Helâl Lokma ve İffetli Nesiller

Soru: Haram yiyip içmek mânevî hayatı ne ölçüde etkiler; iffetli nesillerin yetişmesinde helâl rızkın tesirleri nelerdir?

Cevap: Allah Teâlâ yeryüzünü, semaları ve onlardaki sayısız nimetleri yaratmış ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Bütün bu nimetlerden istifade etme hususundaki esas hüküm onların mübah oluşudur; yani, hakkında yasaklayıcı bir hüküm gelmemiş olan şeyler helâldir. “O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı.”1; “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Zât-ı Âlîsi’nden bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur.”2 mealindeki âyet-i kerimeler, yerde ve göklerdeki bütün nimetlerin insanların istifade etmeleri için âmâde kılındığını açıkça anlatmaktadır. Evet, yenilmesi, içilmesi veya kullanılması âyet ya da hadislerle yasaklanmamış olan her şey helâldir.

Şu kadar var ki, Cenâb-ı Hak bir kısım şeyleri yasaklamış ve bu umumî istifade iznini bazı hükümlerle sınırlandırmıştır. Âyet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümlerle yapılması kesin olarak yasaklanan şeylere “haram” denilmektedir. Haramları tayin eden doğrudan doğruya Hazreti Şâri’dir; bu açıdan, sırf Allah’ın emri olduğu için onlara yaklaşmamak gerekmektedir. Bununla beraber, netice itibarıyla her haramın pek çok zararı olduğu ve onun yasaklanmasının sayısız hikmetlerinin bulunduğu da bir hakikattir. Herhangi bir haramı irtikap etmenin bazen maddî, bazen de mânevî zararları olur. Meselâ, bir lokma haramın, insanı inhirafa götürmesi ve hatta onun çoluk çocuğunun genel durumuna da tesir etmesi her zaman söz konusudur.

Zikredildiği üzere, helâller ve haramlar Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle belirlenmiştir; hiç kimsenin kendi düşüncesine göre, helâlleri haram ya da haramları helâl saymaya hakkı yoktur. Şahsî yorumları neticesinde böyle büyük bir yanlışlığa düşebilecek kimseleri Mevlâ-yı Müteâl şöyle ikaz etmektedir: “Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz asılsız sözleri Allah’a mal ederek “bu helâldir, şu haramdır” demeyin. Çünkü, Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar.”3

Hazreti Rezzâk-ı Kerîm, “Allah’ın size rızık olarak yarattığı şeylerden helâl ve temiz olmak suretiyle yiyin!”4 ve “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin!”5 mealindeki âyet-i kerimelerle, nimetlerden istifadenin çerçevesini beyan buyurmuş; helâl ve temiz rızkın peşine düşülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu itibarla, insan Cenâb-ı Allah’ın nimetlerinden afiyetle yiyip içebilir; fakat, hangi yolla olursa olsun her eline geçeni kullanamaz. Yiyip içtiği şeylerin dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmamasına ve onlarda şunun bunun hakkının bulunmamasına dikkat etmelidir. Helâlinden kazanmalı ve maddî-mânevî tertemiz olan şeylerden –meşru dairede kalmak suretiyle– faydalanmalıdır.

Hakk’ın Mahbubu Nasırlı Eller

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “İbadet on parçadan müteşekkildir; bu on parçanın dokuzu helâl rızkın aranmasındadır.”6 buyurarak, haramı, helâli gözetmenin ehemmiyetini nazara vermiş; daha pek çok hadis-i şeriflerinde, rızık teminine matuf sa’y ü gayretleri övmüş ve ümmetini helâl kazanca teşvik etmiştir. Lâl ü güher bir beyanında, “Öyle günahlar vardır ki, onlara ne namaz, ne oruç, ne de hac keffâret olabilir, onları ancak geçim temini için çalışmak affettirir, siler götürür.”7 buyurmuş; bir başka zaman da, “Çalışmaktan elleri nasır bağlayan ve yorgun olarak uyuyan kimse mağfur olur, günahlarından kurtulur!” müjdesini vermiştir.

