olsa gerek!.
Dava Genç İnsanlar İster
Ben yıllardan beri bu davaya sahip çıkacak insanların gençlerden teşekkül etmesi için Rabbim’e dua dua yalvardım, yakardım ve hâlen yalvarmaya devam ediyorum. Çünkü, Hazreti Ömer’e isnat edilen bir söze göre “Genç insanı olmayan bir davanın ayakta durması mümkün değildir.” Sakın ola ki bu düşüncenin mefhum-u muhalifini ele alarak “İhtiyarların bu davada işi yok.” gibi bir anlayışa kapılmayın. Ben böyle bir saygısızlığı irtikâp etmekten Allah’a sığınırım. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, yaşlanmış, iki büklüm olmuş insanlarla böylesi uzun bir yola çıkılmaz. Bu dava başım, gözüm, dişim demeyecek, evlâd ü iyâl, şan, şeref, şöhret, makam, mansıp peşinde koşmayacak genç, dinamik insanlar ister. Gençlik heyecanını, dinamizmini davası uğrunda kullanacak insanlar. Fakat bütün bunlar şart-ı âdidir, esbab-ı âdidir. Yani Allah sizlere takdir buyurmuş olduğu lütuf ve ihsanları sunarken, bu gençleri vesile olarak kullanır. Onun için hepimiz ve hepiniz Cenâb-ı Hakk’a yönelerek davayı omuzlayacak ve sonuna kadar götürecek genç insanları ihsan buyurmasını istemeli ve dua dua yalvarmalıyız.
Ayrıca kavlen duanın yanında duygu ve düşünce planında da bu düşünceyi diri ve canlı tutmanın yani beklentiler içinde bulunmanın Allah katında çok müessir bir dua olduğuna inanıyorum. Yatarken-kalkarken, yerken-içerken hatta rüya ve hülyalarımıza varıncaya kadar “Allahım, gençler, genç dava adamları…” diye düşünmek bence çok önemlidir.
Öte yandan; insanlık bir değişim ve dönüşüm yaşama aşamasına girdi. İşte bütün insanlığın beklediği bu dönüşüm ve değişimi gençler gerçekleştirecektir. Onun için şimdiye kadar çok defalar dediğimiz gibi “Genç adam, kalk bu badirenin bahadırı ol!” diyecek ve gençlere misyonlarını hatırlatmaya devam edeceğiz.
Evet, Üstad Hazretleri davayı sahiplenen bunca genci bir arada görmediği hâlde, o fecrin emarelerinin göründüğünü söyler.15 Zaten fecir, fecr-i kâzip bile olsa, o, fecr-i sâdıkın en sâdık emaresidir. İşte Bediüzzaman da o sâdık emareyi görmüş ve onun muştusunu bizlere sunmuştur. O Büyük Çilekeş, etrafında 20 adam olduğu dönemde “Kardeşlerim, küfrün ve ilhadın bel kemiği kırılmıştır.”16 der. Tiflis’te medresesinin temellerini atma hülyası, Van’da Medresetü’z-Zehra düşüncesi, “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır.”17 demesi ve bu çizgideki beyanları üst üste getirilecek olduğunda, o Büyük Üstad’ın bugünleri çok öncelerden gördüğü ve kanaviçesini sabır tığıyla ördüğü görülecektir.
Evet, nice aydınlık ruh, dinimizin îlâsı, milletimizin yücelmesi yolunda büyük sorumluluklar altına girmişlerdir. Hazreti Ömer gibi adaletin, gücün, istikametin remzi, Hazreti Hamza gibi şecaat ve cesaretin önderi, Hazreti Eyyub misali sabrın kahramanı olan gençler artık şahlanmış bulunmaktadır.
İşte tam bu aşamada diyorum ki: Ey Hamzalar, Ömerler, Aliler “Lebbeyk!” deyin, bu kutsî hamulenin altına girin. Girin bu sorumluluk altına ve zinhar âhesterevlik etmeyin.. elinizi çabuk tutun.. önünüze çıkan altın gibi fırsatları kaçırmayın.. değerlendirin bütün bunları.. ve kurtarın çağınızı, çağınızın insanlarını. Çağı yakalamak diyorlar! Haydi canım, sizin hülyalarınız, idealleriniz yanında ne değeri var ki bu düşüncenin. Siz, bırakın çağı yakalamayı, yapacağınız hizmetlerle çağınızı aşmaya namzetsiniz. Siz bu çağın Heraklitleri, Apollolarısınız. Estağfirullah.. düşünülen şeylerin hayata taşınması yanında ne Heraklit’in, ne de Apollo’nun lafı olur.
Hâsılı; bu gençler topluluğunun, bu aydınlık ruhların yapacağı daha çok şeyler var. Yeter ki Rabbim muhalif bir rüzgâr estirmesin ve bizleri hizlan, hüsran ve haybet içinde bırakmasın. Âmin!
Spor ve Diyalog Süreci
Dünyada, iletişim ağlarının genişlemesiyle beraber, demokrasi, barış, diyalog, hoşgörü ve müsamaha kavramlarının da yayılıp benimsendiği bir gerçektir. Bu kavramların daha da yaygınlaşması ve bütün insanların bundan nasiplerini almaları için, fert ve toplum olarak herkese görev düşmektedir.
Burada topluma müessir olabilecek önemli güç kaynakları ve iletişim vasıtalarından biri de hiç şüphesiz spordur. Sporla ilgili şeyler, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hemen bir anda intikal edebilmektedir. Ülkemizin bekası ve yarını adına mutlaka lüzumuna inandığımız diyalog ve müsamaha düşüncesi diğer vasıtaların yanında bu yolla da herkese duyurulabilir.
Meselâ, futbolda sahada geçirilecek 90 dakikalık süre çok iyi değerlendirilebilir, oyun içinde gerekli performans gösterilip, tribünlerdeki seyircilere zevkli dakikalar yaşatılabilir ve kimsenin itiraz edemeyeceği, insanlık çapında bir kısım faziletler rahatlıkla sahada sergilenebilir. Evet, 90 dakikanın bu şekilde değerlendirilmesi çok önemlidir. Ancak ondan daha önemli bir husus var ki o da, eskiden olduğu gibi, yenilen ve yenen tarafların bir araya gelmeleri, birbirleriyle sarılıp, el sıkışmaları ve etraflarına centilmenlik yağdırmalarıdır. Onların bu şekildeki hareketleri, tribünlerdeki insanlara da yansıyacaktır. Bu, yer yer sandalyeleri ateşe veren, birbirlerine sövüp-sayan, zaman zaman kanlı-bıçaklı birbirine giren ve sporu bu şekilde duygudan, düşünceden tecrit edilmiş bir meslek olarak görmek, göstermek isteyenlere de önemli bir ders olacaktır. Taraftarlar da kavga ve döğüş yerine, karşılıklı sevgiyle el sıkışıp, stadyumdan öyle ayrılacaklardır. Bütün bunlar küçük görülse de, bununla kin, nefret kırılıp, hiç olmazsa belli ölçüde nötr edilir ki dünyanın da buna çok ihtiyacı vardır.
İçte ve dışta bir kesim, belki dünyada diyalog ve beşerî münasebetlerin bu ölçüde temsilini istemeyeceklerdir. Bunun için de temkinli davranma mecburiyetindeyiz. Öyleyse bu iş temkinle götürülmeli ve temkin öncelikli yaşamalıdır. Yapılan her işte içten içe derince, çok akıllı, çok sağlam olmalı ve samimî hareket edilmelidir. Bunun bir metot olarak, meslekten mesleğe değişeceği de hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bir imam camide, –eğer matlubsa– avazı çıktığı kadar bağırabilir, her şeyi açık konuşabilir, açık söyleyebilir. Ama bir sinema ve tiyatro sanatçısı, bir fikir kitabı yazarı öyle davranamaz. O, sunacağı mesajların, açık müdafaasını yapmak yerine, çok küçük bir mesele hâlinde, rollerinin ya da sayfalarının arasına sıkıştırıp sunmak zorundadır.
Bunun böyle yapılmasında maslahat vardır. Yoksa o mesajların çarpıcılığı ve tesiri kırılır, müessir olunamaz. Sporda da aynı şey geçerlidir. Meselâ atılan bir gol sonunda, “Bunu imanımla yaptım, Allah’ın izniyle böyle oldu.” gibi sözler, bazı insanları hezeyana, tuğyana sevk edebilir. Bunun gibi, bazılarını rahatsız edecek hâl ve davranışlardan sakınmakta maslahat olsa gerek.
Bizler bu ilkelere ters hareket eder ve kendi ufkuna göre diyaloğa açık olan insanlara yaklaşamazsak, dinin ruhuna aykırı hareket etmiş oluruz. Çeşitli vesilelerle sevgisini, saygısını ifade etmek için el uzatan insanlara, aynıyla mukabele etmezsek, –hafizanallah– sevimsiz hâle geliriz. Hatta bir kısım sürpriz olumsuzluklara sebebiyet vermiş oluruz. Hulâsa olarak diyebiliriz ki, spor gibi önemli bir faktörün, mutlaka çok iyi değerlendirilmesi gerekir.
Hoşgörü
Hoşgörü bizim dünyamızın yamaçlarının gülüdür, çiçeğidir. Biz onu asırlarca hep birlikte, el ele gönül gönüle vererek temsil etmişiz. Ve inşâallah kökünde böylesine bir hoşgörüyü barındıran bu millet ağacının, yeniden hayat bulması sonucunda onu bir meyve hâlinde dışarıya çıkartacak ve hoşgörüyü bir kez daha tam anlamıyla temsil edecektir. Evet, Ahmet Yesevîler, Yunus Emreler, Mevlânalar, Hacı Bektaşlar bu düşüncenin zirvelerinde dolaşan, bizim dünyamızın insanlarıdır.
Milletimizin hoşgörüye bu denli açık olmasında, dinî prensiplerimizin rolü çok büyüktür. Hatta denilebilir ki hoşgörü, kaynağını dinimizden almaktadır. Zira o, aşk, şevk, sevgi platformunda gelişir. Bu platformu çok çeşitli denemeleri ile hazırlayan ise, dindir. Bakın Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem)! O’nun bir adı “Habib”dir.18 Habib, seven ve sevilen demektir. Bir dinin peygamberine bu ismin veya sıfatın verilmesinin altındaki espri kavranabilse, buna verilen ehemmiyet kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Evet, O, değil insanlara, hayvanlara bile fevkalâde hassas bir şekilde davranmış, onlara verilen en küçük rahatsızlık karşısında ciddî olarak rencide olmuş ve bu konuda etrafındakileri uyarmıştır.19 Hayvanlara karşı tavrı bu olan Allah Resûlü’nün insanlara karşı davranışı bundan daha ötedir. O, namazda, Rabbisinin huzurunda dururken, bir çocuk ağlaması işitse, o çocuğun annesinin hafakanlarını kalbinde duyar ve namazı acele olarak kılardı.20 O’na, “Hibbu’r-Rasûl” yani Peygamber’in sevdiği, sevgilisi unvanını alan Üsame İbn Zeyd’in,21 bir savaşta samimî olmadığı inancıyla karşı taraftan “Lâ ilâhe illallah” diyen birisini öldürdüğü haberi ulaştığında fevkalâde rahatsız olmuş ve Üsame’ye defaatle “Kalbini yarıp da baktın mı?” demiştir. Öyle ki Hazreti Üsame, “Keşke bu zamana kadar Müslüman olmasaydım da Allah Resûlü’nden bu itabı duymasaydım!”22 temennisinde bulunmuştur.
Yine O Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi teşrif ettiklerinde, Medine ahalisi ile yapmış olduğu anlaşmada (Medine Vesikası) diğer din müntesiplerine öylesine haklar tanımıştır ki, onlar günümüzde yürürlükte olan İnsan Hakları Beyannamesi’nde, insanlara tanınan haklardan çok çok ileridedir.23
Evet, bizim hoşgörü anlayışımıza kaynaklık eden dinimizdir veya hoşgörü, dinimizin tabiatının gereği ve onun bir derinliğidir. Biz, o dini hayatımıza hayat kıldığımız asırlarca, bu uzun zaman dilimlerinde o hoşgörüyü dünya çapında temsil etmişizdir.
Yalnız tarihin bazı dilimlerinde, günümüzde de kısmen olduğu gibi, bu espriyi kavrayamayan bazı marjinal gruplar veya bazı fertler, bu anlayışa ters hareketlerde bulunmuş olabilir. Onları bu tür davranışlara sevk eden, düşünce kayması olabileceği gibi, dış dünyanın etkileri de olabilir. Evet, eli kanlı, gözü kanlı, dili kanlı, müsamaha, tolerans, hoşgörü nedir bilmeyen bazılarının işleyegeldikleri cinayet, bombalama, yaralama, gasp, soygun vb. hâdiseleri bütün mü’minlere mâl etmek, hatta bunu İslâm’ın temel özelliği olarak göstermek doğru olmasa gerektir.
Netice itibarıyla, bütün olumsuz şartlara rağmen, günümüzde bize düşen şey, hoşgörü anlayışını yeniden öncelikle içimizde yeşertmek, daha sonra da çevremizle olan münasebetleri hep bu çizgide sürdürmektir. Zira bu milletin yeniden dirilişi, husumet düşüncelerinin kökünün kesilmesine ve hoşgörü anlayışının yaygınlaşmasına bağlıdır. Allah’a şükür, bu süreç Türkiye’de başlamıştır. Başladığı gibi daima artan bir hızla devam etmesi, sonra bütün bir dünyaya yayılması en büyük dileğimizdir. Günümüzde insanımızın her şeyden daha çok, her zamankinden daha fazla sevgiye, saygıya, el ele tutuşmaya ihtiyacı vardır. Geleceğin dünyası kinin, nefretin, şiddetin, kavganın, savaşın üzerine değil, sevginin, hoşgörünün, birbirimizi kabullenmenin üzerine bina edilecektir.
Anne – Baba Hakkı ve Hizmet
20. asırda en çok istiskal edilen, hatta hor ve hakir görülen değerlerin başında maalesef ana ve baba gelmektedir. Bu konunun; dinî inançları, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarına egemen olan kanunları itibarıyla Batı dünyasında bulunmasına makul izahlar getirebiliriz ama aynı şeylerin İslâm dünyasında olmasını izah etmek oldukça zor ve gariptir. Bir kere Kur’ân, ana-babayı “vâlideyn” diye tesmiye ederek, ikisini bir varlık gibi göstermiş ve onların haklarını Allah ve Resûlü’nün hakları ile aynı çizgide değerlendirmiştir.24 Ben şahsen, unutulan veya unutturulan bu gerçeğin neslimize tekrar hatırlatılması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca bu konuda, eğitim ve öğretim vazifesi gören A’dan Z’ye hemen herkese çok ciddî görevler düştüğü kanaatindeyim.
Doğrusu, günümüzün hizmet erlerinin bile bu mevzuda hataları olabiliyor. Bazen bu hataları görüyor ve hicranla iki büklüm oluyorum. “Hizmet ediyor, Allah rızasını kazanmaya, ahlâk-ı âliyeyi ihyaya çalışıyoruz.. ana-babamızın haklarına tam anlamıyla riayet etmesek de olur…” gibi düşüncelerde olanları hatta bu düşüncelerini sesli olarak ifade edenleri affetmek içimden gelmiyor.
Bir kere, İslâm için hayatî meselelerle uğraşmak, ana-babayı ihmal etmeyi gerektirmez ki! Hele bunu bir kahramanlık emaresi olarak telâkki etmenin affedilir yanı, tarafı yoktur. Aslında çok iyi bir zamanlama ile hizmete devam edilirken, ana-baba ziyaret edilerek, bakımları, görümleri yapılarak onların hakları da gözetilebilir. Bana göre hizmet deyip ana-babalarını ihmal edenler ciddî bir aldanmışlık içinde, hatta yapmış oldukları yanlışlığın farkına varmadıkları veya onu yanlış telâkki etmedikleri için ayrı bir haybet yaşamaktadırlar. Ziya Gökalp’in ifadesiyle “cehalet-i mük’ap” işte buna denir.
Bazılarının ana-babaları, çocuklarının bu türlü hizmetlerde görev almasını istemeyebilir, bunu hazmedemeyebilir ve problem çıkarabilirler. Bu konuda ölçü, Peygamber Efendimiz’in: “Allah’a isyanın bahis mevzuu olduğu yerde, mahlukata –kim olursa olsun– itaat edilmez.”25 hadisidir. Yani ana-baba Allah’a ve O’nun emir ve yasaklarına muhalif bir şeyi emretmedikleri müddetçe, onların hak ve hukukuna riayet etmekle mükellefiz.
