Hep Ağladık

Ağlamak kaderimiz oldu. Yıllar yılı ağlamadan başka bir şey bilemedik. Ölen insanımıza, yıkılan ümranımıza, târumâr olan harmanımıza ve kaidesiz kalan ümidimize ve cesaretimize… Hayat fanusumuzu elinde gördüğümüz Batılı, bizden çok evvel uzanmıştı musalla taşına… Onun ölümü, Nietzsche’nin, hayalinde tanrıya ölüm biçip de “tanrı öldü” diye ilan ettiği güne dayanır. Aslında ölen Batılı idi ve zavallı insanımızdı. Mahbesten çıkıyorum derken bataklığa gömülen insanımız… Her şeyi red ve inkâr eden serazad insanımız… Hangi mahbesten kurtulmuş ve neyi bulmuştu? Hiçbir şeyi… Ne kurtulduğu ne de bulduğu bir şey yoktu. Sadece hayat ritmi değişmiş ve farklı bir çizgide duyulan yine aynı cümbüştü.

Evet, Helene cadısı, yeni bir kalbe keman çekmişti. Kalbin kime ait olması ne ifade eder, zafer şeytanın olduktan sonra… Christopher Marlowe’da mağdur Doktor Faust, Goethe’de sadece Faust. Her iki toy âşığın mâşukası da Hellenizm Melikesi değil mi? Şeytan aynı şeytan, ama anlayan kim? Evvelki gün Truva önünde tahta at, dün Batıyı yutan bir dev, bugün bütün bir medeniyet enkazı üzerine oturmuş ejderha. Ümitlerimizle beraber duyarlılığımızı da alıp götüren bir ejderha…

Batıdaki kaynaşmadan, yıkılıştan bize ne; “Âb-ı pâk’e ne zarar vakvaka-i kurbağadan?” diyecekler çıkabilir. Ama, iş, hiç de öyle olmadı. Oradaki sarsıntı, bizi de yerle bir etti. Setler yıkıldı; köprüler çöktü; sular perişan oldu. Cami de gitti, mihrabı da… Bu kızıl kıyametin dışında kalamadık… Keşke kalabilseydik. Asırlar boyu geliştirdiğimiz, olgunlaştırdığımız topyekün kıymetlerimizle, bu büyük vakuma mukavemet edemedik ve yutulduk. Yutulduk ama, kesen, biçen, çiğneyen kendi dişlerimiz oldu.

Sonra, yıllarca ağlayıp nalan olduk, “sirişk-i çeşmimiz”1 çağlayanlardan farksız akıp gitti… Eski hâlimize, yitirdiğimiz ikbalimize, anadan babadan yetimler gibi ağladık. Dost vefaya yanaşmıyor, düşman cefadan doymuyor; tâli’ zebun, bizler bitik, inledik durduk. Üstümüzde enînden bir bulut, çevremizde feryattan bir lücce2.

“Git vatan! Kâbe’de siyaha bürün!Bir kolunu Ravza-i Nebi’ye uzat!Birini Kerbela’da Meşhed’e at!Kâinata o heyetinle görün! ”(Namık Kemal)

deyip gecelere dert döküp inledik, feryattan şekvalarla bir yüce dergâha “arz-ı hâl” eyledik. Evet, her şeyin sahibine bel bağlayıp, bacak kadar hâlimizle minare kadar ümitler arkasına düştük, şîr-i jiyan’ın3 etrafa “savulun” diyeceği günün ümitleriyle. İnanıyorduk ümidimize fer verene, dizimize derman getirene; milletimize, insanımıza… Kalbimize indirdiğimiz her mızrapta iyimserliğin nağmelerini duyuyor, gözümüzün önünde dirilişimizi kutlayan ışıkların yanıp söndüğünü görüyorduk.

“Âbisten-i sefâ u kederdir leyâl hep Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar…”4(Rahmî)

Nihayet biz, bin bir girdapla pençeleşmeye duralım, neslimize gülen şafaklar ufkumuzda zuhur etti. Ama yine ağlıyoruz; dün bir harâbezâre, bugün de lalezâre…5 Ağlıyoruz kasvetli bulutların çözülüşüne, gözü kurumuş semamızdan sağanak sağanak yağmur dökülüşüne, zeminin burcu burcu bahar kokuşuna ve her şeyin yeniden dirilişine… Şurada emekleyen civcivlere, beride formasını takmış tomurcuklara, ötede bin iniltiye, bin sancıya…

Elimizde bahardan bir demet gül, gözümüz güle şebnem yetiştirmekte ve “Asrın garipleri” olarak, “kışta gelmiş”in kapısında büyük bişareti mırıldanıyoruz: Sümbüllerin kemer kuşandığını, tohumların başak saldığını, gülün gamze çaktığını, bülbülün nağme attığını ve bir nevbahar olduğunu.

Attığın dipdiri tohumların, kısmen soldurduğumuz çiçekleriyle huzuruna geldikse bizi kınama! “Sultana sultanlık, nitekim gedaya gedalık yaraşır.” Biz kötü devrin rüzgâr vurmuş garipleri, ruh ve gönül hayatına eremedik ve durulamadık.

“Nazardan dûr kılma bendegânı gözle Sultan’ım.” (Ketencizâde)

1 Sirişk-i ceşm: Gözyaşı.

2 Lücce: Engin deniz.

3 Şîr-i jiyan: Yaralı aslan.

4 “Geceler hep safa ve kedere gebedir. Gün doğmadan gecenin dölyatağından neler doğar.”

5 Lalezar: Lalelik.

-+=
Scroll to Top