Evet, “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın nebisi Hazreti Davud da elinin emeğini yerdi.”8 buyuran Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), alnının teriyle ailesinin iâşesini temin etmeye çalışan herkesi takdir etmiş ve bu hususta her fırsatı değerlendirerek ashabını helâl kazanca yönlendirmiştir. Meselâ, bir gün Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Sa’d İbn Muâz (radıyallâhu anh) ile karşılaşıp onunla musâfaha yapmış (tokalaşmış) ve Hazreti Sa’d’ın ellerinin nasırlı olduğunu görünce bunun sebebini sormuştur. Büyük sahabi, “Ailemin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaktan böyle oldu!” deyince, Habîb-i Ekrem Efendimiz, “İşte Allah’ın sevdiği eller!..”9 buyurarak aziz dostunun nasırlı ellerini işaret etmiştir.

Yüce Rehberimiz, bütün sözleriyle ve örnek hayatıyla göstermiştir ki; şu kısacık ömür öyle de geçecektir böyle de. İnanan bir insan, yaptığı işin zorluk ya da kolaylığından, itibarlı bir meslek olup olmadığından ziyade kazancının helâl mi yoksa haram mı olduğuna bakmalı ve ne yapıp edip helâl rızkını temine çalışmalıdır. Gerekirse o, gidip bir yerde taş kırmalı ya da eline bir kürek alıp işsizlerin beklediği yerde beklemeli, sonra da fırsatını bulup birinin bahçesinin toprağını atmalı, diğerinin yolunu yapmalı.. ama mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın meşru saydığı bir yolla iâşesini sağlamaya bakmalıdır. Evet, helâl kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icrâ edilen mesleğin türü ya da yapılan işin mahiyeti çok önemli değildir; bazı kimseler bir kısım işleri küçümseseler de, meşru her iş Hak katında makbuldür.

Kalbin Kâtili: Haram Lokma

Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helâl de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!”10

Pek çok hakikati ihtiva eden bu nebevî sözden işarî yolla şu husus da istinbat edilebilir: Şayet kalbe akıp gelen ve onun tarafından da bütün vücuda pompalanan kan, helâl rızkın ürünü ise, onunla hem kalb sağlıklı olacak ve sıhhatli çalışacaktır hem de o selim kalbin pompaladığı temiz kanla bütün cesedin sıhhati teminat altına alınmış olacaktır. Aksine, necis kanın deveranıyla meşgul bir kalb bozulmaktan kurtulamayacak ve püskürttüğü kirli kandan dolayı da bütün vücudu fesada uğratacaktır.

Binaenaleyh, Hak dostlarından biri şöyle demiştir: “Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski hâlini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüt namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helâl lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müspet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevk eder. Kalblerini murakabe hâlinde bulunduranlar, haram lokmanın ya da helâl rızkın tesirlerini –İslâm’ın şehadetinden başka– kendi tecrübeleriyle de bilirler.”

Nitekim Nur Müellifi, haram lokmayı da dahil ettiği tehlikeli alanı anlatırken şöyle söyler: “Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa doymuyor; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı hâlde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o latîfe, bir saç kadar bir sıkleti kaldıramıyor; yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen sönüyor ve ölüyor. Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâifini onda batırma.”11

Haramın insana neler kaybettirdiğini anlama açısından Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şu gaybî ihbarı çok ibret vericidir. Bilindiği üzere, hacca koşanlar ovayı-obayı لَبَّيْكَ، اَللّٰهُمَّ لَبَّيْكَ sözüyle inletirler. Bu söz, mü’minlerin hac esnasında ve ihramda bulundukları müddetçe sürekli tekrar ettikleri mukaddes kelimelerdendir; “Emret yâ Rabbi, buyur yâ Rabbi!.. Çağırdın, biz de geliyoruz yâ Rabbi!.. Davetine sözümüz ve özümüzle geliyoruz, buyur Allahım. Ey ortak ve benzeri olmaktan münezzeh Rabbimiz! Hamd Senin, minnet Senin ve mülk de Senin. Sen teksin, eşsizsin, emsalsizsin, buyur yâ Rabbi!” demektir. İşte, samimî kulların can ü gönülden bu cümleyle mukaddes beldeyi inlettikleri bir anda, sırtında haram parayla alınmış bir elbise ve midesinde haram yoldan sağlanmış bir lokma bulunan bir insan da لَبَّيْكَ، اَللّٰهُمَّ لَبَّيْكَ diye seslenir. Rahman ü Rahîm (celle celâluhu) kendi hâlis misafirlerini Zâtına has bir memnuniyetle ve ilâhî ikramlarla karşılarken, haramla beslenen ve harama bürünen o adama لَا لَبَّيْكَ وَلَا سَعْدَيْكَ der.12 Bu söz, kısaca “Lebbeyk’in de sa’deyk’in de senin olsun; sen hoş gelmedin, safalar getirmedin!” mânâsına gelmektedir.