Arkadaşların Birbirine Saygısı
Arkaşlarımız birbirlerine karşı daima saygı ile dopdolu olmalı ve bunu hemen her zaman hayatlarına yansıtmalıdırlar. Bana göre onların birbirlerine “ta’n u teşnî”de bulunmaları, hem dünyada hem de ukbâda kaybetmelerine sebep olabilir. Sık sık çevreme sitem ederek bunu hatırlatmaya çalışmışımdır. Şöyle ki, akademik kariyer yapmış, bir yerde dekan veya rektör olmuş bir insana –çocukluk dönemi bilindiği için herhâlde– falan aşağı, filân yukarı denildiğini duyduğumda “Yahu Allah aşkına, içinizde neş’et eden bu insanlar, sizin nazarınızda hiç büyümezler mi?” dediğimi yakınımdakiler çok iyi bilirler. Bizim Erzurumluların enfes bir tabiri vardır bu konuda; “Ev danası öküz olmaz.” derler. Konuyla alâkasını irfanınıza havale ediyorum.
Gerçi ana ve babanın bu konuda farklı yaklaşımları olabilir. Zaten vardır da. Oğlu paşa da olsa, yine “Ali gel, Ali kalk!” derler. Yalnız bizim ailede yoktur bu. Anam bana hep “Hacı Efendi” derdi. Kardeşlerim de birbirlerine “Efendi” derler. Yani hep tazim ve saygı ifade eden bir üslûpla konuşurlar.
Bu mevzuda bazıları sayın, bey, efendi vs. samimiyeti bozuyor derler. Hayır, bu bir üslûp meselesidir. Ben hiçbir zaman üslûbumu bozmak istemem. Herkes düşüncelerini kendi beyanları içinde anlatır. Ben ne isem onu ifade ediyorum. Elin-âlemin bu mevzudaki düşünceleri beni alâkadar etmez…
Mazhar Olduğunuz Lütuflar Aşkına..!
Farklı zamanlarda, farklı cemaatlerin huzurunda ifade etmeye çalıştığım ve bana göre önemini hiçbir zaman kaybetmeyen ve kaybetmeyecek olan birkaç meseleyi hatırlayabildiğim şekliyle, hiçbir tasnife tâbi tutmadan arz etmeye çalışacağım.
Dinimizin ve milletimizin yücelmesi adına verilen hizmetlerin tarihi çok eski sayılmaz. Fakat gelinen seviyeye bakıldığında, kat’iyen bu kısa tarihte aşılamayacak mesafelerin aşıldığı görülür. Bir de bu durumu, tarihimizin parlak dönemlerine göre değerlendirecek olursak kıyas kabul etmez bir inkişafın yaşandığı söylenebilir. Zaafımızla yaşanan inkişafı karşılaştırdığımızda da: “Bu, Allah’ın sizlere olan lütfu ve ihsanıdır.” demekten kendimizi alamayız. Bu lütuf ve ihsanın farkında ve şuurunda olmak, sonra da buna uygun şükürde bulunmak, bu lütufların devamı adına yapılan ya da yapılması gerekli olan biricik vazife olsa gerek…
Öte yandan, bu önemli ve önemli olduğu kadar da büyük işe sahip çıkan insanlar olarak bizler, hiçbirimiz bizden önce bu işin sahibi olmuş insanlar kadar, kat’iyen seviyeli değiliz. Meselâ, hiçbirimiz, keşfi-kerameti açık, Çanakkale’den Gelibolu’ya bir sandalla geçen ve orada şehit düşen bir Süleyman Şah değiliz. Veya her namaza duruşunda “Kâbe” önüne gelip temessül eden veya diğer bir ifadeyle Kâbe önüne temessül etmediği müddetçe namaza başlamayan, o dünyanın dört bir yanına ordular sevk edecek kadar akıllı ve başarılı ve nihayet düşmana haddini bildirdiği savaşta şehit düşen Murad Hüdavendigâr hiç değiliz. Hepimiz sıradan, düz insanlarız. Belki de çoklarımız itibarıyla günahlarımız boyumuzu aşkın. Ama, şu Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bakın ki, O, bir zamanlar bu gibi insanlarla temsil edilen davayı bizlerle temsil ettiriyor ve o büyük hizmeti bizlere gördürüyor. İnsan burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözünü hatırlamadan edemiyor: “Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet davası, ihsan-ı ilâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş…”26
Söz buraya gelmişken şunu da sizlere hatırlatmadan geçemeyeceğim. Yapılan hizmetler itibarıyla bu seviyeye gelinceye kadar acaba ne kadar sıkıntı çekildi. Kaç fedakâr insan çoluğunu çocuğunu, evini barkını terk etti de, şarkın o namlı, şanlı sultanı Selahaddin Eyyubî gibi ömrünü çadırlarda geçirdi? O büyük Sultan’ın “Allah’ın evi orada Haçlıların elinde iken, Selahaddin nasıl kendine ev edinir?” sözü herkesin malumudur.
Evet, milletimiz içinden de dünyanın dört bir yanına gidenler oldu.. oldu ama, onlar bu milletin hazırlamış olduğu imkânlarla oraya gitti. Ve bunlardan da öte, onlar, me’hazin kutsiyetine dayanarak oralara gittiler ve gittikleri yerlerde hüsnü kabul ile karşılandılar.
Bana göre bu insanlar, İslâm tarihi boyunca, bu yüce dava uğrunda, çile çeken insanların onda biri kadar çile çekmemişlerdir. Allah’ın lütuflarını kendimize mâl ederek caka yapmayalım. Şayet bu hususta ben yanılıyorsam –ki yanılmayı çok isterim– bu uğurda evini barkını satan, hakikî anlamda çile ve ızdırap çeken, işini, imkânlarını terk ederek diyar diyar dolaşan yoktur. Varsa, gelsin onların dertlerini paylaşalım ve ona: “Sattığın eve bedel, al şu evi!” diyelim.
Benim bu sözlerimin sizleri rencide etmeyeceğini umarım. Vak’ayı rapor şeklinde, sizlerden tecrit ve tecerrüt düşüncesi içinde söyledim bütün bunları. Evet bu faslı “El-insaf!..” deyip ve peşi peşine iki nokta koyup geçiyorum.
Yapılan işlerin ruhuyla alâkalı bir diğer hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum: Dinimize, milletimize hizmet yolunda bulunan fertlerin birbirleriyle uyumlu bir şekilde çalışmaları çok önemlidir. Kur’ân’ın, “Bazınızı bazınıza fitne kıldık.” veya “Bazınızı bazınızla imtihan ettik.”27 iş’âr ve irşadı açısından denebilir ki, biz adavet ehli küfür dünyası ile imtihan olduğumuz gibi, kendi içimizde de imtihan olacağız. Tabiî böyle bir imtihan, bize ayrı bir sevap kazandıracaktır.
Bu noktadan hareketle diyebilirim ki, bana göre ahlâken en mazbut insan, Kur’ân ve Sünnet’in ölçüleri içinde en huysuz insanlarla bile geçinebilen, onlara karşı tavırlarını ayarlayabilen insandır. Daha önceleri aynı şeyi ifade ederken, “En iyi insan, kobralarla bile arkadaşlık yapabilen insandır.” demiştim. Rica ederim, Uzakdoğu’daki bir kısım yogiler kobralarla arkadaşlık yapabildikleri hâlde, bize ne oluyor ki biz birbirimizle geçinemiyoruz.! Hem de kutsî bir mefkûre etrafında…
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkıyla ahlâklanma mecburiyetinde bulunan biz, falan veya filânla şu ya da bu huyundan dolayı geçinemiyor ve rahatsızlık duyuyorsak, kendi ahlâkımızı vicdan tedavihanelerinde bir kere daha gözden geçirmeliyiz. Ve yine bana göre yüce ve yüksek düşüncelere dilbeste olmuş kimseler, beraber oldukları arkadaşları ile geçinemiyorlarsa, onlar ya akıl hastasıdır ya da kendi ruh adeseleriyle başkalarını mahkûm eden bencillerdir.
O hâlde, gelin Allah aşkına; şu İslâm ve Kur’ân yolunda, hem de her seviyede insana çok ciddî ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, aynı çizgiyi paylaştığımız insanların, kusurlarını araştırmayalım.. kimsenin aleyhinde konuşmayalım ve konuşturmayalım. Daha önceleri defaatle ifade edildiği gibi kendi nefsimize karşı bir savcı, başkalarına karşı da bir avukat gibi davranalım… Bu mülâhazadan hareketle hepimiz kendi kendimize: “Sen kendini gaflete salmış hainin tekisin.. günde 7 saat uyumadan evden çıkmayan bir tenperversin.. sen, bedeninin esiri ve cesedinin kulu kölesisin.” Evet, böyle demeli ve başkalarını hep melek gibi görmeliyiz. Ve soralım kendimize, acaba o tenkit vesilesi yaptığımız ve gıybetlere girdiğimiz meseleler, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde mahzurlu mu?
Size bu konuda, çarpıcı bir misal arz etmek istiyorum; Devr-i Saadet’te bir sahabî, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek, çarşıda gezerken nefsine hâkim olamayıp, bir kadını öptüğünden bahseder.. ve sonra da boynunu büküp hakkında verilecek olan hükmü beklemeye başlar.28 Evet, bu şey bir günahtır. Elin-âlemin harimine el uzatma, namusuna dokunma, hele hele emniyet temsilcilerinin bunu yapması çok büyük bir günahtır. Ne var ki, vahyin solukları bu günahı bir sürçme şeklinde gösterir ve “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.”29 der. Böylesi bir olay karşısında Kur’ân’ın sesi ve onun kabul ettiği ölçü budur.
Şimdi, bu kabîl dinî ölçülere göre, günah-ı sağair dahi sayılmayacak, “Otururken boynunu şöyle eğiyor, ben de fitil oluyorum.” vs. diyerek başkaları aleyhinde konuşan kişilerin, şeytanın ölçüsünü kullandıklarında şüphe olmasa gerek. Evet, bu ve benzeri şeyler, İslâmî nasslarda günah sayılan şeyler arasında yok. O hâlde neyin münakaşasını yapıyoruz?
Bakın ben, farklı ruh hâletine sahip birisi olarak, yıllardan beri bazı meselelerde hep kendimi tadil etmeye çalışmışımdır. Meselâ, objektif olmayan hususî anlayışıma göre ben, Allah’a inanmış bir insanın bedenini düşünmesini çok tuhaf karşılıyor, birkaç saat bile olsa, Allah yolunda hizmeti terk etmesini garip buluyor, Hak yolunda hizmet ederken maaş almanın izahını yapamıyor; hatta alınan o parayı zehir gibi görüyor ve bu hususlarda zayıf olan insanlardan din-i mübin-i İslâm’a ne fayda gelir diye düşünüyorum. Ne var ki ben, bu görüşlerimin objektif olmadığını da biliyorum. Buna rağmen şimdi kalksam ve benim görüşlerime uygun hareket etmeyen, benim gibi düşünmeyen insanları ademe mahkûm etsem, herhâlde mahkûm olmadık kimse kalmayacaktır. Bu da benim kendimi yalnızlığa mahkûm etmem anlamına gelir.
Bir de Hazreti Üstad’ın o engin düşüncesine bakın: Hafız Tevfik, herkesin Üstad’dan kaçtığı dönemde ona talebe olup Risaleler’i eliyle istinsah eden şanlı ve devâsâ bir insandır. Nur’un ilk kahramanlarından olan bu zat, ihtimamla fötr giyen birisidir. Aynı zamanda sigara tiryakisidir. Üstad ona, üç-beş sayfa risale yazdıktan sonra dermiş ki, “Tevfik’im, sen kalk biraz dışarıda dolaş.”30 Şimdi soruyorum, kaçımız bu ölçüdeki insanlarla birlikte olmaya katlanabiliyor ve onları rantabl olarak değerlendirebiliyoruz? Yine Üstad kendi aralarında fikir münakaşası yapan talebelerini görünce, her şeyi üzerine alır ve “Kabahat bende!”31 dermiş. Evet, onun hayatı hep bu engin müsamaha anlayışı içinde geçmiştir.
Rica ederim, eğer bizler, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadığımız ve asgarî müştereklerde birleştiğimiz mü’min kardeşlerimizle geçinemezsek, yeni yeni açılmaya başladığımız, ayrı dil, ayrı kültür, ayrı mizaç, ayrı anlayışa sahip başka milletlerle nasıl anlaşacak, nasıl geçineceğiz? Bunlarla aramızda nasıl bir vahdet temin edeceğiz? Allah aşkına, aynı kaynaktan beslenen, aynı terbiyeden geçmiş insanlar eğer uzlaşamıyorsa, koskoca bir dünyaya İslâm’ın vahdet mesajını sunan insanlar, bu mevzuda nasıl başarılı olacaklar ki!
Allah kalblerimizi yumuşatsın. Başta kardeşlerimiz olmak üzere herkesi kabullenmeye muvaffak kılsın. Evet, şu ülkede demokratik bir hava sayesinde, herkesi kendi konumu içinde kabul etmeye mecbur ve mükellefiz. Herkesle iyi geçinmesini ve asgarî müştereklerde birleşmesini öğrenmek ve uygulamak zorundayız. Onun için sizlerden tekrar tekrar rica ediyorum; varsa bir meziyetiniz ya da faziletiniz onu mutlaka davranışlarınızla ifade edin. Sertlik ve huşunet göstererek etrafınızdakilerle aranızı açmayın.. ve kapanması mümkün olmayan çukurlar meydana getirmeyin!.
Hele hayatları boyunca ciddî bir vefa ile, başlarını hep hak ve hakikat kapısının eşiğine koymuş ve oradan bir daha da ayrılmamış insanlar hakkında kat’iyen olumsuz konuşmayın.. mizacı, huyu size uymasa da yine konuşmayın! Ayrıca siz ve biz ölçü değiliz ki!.. Ölçü, Allah ve Resûlü’ne sadakat ise, haklarında konuştuğunuz ve bu davada turnikeye sizden senelerce önce girmiş olan insanlar, kim bilir sizden ne kadar ileridedir! Evet, ben, 30-40 yıldır hayat çizgilerinde bir arpa boyu bile inhiraf ettiklerine şahit olmadığım insanlar tanıyorum. Değişik türleriyle hizmet dendiğinde her zaman aynı şevk ve heyecanı duyan öyle kişiler biliyorum ki, eğer Allah nezdinde şehadetim bir kıymet ifade edecekse, Allah huzurunda onlar lehinde her zaman şahitlik yapabilirim.
Bu uzun faslı Allah Resûlü ile Zâhir arasında geçen bir hâdise ile bitirelim. Zâhir yüzü çok güzel olmayan, belki sizin yüzüne bakmak istemeyeceğiniz bir insandır. Fakat o, Allah Resûlü’nün çok sevdiği birisidir. Bir gün Nebiler Serveri, Zâhir’i arkadan yakalar ve gözlerini kapatır. Zâhir, soluklarından Hazreti Peygamber’i tanıyınca kendini iyice salıverir. O esnada Allah Resûlü bir latîfe yapar, “Bir kölem var. Satın almak isteyen var mı?” der. Zâhir, “Yâ Resûlallah! Şeklime, şemailime bakınca bana kimse kıymet vermez.” der. Buna karşılık Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sen Allah katında çok şey ifade edersin.”32 buyurur. Evet, kim bilir bizim arkadaşlarımız içinde de Zâhir gibi, dış görünüşü itibarıyla nâhoş, fakat gelecek nesillerin, adlarını bayraklaştıracakları nice insanlar vardır!.
O hâlde “Her geceyi Kadir, her kişiyi Hızır bil.” vecizesinden hareketle, mizaçları bize uymasa da, herkesi kendimizden üstün görmeli, onlarla mutlaka geçinmeli ve kat’iyen aleyhlerinde kelime-i vâhide konuşmamalıyız.
Başlarınızı ağrıtan sözlerime son verirken, çok eski yıllarda belki de aynı duygu ve düşüncelerin beni esir aldığı bir zaman dilimi içinde, önce “Nerdesin?”33 sonra da “Gel!”34 başlıklarını verdiğimiz iki makale kaleme alınmıştı. O makalelelerin tekrar mütalâa ve müzakere edilmesinin faydalı olacağını zannediyorum.
Bir Duanın Bize Bakan Yönü
Hazreti İbrahim, “Bana, sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle!.”35 diye dua etmişti. Allah onun bu duasını kabul buyurdu.
On dört asırdan bu yana Müslümanların, günde beş vakit kıldıkları farz veya nafile namazlarında, Efendimiz’e getirmiş oldukları salât ü selâm yanında bir de Hazreti İbrahim, onun aile ve yakınlarına da salât ü selâm getirmeleri, bu duanın kabul edilmiş olmasının en büyük emaresidir.
