Hicret Diyarında Ölmek

Soru: Hicret edilen beldeden ayrılmama ve ölene kadar hicret mahallinde kalma meselesini yaşadığımız dönem itibarıyla değerlendirir misiniz?

Cevap: Mekke döneminde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’ın nefesiyle dirilmek için gelenlerin biatlarını kabul ederken onlardan “hicret” etmelerini de istiyordu. Bundan dolayı o dönemde hicret, –imanın şartı olmasa bile– İslâm esaslarına denk bir farz gibi değerlendiriliyor ve hatta hicret etmeyene münafık nazarıyla bakılıyordu.

Sadece, Velid İbn Velid, Ayyaş İbn Rebia, Seleme İbn Hişam gibi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “müstaz’af” diyebileceğimiz zulme maruz kalmış, müşrikler tarafından tutuklanıp işkence edilmiş Müslümanlar hicret konusunda mâzur görülmüşlerdi. Zira bunlar, لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dedikleri günden itibaren zincire vurulmuş, Mekke fethedilinceye kadar da ayaklarında zincir, boyunlarında bukağı, bin bir türlü işkenceye maruz olarak yaşamışlardı. O zulümden kaçmak, hicret edip Allah Resûlü’ne ulaşmak için çok uğraşmış, fakat zalimlerden kurtulamamış ve hicret edememişlerdi. Peygamber Efendimiz sabah namazında rukûdan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve “Allahım Velid İbn Velid’e, Allahım Seleme İbn Hişam’a, Allahım Ayyaş İbn Rebia’ya necat ver!” deyip inliyordu. Diğer Müslümanlara mukaddes göç emri verirken onlara da hicret kapısı açılması için dua ediyordu..

Hicret, sıradan bir göç ve geçici bir yolculuk değildi. O sevdiklerini arkada bırakma ve sürekli bir gurbete adım atma demekti. Muhacirler, yurtlarını yuvalarını, evlâd ü ıyâllerini terk ediyor, bilmedikleri diyarlara, tanımadıkları insanlar arasına gidiyorlardı. Onların kimisi anne babasından, kimisi eşi ve çocuklarından ayrı düşmüş, sevdiklerini müşrikler arasında bırakarak “hicret” deyip yürümüştü. Meselâ, Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) giderken, göz nuru Âişe Annemiz yoktu yanında; kızı Esma yoktu, oğlu Abdullah yoktu. O merhamet âbidesi ve şefkat timsali Ebû Bekir Efendimiz, babasını, eşini ve çocuklarını Allah’a emanet ederek ve vazife sorumluluğunu babalık şefkatinin önüne geçirerek yola koyulmuştu. Ashab efendilerimiz emre itaat ederek doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıyorlardı ama aileleriyle beraber gönüllerini de arkada bırakıyorlardı. Çünkü, bir insanın ailesini, evlad ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sevmesi ve o insanlardan, o mekanlardan ayrılmak istememesi tabiî ve fıtrîdir. Daüssıla (sıla hasreti) her kalb sahibini inletecek bir acıdır ve hemen herkeste var olan bu hissi gönülden söküp atmak mümkün değildir. Nitekim, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile Sevr mağarasından ayrılıp yola revân olacağı an yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı –vallahi– senden ayrılmazdım.”1 buyurmuşlardı. Hazreti Ebû Bekir ve Seyyidina Bilal gibi sahabe efendilerimizden bazıları Peygamber köyünde Peygamberle beraber olmalarına rağmen daüssıla duygusuyla hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için şiirler söylemişlerdi.

İşte, böyle bir ayrılığın hâsıl ettiği daüssıla duygusuyla geri dönme telaşına düşmeme, hicret beldesini terk etmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama gibi maslahatlar adına sahabe efendilerimiz “hicret beldesinde ölme, orayı asla terk etmeme” mevzuuna çok ehemmiyet veriyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde, tâli’siz bir şairden başka hiç kimse Medine’yi bırakmamış, Mekke’ye dönmemişti. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmuş, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakmak olarak anlamışlardı.