Demek ki, mü’min, elbisesinin ipliğinin bile haram ve şüpheli olmamasına dikkat etmeli, bilmeyerek olanından da Allah’a (celle celâluhu) sığınmalı ve harama düşme endişesiyle gönlü her zaman tir tir titremelidir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Haramdan sakının! Midesine haram lokma giren bir insanın duası kırk gün kabul olmaz.”13 buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de, “Allah tayyiptir, helâl ve temiz olandan başkasını kabul etmez.”14 diyerek aynı hususa dikkat çekmiştir.

Bir gün Sa’d İbn Ebî Vakkas Hazretleri, “Ya Resûlallah, dua buyur da, Allah Teâlâ, benim her duamı kabul etsin!” istirhamında bulununca, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Dualarınızın kabul olmasını istiyorsanız, helâl lokma ile besleniniz! Çok kimse vardır ki, haram yer, haram giyinir; sonra da ellerini kaldırıp dua eder. Böyle birinin duası nasıl kabul olunur ki?”15 demiştir. Bir başka vesileyle de bu beyanını şöyle teyit etmiştir: “Helâl ve temiz gıdalarla beslen ki, duaların kabul olsun.”16

Haram Karşısında Sahabe Hassasiyeti

Dahası, Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), haram lokmayla beslenen bir insanın vücudundaki haramın ancak Cehennem’le temizleneceğini belirterek ümmetini uyarmıştır.17 Helâl-haram mevzuundaki bu nebevî teşvik ve tergîblerden dolayıdır ki, başta ashab-ı kiram efendilerimiz olmak üzere bütün ehlullah harama bulaşmamaya azamî derecede hassasiyet göstermişlerdir. Selef-i salihînin sergüzeşt-i hayatları bu hassasiyetin misalleriyle doludur.

Bir örnek olması açısından, Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) şu hâli hatırlanabilir: Sıddık-ı Ekber, yemeğini getiren hizmetçisine, her defasında onu nereden getirdiğini ve hangi yolla tedarik ettiğini sorardı. Bir defasında, ihtimal uzun zaman aç kaldıktan sonraki bir iftar anında, hizmetçisinin verdiği lokmayı yiyip sütü içinceye kadar her zamanki gibi yemeğin nereden temin edildiğini sormak aklına gelmemişti. Birkaç lokmadan sonra birden durmuş ve endişeli bir ses tonuyla, hizmetçisine “Bu yemek neredendi, bunu hangi parayla almıştın?” demişti. Hazreti Ebû Bekir’in yanında bir köle, bir hizmetçi gibi değil, bir dost, bir arkadaş misali muamele gören insan, “Ben cahiliye devrinde arraflık yapıyordum; fala bakıyor, gâipten haber veriyor ve kâhinlikten para kazanıyordum. O dönemde yaptığım arraflıktan dolayı birisinden alacağım vardı. Dün o adam borcunu getirdi, ondan ücretimi aldım ve bu yemeği de o parayla hazırladım.” cevabını vermişti. Bunu duyan Hazreti Ebû Bekir birden sendelemiş, düşecek gibi olmuş, beti benzi atmıştı. Hemen parmağını gırtlağına kadar sokmuş, zorla istifrağ etmiş ve yediği şeylerin hepsini dışarıya çıkarmıştı. Sonra da, büyük bir mahcubiyetle, “Allahım, midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından da Sana sığınırım.” demişti.18 Hazreti Sıddık’ın bu hassasiyetini gören sahabi, “Ey Allah’ın Peygamberinin Halifesi! Bu kadarı fazla değil mi? Ne diye kendine bu denli ızdırap veriyorsun?” diye sorunca, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) şöyle cevap vermişti: “Resûl-i Ekrem’den bizzat dinledim; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vücudunda bir tek haram lokma bulunan bir kimsenin ancak Cehennem’le temizleneceğini söylemişti.”19

Evet, bu hassasiyet, başta sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün selef-i salihînin hayat çizgisinin esasını teşkil ediyordu. Hazreti Ömer de (radıyallâhu anh) bir gün yanlışlıkla devlet hazinesine ait olan bir zekât devesinin sütünden içmiş; onun milletin malı olduğunu farkeder etmez de hemen parmağını gırtlağına kadar sokarak istifrağ etmiş; o haramın kanına karışmasına ve bedeninin bir parçası hâline gelmesine mani olmaya çalışmıştı.20

İffetli Nesillerin Gıdası: Helâl Lokma

İbrahim Ethem Hazretleri, “Ashab-ı kemal, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir.”21 der ve bilmeden de olsa haram yiyip içmekten çok korkardı.