Buradan hareketle benim şahsî düşüncem, Allah davasına hizmet etme etrafında kenetlenen insanlar, şahısları itibarıyla değil, içinde bulundukları cemaati niyet ederek bu duayı çokça yapmalılar. Bu, riyaya, süm’aya, ucub ve fahre girmeme açısından daha garantili ve daha selâmetli bir yoldur. Aksi hâlde “Yaptığım şu hizmetlerle gelecek nesiller tarafından yâd edileyim, kitaplara mevzu olayım, ansiklopedilere gireyim vs.” düşünceleri insana hem dünyada, hem de ukbâda kaybettirebilir.
Sizler halisâne bu milletin imanına –tabiî günümüz şartlarını hesaba katarak– hizmet edin!. Muvaffakiyetin de Allah’tan olduğunu kat’iyen hatırdan çıkarmayın!. Şirke karşı kapılarınızı sımsıkı kapatın! Bunları gerçekleştirebilirseniz, bu millet, siz istemeseniz de sizi birer yâd-ı cemil olarak anacaktır. Allah da dünü-bugünü-yarını bir bütün olarak gördüğü ve bildiği için, sizin sevaplarınızı amellerinizin cinsine, niyetlerinizin enginliğine göre verecektir. Evet, kat’iyen bundan şüpheniz olmasın. İşte o zaman Hazreti İbrahimvârî, Nemrud’un üzerine gidebilir ve ateşlere korkmadan atılabilirsiniz.
“Ben Yaptım, Ben Ettim…”
Çoğu zaman yaptığımız işlerde, şükrün bereketine mazhar olmak yerine, “Ben yaptım, ben ettim…” gibi kelimelerle şirk kapılarını aralayabiliyoruz. Hâlbuki her insan, “Beni de, davranışlarımı da yaratan Allah’tır.” anlayışından hareketle, kendisine lütfedilen başarıları kendi nefsine mâl etmemelidir.36 Meselâ, insanın, “Yemek yedim.” demesindeki “yeme” Allah’ın yarattığı bir şeydir. Yani onu ağızda çiğneme-öğütme, sonra mideye gönderme-hazmetme, daha sonra da yararlı kısımlarını alıp, diğerlerini dışarıya atma… gibi işler, bütünüyle iradenin dışında cereyan etmektedir.
İşte insanın buna sahip çıkıp, “Ben yedim.” demesi akıl ve mantıkla izah edilemediği gibi, misalini verdiğimiz veya vermediğimiz bütün mazhariyetlerinde de, kendi dahlinin onda bir bile olmadığını görüp, “Allah’ın izniyle böyle oldu, Allah ihsan etti vs.” diyerek şükür kapısını açık tutması gerekir. Bu düşünce hem nimetlerin sağanak sağanak devam etmesine vesiledir, hem de şirk kapısının kapalı kalmasını sağlar. Böyle düşünüp ve bu düşünce üzerinde hayatı şekillendirme, şükre açık olma demektir.
Fakat insanın bu hakikate uyanması, onu kavrayıp hayatına mal etmesi zaman ister. Onun için insan, iç sezisiyle onu kavrayacağı, vicdanı inkişaf edip, söylediklerinin doğru olduğunu anlayacağı âna kadar, bunu bir prensip olarak kabul edip söylemeli ve bütün güzelliklerde hep O’nu kaynak bilip, O’na yönelmelidir.
Zamanın Değerlendirilmesi
Günümüz insanının meşguliyetinin çokluğu ve maddî mevzuların da gündemi çok işgal etmesi yüzünden, insanın yetişme ve kendi adına derinleşmeye hiç zamanı kalmıyor. Hâlbuki biz, en başta dinî duygu ve düşüncelerimizi hayata geçirme vazifesiyle sorumluyuz.
Evet, bizim asıl vazifemiz, hayatımızı bir dantela gibi dinî duygu, dinî düşünce atkıları üzerinde örmekten ibarettir.. ve bunun haricindeki meselelere de “Olsa da olur, olmasa da olur…” kabîlinden bakmak durumundayız. Bunun için 24 saatlik günümüzün, 7 günlük haftamızın, 30 günlük ayımızın ve tabiî 365 günlük senemizin hiçbir dilimini zayi etmeden, fevkalâde bir program yapmalı ve o programda vaktimizin önemli bir bölümünü hizmet-i imaniye yolunda sarfetmeye özen göstermeliyiz. Bizi bekleyen ve hayatî ehemmiyeti haiz olan işlerin üzerinde olabildiğince hassasiyetle durmalı ve yumurtaları üzerinde dönüp duran bir kuluçkanın duyarlılığını sergilemeliyiz. Eğer biz bu hassasiyeti gösterebilirsek, meydana gelecek olan yavrular da, bizim onlar üzerinde gösterdiğimiz ihtimamı hissedecek, şaşıracak ve “Neden bu kadar ilgi ve alâka?” diyeceklerdir.
Aslında ben de, yıllardan beri hep bu türlü insanları bekledim, durdum. Onları bir gün mutlaka bulacağım ümidiyle beklemeye de devam edeceğim; zira bu düşüncedeki insanların sahip çıktığı bir mefkûreyi, Allah zayi etmeyecektir. Gerçi, bu türlü insanlar görmedim desem nankörlük etmiş olurum. Gündüzleri okula, akşamları da üç ayrı yerde programa giden çok kıymetli arkadaşları tanıdım. Dört bir yanda, bin bir türlü belanın kol gezdiği namüsait şartlar altında “Her şeye rağmen…” deyip hiç durmadan koşan mânâ erleri müşâhede ettim.
Aslında bugünkü durum da, sebepler planında, işte bu türlü samimî, ihlâslı insanların alın terleri ile gerçekleşti. Ne var ki, olanlar, olması gerekli olan, istenilen ve beklenilen ölçüde değildi. Zannediyorum hepimiz daha büyük fedakârlıklar bekliyorduk. Meselâ, sizlere, arz ettiğim samimiyet, safvet, içtenlik, sıcaklık ve hasbîlikle; hatta başkalarını yaşatma arzusu ve onlara ahireti kazandırma isteğiyle kendilerini helâk edecek babayiğitler beklerdik.. beklemeye devam da edeceğiz. Bu hususta elli defa fecr-i kâzip ile aldansak, elli defa sinek kanatlıları Heraklit diye alkışlasak, elli defa ateş böceklerini yıldız zannetsek.. dahası bütün bunlarda aldandığımızı hissetsek de beklemeye devam edeceğiz.
Dilerim bu sözlerle rencide olmaz ve “Acaba biz, bu hâl ve tavrımızla çevremizi aldatıyor muyuz?” zehabına kapılmazsınız. Evet, biz, mükemmeli ve daha mükemmeli elde etmek için hiç durmadan koşmalı ve asla ye’se düşmemeliyiz. Dünyanın bizim sunacağımız mesajlara çok ihtiyacı var. Bugünkü hâliyle dünya, üzerinde taşıdığı problemlerin ağırlığından ve çokluğundan dolayı kambur ve iki büklümdür. Ara sıra zelzeleler ve fırtınalar diliyle, “Artık ben bu kamburu taşıyamayacağım.” ikazında bulunuyor. O hâlde gelin dünyanın imdadına koşalım. Sodom ve Gomorelerin tekrar yaşanmasına fırsat vermeyelim. Ve unutmayalım ki, dünya üzerinde bu vazifeyi yapacak ve bu sorumluluğu bihakkın yerine getirecek olan, bizim milletimiz ve bizim insanımızdır.
Fatih Ruh
Bir mânâda Müslüman, fatih ruhla hareket etme mecburiyetinde olan insandır. Hangi devir ve hangi şartlar altında olursa olsun Müslümanın hareket felsefesi budur ve bu olmalıdır. “Mevcut ile iktifa, dûn-himmetliktir.”37 Hele mevcut ile övünme ve gururlanmanın, tebliğ ve temsille müşerref olduğumuz bu dinde asla yeri yoktur.
Evet, onlar bir gün iyilik ve güzellik adına bütün yeryüzünü yemyeşil hâle getirseler bile, vazifemiz bitti deyip, bir kenara çekilmezler.. çekilmez ve ruhlarının ilhamlarını boşaltmak için gezegenlere seyahatler tertip etme yollarını araştırırlar. Daha doğrusu aramalıdırlar, aramak zorundalar. Aksi hâlde içten çürümeler başlar ve bünye kendi rağmına hareket ederek, için için kendini yer ve bitirir. Tarih bunun nice örnekleriyle doludur, ibret ve ders vesikası olarak kütüphanelerimizin tozlu rafları arasında ibret âşıklarını beklemektedir.
Teminat Altında Bulunabilmek İçin
Bediüzzaman Hazretleri bir yerde, iman yolunda hizmet edenlerin teminat altında olduklarını söyler.38 Burada hizmet edenlerden maksat, kendilerinden bekleneni yerine getirenlerdir. Aslında bu da izafî bir kavramdır. Kimden, nerede, ne, nasıl ve neler beklenmekte? Bütün bu sorulara şahısların hususî durumları ve içinde bulundukları şartlar hesaba katılarak cevap verilebilir.
Bu hususla alâkalı objektif kaideler vaz’etmek mümkün değildir. Ancak, bu işin asgarî şartı, insan duygu ve düşüncesinin hep Allah’a ve Resûlü’ne hizmet etrafında dönüp durmasıdır. Zaten bu genel düşünce korunduktan sonra, onun hayata yansıması gayet kolay olacaktır. Aksi hâlde, yani düşünce kaymalarının içine girildiğinde, teminat altında olmayı beklemek bence hayaldir. Meselâ, insan, “Bir an önce okulumu bitirip evlensem, iş sahibi olsam, hayat düzenimi kursam.” düşüncelerinin esiri hâline geldiyse, onun rantabl hizmet etmesi mümkün değildir. Bu evlenme ve iş sahibi olmanın mahzurlu olduğu anlamına gelmez. Belki yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu, bir düşünce kaymasıdır ki, böylelerinin genel hizmet düşüncesini koruyabileceği kanaatinde değilim.
Kaldı ki Bediüzzaman bu değer yargısını, kendisi ile birlikte bu dava uğrunda çile çeken, hapishanelerde yatan, işkence ve eziyetlere maruz kalan arkadaşlar için söylüyor. Onun için, bu bişaretin vaadettiği neticeyi elde etmek isteyenler Allah yolunda hizmet düşüncesini her halükârda korumak zorundadırlar. Bundan sonradır ki, ardından İslâm cevaz verdiği ölçüde –maddî, mânevî istikametlerine halel vermeden– zevk ve lezzet verici şeyler içine girebilirler. Yani, evvelâ onlar, dünya-ahiret dengesini korumalılar ki hem Allah’ın hoşnutluğunu kazansınlar, hem maddî-mânevî musibetleri engelleyici ilâhî şemsiye altına girebilsinler, hem de toplumun beklentilerine cevap verebilsinler.
Bir Rüya ve Hatırlattıkları
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ne saygı ile dopdolu ve hayatta iken kendisini ziyaret eden bahtiyarlardan birisi, bana bir rüyasını anlatmıştı. Bilinmesinde fayda mülâhaza ettiğim için, şimdiye kadar birkaç defa anlatmış olmama rağmen, müsaadenizle bir kere daha anlatmayı düşünüyorum.
Rüyada Anadolu’nun her tarafını bir baştan bir başa seylâplar kaplamış ve âdeta Nuh tufanı gibi, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götürüyor. Koca koca binaları, büyük büyük blokları seller, birer kütük gibi sürüklüyor. Ümit adına herkesin sarsıldığı ve yeis girdabı içinde panik yaşadığı bir anda, nereden ve nasıl çıktığı belirsiz şekilde birdenbire Üstad Bediüzzaman beliriverir. Çelik-çavak hareketleri ile Türkiye’nin dört bir bucağında açılmış olan yurtları, okulları, kursları dağdan kaya koparıyor gibi kucaklayıp, selin önüne koyar.. ve bu sayede sel durur; orada bir baraj oluşur ve her taraf eski hâlini alır. Rüyayı tabir etmeme gerek yok zannediyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak anlattı o zat bana bu rüyasını.
Evet, Anadolu’da ve hususiyle Güneydoğu’daki azgın bir şekavetin yegâne çaresi eğitim ve kültürdür. Aksi hâlde, bu iki toplumu birbiriyle bütünleştirecek, birleştirecek ortak paydalar bulununcaya, bulunduktan sonra da onların üzerinde anlaşılıncaya kadar problemler devam edeceğe benzer…
Keşke, ekonomi, güvenlik vs. alanında yapılan uygulamalar gibi, gerçek çözüm adına, ortaya konan bu teklifleri de devlet destekleyebilseydi..! Zannediyorum hem daha kısa zamanda hem de daha kalıcı ve köklü çözüme gidilebilecekti. O günlerin uzak olmaması dileğiyle..
Düşünce, Aksiyonun Bir Buudu mudur?
Düşünce aksiyonun bir buudu olarak kabul edilebileceği gibi, bazı yönleriyle onun önünde de olabilir. Evet, düşünce sessiz bir aksiyondur ve hayata tatbik, amel, hamle mânâsındaki aksiyonun önündedir. Çünkü düşünce, aksiyondan daha derin ve daha engindir.
Değişik platformlarda Müslümanlar, hizmete ait meseleleri oturup konuşuyor ve değişik kararlara varıyorlar. Yani her meseleyi meşveret ediyorlar. Bazıları da okulda, yurtta, evde, çarşıda farklı işlerle de meşgul oluyorlar. Aklınıza gelebilir ki, acaba ikinciler, birincilerin bir adım önünde mi?. Hayır, meşveret, işlerin düşünce planında ele alınması, fizibilitenin yapılması demektir. Bunlar çok önemli şeylerdir ve kat’iyen toy dimağların, tecrübesi ve bilgi birikimi olmayan insanların yapacağı şey değildir. Öyleyse hamle öncesi bu işlerin planlanması, uygulamadan geri olmadığı gibi, ileridir bile denebilir. Hatta, hareket planında bir işi gerçekleştirenlerin yaptıkları şeyler; başyücelerin ortaya koyduğu stratejiler, fizibiliteler, plan ve projeler yanında çok sönük kalabilir. Meselâ, savaş esnasında orgeneraller, korgeneraller çok iyi savaşçı olmalarına rağmen, silâhı eline alıp savaşmazlar. Cephe gerisinde kalıp askerî stratejiler üretirler.. onların verdikleri kararlarla bir savaşın, binlerce askerin hatta bir milletin, bir devletin kaderi belirlenir.
Dolayısıyla, bu komutanlar kadrosunun, yapageldikleri işler hafife alınamaz. Hatta düşman cephenin ilk planda hedefi bu kumandanlardır. Onların yok olması, ordunun yok olması mânâsını taşır ve bu da düşman adına galibiyet demektir. Onun için savaş esnasında komutanlar sıkışırsa, rütbelerini söker, er veya astsubay elbiseleri ile meydana atılırlar. Çünkü onlar ne kadar büyük görünürlerse o kadar boy hedefi sayılırlar.
Netice itibarıyla, yukarıda arz etmeye çalıştığımız gibi düşünce, aksiyonun çok çok önünde ve üstündedir.
Medrese – Tekye – Kışla
Mesleğimizin esasları olması sebebiyle medreseyi, tekyeyi ve kışlayı çok seviyorum. Evet, bunları hem dinî ilimleri hem müspet ilimleri hem de kâinata ait meseleleri şerh ve izah etmesi yönüyle bir vâhidin iki yüzü gibi görüyorum. İnsanı insanlık semalarına çıkartan ruhu esas alıp, onu geliştiren tekyeyi, mânâsıyla, muhtevasıyla ve bütün derinliğiyle ayrı bir alâka ile karşılıyorum. Kışlayı, disiplini hayatın vazgeçilmez bir buudu olarak ele aldığı, hatta bunu insanın fıtratının bir yanı hâline getirdiği için seviyor ve kendime çok yakın hissediyorum.
Sahabe ile Beraber Olabilmek İçin…
Hazreti Osman, Abdurrahman İbn Avf vs. gibi servet sahibi nice zenginler, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde rahat ve rehavet içinde yaşayabilirlerdi. Ama yaşayamamışlardı. Evet, onlar kumların üzerinde herkes gibi yatıp kalkmayı, bir kuru ekmekle karın doyurmayı tercih etmiş, “Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız.”39 âyetinin tokadından şiddetle sakınma mülâhazasıyla bunları ahirete bırakmışlardı.