Buhârî ve Müslim gibi güvenilir kaynaklarda geçen bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre, Sa’d İbn Ebî Vakkâs (radıyallâhu anh) Vedâ Haccı senesinde Mekke’de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimiz’e şöyle demişti: “Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?” Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ona, “Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler.” demiş, “Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!” diye dua etmiş ve Sa’d İbn Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti, “Acınacak durumda olan Sa’d İbn Havle’dir, yazık onun haline!”2

Evet, ilk dönem itibarıyla farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke’den Medine’ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de, niyet ve Allah yolunda cehd yönüyle o kıyamete kadar devam edecektir. Mukaddes göç, insanlığın İslâm dinine eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu şu dönemde eski devirlere nispeten daha da önemlidir. Bugün medenîleşmeyi ve Medîneleşmeyi bekleyen o günkü Yesrib yoktur ama, her yere Medine’nin boyasını çalma ve bedeviliklerle kirlenmiş şehirleri Medîneleştirme vazifesi vardır.. Efendimiz’in huzuruna çıkarken, “Köyünün izdüşümü Medineleri arkamızda bırakıp, senin Medine’ne koştuk!” diyebilmek için bugün de hicrete ve hicret beldelerine ihtiyaç vardır.

O’nun Sesini Duyurmak İçin Gidin!..

Özellikle 90’lı yıllarda yurtdışında kaldığım yerlerde Allah Resûlü’nü çok garip hissetmiştim. “Buralarda çok az anılıyorsun yâ Resûlallah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun!” demiştim. O’nun ruhâniyetinden özür dileyerek, “Davud’un sesi Seninkinden yüksek çıkıyor. Süleyman’ın sesi Senin sesinden daha çok duyuluyor. Her yandan Musa’nın sesi, İsa’nın sadâsı geliyor. O ses ve sadâlara da ruhlarımız kurban. Ama Yâ Resûlallah, en gür ve yüksek sadâ Senin sesin olmalı değil miydi? Sporda başarılı olamamış bir takımın bayrağının birkaç adım aşağıya çekilmesi gibi nam-ı celilinin aşağıya çekildiğini görüyorum ve âdeta içim parçalanıyor.” demiştim. Ümmetinden birisi olarak Efendimiz’e karşı derin bir mahcubiyet duymuş, çok utanmıştım. Utanmıştım zira, O’nu biz duyuramamış, yüksekte olması gerekeni biz omuzumuza alıp yükseltememiştik.

Sahabe efendilerimiz için “Kur’ân’ın mucizesi bir cemaat” diyoruz. Çünkü onlar, çok kısa bir sürede emanete ehil hâle geldiler; cihanın dört bir yanına Allah’ın dinini ve Resûlü’nün sünnetini götürdüler. Her tarafta Efendimiz’in sesinin duyulmasını sağladılar. O Kur’ân bugün de var. O bugün de sahabe nesli gibi bir nesil yetiştirme gücüne sahip; fakat Allah’ın dini de, Resûlü’nün sünneti de, Kur’ân da bizden vefa bekliyor.

Bu mülâhazalarla dolduğum anlarda öyle arzu ediyorum ki, mümkün olsa ve elimden gelse, Türkiye’den bir milyon insanın “hicret” deyip yollara düşmelerini sağlasam. Türkiye’de, kardeş, dost, arkadaş, sempatizan seviyesinde söz ve teşviklerime değer veren insanları hicret niyetiyle dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmeye teşvik etsem. Sanayici, iş adamı, doktor, üniversite ya da yüksek lisan öğrencisi… kim ve ne olursa olsun, kendi durumlarına göre şartları zorlamalarını, hayatlarını idame ettirebilecek kadar bir iş tutturmalarını ama bulundukları yerlerde mutlaka dinî ve millî değerlerimizin temsilcileri olmalarını, tarihî birikimlerimizi başkalarıyla da paylaşmalarını söylesem. Öyle inanıyorum ki, bir yolunu bulan herkes sebepler dairesinde kendine düşeni yapıp sonra da Allah’a mütevekkil olarak mutlaka hicret etmeli; gittiği yerde bir diplomat gibi vatanımız ve milletimizin temsilciliğini yapmalı, oradan Türkiye’yi gözetip Türkiye’yi kollamalı, yüreği daima Türkiye için çarpmalı, vatan ve millet adına yükselen menfi ya da müspet sesleri bir de oradan dinlemeli, bazı kapıları Türkiye hesabına zorlamalı ve milletimizin istikbali için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmalı.