Hazreti Mevlâna da, “İlim de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmayla meydana gelir. Bir lokma, haset ve hileyi netice verirse, cehalete ve gaflete sebep olursa, bil ki, o lokma haramdır. Hiç buğday ekilip de arpa hasat edildiğini gördün mü?”22 demiş; hem salih bir insan olmanın hem de salih evlât yetiştirmenin helâl rızıkla çok alâkalı olduğuna vurguda bulunmuştur.

Bir başka Hak dostu ise “helâl lokma”nın iffetli nesiller üzerindeki tesirine şöyle dikkat çekmiştir: “Bu zamanda mârifet ehli ve hakikat eri olan kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin ve bâtın tasfiyesinin eksikliği, hatta yokluğudur. Bâtın tasfiyesi ise, her şeyden önce helâl lokma ile olur, helâl yiyecek azalınca mârifet ve hakikat kaybolur.”

İşte, âyet-i kerimelere, hadis-i şeriflere ve selef-i salihînin ikazlarına kulak verdiğimizde açıkça görüyoruz ki, selim bir kalbe sahip salih birer kul olabilmemiz için mutlaka haramlardan kaçınmalı ve helâllerle iktifa etmeliyiz. Temiz nesiller yetiştirebilmek için de, bakım ve görümüyle sorumlu bulunduğumuz çocuklarımızı ve ailemizin diğer fertlerini helâl, hoş ve temiz gıdalarla besleme mecburiyetindeyiz. Şüphesiz, ektiğimiz her tohum ya zakkum olup başkalarını zehirleyecek ya da kökü yerin derinliklerine uzanan, dalları semaları tutan mübarek bir ağaca dönüşerek gölgesiyle, dallarıyla, yapraklarıyla ve meyveleriyle insanlığa hizmet edecektir. Gayr-i meşrû yollarla elde edilen kazanç ancak bir Cehennem zakkumu mesabesindedir ve o kazançla beslenen çocuklar da bir gün mutlaka hem anne-babasına hem de topluma kan kusturacaktır. Allah korusun, şayet yediğimiz haram, içtiğimiz haram, giydiğimiz haram ve hayatımız haramlarla iç içe ise, hem kendi mânevî hayatımızı karartıyoruz hem de çocuklarımızın saadet ihtimalini yok ediyoruz demektir. Bu itibarla, zaman değişse de, asır başkalaşsa da, herkes gayr-i meşrû yollara sapsa ve helâl haram demeden dünyevî imkânlardan istifade etse de, biz haram yiyemeyiz, bakmakla mesul olduğumuz kimseleri de haramla besleyemeyiz.

Hekimler, çocuk bekleyen bir kadına diyazem gibi rahatlık verici ilaçların dahi verilmemesini, çünkü bu tür ilaçların rahm-i mâderdeki ceninin maddî yapısına tesir edebileceğini, bir kısım uzuvlarının bozulmasına yol açabileceğini söylemektedirler. Bu ilaçlar her bebeğe ve her dönemde tesir etmeyebilir; fakat, yüzde bir ihtimal bile olsa, annenin, hekimin tavsiyesine uyarak hassas hareket etmesi ve özellikle doğumdan önceki birkaç aylık dönemde bu tür ilaçlardan uzak durması gerekir. Aynen bunun gibi, Abdülkadir Geylânî, İmam Şâzilî, Şâh-ı Nakşibend ve İmam Gazzâlî misillü mânâ âleminin sultanları da tasavvufi tecrübeleriyle haram lokmanın insanlar üzerinde menfi tesir icra ettiğini ve haramla beslenen anne-babadan dünyaya gelecek çocuğun da –istisnalar hariç– mânevî yapısının bozuk olacağını belirtmektedirler. Onlar da bu sahanın hekimleri olarak haram lokmaların bazı haramzâdelerin meydana gelmesine yol açtığını söylemektedirler.