Şimdi, devran döndü, bize geldi. Bütün cazibesi, süsü ve ziyneti ile dünya hayatının bizi çağırıp bağrına bastığı günümüzde, bizlerin “Biz burada doymak için değil, tatmak için varız.. doymayı öbür âleme bırakıyoruz.. İslâm’a omuz verilmesi gerekli dönemde bedenî hazları terke karar vermişiz, kalb ve ruhun derece-i hayatına ulaşmak hedefimizdir…” diyerek, tıpkı Hazreti Osmanların, Abdurrahman İbn Avfların yaşadıkları hayatı her şeye rağmen deyip iradî olarak tercih etmeliyiz.
Aksi hâlde ötede, onlarla beraber bulunmak bir hayli zor olacaktır. Hem, inanç, duygu, düşünce ve fedakârlık çizgisinde sahabe ile buluşmadıktan sonra, onlarla aynı safta haşr u neşr olmak nasıl mümkün olacak ki?..
Sorumluluk Yüklenme
Geçenlerde kendileri ile tefsir, fıkıh, hadis okuduğumuz arkadaşlarla bir araya gelmiştik. İhtimal hepsinin düşüncesi adına bir sözcü ayağa kalktı ve “Üzerimizde o kadar hakkınız var. Size karşı bu hakkımızı nasıl ödeyecek ve sorumluluğumuzu nasıl yerine getireceğiz?” dedi. Cevaben dedim ki: “Hayır! Yüzlerce defa hayır! Kat’iyen benim sizin üzerinizde bir hakkım söz konusu olamaz. Vâkıa, sizin öyle düşünmenizde bir mahzur yoktur ve öyle düşünmekle Allah karşısında hata işlemiş olmazsınız ama ben, böyle bir şeyi değil düşünmek, aklımdan bile geçirsem, en büyük haksızlığı irtikâp etmiş olurum.”
Evet, sorumluluğumu yerine getirirken, başkalarına sorumluluk yükleyemem. Herkes ne biliyor ve ne kadar biliyorsa, onu öğretmekle mükelleftir. Aksi hâlde insan, âyet40 ve hadislerde,41 “zecr” ifadeleriyle anlatılan hakikatleri ketmetme durumuna düşer ki, Allah böyle bir âkıbetten hepimizi muhafaza buyursun.!
Evet, düşüncelerin tashihi bence çok mühimdir. Zira amelde sırat-ı müstakîme ancak doğru düşünce ile ulaşılabilir.
Taklit ve Şuur
Taklit, her ne kadar iman ve imana müteallik hususlarda bir ölçü kabul edilse de, amel ve muamelâtta aynı şekilde düşünmek zordur. Çünkü amel, hele ibadetlere yansıyan şekliyle bütünüyle şuur demektir.. daha doğrusu öyle olmalıdır. Benim başımdan geçen bir hâdise var ki, bunu zaman zaman hatırladığımda kısmen güler, kısmen içine düştüğümüz şuursuzluktan dolayı ağlarım.
Bir hac esnasında, Kâbe’nin üst katlarında M. Ali Hoca’yla birlikte oturmuş metafta tavaf edenleri seyrediyorduk. Kâbe’nin, zemzem tarafında; Suudluların yaptıkları ahşaptan bir minber bulunuyordu ve üzeri de anda ile kapatılmıştı. Kapalı şeyler mehâbet arzettiğinden midir nedir, M. Ali Hoca’ya “Şimdi şeytan birini yoldan çıkarır da gelir minbere elini sürer ve arkadan gelenler de tıpkı Hacerü’l-Es’ad’a olduğu gibi, onda da bir keramet vardır deyip, ellerini sürmezler mi?” demeye kalmamıştı ki oradan geçen birisi, elini ardından yüzünü minbere sürüvermez mi?. Ve arkadan gelenlerin çokları “Aslı-faslı var mı?” demeden minbere ellerini, yüzlerini sürmeye başladılar. Şimdi güler misin, ağlar mısın? Demek ki insanların ibadet eksenli yanlışlıklara kayması daha çok olabiliyor.
Şimdilerde de bazılarını görüyorum, benim namazda bazen heyecanlarımı tutma gayretime rağmen tutamadığım anlarda yaptığım hareketleri yapıyorlar. Yani, ben içimdeki vesveseleri ve namazın huzuruna muhalif düşünceleri bir kenara atmak için gayriihtiyarî bazı hareketlerde bulunuyorsam takliden bazı arkadaşların da aynı hareketleri yaptıklarını görüyorum. Hâlbuki herkesin şeytanla mücadele şekli farklıdır. Namaz içinde bana gelen vesveseler sana gelmiyor olabilir! Dolayısıyla ben, namazdaki derinliğime göre, başımı değil kendime hâkim olamayıp yumruğumu bile sallayabilirim. Veya hayal hânemin genişliğine göre, şeytanın farklı taarruzlarına karşı farklı farklı şekillerde mücadele edebilirim.
Şimdi burada esas olan şudur: Biz, namazı “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öylece kılın.”42 buyuran Nebiler Serveri’nin vaz’ettiği ölçüler içinde kılmakla mükellefiz. Biz dini ve tüm dinî değerleri kendi orijini ile muhafaza etmeye mecburuz. Bu açıdan arkadaşlarımız çok dikkat etmelidirler. Aksi hâlde, Allah: “Nereden çıktı bu baş sallamalı namaz?” diye sorabilir ve Rabbin huzurunda hacaletten iki büklüm oluruz. Kaldı ki, nice vecd ve mevâcîd insanları var ki, namaz içinde bir pervane gibi dönebilirler. Evet, ben böylelerini gördüm. Namazda kendinden geçmiş, bir meczup Mevlevî gibi dönüyor. Şimdi o dönüyor diye biz de mi döneceğiz? Rica ederim, bu ve buna benzer şeyler iradî ve kastî olmadığında günah sayılmasa da, iradî olduğunda mutlaka mesul oluruz.
Sonuç olarak taklidin her çeşidinden olabildiğince sakınıp, tahkikin zirvelerine çıkma her zaman hayatımızda belirlediğimiz hedef nokta olmalı. Hele bu niyeti bir yapalım, peşinden azim ve kararlılıkla yola düşelim, bakalım “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.”
“Dini İnceleme İhtiyacı Duyuyorum”
Günümüzde Kur’ân’a gönül veren insanlara Allah (celle celâluhu) öyle güzel işler gördürmüştür ki, zannediyorum bu iş takılıp bir yerde kalsa ve daha başka hiçbir şey yapılmasa, bu hayırlı hizmetlerle milyonlarca insan Cennet’e girebilir. Yani Allah o engin lütfu ve merhameti ile, nâm-ı celil-i Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında bayrak açması için gayret gösteren bu arkadaşları bütünüyle Cennet’ine koyabilir…
Buna rağmen, arkadaşlara bakıyorum da, hâlâ hepsi çok heyecanlı, hırslı ve gayretli. Öyle ki, başarı ile neticelenen her hizmet, onlarda daha bir hizmet aşkının canlanmasına vesile oluyor.
Evet, Allah’a hamd ü senalar olsun; onların bu gayretleri neticesinde, bu ülkede çok şeyler aşıldı. Dün husumetten başımızı kaldırıp, etrafımıza bakamıyorduk. A’dan Z’ye sanki herkes bize düşmandı. Şimdi öyle mi ya!. Bu heyet-i âliye âdeta bir cazibe merkezi hâline geldi. Herkes, bizim kendilerine doğru atacağımız bir adımı bekliyor. Bugüne kadar olan yanlış davranışlarından dolayı da özür diliyor. Yaptıkları yeni teşebbüslerde, bizden destek bekliyor. Hatta senelerce dine, imana düşman tavır takınan birisi, “Bugünlerde dini yeniden inceleme ihtiyacı duyuyorum Hocam’a selâm söyleyin.” diyor.
Evet, bütün bunlar gerçek.. ama, hiç kimse bunlardan kendine bir pay çıkarmasın. Bunlar Rabbimiz’in bize lütuf ve ihsanları. Ve ben, bu lütuflar karşısında sertliğini koruyacak, hakikate karşı mukavemet edecek tek bir gönül düşünemiyorum. Bütün ruh u canımla inanıyorum ki bir gün bütün gönüller durumlarını bir kere daha gözden geçirecek ve gerçeğe yöneleceklerdir. Yeter ki bu işi Mevlânalar gibi, Yunuslar gibi temsil edebilelim.. temsil edip takılıp yolda kalmışlara, rehber olalım.. onların ellerinden tutup kaldıralım ve onlara evc-i kemal-i insaniyete çıkan yolları gösterelim. Eğer biz bunu yapabilir, bu baldan bir kere de onların tatmalarını sağlayabilirsek, göreceksiniz “Parmağım aşkın balına, bandıkça bandım bir su ver.” diyecek ve bu yoldan bir daha da ayrılmayacaklar.
Deli İstiyorum!
Sevgiyi sev, nefretten nefret et. Allah sevgisiyle öyle delir ki onun yanında başka hiçbir cazibe bakışını bulandırmasın, başını döndürmesin ve dengeleri aşacak hâle gel. Hatta dengelere baş kaldır. Bir Mevlâna gibi “insanlık” de, kendini unut. Bir Bediüzzaman gibi “insanlık” de, kendi zevklerinden sarf-ı nazar et!43 Evet, hayatı unut.. evlâd ü ıyâli unut.. kendini aşmışların yolunu tut ve kurtul.
Peygamber Efendimiz’in farklı görünüşüne gelince, onu, Mevlâna’nın yaklaşımıyla ele almak uygun olur zannediyorum; Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca, Şems-i Tebrizî ona sorar: “Bayezid-i Bistâmî mi daha büyüktü, yoksa Allah Resûlü mü?” Hazret cevap verir: “O nasıl söz! Allah’ın Resûlü’nden büyüğü mü olur?” “Ama, nasıl oluyor da Allah’ın Resûlü مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ Yani ‘Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!’44 demesine mukabil, Bayezid-i Bistâmî سُبْحَانَكَ مَا أَعْظَمَ شَأْنِي ‘Kendimi tesbih ederim, şânım ne yüce!’45 diyor.” Mevlâna tebessüm ederek der ki, “İnsanlığın İftihar Tablosu’nun kovası o kadar büyüktü ki, tıpkı ummanlar gibiydi. Mârifet adına ne denli dolarsa dolsun denge bozulmuyor ve taşma olmuyordu. Diğerine gelince, kabı dar olduğundan hemen az bir şeyle taşabiliyordu.”
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun öyle bir kabı vardı ki hangi dünyevî engel önüne çıkarsa çıksın Allah’la münasebeti açısından hiç zaafa düşmeyecek, hiçbir zaaf göstermeyecek ve misyonunu yine hakkıyla eda edecekti.. hem de en büyük insanlar gibi. Estağfirullah, ne büyük insanı; büyük insanlar O’nun kapısında kul bile olamaz.
Ama bize gelince, biz bir kapının kilidini açmakla meşgul olurken, zannediyorum bir başka kilit karşımıza çıksa ne yapacağımızı şaşırır kalırız. Bu konuda aşmışlıkla, aşmamışlık birbirine karıştırılmamalı. Bu iki şeyi birbirine karıştırmak, netice itibarıyla her şeyi karıştırmak demektir.
Evet, Şark’ı bilmez, Garb’ı görmez nâdânların yarım yamalak bilgileriyle böyle bir ruh hâletini anlamak mümkün değildir. Bu iş, gönül enginliği içinde Allah’ı duymuş, böyle bir duymayı irfan hâline getirmiş, irfan duygusunu muhabbetle bezemiş ve muhabbetini aşk u şevk enginliğine ulaştırmış babayiğitlerin kârıdır.
Ben bütün dengelere başkaldırarak, başkalarının arkalarından koştuğu şeyleri ayağının ucuyla bir kenara itecek, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı içinde dininden, diyanetinden dolayı kendilerine deli denilecek 5-10 insan istiyorum. Kendini hiç düşünmeyen, makam, mansıp, şan, şeref, şöhret, para, evlâd ü ıyâl demeyen 5-10 insan. N’olur Allahım! Senin hazinelerin geniştir. İsteyene istediğini ver; bana da bu ölçüde 5-10 insan. N’olur Allahım…
Temkin
Dünya giderek küçülüyor. Moda tabirle globalleşiyor. Telekomünikasyon ve ulaşım vasıtalarının gelişmesi neticesinde bu hâle gelen dünyada, süper güçlerin varlığını her yerde hissettirme, sözünü her mekânda geçirme çaba ve gayreti içinde. Devletlerin idare şeklinden, idarî mekanizmayı ellerinde bulunduracak kadroya varıncaya kadar bu süper güçlerin dünyada karışmadığı ve tabiî ki bu anlamda karıştırmadığı yer yok gibi. Ancak bu arada, Türkiye, Mısır, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi bazı ülkelerde, ister din eksenli öze dönüş, isterse ırkı merkez kabul eden arayışlar neticesi meydana gelen siyasî veya gayrisiyasî pek çok gruplaşmaların olduğu da bir gerçek. Bu gruplar, tabandan güç ve kuvvet alarak ve onların destekleri ile siyasî, idarî ve kültürel alanlarda birçok organize faaliyetlerde bulunmaları artık malûm-u âlem.
Şimdi, bir vâkıa olarak karşımızda duran bu oluşumlara karşı, süper güçlerin tavrı tamamen menfaat ilişkilerine dayanmakta. Yani bu yeni oluşumlar mevcut hâlleriyle, menfaatlerini zedeliyor ise, insan hakları, demokrasi vs. –ki yıllardan beri pek çoğunun dilinde pelesenk bu kavramları– hiç dinlemeden her çeşit müdahalede bulunabilir. Körfez Savaşı bunun en canlı örneğidir. Fakat bu gelişmeler hangi yol ile olursa olsun, şayet önlenemeyecek seviyede ise, o zaman da bu insanlarla şimdiden münasebet kurmaya başlar ve bir diyalog zemini oluşturur.
Ne yapacağız o zaman? Bence din, vatan, ülkü… deyip ülkelerine hizmet eden ve bunu hayatın her kesimine yayma çabası içinde bulunan bu gruplar, sabır ve güvenle hareket etmeli, yanlış anlamalara meydan verecek şeylerden kaçınmalıdırlar. Böylece bir taraftan bu hayırlı faaliyetlerini hiçbir engel ile karşılaşmadan, daima artan bir hızla devam ettirirler, diğer taraftan da kendilerinden sonra gelecek nesillere iyi bir zemin, müsait bir atmosfer hazırlamış olurlar.
Zevk
Geçenlerde bazı arkadaşlar “Şu içinde yaşadığımız zaman ve mekân diliminde hizmet etmekten çok zevk duyuyoruz.” dediler. Bu sözler, bana أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ Yani “Dünya hayatınızda bütün güzel şeyleri harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz.”46 mealiyle vereceğimiz âyeti hatırlattı. Evet, acaba arkadaşların ifade ettiği türden bir zevk duyma, Allah yolunda hizmetten alınacak olan sevabın burada yenip bitirilmesi midir? Dolayısıyla da uhrevî saadet ve uhrevî mutluluğumuz adına aleyhimize olan bir husus mudur? Doğrusu ciddî endişelerim var.
Ayrıca, bugünkü ortamda, milletimize hizmet etmekten daha kolay bir şey de yok diye düşünüyorum. Zira Türkiye’de, Edirne’den Kars’a kadar nereye giderseniz aynı düşünce ve aksiyon çizgisinde birleşen insanlarla, hem de yüzlercesi-binlercesi ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir bucağında böylesi arkadaşlarla her zaman karşılaşabilirsiniz. Ben 50’li yılların sonunda Edirne’de imamlık yaparken, ziyaretime gelen bir dostumun sözünü hatırlıyorum da ve “Nereden nereye?” diyorum. O arkadaş bana “Günlerdir Trakya’da dolaşıyorum. Bu üç koca vilâyette namazında-niyazında ancak bir-iki genç gördüm.” demişti. Şimdilerde öyle mi ya? Talebesinden esnafına, köylüsünden kentlisine, kadınından erkeğine, işçisinden memuruna, bürokratından parlamenterine varıncaya kadar binlerce insan, hem de İslâm’a gönülden inanmış olgun insan var.
Dolayısıyla böyle bir manzara karşısında coşmayan bir insanın kalbî hayatında bir arıza var demektir. Ama, bu güzel manzaranın oluşumunda bizim rolümüz nedir? Her şeyin Allah’tan olduğuna inanmıyor muyuz yoksa? Böyle bir atmosferde canla başla koşturmaktan zevk alıp, canla-başla koşanlar, –Allah muhafaza etsin!– şartların bütün bütün aleyhimize cereyan edebileceği günlerde aynı aşk ve şevkle hizmete koşmayacak ve aynı zevki duymayacaklar mı acaba.?