Neylersiniz ki, bunları arzulasam ve dilimin döndüğünce hicrete teşvik etsem de bu konuda bir müeyyidem –şimdilerde yaptırım gücü diyorlar– yok benim. Bu sözleri, bir müessese ya da bir teşkilat adına söylemediğim için ben ne kadar “hicret edin” desem de bu konuda bir müeyyide uygulamam söz konusu değil. Öyle olunca da gitmeyen gitmiyor; tabiî sevaptan da mahrum kalıyor ve gitmeyenlerin pek çoğu bencilliğe gömülüyor. Bu sebepledir ki, Cenâb-ı Hak bazılarını tedip de ediyor; samimi mü’minleri birbirine düşürüyor, onlara birbirlerinin kusurlarını gösteriyor; neticede herkes diğerinin savcısı gibi davranıyor, başkasında günah aramaya başlıyor. Oysaki, “Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek çok güzel yerler ve bolluk (imkân) bulur.”3 mealindeki ilâhî beyana itimat ederek gitseler, hem Allah rızasını tahsil edebilecekleri bir yola girmiş olacak hem de başkasının günahlarının peşinde olma yerine sevap arkasından koşacaklar. Belki onlar da birer Mus’ab bin Umeyr olacaklar.

Aslında, Mus’ab’a da aklım ermiyor benim. Gençliğinin baharında, makam mansıp, mal menâl her şeyi arkaya atıyor; nefsini, dünyevî isteklerini ayakları altına alıyor ve Yesrib’e gidiyor; onun gittiği dönemde orası henüz Medine olamamış, kupkuru bir çöl. Düşünceleri ters, gözleri kanlı, elleri silahlı adamların arasında kalıyor; onlara iman hakikatlerini anlatabilmek için çırpınırken başında kavis çizen kılıçların gölgesinde maruz kaldığı hakaret ve tehditlere aldırmıyor. Ertesi sene kadın-erkek yetmiş insanı arkasına takıp Mekke’nin yolunu tutuyor; Efendimiz’in huzuruna varınca “Sana bunları armağan olarak takdim ediyorum yâ Resûlallah” der gibi Medine’de İslâm’ın girmediği hiçbir ev kalmadığını müjdeliyor.

Söz buraya gelmişken, son dönemde Anadolu’nun bağrından çıkıp her biri bir eğitim gönüllüsü olarak dünyanın her tarafına seyr u seferler düzenleyen ve açtıkları okullarla ülkemizin, milletimizin yüz akı olan muhacirleri yâd etmemek vefasızlık olur. Aydın Ağabey, dilini, kültürünü bilmedikleri yabancı ülkelerde, çok ağır şartlar altında, yazın kavuran sıcağa kışın da donduran soğuğa rağmen vazife yapan gencecik öğretmenleri gözleri dolarak ve heyecan içinde anlatırdı. Evet, bu devrin karasevdalıları da hicret kervanına katıldılar. Giderken geri dönmeyi düşünmediklerinden ve rahat yaşama gibi bir dertleri de olmadığından, yazın başlarına bir şey sarmadan sivrisineklerden korunamayacakları, kışın da kalın bir örtüye sarınmadan donmaktan kurtulamayacakları yabancı memleketlerde yaşamaya razı oldular. Zaten o şekilde bir beklentisizlikle gitmeselerdi onların hicreti de yarım kalırdı. Çünkü, muhacir, hicret ettiği yere orada ölme niyetiyle gitmelidir; yoksa, şartlar biraz ağırlaştığı zaman dönmeyi düşünebilir. Annenin bir isteğiyle, babanın bir talebiyle, vatan toprağının bir an gözde tütmesiyle orayı terk edip dönebilir. Böylece hem hicretini yarım hem de vazifelerini muattal bırakmış olur.