İmam Gazzâlî, haram yiyip içen bir kadının sütüyle beslenen çocuğun, ileride habîs şeylere ve çirkin işlere meyledeceğini söyler. Çocuğu, ancak haram yemeyen saliha bir kadının emzirmesi gerektiğini, çünkü haramdan hâsıl olan sütün bereketinin olmayacağını ve ondan emzirdiği veya haram yedirdiği zaman çocuğun tabiatının o haramla münasebeti bulunan kötü şeylere yöneleceğini belirtir. “Çocuğun şirret olmasının kaynağı haram yemektir.” der. Ehlullah’tan biri de “Ahmak ve gafil kadının sütü zarar verir; gafletle emzirdi isen kustur!” diyerek bu konudaki hassasiyet ölçüsüne işaret eder.

Öyleyse, çocuğunun fizikî ve biyolojik açıdan sağlıklı doğması için gereken her şarta riayet eden ve yüzde bir-iki nispetinde dahi olsa her ihtimali değerlendirip en doğru olanı yapmaya çalışan valideynin, onun mânevî yönden sıhhatli olması için de aynı hassasiyeti göstermesi gerekmez mi?

“Mübarek” Bir Damat

Seleflerimiz bu hususta o derece dikkatli davranmışlardır ki, ailelerinin helâl rızıkla beslenmesi, çocuklarının mânevî açıdan da selim fıtrat üzere doğması ve sıhhatli büyümesi için âdeta tir tir titremişlerdir. Menkıbelerde asla değil fasla bakılması gerektiğini bir kere daha hatırlatarak anlatacağım şu hâdise de bu hassasiyetin güzel bir misalidir.

Bir devirde, Merv şehrinin Kadısı, kızının evlilik çağına geldiğini düşünür ve ona layık bir eş aramaya başlar. Dünürcüler birer birer kapıya dayansa da Kadı efendinin acelesi yoktur, adayları teker teker değerlendirir, biricik kızını vereceği en uygun insanı bulmaya çalışır. O günlerde Kadı bir rüya görür; rüyasında kendisine kızını “Mübârek” adlı kölesine vermesi söylenir. Aynı rüyayı birkaç defa görünce ve kölesini değişik şekillerde deneyip onun salih bir insan, hayırlı bir damat adayı olduğuna kanaat getirince, bu düşüncesini eşe dosta açar. Bazıları daha münasip, asil ve zengin kimseler de bulunabileceğini söyleyerek kadı kızının bir köleye verilmesine razı olmasalar da, Merv Kadısı kararını vermiştir. Kızının da rızasını alır, kölesini çağırır ve onları evlendirir.

Nikâhın üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmiştir ki, Kadı Efendi, kızının ve damadının hâllerini sormak için onları ziyaret edince, kızcağız “Babacığım, damadın çok iyi bir insan ama daha peçemi indirmedi, evlendiğimizden beri benden uzak duruyor; yediriyor, içiriyor, fakat elini elime sürmüyor.” der. Kadı bu hâle taaccüp eder, hemen damadını bulur ve ona bu davranışının sebebini sorar. Aldığı cevap karşısında Kadı gözyaşlarına boğulur ve kızını doğru insana verdiğini görmenin sevinciyle şükür hisleriyle dolar. Damat şöyle der: “Efendim, ne olur alınmayınız, suizanda bulunduğumu zannetmeyiniz; fakat, siz şehrin kadısısınız, size çok gelen giden olur, evinize hediyeler yollanır; Cenâb-ı Hakk’ın bana bir emaneti ve hediyesi olan kızınızın o şüpheli şeylerden yemiş olmasından korktum. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bedendeki haram bir lokmanın tesirinin ancak kırk günde geçeceğini söylediğini öğrenmiştim. Muhtereme eşimi hiç değilse kırk gün alın terimle kazandığım helâl lokmayla beslemek istedim; ta ki, Hâlık-ı Kerîm nasip ederse, evlâdımız salihlerden olsun.”

Evet, bu bir menkıbedir; aynıyla olmuş mudur bilinmez. Evlenen herkesin böyle bir erbaîn çıkarması da gerekmez. Mübarek adlı o Hak erinin kırk gün beklemesi subjektif bir meseledir. Ne var ki, maneviyat âleminin sultanlarından, büyük veli Abdullah İbn Mübarek işte o temiz izdivaçtan neş’et etmiştir.