Evet, kalb balansının çok iyi ayarlanması lâzım. Zevk almak esas ve hedef değildir, olmamalıdır da. Günümüzün hak erleri ve sahabe vilâyetini temsil eden bu yiğitler, her hâlükârda vefa ve sadakat içinde vazife bildikleri Allah’ı, Peygamber’i anlatmaya, anlattıklarını yaşamaya devam etmeli ve mutlaka kalb balanslarını iyi ayarlamalıdırlar.
Yönetici ve Sorumluluk
Allah Kur’ân’ında يَوْمَ نَدْعُوا كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ “Her insan topluluğunu imamları ile birlikte çağıracağımız gün…”47 buyuruyor. Bu âyet kâmil mânâda peygamberleri anlatmakla beraber, aile reisinden devlet başkanlarına kadar uzayan bir çizgide, hemen her seviyede insana işaret etmektedir. Yani ahirette herkes bölük bölük ve öbek öbek kendi liderlerinin, imamlarının, önderlerinin arkasında, müntesibi bulunduğu peygamberin cemaatine katılacaktır.
Dine hizmet eksenli sivil yapılanmalar için de aynı şey geçerlidir. Bu âyetin işaret ettiği şekilde, herkesin önlerinde yöneticileri ile beraber, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine katılacakları ümit edilir. Zira âyette كُلَّ أُنَاسٍ deniliyor. كُلَّ kelimesi أُنَاسٍ kelimesine muzâf olmuş. Dilin hususiyeti açısından böyle durumlarda, bahsi geçen şeyin en küçük fertleri bile o hükmün içine girer. Öyleyse bu ifade küçük-büyük, kadın-erkek yönetici konumunda bulunan her insanı içine almaktadır.
O hâlde, Allah yolunda hizmet dairesi içinde yer alan hele hele hasbelkader kendisine mesuliyet yüklenen herkes, vazifesine çok dikkat etmeli, toplumunun hukukunu gözetmeli ve muhafaza etmeli ki, yarın Rabbisinin huzurunda kendi hesabını vermekten öte, bir de arkasındakilerin hesabı ile iki büklüm olmasın.!
Sürekli Aksiyon
İman ve Kur’ân’a gönül veren hemen herkes çok iyi bir plan ve programla sürekli çalıştırılmalı ve kat’iyen oturmalarına, oturup nefisleri ile baş başa kalmalarına imkân ve fırsat verilmemelidir. Zira bir yerde oturup tembel tembel düşünenler hep karanlık düşünür, karanlık konuşur, fitne ve fesada açık yaşarlar. Aksiyon içinde düşünenler yani bir yandan canla-başla koşarken, öte yandan yeni yeni projeler üretenler, plan ve programlar yapanlar ise aydınlık düşünür, aydınlık konuşur, silm ve selâmetin, aşk u şevkin temsilcisi olurlar.
Evet, sizler kıyıda-köşede birikmiş paranızı nasıl âtıl bırakmaz, onu değerlendirme cihetine gidersiniz. Öyle de insan enerjisi kullanılmayıp boş ve âtıl kaldığında kendi aleyhine işler. Onun için tıpkı paranız gibi, enerjinizi de değerlendirme yollarını arama mecburiyetindesiniz. Öyle ise inanan insanlar olarak biz âtıl olamaz, tembel tembel ve miskin miskin oturamayız.. oturamayız zira, mü’min olmanın temel özelliği aksiyon öncelikli düşünce insanı olmaktır.
İslâm ve İnanç – Amel Münasebeti
İslâm’ın biri inanç, diğeri de amel olmak üzere iki yanı vardır. Bunlar eskilerin ifadesiyle birbirinin “lâzım-ı gayr-ı mufârıkı” yani ayrılmaz parçalarıdır.
İnanç; dinî literatürdeki ifadesiyle itikat, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma demektir. Meselâ, Allah, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân, ahiret vb. inanılması gerekli olan inanç manzumesindeki şeylere, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma, her mü’mine mükellefiyet olarak yüklenen hususların başında gelir. Bizler böyle bir inanç seviyesine ulaşabilmek için, elimizden gelen her şeyi yaparız; daha doğrusu yapmamız gerekir.
Amele gelince; Kur’ân’ın ifadesiyle “amel-i sâlih” yani eksiksiz, kusursuz, arızasız iş, bu da inancın yanında İslâm’ın ikinci önemli unsurudur. Meselâ, ibadet, bu konuda “olmazsa olmaz” deyimi ile ifade edilebilecek bir yere sahiptir. Namaz, oruç, hac, zekât gibi yükümlülüklere ibadet, bunları yapmaya ubûdiyet, yapana âbid, ibadet yapılan Zât’a da Mâbud denir ki bu kelimelerin hepsi de aynı kökten gelmektedir.
İbadetler, itikada ait meselelerin bir yönüyle blokajı, bir yönüyle de onları inkişaf ettiren fakülteler gibidir. Zira ibadet olmaz ve günümüzde çok yaygın bir kanaate göre hareket edilerek, din vicdanlara hapsedilirse –hafizenallah– inhiraf edip mahvolma ve tabiî ki bunun neticesi olarak dünya ve ukbâ hayatını kaybetme kaçınılmaz olur. Evet, insanın, değişik kaymalarından korunması ve inancını sağlama bağlaması ancak ibadetle mümkündür. Bu açıdan, rahatlıkla denilebilir ki, bir mü’minin kendi olması ve özüyle bütünleşmesi ancak ibadet ile olabilir. Kant’ın “Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir.” tespiti de bu hükmü doğrulama istikametinde söylenmiş olduğu kabul edilebilir.
Evet, insan ilmî araştırmalar neticesi Allah’a iman edebilir ama bu nazarî bir imandır. Onun gerçek imana dönüşmesi ve imanla hedeflenen seviyeye yükselmesi, ancak ibadet ü taatle gerçekleşebilir. Bu açıdan denebilir ki, ibadet, tabiatının bir parçası hâline gelmeyen ve onda derinleşemeyen bir insanın kayması ve yoldan çıkması daima melhuzdur. Ve buradan hareketle, “İnanıyorum ama içki de içiyorum veya namaz kılamıyorum…” diyen insanların teminat kordonlarından birinin kopuk olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişiler sözlerinde sadık iseler, imanlarını amel ile desteklemeli, yapageldiği ibadetlerle Hak kapısının azat kabul etmez kulları olmalıdır ki, gerçek ve hakikî anlamda iman etmiş olsunlar.
Bu sebeple 20. asrın, 21. asrın münevver gençleri, tamamıyla fiziğe ait dünyalarda bile metafiziğe açılan kapılar aralamalı, nazarîden pratiğe yönelmelidirler. Fizik laboratuvarından metafiziğe yani medreseden tekyeye bir yol vurup gerçeğe ulaşmanın her yolunu mutlaka denemelidirler. Aksi hâlde, Kur’ân’dan ve Resûlullah’tan asırları bulan gurbetimiz devam edeceğe benzer.
İrşad Ruhu
Müslümanlar dünyanın her yanına, Kur’ân’ı, Kur’ân düşüncesini, dinin güzelliklerini taşımaya talip olmalı. Bu yolda biz O’nun kuvvetiyle güçlüyüz. Gına O’ndan ve O’nun gınasıyla zenginiz. Hepimiz boynu tasmalı, O’nun kapı kullarıyız ve öyle kalmaya da kararlıyız. Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle “Bir avuç dünya toprağına minnetimiz yok bizim…” ve şair Bâkî’nin ifadesiyle:
“Baş eğmeyiz edâniye dünya-yı dûn için
Allah’adır tevekkülümüz, itimadımız.”
Evet, bu uğurda bin defa ölüp dirilmeye –Allah’ın izniyle– hazırız. Yeter ki O’nun yüce adının ufkumuzda şehbal açmasını gerçekleştirebilelim. Âşıkıyız bu işin. Delisiyiz, mecnunuyuz imana ve Kur’ân’a hizmetin. Üstad’ın yaklaşımları ile, kimilerine mutlak iman,48 kimilerine iman-ı kâmil,49 kimilerine ihlâs-ı etem50 yolunu göstermek ve kimilerine de iman panjurunu aralayacak şekilde bazı şeyler hissettirmek düşüncesindeyiz.51 İnsanlar için illâ şu seviyede veya bu mertebede olacak şeklinde bir düşüncemiz yok, böyle bir talebimiz de yok. Hırs sayıyoruz bu kabîl düşünceleri. Hatta Allah’ın işine karışmak olarak nitelendiriyoruz. Bir taraftan herkesi kendi konumu içinde kabulleniyor, öte yandan da, ulaştığımız noktayı yeterli görmüyor ve “Daha yok mu Allahım?” diyoruz. Bu uğurda tıpkı Hulefa-i Râşidîn ve Osmanlılar’da olduğu gibi, başkaları ile boğuşmadan, iktidar, idare kavgası verme yerine sinelerimizde, dillerimizde “Lâ ilâhe illallah”, gönüllerimizin ilhamlarını, önümüze çıkan herkesin ruhuna boşaltma çabası içindeyiz. Böyle davranınca, mâşerî vicdanın bizi kabulleneceğini ve Allah’ın bize başarılar ihsan edeceğini ümit ediyoruz.
Hakikaten böyle miyiz? Genel düşüncemiz, tavrımız itibarıyla böyle olduğumuza inanıyoruz. Yalnız imana, Kur’ân’a hizmet yolunda bulunsa da gurur, kibir, mal, para, şöhret gibi boşluklara düşebilecek insanların var olabileceği de kat’iyen hatırdan çıkarılmamalıdır. Hatta böyleleri bazen temsil makamında da olabilir.. olabilir ve çevredeki insanlar, bu kişilere bakarak hakkımızda hüküm kesip biçebilirler. Vâkıa, onların yaptığı haksızlık ve suizandır ama temsil konumunda bulunan kişilerin yaptığına ne demeli!
Rabbim, iç ve dış değişikliklere uğramadan, başlangıçtaki düşünce, duygu, inanç safiyeti içinde hayatımızı hitama erdirmeyi hepimize nasip eylesin.!
Dünya ve Biz
Bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i İslâmiye’yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. İşte, bizim gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir “nigâh-ı âşinâ” kılmamızın hakikî sebeplerinden bazılarıdır bunlar. Evet, biz, bu düşüncelerle Kasas sûresinde ferman edilen “Dünyadan da nasibini unutma!”52 beyanıyla tam mutabakat içindeyiz. Zira o âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara!”53 derken اِبْتِغَاءٌ (ibtiğâ) fiilini kullanıyor ki, bu “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver!” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, “Dünya için de nasibi unutma!” esasına bağlı kalınmalıdır.
Siyaset ve Biz
Siyasî konular gibi, birçok insanı cazibesi altına alarak peşinden sürükleyen “geçici meseleler”, çoğu kez temel meselelerin yerine geçerek insanların gözlerini kamaştırabilir. Bu tür meseleler, insanların cismaniyetlerine ve beşerî mantıklarına, İmam Gazzâlî’nin tasnifi içinde “akl-ı meaş”larına54 baktığından dolayı, onların başlarını döndürüp bakışlarını bulandırabilir. Ancak, hakikat itibarıyla bunların hepsi, gelip geçici şeylerdir. Gelip geçici olduklarından dolayı da, Çağın Büyük Dâhisi’nin ifadesiyle, onların binlercesi ebediyete bakmadığı ve değişmez bir keyfiyete sahip bulunmadığı için, bizim meselelerimizin zerresine mukabil gelemez.55
Biz, dünyaya ait bu tür meselelere, Arapça ifadesiyle “inhimak” diyebileceğim ölçüde içine dalmaz; bize ne kadar lâzımsa o kadar alâkadar oluruz. Yani sağ ayağımızı gayet sağlam olarak bize ait hakikatlere basıp, sol ayağımızla yetmiş iki millet içinde dolaşırken siyasetin hakkını da o cümleden olarak yerine getirmeye çalışırız.
Gayb Merakı ve Düşünce Ufkumuz
Öteden beri bana; “2000 yılında ne olacak?” veya “2010’da ne olacak?” vs. gibi sorular çok sorulmuştur. Cevabım hep şu olmuştur: İnşâallah 2000 yılında veya 2010 yılında daha çok insan, imanın yümün ve bereketiyle emniyet ve itminana kavuşacak.. daha çok insan vicdanında Cennet numunesi bir çekirdek taşıdığının şuuruna erecek.. daha çok insan “iki kere iki dört eder” kat’iyetinde Cennet’in varlığına inanacak.. kendilerini Cehennem’e götürecek davranışlardan gerektiğinden daha fazla sakınacak.. ve dünyada bir huzur toplumu, bir fazilet toplumu meydana gelecek…
Ben aslında bu soruların altında yatan gizli niyetleri ve asıl sorulmak istenen şeyleri anlamıyor değilim. Ancak burada anlaşılması gerekli olan başka bir şey var: Bizler yeryüzünde şu anda câri olan idarî, siyasî, askerî, iktisadî, içtimaî, kültürel… bütün problemlerin temelinde insanın bulunduğuna ve problemlerin menşeinin, kaynağının insan olduğuna inanıyoruz. Bu itibarla da problemlerin çözümünün, ancak insanı ele almakla, hem de tekrar ber tekrar ele almakla mümkün olabileceğine inanıyoruz.
Evet, bu problemler siyaset yoluyla çözümlenebilecek cinsten değildir. Burada siyasetin yerini ve rolünü bütün bütün inkâr etmemekle beraber, onun her şey olmadığının da bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Hele ülkemizde dinî duygu ve düşünce adına kıpırdanış ve canlanışların altında, işgal ettikleri makamları, ya da alışageldikleri hayatı kaybedecekleri endişesini yaşayan insanların bulunduğu ve bunların ellerinin bizim nabızlarımızda olduğu düşünüldüğünde, işin ehemmiyeti daha da belirgin hâle gelir. Evet, onlar imkânâtı vukuat yerine koyup, dindar insanlar hakkında ihtimaller üzerine hükümler kesip biçecek ve ciddî rahatsızlık duyacaklardır ki, bunun aksini de ispat etmemiz mümkün değildir. Çünkü nefy ispat edilemez. Onun için mü’minler, kendilerine, davranışlarına, konuşmalarına çok dikkat etmek zorundalar. Bugün itibarıyla bizi, hatta gelecek nesli bile alâkadar etmeyen meseleleri, değil ağıza almak, belki hiç düşünmemek icap eder.
Kaldı ki bizler İmam Rabbânî56 ve Bediüzzaman’ın57 en büyük makam dedikleri rıza makamına talibiz. Yaptığımız tebliğ ve irşad faaliyetleri ile, Rabbimiz’in bizden razı olacağı hususunda vicdanlarımız iman ve itminan içinde. İşte Cennet’te bile yeni bir ufuk, ulaşılacak yeni bir merhale olan rıza makamına talip olan bizlerin, ne siyasî, ne idarî, ne askerî, ne de daha başka dünyevî şeylere talip olması düşünülemez.
Zaten şu anda bizler, zirvede bir azimle, insanların bütününü kucaklayıp herkese hakikî insan olma ufkunu gösteremediğimiz için üzgünüz! Bizler, “Evlenmeyi düşünmüyor musunuz?” sorusuna, “Ümmet-i Muhammed’in derdi bunu bana unutturdu.”58 diyen Üstad Bediüzzaman’ın düşünce ufkunu yakalayamadığımız için mahcubuz! Bizler Allah’ın yüce adını dünyanın dört bir yanına götürememiş olmanın hacaletini yaşıyoruz! Onun için bırakın, zirveleri talep etmeyi ve buna benzer düşünceleri! Siz ve biz yukarıda arzettiğimiz hususları gerçekleştirmeye çalışalım. Bu yolda, cehalete, fakirliğe ve ayrılığa savaş ilan edelim. Bilgiyi ilkokul seviyesinden başlayıp akademik kariyerin en son sınırına kadar her yerde hâkim kılalım. Yapacağımız iktisadî faaliyetlerle fakirliğimize son verelim. Tefrika illetinin köküne kibrit suyu dökerek, bu milleti oluşturan ayrı ayrı unsurları, kristal avizenin parçalarını bir araya getiriyor gibi getirelim.
Evet, bizim bütün derdimiz, davamız budur. Bunun ötesinde başka şeyler arayanlar bir gün gelecek bu düşüncelerinden dolayı utanacak ve şimdilerde bazılarının dediği gibi “Sizi yanlış tanımışız, özür dileriz.” diyecekler.