Şu kadar var ki, hicret beldesi ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terk edilebilir. Eğer, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerimizden daha kıymetli saydığımız, değerlendirmelerine itimat ettiğimiz öğretmenlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız varsa ve onlar bulunduğumuz yerde değil de bir başka mekanda olmamızın yaptığımız vazife adına daha verimli olacağını düşünüyorlarsa, biz de onların bu husustaki tavsiyelerine uyup işaret ettikleri yere gidebiliriz. Fakat, yeni yerimize giderken de yine “ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama” esasına uygun şekilde niyet tashihi yaparak gideriz.

Soru: Senelerce önce dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmelerine rağmen ancak yıllar sonra mukaddes göç düşüncesiyle tanışanların da hicret sevabı alabilmeleri için bir yol var mıdır?

Cevap: Peygamber Efendimiz, “Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet vardır.” buyurmuşlardır. Dolayısıyla gerçek hicret o dönemde Mekke’den Medine’ye yapılan hicrettir; ondan sonraki göçler ise, ancak Allah yolunda cehd u gayret ortaya koyma adına çok sağlam bir niyetle hicrete dönüşecektir. Evet, Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırma gayesine matuf sağlam ve samimi bir niyetle yola çıkanlar, daha ilk hareketleri olan pasaport muameleleriyle hicret sevabı kazanma turnikesine girmiş olacaklardır.

Yola çıkarken aynı ölçüde halis bir niyete muvaffak olamayıp Allah rızası değil de makam, mansıp, mal, mülk gibi dünyevî menfaatler elde etme gâyesi güdenler için de fırsat bütün bütün kaçmış değildir. Onlar da, hicret gibi amellerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından dolayı tashih-i niyetle hicret sevabını elde edebilirler. Evet bir tesis-i niyet vardır; bir de tashih-i niyet; birincisi, daha işin başında, olması lazım geldiği şekliyle niyet edip Allah’ın rızasını gözetme; ikincisi ise, başlangıçtaki gaye ve hedef ne olursa olsun, işin hakikatini öğrendikten sonra niyeti düzeltip masivâdan sıyrılarak rıza-yı ilâhîye yönelmedir. B azı amellerde tesis-i niyet şarttır ve o amelin mebdeinde niyet lazımdır. Meselâ, bir insan niyet etmeden namaza durup da kavmeden veya rukûdan sonra “Niyet ettim şu namazı kılmaya” dese, o namaz sahih olmaz. İstidradi olarak şunu da ifade etmeliyim ki, niyet kalbin amelidir. İnsan diliyle bir şey söylerken kalbinden başka bir şey geçiriyorsa, niyet, dilinin dediği değil, kalbinin meşgul olduğu şeye göre gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla niyeti kalbinden yapan, niyetinde mutlaka isabet eder; fakat diliyle bir şeye niyet ettiğini söyleyen kimsenin kalbi başka bir şeyle meşgulse o insan niyetinde isabet edememiş olabilir. Evet, niyet namazın şartlarındandır; o şart yerine gelmeden namaza başlanmış olmaz; namaz gibi ibadetlerin daha başlangıcında niyet şarttır, bunları eda edebilmek için tesis-i niyet gerekir.

Bazı ameller de vardır ki, onların mebdeinde niyet şart değildir; onlar için tashih-i niyet de makbuldür. Meselâ, bütün kaza, keffaret ve mutlak adak oruçları için niyetin geceleyin veya ikinci fecrin başlangıcında yapılmış olması ve bu oruçların niyette tayin edilmesi şarttır. Bunlar için fecirden sonra niyet edilirse veya hangisinin tutulacağı kalb ile tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları sahih olmaz. Fakat, Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar için niyetin vakti, yiyip içmek gibi orucu bozan haller bulunmadığı takdirde kaba kuşluğa kadar devam eder. Yani, birincisinde niyet etmek için ancak fecrin başlangıcına kadar bekleme izni varsa da, ikincisinde kuşluk vaktine kadar uzanan bir süre içerisinde niyet etmek mümkündür.