İmam Âzam’ın Babası

ve Helâllik Alma Gayreti

Mevzu açısından benzer bir hâdise de İmam Âzam Ebû Hanife Hazretleri’nin muhterem pederi Sâbit hakkında anlatılmaktadır: Sâbit, bir gün dere kenarında abdest alırken, suya düşmüş bir elma görür. Abdestini tamamladıktan sonra, nasıl olsa çürüyüp gideceğini düşünerek “Bari zâyi olmasın!” der ve o elmayı alıp yer. Fakat, çok geçmeden tükürme ihtiyacı hisseder ve tükürüğünde kan görür. O zamana kadar benzer bir hâline şahit olmadığı için o kanın yediği elmadan ileri geldiğini düşünür ve onu yediğine çok pişman olur. Elmanın sahibiyle helâlleşmek için dere boyunca yürür; sorup araştırır ve sonunda adamı bulur. Hâdiseyi ona anlatıp helâllik dileyince adam hakkından vazgeçmek için onu uzun bir süre yanında çalıştırır, değişik şekillerde imtihan eder, salih bir Hak eri olduğuna inanınca da son bir şart koşar: “Benim kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var. Bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helâl edebilirim.” der. Sâbit Hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul eder.

Nikâhları kıyılınca Sâbit Hazretleri henüz yüzünü göremediği zevcesinin bulunduğu odaya girer; fakat, odaya girmesiyle çıkması bir olur. Hemen kayınpederine koşup, “Bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok!” der. Kayınpederi tebessüm ederek, “Evlâdım o benim sana nikâhladığım kızımdır, senin de helâlindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helâlinin yanına, Allah Teâlâ hanenizi mübarek ve mesut etsin.” cevabını verir.

İşte böyle bir ana ve babadan da İmam Âzam Ebû Hanife Hazretleri dünyaya gelir. Tabiî, bu da bir menkıbedir. Fakat, önemli olan, İmam Âzam gibi bir sultanın yetişmesine dayelik eden o yuvanın hangi esaslar üzerine bina edilmiş olabileceğine dair ip uçları yakalayabilmek ve bunlardan kendi hesabımıza ibretler çıkarabilmektir.

Annenin Tığı Oğlun Çuvaldızı Oluverir!..

Evet, bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlanarak helâl ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir. Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hâdisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarak –muvakkaten dahi olsa– çocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram, çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.

Ebu’l-Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatından ve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu sürekli elinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla su taşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu’l-Vefa Hazretleri’nin üzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizli tutar ve şikâyetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar ve çekilmez hâle gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar ve oğlundan şikâyetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenince gerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır; bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğa hamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar.

Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğun doğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Orada portakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeye de utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyvelere saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyve arzumu giderdim.” Ebu’l-Vefa Hazretleri bunu duyunca “İşte tığını meyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyve suyunu tatman, evlâdımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti. Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der. Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonra da komşusundan helâllik aldığı aynı anda, çocuğunun içini bir pişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık, böyle bir şey yapmayacağım.” diyerek elindeki çuvaldızı atar.

Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamız gereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenip büyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, ya yiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötede mutlaka çıkacaktır. Evet, helâl, kalbin cilası olduğu gibi, haram da onun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul ve çocuklarının salih birer kul olmasını arzu edenler, helâl dairesinden ayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler.

1 Bakara sûresi, 2/29.

2 Câsiye sûresi, 45/13.

3 Nahl sûresi, 16/116.

4 Mâide sûresi, 5/88.

5 Bakara sûresi, 2/168.

6 el-Esbehânî, el-Cüz s.144; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/90.

7 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/38; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/335.

8 Buhârî, buyû’ 15; İbn Mâce, ticârât 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/131.

9 Bkz.: Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 7/342; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadîs 4/202.

10 Buhârî, îmân 39, büyû’ 2; Müslim, müsâkat 107.

11 Bediüzzaman, Lem’alar s.169 (On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Nota, Üçüncü Remiz).

12 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/251.

13 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/311.

14 Müslim, zekât 65; Tirmizî, tefsîru sûre (2) 37; Dârimî, rikak 9.

15 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/311.

16 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/311.

17 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/311.

18 Buhârî, menâkıbu’l-ensâr 26; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/97.

19 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/31; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/56.

20 Muvatta, zekât 31; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/14.

21 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/91.

22 Mevlâna, Mesnevî 1/120.

-+=
Scroll to Top