Yeryüzü Mirasçıları
Yeryüzü mirasçıları, Kur’ân’ın ifadesiyle Allah’ın salih kullarıdır.59 Bunlar bir taraftan emir ve yasaklar doğrultusunda hayatlarına istikamet verir, diğer taraftan da şeriat-ı kevniyenin prensiplerine uygun olarak hareket ederler.
Yalnız benim âyetin ruhundan anladığım mânâ, yeryüzü mirasçılarının bilmediği, bilemediği yerlerin de mirasçısı olduğudur. Zira âyetin nazil olduğu dönem itibarıyla meseleye bakacak olduğunuzda, o gün İslâm’a sahip çıkanlar belli bir coğrafyada söz sahibiydiler. Bu ortamda Kur’ân’ın “Yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacak.”60 demesi, yukarıda ifade ettiğim hakikati akla getirir. Demek ki Cenâb-ı Hak, ilmî planda bunu takdir buyurmuştur. Zamanla bu takdir, şehadet âleminde vukua gelmiştir ve gelecektir.
Dünya Tutkusu
Kutsî bir davaya gönül vermiş kimseler, bu dünyada ahireti kazanmak için bulunduklarını kat’iyen hatırlarından çıkarmamalıdırlar. İradeleri, hadisin ifadesiyle “dünya ve mâfîhâ” yani dünya ve dünyanın içindeki her şey, onlara koşa koşa, güle güle gelse bile, bu alperenler rahatlıkla “Git, bana lâzım değilsin!”61 diyebilmelidirler. Zira, bu insanların şahsî açıdan ahiretlerini kurtarmanın yanında, başkalarına örnek olmaları da bahis mevzuudur ki, bu bence, birincisinden çok daha önemlidir. Bu açıdan bana göre İslâm davasını en önde temsil eden kişilerin, dünya ile ilgileri olmamalı.. ve bunların evleri, barkları bulunmamalı.. ay sonunu zor getirecek derecede maaş ile yaşamalıdırlar. Hazreti Ömer’in hilâfeti döneminde bir valisinin kendi evinin önüne yaptırdığı sundurmalığı yıktırdığını62 hatırlatıp geçelim.
Uyuşturucu
Türkiye’nin yakın ve uzak planda kendini tehdit eden birçok problemleri var. Bunlardan birisi ve belki de geleceğimiz adına en önemlisi uyuşturucu problemidir. Türkiye’nin uluslararası uyuşturucu trafiğinde de Asya ve Avrupa’yı bağlayan bir köprü olması bu meseleye ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Ancak bunu değil de, gün geçtikçe yaygınlaşan uyuşturucu kullanımı ve hızla artan uyuşturucu bağımlıları mevzuunda, ilim-irfan ehline, bir şeyler söylemek ve hele hele eğitim müesseselerinde vazifeli bulunan müdür, öğretmen ve öğrencilerine bir hatırlatmada bulunmak istiyorum.
Bir tanıdığımızın çocuğu –şayet söylenenler doğru ise– uyuşturucu yüzünden vefat etti. İnşâallah o yavrucak imanla ahirete gitmiştir. Bence Cenâb-ı Hak belki o yavrucak ile Müslümanlara çok ciddî bir ders vermektedir. Zira millet, insanımızın ilim-irfan seviyesini yükseltme azminde olan eğitim gönüllülerine nihayetsiz güven içinde açılan okullara çocuklarını nice maddî fedakârlıklara katlanarak gönderiyor. Bu okulları cemiyetin içinde bulunduğu o korkunç anafordan kurtarıcı, bir sera gibi görüyor. Öyleyse buraların gerçek anlamda karantina altına alınması ve onların her türlü tehlikeden korunması şarttır. Bunun için de hiçbir fert ihmal edilmeden herkese sahip çıkılmalı, bu ve benzeri hâdiselerin zuhuruna sebebiyet vermemek için elden gelen her türlü gayret gösterilmeli, bu uğurda geceler gündüzlere katılarak çalışılmalıdır. Aksi hâlde hem halkın eğitim faaliyetlerine olan teveccühü kaybedilir, itibar kaybı söz konusu olur, hem de Rabbimiz’in şimdiye kadar olan lütuflarının kesilmesine davetiye çıkartılmış olur. Ve ardından Cenâb-ı Hak –ister şefkat, ister zecr, ne derseniz deyin– öyle bir tokat vurur ki, bunun altından kalkmamız imkânsız hâle gelebilir.
Hâsılı, bu müesseselerde çalışan ilk elden vazifeli öğretmenler, rehberler kendilerine teslim edilen nesle 24 saat içinde 25 saat mesai yaparak sahip çıkmalı, maddî-mânevî gelişmelerine riayet etmelidirler.
İniltiler
Bu günlerde çok yaralıyım. Çocukluğumda çok duyduğum “Bayram gelmiş neyime, anam anam garibem.” dilimde vird-i zeban. Âdeta bir çeşit hicran yaşıyor ve hasret solukluyorum. Ne yapayım, benim de kaderim bu! Dine, milletimize hizmet yolunda bulunmanın beni çok çok sevindiren yanları olmuştur; olmuştur ama aynı ölçüde olmasa bile ağlatan yanları, ağlatan hadimleri ve anlayış kıtlığından duyduğum burkuntular da eksik olmamıştır. Çok defa körkütük sağır firasetlere çarpmış, ters yüz olmuş ve kendi fıtratım rağmına hareket etmek zorunda kalmışımdır.. evet işte bütün bunlar benim hicranımdır. Fakat neylersin ve elden ne gelir? İnanın bana, bazen çözüm bekleyen ama çözmekten âciz kaldığımız problemler karşısında oturup bir çocuk gibi ağladığım oluyor.
Sizlerden ricam, Allah’ın üzerinize sağanak sağanak yağan lütufları aşkına, imana, Kur’ân’a hizmet yolunda bulunuyor olmanın gerekleri rağmına hareket etmeyelim. Vazife şuuru ve sorumluluk duygusu içinde Rabbimiz’in yolunda hizmette bulunup her türlü inhirafa karşı kapalı kalmaya çalışalım.
“Rabbin Kimdir, Peygamberin Kimdir..?”
Bir yolculuk münasebetiyle gittiğim hava alanında, günün ölçüleri içinde giyinmiş orta yaşlı iki kadın, beni tanıdılar. Tazim ve saygılarını öyle bir ifade ettiler ki, görseydiniz siz de şaşırırdınız. Yine bir yolculuk esnasında hosteslerden aynı saygıyı görmüş, onların dua talebi ile karşılaşmıştım. Hatta onların ısrarlı istekleri üzerine, kendilerine Dua Mecmuası’nı imzalayıp hediye etmiştim. Son günlerde bunlar ve bunlara çok benzeyen sayısız hâdiseler var ki, hepsi de milletimizin hoşgörüye ne kadar susamış olduğunu göstermektedir.
Aslında bunları sizlere intikal ettirmekle, bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Dün bu ülke insanlarının zihinlerinde, hususiyle de misallerde göstermeye çalıştığım kitle arasında, öyle bir Müslüman imajı uyarılmıştı ki, aman Allahım, tavsif etmeye diller varmıyor. Ama şimdi, Allah’ın bir lütfu olarak, o korkutucu imaj neredeyse bütünüyle silindi. Artık şimdilerde elit tabaka, aydın kitle arasında İslâm’ı ve Müslümanları kabullenmeler gayet tabiî kabul edilmekte. Zannediyorum, Türkiye’nin bu seviyeye gelmesinde, bu adanmış ruhların rolü çok büyük olmuştur. Evet, içtimaî hayatın bütün ünitelerinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin, giyimden kuşama, ilimden spora varıncaya kadar, onların estirdiği genel havanın, bu neticenin elde edilmesindeki rolü inkâr edilemez. Zira eskiden herkesi kucaklayacağız deniyor ama aksi yapılıyordu. Müsamaha deniliyor, bağnazlıklar gösteriliyordu. Sevgi deniyor, yılan gibi ısırmadan geri kalınmıyordu… Bütün bunlar milletin canına yetiyordu ve tabiî herkes birbirine düşman kesiliyorlardı.
Oysa şimdi millet, daha başka beklentilerin içinde. Onun için adanmış ruhlar, bu beklentileri boşa çıkartmamalıdırlar. Öyle ki millet, gerçekten yaşatma zevkiyle, yaşamadan vazgeçmeyi; onun neşesini, zevkini, hazzını ve bu mânâda gerçek hayatı onlarda görmeli ve kendinden geçmelidir. Ayrıca yaşatma sevdalısı bu insanlar, bu kabîl bir hayat tarzında, Süleyman Nazif’in ifadesiyle yüz, iki yüz, üç yüz hatta dört yüz sene ısrar etmeli; endişesi olanlar bu süre içinde, nabızları elli defa tutmalı ve her defasında da aynı şeyi almalılar.
Öte yandan, bu mübarek topluluk içinde yer alan her fert, Allah’a inanmış, saf, temiz, dupduru mü’minlerle münasebetlerini de gayet iyi ayarlamalıdırlar. Ayarlama derken “artistlik yapma”, “aktörlük tavrı” takınma gibi şeylerden de fevkalâde sakınmalıdırlar. Dinde, gönüllerden gelmeyen şeyleri yapmanın adına, riyakârlık veya münafıklık denir. O bizden, bizim düşünce dünyamızdan fersah fersah uzaktır ve öyle olmalıdır.
Bu konuda bana, başkaları tarafından anlatılan bir vak’ayı arz etmek istiyorum. Çok eski yıllarda birisi gelmiş bana İslâmî cemaatlerden birisini sormuş. Ben de, “Onlar, ufkumuzda yalancı bir şafağın bile olmadığı dönemde, Edirne’den Ardahan’a kadar ülkemizin her tarafını köy-kent demeden dolaşarak kurslarla, yurtlarla, pansiyonlarla donattılar.” demişim. Aradan bir-iki ay geçmiş. Bornova’da akşam sohbetleri sırasında yine aynı soruyu sormuşlar, ben yine benzer şeyler söylemişim. Belki aradan birkaç ay geçmiş o zat tekrar gelmiş, yine aynı soruyu sormuş. Ben de ilk söylediğime benzer şeylerle soruya cevap vermişim.
Bu meselenin bir de öteki yüzü var. –Bilmiyorum söylesem mi?– O zat benim, haklarında böyle konuştuğum cemaate gitmiş, dediklerimi aktarmış. İhtimal bu hususta ölçüyü tam anlamıyla kavrayamayan birisi benim için “Aktörlük yapıyor.” demiş. İkinci ve üçüncü seferlerde de aynı şekilde cevap alınca “Bir insanın beni tanımadan, nereden geldiğimi bilmeden, farklı zamanlarda ne niyetle sorulduğunu bilmediği bir soruya hep aynı şekilde cevap verebilmesi mümkün değildir ve bu kat’iyen aktörlük olamaz.” demiş.
Evet, bizim için temel ölçü, din ve diyanete, hangi yolla olursa olsun hizmet etmektir. Biz az veya çok bu uğurda katkısı bulunan herkesi, ama herkesi alkışlar, başlarımızı ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koyabiliriz. Kaldı ki bu ölçüyü biz koymuyoruz ki?.. Allah ve Resûlü bu hususla alâkalı ölçüyü asırlar önce koymuşlar: “‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah’ diyen herkes, bizim din kardeşimizdir.”63 Ayrıca kabirde Münker-Nekir, “Rabbin kimdir, nebin kimdir, dinin nedir?” diye soracak.64 O sorular arasında falanı filânı kabul etme yoktur. Yani onları kabul etme iman esasları arasında değil. O hâlde ben, ne diye şu ya da bu sebeple beni tasvip etmeyen din kardeşlerime cephe alayım ki?
Hâsılı, herkes mü’min kardeşlerine bakış açısını yeniden ayarlamalı ve çevresine hep rahmet ve merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecellî edecektir ki, şeytan bile: “Acaba ben de istifade edebilir miyim?” diye ümide kapılacaktır.65 Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma ve o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun.. öyleyse herkes haddini bilmeli…
Söz buraya gelmişken bir düşüncemi arz ederek bu faslı da kapatmak istiyorum. 70’li yıllardan beri beni ve gönüllüler hareketini yakın plana alan ve yakaladığı her fırsatı değerlendirerek gammazlayan, hatta devlet ricalini iğfal eden ve bir gazetede sahibi olduğu sütunu çoğunlukla bunlara ayıran bir yazar bir gün “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” dese inanın bana, o gün benim için bayram olur. O şahsın bana yıllardan beri durmadan, usanmadan, yılmadan yapıp ettiklerini hiç önemsemeden onu bağrıma basarım. Evet, önemli olan o zatın Allah ile arasındaki düşmanlığı aşabilmesi ve O’na yakın olabilmesidir.
Tavzih
İnsanî normların çok çok üstünde, peygamberâne aşk, ümit, arzu, azim ve kararlılıkla hayatını sürdüren bir dava insanının hayal dünyasına girebilirseniz giriniz. Şunları göreceksiniz; bu tür insanların ufku çok engindir.. himmetleri çok âlidir.. hedefleri çok yüksektir.. ve bunlar aynı düşünce çizgisi, aynı hayat felsefesini paylaştıkları, arkadaşlarını hep ideallerindeki gibi görmek isterler. Hele kaderin yollarına su serpip kendilerine yakın kıldığı, kurbetin ve vuslatın şarabını her dem içenlerin, bu dünyanın dışına çıkmalarına asla tahammül edemezler.
İşte aşağıdaki sohbet, kurbet ve vuslatın, ülfet ve ünsiyet sebebiyle işe yaramaz hâle geldiği bir zaman dilimi ve o yüce kamete “Bitsin bu hayat ölümün kollarında.” temennisi yaptıran bir ruh hâleti içinde ve tamamıyla dar bir daire içinde gerçekleştirilmiştir.
A. K.
İman Davasına Gönül Vermişlerle Bir Hasbihal
Çok uzak yerlerden geldiniz. Bu kadar uzak mesafelerden benim gibi bir kıtmîri dinlemeye gelmeniz, çektiğiniz onca sıkıntı ve meşakkate değmediği bir gerçek. Bununla beraber, Rabbim niyetlerinizin derinliğine göre muamelede bulunsun..! Aşk u şevk ihsan etsin..! Geliş ve gidişinizi boşa çıkarmasın..!
Yıllardan beri bu türlü teklifler karşısında hep kendimi sorgulamışımdır. “Sen de kimsin, ne oluyorsun, ne anlatacaksın ki bu insanlara faydalı olasın?” İnanın hep böyle düşünmüş, böyle konuşmuşumdur. Ama hüsnüteveccühleri, yapılan onca ısrarı da aşamamış ve kendimi hep bu türlü kalabalıklar karşısında bulmuşumdur.
Bugün değişik bir ruh hâleti içindeyim. Hafakan ve feveranlarımın dorukta olduğu gün bugün. O açıdan, söyleyeceğim sözlerde sizleri rencide edeceğim endişesini taşıyorum. Sonra vicdan azabı çekerim diye de korkuyorum. Hatta bu düşünce ile sizlerin huzuruna çıkmama kararı vermiştim. Son âna kadar da bu kararımda ısrarlı idim. Ancak bazı arkadaşlar gelip ağladı, sızladı ve ne olur dediler… Ben de o kadar uzak mesafelerden gelen bu insanlara karşı ayıp olur, Rabbim sorarsa ne cevap veririm, düşünceleriyle işte huzurlarınızdayım. Evet, daha sonraları, vicdanımın bir yanını hep ısırıp duracağı endişesi ile iki büklüm karşınıza çıkma mecburiyetinde kaldım. Dolayısıyla konuşacağım şeylerde fikir insicamı olmayabilir.. ifadelerde rekakete girebilirim. Rabbinizin sizlere olan nimet ve lütufları aşkına beni bağışlamanızı dilerim. Aklıma gelen şeyleri, simalarınızın bana ilham edeceği hususları herhangi bir tertip ve tasnife tâbi tutmaksızın arz etmeye çalışacağım. Rabbim’in muvaffak kılmasını dilerim!.