Ayrıca, bazı ibadetler belli vakitlerle sınırlandırılmıştır. Güneş doğduktan sonra kılınan sabah namazı ancak kaza olarak değerlendirilir, “edâ” yerine geçmez. Arafat’ta birkaç saat içerisinde yapılması gereken “vakfe”, o vakit geçtikten sonra bir sene orada beklense de gerçekleşmiş olmaz. Bazı ameller de vardır ki, ne zaman yapılırsa yapılsın makbuldür; onlar için belirli bir zaman tayin edilmemiş, onlar tespit edilen bazı vakitlerle sınırlandırılmamıştır. Kur’ân her zaman okunabilir. Sadaka ve zekât her zaman verilebilir.

İşte, hicret de böyledir. Bir insan hayatı boyunca ne zaman Allah’ın rızasını ve Resûlü’nün şefaatini gözeterek i’lâ-yı din uğrunda göç ederse etsin, o muhacir olarak değerlendirileceği gibi, başlangıçta hicret niyeti taşımasa da sonradan niyetini tashih eden kimseler de –inşaallah– muhacirler safında sayılacaklardır. Meselâ, bir insan, bir iş için buraya gelmiş olsa, Amerika’da bir mağazalar zinciri kurmak veya bir sanayi tesisi açmak ya da bir gazete çıkarmak için burada bulunsa; fakat, bir müddet sonra, “İşin doğrusu, bunca meşakkat, bunca sıkıntı sadece bu dünya için çekilmez; ben karışık bir niyetle geldim ama niyetimi yeniliyor ve düzeltiyorum. Allah’ın izin ve inayetiyle burada kaldığım sürece kendi kültürüm adına iyi bir temsilci olmaya çalışacağım. Çevremdeki arkadaşlarla temasa geçecek ve kendi mânevî değerlerimizin bir mümessili olarak onlarla el ele vereceğim.” dese, bu şekilde niyetini yenilese –inşaallah– o da muhacirînden olur. Zannediyorum, hicret emredilmeden evvel Medine’ye gönderilen insanlar da bu kategoride mütalaa edilebilir. Meselâ, Mus’ab bin Umeyr (radıyallâhu anh) Medine’ye giderken tamamen irşad niyetiyle yola çıkmıştır, çünkü o gün henüz hicret emredilmemiştir.

Bu açıdan, vatanından ne zaman ayrılmış olursa olsun, bir insan buraya okumak ve kariyer yapmak için gelmiş olsa veya bir iş kurma niyetiyle ya da başka bir vesileyle yolu buralara düşse de, fani şeyler için bu gurbete katlanmanın bir düşünce kayması olduğunu anlar ve “Ashab efendilerimiz, başkalarının kapısına ancak ve ancak i’lâ-yı din için gitmişlerdi. Ben her ne kadar başka niyetlerle gelmiş olsam da, tashih-i niyet ediyor ve söz veriyorum; artık, buralarda elde ettiğim birikimimle ülkeme döneceğim ya da bir mum yakmak için bir başka beldenin yolunu tutacağım âna kadar, ben burada aynı zamanda dinî ve millî değerlerimizin temsilciliğini de yapacağım.” derse –inşâallah– hicret ufkunu yakalama yoluna girmiş olacaktır.

Soru: Peygamber Efendimiz’in hicreti aynı ülke içindeki bir şehirden diğerine, Mekke’den Medine’ye göç şeklinde gerçekleşmişti. Günümüzde de aynı ülkenin bir ilinden diğerine, meselâ Konya’dan İzmir’e giden bir insanın göçü hicret sayılır mı?