Beklentiler ve Ötesi
Bazen çok küçük şeyler, insana çok büyük sevaplar ve hayırlar kazandırabilir. Beklediğiniz, hatta beklemediğiniz neticeleri, onunla bulabilirsiniz. Tıpkı dualarda olduğu gibi.. evet, Kur’ân’ın ifadesiyle مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ “Ummadığınız yerden”66 hadd ü hesaba gelmez nimetlerle karşı karşıya kalabilirsiniz. Meselâ, sizler böyle uzun bir seyahat sonucu, aynı çizgide hizmet ettiğiniz arkadaşları görür ve değişik müesseseleri ziyaret edersiniz. Bu vesile ile Rabbim imanınızı takviye eder, Kendi yolunda koşma aşk u şevkinizi artırır ve kalblerinizi telif eder. Zaten böyle bir dönemde, bu türlü takviyelere ne kadar ihtiyacımızın olduğu da izahtan vârestedir. İnşâallah Rabbim bu vesile ile bizleri yeniden keyfiyetin enginlikleri arasında dolaşan halis kullar hâline getirir.. getirir de kemmiyet mülâhazasını bırakır bir kere daha rıza-yı ilâhîyi esas maksat yapan insanlar hâline geliriz…
Ayrıca Cenâb-ı Hak, böyle bir araya gelme sayesinde, kendisiyle olan yakınlığımız, münasebetimiz açısından “Ne kazandık, ne kaybettik?” mülâhazalarını içimize yeniden hâkim kılabilir.. ve bizleri, dünyada-ukbâda faydalı olacak düşüncelere, amellere yönlendirebilir. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, biz ne istersek isteyelim, Rabbim hakkımızda hayırlı olanı nasip edecektir. Meselâ, siz dua dua yalvarır, yakarırsınız; “Bana dünyayı ver Allahım!” dersiniz. Ama istediğiniz mânâda bir dünya sizin hakkınızda hayırlı olmadığı için, Rabbim sizi “kût-u lâ yemût”la yaşatır. Ama öte yanda, berzah hayatınızı Cennet hâline getirir.67 Dahası, Cennet’te “gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşer kalbine hutur etmeyen nimetlerle” sizi serfiraz kılar.68
Ve yine, “Allahım, salih çocuklar ihsan eyle.” der, durmadan yalvarıp, yakarırsınız. Fakat, “Evlâdınız ve mallarınız sizin için bir imtihan vesilesidir.”69 âyetinin ifade buyurduğu hakikat açısından, Rabbim –ihtimal– o imtihanı kaybedeceğiniz için ya da bilemediğiniz sair hikmetlerinden dolayı, dünyada çocuk ihsan etmez. Ama ahirette Kur’ân’ın وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ70 dediği, çevrenizde “lü’lü-mercan” gibi koşuşturup duran, baktıkça içinize inşirah veren çocuklar ihsan edebilir.
İşte bu misallerde olduğu gibi, böylesi seyahatler, harcanan paralar, katlanılan ve katlanılmak zorunda kalınan meşakkatler, sıkıntılar ve tabiî ki beklentiler.. sonra da aranılanı bulamamalar.. “Bunun için mi bunca yolculuk?” demeler. Ama ihtimal, Rabbim beklentilerinizin, arzu ve isteklerinizin çok çok ötesinde aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler lütuf ve ihsan ederek sizi bir kısım sürprizlerle mükâfatlandırmıştır.
İlk Günler
İslâm’a hizmet, çok samimî duygularla, çok samimî hislerle başlatılmış bir hizmettir. Mebdei yani başlangıcı itibarıyla çok hayırlıdır. Yanlış anlaşılmasın, bu tabir, bugünü itibarıyla şerdir ya da hayırsızdır anlamı taşımaz. Belki hâlihazırdaki durumu itibarıyla da iman hizmeti çok hayırları ihtiva etmeye namzet görünmektedir. İnşâallah gelecekte de büyük hayırlar bir bir zuhur eder.
Ne var ki ben, şimdilerin vaadettiklerini çok göremediğimden dolayı, geçmişi nazara verecek ve geçmişin kazandırdıklarını arz etmeye çalışacağım. Aslında bu, insanlığın kaderi ve beşerî bir realitedir. Allah Resûlü’nün hayatını siyer kitaplarında mütalâa edenler, o dönemde de “ilk”in “son”dan hayırlı olduğunu görmüşlerdir. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun etrafında hâlelenen o “ilkler”, bazen topraktan çıkan bir deri parçasını yıkayıp, ısıtıp, yiyorlardı. Ağaç yapraklarıyla beslenen insanlar da vardı o gün. Yedikleri bu şeylerden dolayı tıpkı koyunlar gibi tersleyen insanlara rastlamak da mümkündü o devirde.71 Ve Allah Resûlü işte bu sahabeye diyordu ki: “Bugün sıkıntılar, meşakkatler, zorluklar içindesiniz; ancak bir gün rahat edeceğiniz günler de gelecek. Fakat şimdilerde siz o günkü durumunuzdan daha hayırlısınız.”72
İşte aynen bunun gibi, bizler de, iman hizmetinin başlangıcında hayatlarını tahta bir kulübecikte geçiren ve ömürlerinin sonuna kadar da geçirmeye kararlı insanlar gördük. Günde bir defa kursaklarına sıcak bir çorba girince o günü bayram ilan edenleri müşâhede ettik. Çorbalarına katacak yağı bulamayanları, suyla pirinci kaynatıp çorba diye içenleri.. evet, inanın bana, biz işte böyle kahramanları gördük. Yatacağı döşeği olmayanlara, seyahat tutarı olan parayı hep başkalarından istemek zorunda olanlara, bahçelerde, bahçeler içinde kulübeciklerde ders yapmaya çalışanlara şahit olduk. Onlar hem böylesi mahrumiyet içinde hayatlarını sürdürüyor, hem de çok onurlu yaşıyorlardı. Bu arada hiç hediye kabul etmediklerini de kaydedebiliriz ki, böyle birisinin şahsî küçük bir hediyem için söyledikleri sözler hâlâ kulaklarımda tın tındır. “Yok kardeşim! Biz hediye kabul etmiyoruz. Hediye ile hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’yi bulandırmak istemiyoruz.” Hele bunların hizmet ederken, maaş, ücret, burs beklemeleri “imkânsız” kelimesinin bile karşılayamayacağı seviyedeydi. Böylesi beklentiler, onların hayatlarından mağrib-maşrık (doğu-batı) kadar uzaktı.
Elbette onların bu ilk dönemi, sizin içinde bulunduğunuz şu dönemden daha hayırlıydı. Hayırlıydı zira o günler bu günleri doğurdu. Şayet o dönemlerde arz etmeye çalıştığım safvet olmasaydı ve onlar birer reşha gibi Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip onu aksettirmeseler idi, bugünkü yümün ve bereket olmayacaktı. İşte bu açıdan, bugünün nesilleri geleceğin fevvareler hâlinde berekete inkılâp edip çağlamasını istiyorlarsa, aynı safvet, aynı samimiyet, aynı ihlâsı yaşamak mecburiyetindedirler.
Ne Yapmalıyız?
O hâlde bana sorabilirsiniz; “Yeniden dönüp kulübelerde mi yaşayalım, bir öğün ve bir kap yemekle mi iktifa edelim?” Evet, böyle diyebilirsiniz. Ben de buna karşılık derim ki; “Ona ben karar vermeyeceğim. Ona karar verecek olan sizlersiniz. Fakat ben burada bir gerçeğin altını çiziyorum. Önemli bir hususu vurgulayarak onu sizlere anlatmaya çalışıyorum. Büyük doğumların, büyük oluşumların temelinde Asr-ı Saadet’in izdüşümü denilebilecek bir hayat tarzının olduğunu, olması gerektiğini anlatıyorum. Karınlarını dahi doyuracak bir şey bulamayan insanların, sırtlarına geçirecek bir paltosu olmayan kimselerin hâlini arz ediyor ve onların insanlığın kaderi ile nasıl oynadığını ifadeye çalışıyorum. Hiç unutmam, unutamam Hazreti Pîr-i Muğan, Isparta’da iken, Doğu’ya birisini göndermişti. O zat, halkın içinde otururken dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtına aldığı eski pardesünün etekleri ile onları kapamaya çalışıyordu. Onun pantolonu, ceketi böyle ise, yediklerini tahmin edebilirsiniz.
Evet, işte o dönemde etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu “ilkler”in izinden giden insanların gayretleriyle oldu. Onlar bu samimî zeminde, samimiyet soluklaya soluklaya yetişmişlerdi. Hüsrev Efendi, Hulusi Efendi, Mustafa Gül, Tahiri Mutlu, Sadullah Nutku, Bekir Berk, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel, Ahmet Feyzi, Mehmed Feyzi… gibi kahramanlardan görmüşlerdi her şeyi. Dolayısıyla bu insanlar önlerinde örnek aldıkları kimselere göre şekil alıyor ve onların yaşadıkları hayatı yaşamaya özen gösteriyorlardı.. “Gidin!” denilen yere gidiyor, “Verin!” denilen yerde de veriyorlardı.
Gelelim Günümüze…
Zaman döndü dolaştı bize ve size geldi. Şimdi ibret alacak, ders alacak nesiller bizleri, sizleri takip ediyor. Evet, Kur’ân’ın, “Peygamber’de sizin için alınacak örnekler vardır.”73 buyurduğu ve geriden gelenlerin şahsî, ailevî, içtimaî hayat adına onu örnek aldıkları gibi, şimdi yeni yetişen nesillerin de bu hakikatten hareketle, sizleri örnek alacaklarını unutmamak lâzım. Yanlış anlaşılmasın, bunları ifadede tezyif kastı yoktur. Ne var ki bu bir vâkıadır. Arkadan gelenler daima öndeki insanları kollarlar. Yeme, içme, yatma, istiğna… gibi hemen bütün hususlarda öndekilere benzemeye çalışırlar.
Bu noktada sesimi yükseltip en tiz perdeden sizlere şöyle haykırmak geliyor içimden: Eğer bu mevzuda bizler, geçmişten ve daha ötede ashab-ı kiramdan ve günümüzde Hazreti Sahipkıran’ın etrafındaki talebelerinden gerekli dersleri alıp, hayatımıza tatbik edebilseydik, geleceğin çağlayanlarının şelaleler hâlinde İslâm lehine akıp, çağlayıp gideceğine rahatlıkla teminat verebilirdim. Ama eğer durum başka türlü ise, o zaman da kendimizi yeni baştan kontrol etmemiz, murâkabe ve muhasebelerimizi sıklaştırmamız gerektiği kanaatini mutlaka arz etmeliyim.
İstiğnanın Buudu
Evet, o aç, susuz, giysisiz insanlar, açtıkları küçücük evlerde “kira” parasını bile vermekten âciz kişiler; ceketlerini satıp veya hatırlarının geçtiği kimselerden borç alarak oturdukları evin kirasını ödeyen o kahramanlar sayesinde bugünlere geldik. Hatta sizin iyi bildiğiniz birisinin bile, hizmet için aldığı iki yüz lirayı, iki senede ödeyemediği söz konusudur. Nihayet bir gün borç aldığı şahıs, kendisine hatırlatarak; “O parayı risale alıp dağıtmak için almışsınızdır, isterseniz size hakkımı helâl edeyim.” der. Kabul etmez. Çok net hatırlamamakla beraber zannediyorum, birisinden borç alarak o borcu öder. Zira o günkü düşünceye göre –ki bugün de hâlâ geçerlidir– “Al şu parayı, evin ihtiyacını karşıla.” denmesi, bu insanlara karşı yapılmış en büyük hakaret sayılırdı. Hatta onlara küfür gibi gelirdi bu masumane teklif.
Şimdi bizim, o samimî oluşumu, işin temelindeki insanların safvet ve samimiyetleri ölçüsünde temsil ettiğimizi söylemeye imkân var mı? İhtimal bizim yaptığımız mini bir şablonculuk ve bir taklit. Ama bu ruh hâleti bile, tıpkı büyük deryaların büyük dalgaları gibi mâşerî vicdanlarda mâkes buluyor.
Evet, bugün dünyanın dört bir yanına hicret buudlu bir göç dalgası varsa, işte bu “ani’l-merkez” güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında, arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hazreti Bediüzzaman vardır. Hulusi Efendi, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dava erleri vardır. Hayatlarını Allah Resûlü’nün Suffe Ashabı gibi geçiren ve sahabe safvetinin temsilcileri olan kişiler vardır.
Ve Bugünler…
Ve bugünler.. bugünlerde de Cenâb-ı Hakk’ın lütufları sağanak sağanak başımızdan aşağı yağıyor. Ben hiç mübalağa etmeden, Rabbim’in bu tecellîlerini vicdanımda hissederek ve her kelimenin yerli yerinde kullanılmasına fevkalâde özen göstererek diyorum ki: Rabbimiz’in nimetleri boyumuzu aşkın, liyakat ve istihkakımızın da çok çok üstündedir. Bu kervana katkıda bulunanlara ve bu nimetler döneminin temsilcilerine şahsen ben, her gün kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, esnaf-memur, tüccar-talebe deyip, hatta toplumun bütün katmanlarını tek tek sayarak dua ediyorum.. dua ediyor ve hiçbir kesimi dışarıda bırakmamaya özen gösteriyorum. Yer yer, zaman zaman, belde belde, ülke ülke, isimler zikrediyor ve şöyle yalvarıyorum Rabbim’e: “Kavlî, fiilî, hâlî iman ve Kur’ân hizmetine destek olanlara, el uzatanlara, maddî imkânlarını seferber edenlere rahmetin, inayetin, bereketin ve hıfzın ile mukabelede bulun Allahım! Lütuflarını onların başlarına sağanak sağanak yağdır. Gönüllerini, verme duygusuyla donat. Sonra bu donatmayı verme şeklinde gerçekleştir…” diyorum.. denmelidir de, zira gelecek, bir yönüyle bu anlayış, bu felsefe ve bu düşünce üzerinde umranlar hâline gelecek ve gelişecektir.
Eğer bizler o ilk dönemin sahabîleri ya da Hazreti Sahipkıran’ın talebeleri gibi samimiyet ve safvet içinde olmazsak, olup da onu koruyamaz ve devam ettiremezsek –ki ben şahsen koruyamadığım endişesi ile iki büklümüm– geleceği kucaklayacağımızdan söz edilemez. Evet, ehl-i dünya insanlar gibi görenek ve tiryakiliklerle israfa açıldığımız, evlerimizi onlar gibi dekore ettiğimiz, günde üç defa önümüze sofralar konduğu sürece; geleceğin umranlarını kurma, bahis mevzuu edilemez.
Öyleyse, hâlihazırdaki tablo, geçmişteki insanların ihlâs, samimiyet ve safvetlerine, Allah’ın bir lütfu şeklinde tecellî ettiği şeklinde kabul edilmelidir. Dilerim bu tecellîler devam etsin.! Etsin ama o biraz da sebepler planında bizim hâl, tavır ve düşüncelerimize bağlıdır.
Frekans Paylaşımı
Ben dualarımı kesmiş ve ümidimi yitirmiş değilim. Bundan sonra da dua etmeye devam edeceğim. Edeceğim ama, benim kendilerine dua ettiğim şahıslar, kendileri hakkında da en az benim kadar dua etmiyorlarsa, benim duamın ne ehemmiyeti olur ki.? Yani onlar “Allahım, rahat yaşayacağımıza bizi ihlâslıca yaşat!. İmkânlar içinde yüzeceğimize bize hasbîlik lütfeyle.! İnsanların gönüllerini fethetme duygusuyla bizleri donat!” demiyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Veya onlar, benim dediğimin tersini istiyorlarsa, mal-mülk-menal diyorlarsa, daha liseyi bitirmeden, bir an evvel okulu bitirip evlensem diye düşünüyorlarsa, ben onların ihlâs ve samimiyetleri adına dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Yahut benim –yeminle ifade edebilirim– her gün ihmal etmeden kendileri için اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصيِنَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبوُبِينَ الْمُقَرَّبِينَ74 dememe mukabil, onlar bunu hayatlarında bir kere dahi demiyorlarsa, duygu ve düşünce itibarıyla hep başka başka kurgu ve hayallerle yaşıyorlarsa, “Ah bir cismanî zevk!” deyip, Allah rızası istikametindeki hizmeti tâli bir iş olarak görüyorlarsa ve ancak atmosfer hazır hâle getirildiğinde, altlarına araba, ceplerine telefon konulduğunda koşturuyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur?
Unutmayın!.
Bu mevzuda sizi “Dua etmiyorsunuz” şeklinde itham etmekten Allah’a sığınırım. Ama şunu da unutmayın, şayet siz, geleceğin, bugüne göre, beş-on kat katlanmış şekilde zuhurunu bekliyor ve ilâhî inayet, vekâlet, kefalet, kelâet, sizi sarıp sarmalasın arzusunda iseniz, Asr-ı Saadet dönemine, ya da Hazreti Üstad’ın devrine dönüp bakmak zorundasınız. Yani ilhamı, Kur’ân’ın nüzûl faslından ve Nur’un ilk döneminden almak mecburiyetindesiniz. Evet, bana göre Resûlullah’ın o şanlı ashabının rengine boyanmak gerektir. Hiç olmazsa Barla kahramanları gibi şekillenmek şarttır. Unutmamak gerekir ki, arkadan gelenler de bizlere göre şekillenecektir.
Kur’ân’ın Rolü
Ayrı bir hususa temas etmek istiyorum: Sahabe asrına “Altın Çağ”, “Işık Çağ” dedirten Kur’ân’dır. Zamanın bir dönemini altın dilim hâline getiren de Kur’ân’dır ve sahabe dönemine denk Osmanlıların dirilişini sağlayan da yine Kur’ân’dır. Ancak, üç-dört asır var ki, o Kur’ân evlerimizde atlas işlemeli mahfazalar içinde, başımızın ucunda asılı olmasına rağmen, yattığımız odadan, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayatımıza kadar geniş bir dairede ona yabancılığımızın yalnızlığını yaşamakta.. ve tabiî hata bizden kaynaklanmakta. Çünkü ondan kâmil-i mükemmel olarak istifade edebilmek, onunla tam konsantrasyona bağlıdır.. evet, o mükemmel vericiye karşı, elde bir almacın olmasına bağlıdır. Onunla frekans paylaşımı şarttır.
Kur’ân böyle olduğu gibi sabah-akşam okuduğunuz eserler de böyledir. İçinizde onun hafızları olabilir. Fakat bütün bu okuyup, ezberledikleriniz, sizde, hayatınızı yeniden gözden geçirme fikrini uyarmıyorsa, siz ondan istifade edememişsiniz demektir. Allah Resûlü’nün beyan buyurduğu gibi: “İnsanlar öyle bir dönemi idrak edecekler ki, Kur’ân bir vadide, onlar da bir vadide bulunacaklar.”75 Evet, Kur’ân’ın bize bir şeyler ifade edebilmesi, onu sahabe anlayışı, sahabe felsefesi, idraki ile algılamaya bağlıdır. Nurlar’ın aynı tesiri meydana getirebilmesi de ilk dönemin halis talebeleri ölçüsünde onlara rabt-ı kalb etmeye bağlıdır. Belki de bunlar gerçekleştiğinde bir taraftan kemmiyet daha hızlı artacak ama öte taraftan keyfiyet daha bir derinleşecektir. Böylece, kemmiyet keyfiyetin bir buudu olarak geleceğe yelken açacağız.
Ümitsiz Değilim
Ümitsiz değilim dedim.. evet, hiçbir zaman ümidimi yitirmedim. Bugün de hiçbir şey yitirilmiş ve hiçbir şey bitmiş değildir. Zannediyorum az dişler sıkılsa, mü’minlere eski misyonları tekrar kazandırılabilir. O irşad yuvaları içinde çok az insan kalmasına rağmen, belki yedi yüz, belki yedi bin kişiye muallimlik yapabilir. Yedi bin insan yine o irşad yuvaları sayesinde Kur’ân’ın âşığı, Kur’ân mecnunu hâline gelebilir.. gelebilir ve belli bir kıvama erebilir. Ne var ki, bunun için, o misyonun birileri tarafından yani öndekiler tarafından hassasiyetle kontrol edilmesi lâzım.
Evet, bu konuda olağanüstü bir hassasiyet lâzımdır ki, arkadan gelenler bir boşlukla karşılaşmasın. Aksi hâlde –Allah muhafaza– bir başıbozukluk içine girilmesi muhtemeldir. Zaten öyle bir başıbozukluk arkasında çöküntü getirir ve o çöküntünün önünü almak da mümkün olmayabilir. İşte Osmanlı, önümüzde örnek!. Son bir-iki asırdır artık padişahlar ve hünkârlar ordularının önünde cephede değillerdir. Hemen hemen hiçbiri, “Beni şehit eyle, Din-i Mübin’i aziz eyle!” diyen Murad Hüdavendigârlar gibi kıvamında değildir. Pekâlâ kötü mü idi bu insanlar? Hayır, kötü değillerdi. En az günümüzün iyileri kadar iyi idiler.. evet, bu, onlar kötüdür mânâsına gelmez. Ne var ki, olmaları gerektiği ölçüde olmadıkları da bir gerçek. İrtidat cereyanına karşı “Hiç kimse gelmese bile ben tek başıma bu mürtetler güruhu ile savaşırım!” diyebilecek kadar iyi değillerdi ve bütün bunlar çöküş dönemi emareleri sayılabilirdi.76
Allah Aşkına
O hâlde gelin Allah ve Resûlullah aşkına, bugüne kadar hazırlanan umranlar üzerine birer mirasyedi gibi konan bizler, evet, çok güzel şeyleri ecdadından tevârüs eden bizler, bir çözülüşün, ardından yeni bir çöküşün vesileleri olmayalım. Evlerimiz birer harabeye dönmesin! İlim, irfan yuvaları birer baykuş yuvası olmasın!
Bunlara “Âmin!” demek kolay ama, bu iş samimiyet ve safvet ister. Kendini düşünmeme, yaşama zevkine dilbeste olmama, yaşatma delisi olarak toplumu kucaklama, “Başkaları imanla hayatın enginliklerine ulaşamayacaklarsa, benim yaşamamın bir anlamı yoktur.” mülâhazasına kilitli olmayı ister.
Tekrar Keyfiyet
Evet, Asr-ı Saadet dönemine denk, bir ihlâs dönemi bizde de yaşandı.. yaşandı ama, ben onun şu anda bütün derinliğiyle devam ettirilebildiği kanaatinde değilim. Kafamdan bir türlü keyfiyetin kemmiyet karşısında yenik düştüğünü atamıyorum. Evet, şimdilerde keyfiyetin nakavt olduğunu zannediyorum. Oturup bordrolar üzerinde saatlerce mütalâalarda bulunan insanları görünce, bir türlü bu düşünceden kurtulamıyorum. “Şu kadar isterim” diyenleri gördükçe bir çöküşün başladığı düşüncesinden vâreste olamıyorum. İnsanların konuşmaları karşısında samimiyetlerini muhafaza edemediklerini görüyor ve bu konuda kuşku taşımaktan kendimi alamıyorum. Dolayısıyla da, bir samimiyet, safvet, ihlâs döneminin bitmeye yüz tuttuğu endişesiyle tir tir titriyorum. Ardından da diyorum ki Âkif’ten az değiştirerek:
“Bu anlayış, bu hissiyat, bu samimiyetle hizmet olur derlerse pek yanlış.
Bana bir topluluk göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış!”
Sorun Vicdanlarınıza
Evet, bizler düşmanla yaka-paça olmuş, kim bilir kaç defa ölümle burun buruna gelmiş, öldürücü yaralar almış ve sonunda ganimetten hissesine düşen pay verilirken onu reddedip, “Ben bunun için Müslüman olmadım; Müslüman oldum ki şuradan bir ok yiyip şehit olayım.”77 diyen sahabînin civanmertliğini gösterebiliyor muyuz? “Ben maaş için bu davayı benimsememiştim. Yapmayın Allah aşkına! Bana kastınız, garazınız mı var? Ahirette beklediğim şeyleri dünyada vermek suretiyle beni mahv u perişan mı etmek istiyorsunuz?” diyebiliyor muyuz? Ben böyle desem ve ardından sorsam, “Kaç insan var, bu soru karşısında, ‘Ben varım!’ diyebilecek?..” Belki hepiniz bu soru karşısında parmak kaldırıp ve “Ben varım!” diyebilirsiniz; ancak ben öyle demeyecek, soruyu soracak, sonra da üç nokta koyarak cevabı vicdanlarınıza havale edeceğim. Var olduğuna, hüşyar olduğuna, imanla meşbu’ bulunduğuna inandığım vicdanlarınıza! Ve vicdanlarınızın önemli bir rüknü olan latîfe-i rabbâniyenize! Sizin hakkı görmeye hazır hislerinize! Cennet’i kavrama şuurunuza! Bütün bunları aşmada sizin için önemli bir dinamik olan iradenize!
Evet, sorun vicdanlarınıza! Eğer vicdanlarınızdan cevab-ı savap alıyorsanız, geleceğe ümitle bakabiliriz. Bahtınıza düştüm ne olur; yukarıda arz ettiğim sahabî gibi, eline tutuşturulmak istenen ganimet karşısında “Ben bunun için dava insanı olmamıştım!” diyemez misiniz? Diyebiliyorsanız istikbal vaad ediyorsunuz demektir. Yoksa.. evet, yoksa maalesef bir şey demeyeceğim. Eğer mutlaka bir şey demek icap edecekse, “Kendimizi bir kere daha gözden geçirelim.” diyeceğim.
Bu yüce misyonun temsilcileri olup olmadığımızı, dünyevî herhangi bir beklentimiz bulunup bulunmadığını?. Bir zamanlar peygamberler, asfiya ve evliya ile temsil edilen Kur’ân’ın ruhunu etraf-ı âleme tam aksettirip aksettiremediğimizi?.. Bir kere daha gözden geçirelim ve ilim, irfan istikametinde açılmış bütün müesseselerdeki çalışmaları yeniden mercek altına alıp bir kere daha samimiyetimizin derecesini, kontrol edelim.
Başınızı ağrıttığımın farkındayım.. zehir zemberek şeyler söyledim, şuurundayım. Belki bazılarınız içinizden geçiriyordur: Keşke gelmeseydin de bu acı şeyleri söylemeseydin.. haklı olabilirsiniz ama başta söylemiştim, size karşı mahcup olmamak için geldim. Samimî miyim, değil miyim, bu, ötede belli olacak. Ben kendimi hep Cehennem’in kenarına kadar getirilmiş ve ardından bir tekme yiyip, gayyâya yuvarlanmış birisi gibi görmüşümdür. Evet, yıllardan beri ben kendimi hep bu insan gibi gördüm ve ilâhî inayet imdadıma yetişmezse, kurtulmam mümkün değil düşüncesini taşıdım. Siz kendinize ne nazar ile bakarsanız bakın, o beni hiç alâkadar etmez. Ancak ben burada, muhasebenize, murâkabenize esas teşkil edebilecek şeyleri arz etmeye çalışıyorum.
Kim bilir belki de bir on-yirmi-otuz sene sonra, bazı kesimler itibarıyla menfaat ve çıkar kavgalarının, sen-ben çekişmelerinin, turnikeye önce girmiş olma beklentilerinin meydana getireceği çalkantılar yaşanacaktır. Makam-mansıp, şan-şeref, şöhret arzularının sebebiyet vereceği kavgalar, gürültüler meydana gelecektir. Dilerim bunlardan hiçbiri olmasın; ama yine de bu kabîl şeyler sizlerde gerçekleşir endişesiyle acele ediyor ve şimdiden dünyevî menfaat ve çıkarlar karşısında aldanmamanız için haddimi aşarak tembihte bulunuyorum. Bugün-yarın, öbür gün olabilir endişesiyle yaşıyorum.. yaşıyor ve enkazın altında birlikte kalır, eziliriz kaygısıyla iki büklüm oluyorum. Kehanet değildir bu; toplumun hâlihazırdaki durumunun ve görünümünün ifade ettiği mânâdır, muhtevadır. Şimdi konuştuklarım da, bu görünümün içime akıttığı zehir zemberek düşüncelerdir.
Sözlerimi burada noktalarken, Allah’ın üzerinize olan lütuf ve ihsanları adına beni bağışlamanızı dilerim. Şayet sözlerimle sizleri rencide ettiysem, bunu İslâm’a hizmet hususunda duyduğum duyarlılığa ve aşırı hassasiyete verin ve beni mazur görün!
1 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/16; Vâkıa sûresi, 56/45.
2 Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 79-81.
3 el-Bûsîrî, Dîvânü’l-Bûsîrî s.239.
4 Bediüzzaman, Münazarat s.73.
5 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204. Ayrıca benzer mânâdaki hadisler için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359; Abd İbn Humeyd, el-Müsned 1/417.
6 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.128 (Habbe, Zeylü’l-Habbe).
7 Âl-i İmrân sûresi, 3/134.
8 “Hareket ve güç, ancak yüceler yücesi ve pek büyük olan Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ile olur.” (Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, daavât 51, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46)
9 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.311 (On Üçüncü Şuâ).
10 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.311 (On Üçüncü Şuâ).
11 Buhârî, eymân 3, hiyel 15; Müslim, imâret 26, 27, 28, 29.
12 Tirmizî, menâkıb 33; Ebû Dâvûd, edeb 28; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/395.
13 Buhârî, büyû 67, şürût 17, mükâteb 2; Müslim, ıtk 5.
14 Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 1-2, meğâzî 56; Müslim, zekât 132-140.
15 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.87 (İlk Hayatı).
16 Bkz.: Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor 3/334.
17 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.126 (İlk Hayatı).
18 Bkz.: Tirmizî, menâkıb 1; Dârimî, mukaddime 8.
19 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/173; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.154.
20 Bkz.: Buhârî, ezân 65, 163; Ebû Dâvûd, salât 122; Nesâî, imâmet 35.
21 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 54, fezâilü ashâb 18, hudûd 20; Müslim, hudûd 8.
22 Buhârî, meğâzî 45; Müslim, îmân 158-160.
23 Bkz.: Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi 1/118, 170.
24 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/36; En’âm sûresi, 6/151; İsrâ sûresi, 17/23.
25 Bkz.: Buhârî, ahbârü’l-âhâd 1; Müslim, imâret 39
26 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.200 (Yirmi Birinci Lem’a).
27 Bkz.: Furkan sûresi, 25/20; En’âm sûresi, 6/165.
28 Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4, tefsîru sûre (11) 6; Müslim, tevbe 39.
29 Hûd sûresi, 11/114.
30 Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor 3/74.
31 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.312 (On Üçüncü Şuâ). s.490 (On Dördüncü Şuâ).
32 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/161; Abdurrezzak, el-Musannef 10/455.
33 M. F. Gülen, Çağ ve Nesil s.22-26.
34 M. F. Gülen, Yitirilmiş Cennet’e Doğru s.84-88.
35 Şuarâ sûresi, 26/84.
36 Bkz.: Sâffât sûresi, 37/96.
37 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.791 (Lemeât).
38 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.260 (On Birinci Şuâ), s.679 (Birinci Şuâ); Kastamonu Lâhikası s.14-15, 19; Emirdağ Lâhikası-1 s.159.
39 Ahkaf sûresi, 46/20.
40 Bakara sûresi, 2/159, 174; Âl-i İmrân sûresi, 3/187.
41 Bkz.: Tirmizî, ilim 3; Ebû Dâvûd, ilim 9; İbn Mâce, mukaddime 24.
42 Buhârî, ezan 18; Dârimî, salât 42; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/53.
43 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).
44 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.
45 Bkz.: el-Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ 1/154; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs 1/417.
46 Ahkaf sûresi, 46/20.
47 İsrâ sûresi, 17/71.
48 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.191 (Dokuzuncu şuâ), s.440 (On Dördüncü Şuâ).
49 Bkz.: Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.14; Emirdağ Lâhikası-1 s.223.
50 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.205 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur); Emirdağ Lâhikası-2 s.181.
51 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.287 (On Üçüncü Şuâ), s.328 (On Üçüncü Şuâ).
52 Kasas sûresi, 28/77.
53 Kasas sûresi, 28/77.
54 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/60-61.
55 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.681 (Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, Üçüncü Maksat).
56 İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/50 (36. Mektup), 132 (146. Mektup).
57 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.253-254 (Yirminci Mektup, Mukaddime), s.317 (Yirmi Üçüncü Mektup, Üçüncü Sual).
58 Bkz.: Bediüzzaman, Hanımlar Rehberi s.23-28.
59 Enbiyâ sûresi, 21/105.
60 Enbiyâ sûresi, 21/105.
61 Bkz.: el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/343, 345; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/344.
62 Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 55/281.
63 Bkz.: Buhârî, îmân 17; Müslim, îmân 36.
64 Bkz.: Tirmizî, tefsîru sûre (14) 4; Ebû Dâvûd, sünnet 13-14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/295.
65 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/168; ed-Deylemî, el-Müsned 4/366.
66 Talâk sûresi, 65/3.
67 Bkz.: Bakara sûresi, 2/216.
68 Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhid 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5.
69 Enfâl sûresi, 8/28.
70 “Ebedîliğe ermiş çocuklar.” (Vâkıa sûresi, 56/17; Dehr sûresi, 76/19)
71 Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 15; Müslim, zühd 12.
72 Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü’l-ensar 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihad 97.
73 Ahzâb sûresi, 33/21.
74 “Allahım, bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış, mukarreb kullarından eyle!..”
75 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
76 Bkz.: Buhârî, zekât 1, istitâbe 3, i’tisam 2; Müslim, îmân 32.
77 Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 7/271; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/271.