Cevap: Peygamber Efendimiz, “Gerçek muhacir, günahlardan hicret eden, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzak kalan kimsedir.”4 buyurur. Bundan dolayı, hicret gibi çok muhtevalı bir hususu dar bir açıdan yorumlamamak gerekir. Evet, günahları terk etmekten kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki yolculuklara kadar bütün mukaddes göçler hicret çerçevesinde değerlendirilebilir. Zaten, insan önce nefisten ruha, cismanî hayattan kalb ve ruhun derece-i hayatına uzanan çizgide bir hicret yaşar. Kalbinde böyle bir yolculuğu hissetmeyen bir insanın hicretin ne olduğunu tam olarak anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla, en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah’ın yasakladığı şeylere girmenin muhtemel olduğu yerlerden ayrılıp helallere açık atmosferlere giden kimsedir. Böyle bir hicret de kalble alâkalıdır ve nerede olursa olsun, dünyanın her yerinde bu tür bir hicretin kahramanı olmak herkes için mümkündür.

Ayrıca, halis bir niyetle hicrete kilitlenen ve bu hususta fiilî hazırlık yapan insanlar bir başka beldeye gitme fırsatı bulsalar da bulamasalar da –inşaallah– muhacirlerle aynı safta yer alırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz, “Sadakatle ve samimi bir kalble şehitlik isteyen, yatağında ölse bile şehittir.”5 buyurmuşlardır. Önemli olan gidilen mesafeler değil, niyette yörüngeyi bulmaktır.

Eğer bir insan, “Rabbimin rızası yolunda olayım da nerede bulunursam bulunayım. Bana, Türkiye’de ya da başka bir ülkede, nerede bir vazife terettüp ederse etsin gönül hoşnutluğuyla koşa koşa giderim.” duygusuyla yaşıyorsa, öyle bir vazife ömür boyu ona terettüp etmese bile, o insan –inşaallah– ötede muhacirlerle beraber haşrolur. Çünkü önemli olan niyettir ve hicret duygusunun kalbde yer etmesidir.

Hazreti Ebû Bekir, hicret müjdesini almak için aylarca beklemiştir. Hatta, yolculuk sırasında kullanmak üzere özel develer satın almış, onlara ihtimamla bakmış, Peygamberimiz “Allah Teâlâ, hicret izni verdi; ben de seni beraber götürmek için geldim.” deyince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Hazreti Âişe der ki, “O güne kadar, sevincinden ağlayan insan görmemiştim. Fakat, o gün babam sevincinden hüngür hüngür ağladı ve ‘Ey Allah’ın Resûlü, şu iki deveyi bunun için hazırlamıştım.’ dedi.”6

İşte Hazreti Ebû Bekir’in niyeti gibi bir niyet taşıyan insan nerede olursa olsun muhacir sayılır. O sürekli hicret adına bir fırsat doğmasını bekler; bu bekleyişini de donanımlı bir mü’min olmak ve bulunduğu yerde de insanlık için vazife yapmak adına hayırlı işlerle değerlendirir. Takdir-i ilâhî onun önüne Erzurum’u, Edirne’yi, İzmir’i veya Türkistan’ı, Afrika’yı, Güney Amerika’yı da çıkarsa hakkındaki takdire razı olur ve memnuniyetle gider. Böylece hem hicret sevabı hem de takdire rıza sevabı kazanır. Evet, anlatmaya çalıştığım hususların hepsi bugünün nesilleri için mümkündür. Yapılması gerekli olan iş, bil-imkân olan bu şeyleri bil-fiil hâline getirmek, –günümüzün ifadesiyle– pratiğe dökmektir.

1 Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.

2 Buhârî, cenâiz 37; Müslim, vasiyyet 5.

3 Nisâ sûresi, 4/100.

4 Buhârî, îmân 4, rikak 26; Ebû Dâvûd, cihâd 2.

5 Müslim, imâret 157; Ebû Dâvûd, vitr 26.

6 et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1769; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/178.

-+=
Scroll to Top