Hizmet Aleyhindeki İtham ve İftiralar

Soru: İlk günden beri sevgi, hoşgörü, fedakârlık ve adanmışlık yolunda devam eden bir hareket aleyhinde sürekli bir kısım itham, iftira ve hatta hakaretlerin dile getirilmesinin sebepleri ve bunlar karşısında yapılması gerekenler nelerdir?

Cevap: Öncelikle, değişik vesilelerle üzerinde durulan bir konuyu bir kere daha hatırlatma lüzumu duyuyorum. İster hareket, ister cemaat, ister camia… ismine her ne denilirse denilsin dünyanın dört bir tarafında devam eden eğitim, kültür ve yardım hizmetlerinin aidiyet mülâhazasına bağlanarak açıklanması, belirli şahıslara mâl edilmesi veya bunların hiyerarşik ve merkezi bir yapıyla izah edilmesi kesinlikle doğru değildir. Bu tür yorum ve bakışlar meselenin mahiyetini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çünkü günümüzde eğitimsizlik, fakirlik ve çatışma gibi insanlığın en önemli düşmanlarına karşı ciddi bir mücadele verme ve aynı zamanda insanlığa insanca yaşama yollarını gösterme adına yapılan faaliyetlerin tamamı beğenilen, takdir edilen ve makul bulunan bir mefkûre etrafında bir araya gelmiş fedakâr gönüllerin eseridir.

Nasıl ki Cuma namazı kılma, Kâbe’yi tavaf etme veya Arafat’ta vakfede durma gibi bazı ibadetler aynı hedefe yürüyen, aynı duygu ve aynı mefkûreye sahip olan insanları camide, Arafat’ta veya Metaf’ta bir araya getiriyorsa, hizmet gönüllülerini belirli faaliyet ve projeler etrafında bir araya getiren faktör de duygu ve düşünce birliğidir. İçi insanlığa hizmetle dolu olan ve güzel bir gelecek hayaliyle oturup kalkan bir kısım adanmış ruhlar, düşündükleri ve hayal ettikleri hizmetlere dair herhangi bir yerde küçük bir oluşum gördükleri anda kendilerinin de bu işin içinde yer alması gerektiğini düşünüyor ve yapılan hizmetlere destek olmaya başlıyorlar.

Hususiyle daha önceden bu kervana katılmış olan ve hiçbir beklentiye girmeden hayatını hizmete vakfeden insanların samimiyetleri, güvenilirlikleri, ümitleri, aşk u şevkleri çoklarını bu işin içine çekiyor. Yani bugüne kadar ortaya konulan hizmetlerin, yüce ahlâkî vasıflara sahip olan ve insanlığa hizmetten başka hiçbir beklentisi bulunmayan gönüllüler tarafından yapılması, başkaları için de önemli bir referans teşkil ediyor ve onları da bu faaliyetlere sahip çıkmaya teşvik ediyor.

Nitekim günümüzde farklı farklı kültürlere, ırklara ve hatta dinlere sahip insanların hizmet faaliyetlerini kabullenmeleri ve ona destek olmaları da meselenin çapının ne ölçüde genişlediğini göstermektedir. Her ne kadar işin başlangıcında ortaya konulan hizmetler beş-on kişiyle başlamış olsa da yapılanların doğru ve faydalı olduğunu gören birçok insan bulundukları yerlerde benzer hizmet projelerini hayata geçirmişlerdir. Farklı bir ifadeyle değişik dünya görüşlerine ve hayat felsefelerine sahip olan çok sayıda insan, hizmetin makuliyeti etrafında toplanmıştır. Bu insanlardan bazıları doğrudan eğitim, kültür veya diyalog faaliyetlerinin içinde vazife ve sorumluluk alırken, bazıları da maddi veya manevi olarak yapılan bu işlere destek vermeye başlamışlardır.

Eğer gerek evrensel insanî değerler gerekse yaşadığımız zamanın şartları açısından yapılanlar doğru ve mantıklı olmasaydı, günümüzde sayısı milyonları bulan bu kadar çok insanın harekete geçmesi mümkün olmazdı. Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir yanında yüzlerce okul açılmazdı. İş adamları elindekini avucundakini talebelere sahip çıkmak için sarf etmezdi. Dünyanın farklı ülkelerinde farklı düşünceden insanlarla diyalog köprüleri kurulamazdı. Bunun mümkün olması için hem sizin mensup olduğunuz dinin temel kriterlerinin hem aklınızın hem de sahip olduğunuz değerlerin yapılanlara onay vermesi gerekir.

Ayrıca, başkaları ne düşünürse düşünsün, bugün oldukça geniş bir dairede devam eden hizmetlerin başarılı olması adına bizim en önemli gördüğümüz faktör, Allah’ın yardım ve inayetidir. Allah bazen çok küçük ve zayıf insanlara çok büyük işler yaptırarak kendi büyüklüğünü gösterir. Bizce yapılan hizmetlere bakıldığında bunun çok açık olarak görülmesi mümkündür. Fakat bu herkes için objektif olmayabilir. Gideceği ülke ve yapacağı işler hakkında henüz ciddi bir bilgi ve tecrübesi olmayan, maddî imkânları oldukça yetersiz, daha üniversiteyi yeni bitirmiş gencecik insanların kısa zaman içerisinde gittikleri ülkelerde okullar açmaları ve ülke halkı tarafından kabul görüp sevilmeleri ancak Allah’ın yardım ve inayetiyle izah edilebilir.

Bazıları sadece yapılan işlerin büyüklüğüne baktıkları hâlde onların arkasında Allah’ın büyüklüğünü görmedikleri için yanlış çıkarımlar yapıyor, kendilerince farklı güç odakları hayal ediyorlar. Zira onların çarpık kriterlerine göre böyle büyük projelerin arkasında mutlaka Napolyon veya Sezar gibi büyük dâhilerin veya önemli düşünce kuruluşlarının yer alması gerekir. Bir başkası, “Değirmenin suyu nereden geliyor?” türünden sorular sorarak veya farklı güç odaklarını işaret ederek zihinleri karıştırmak istiyor. Bunlar, Allah’ın inayetini ve fedakârlığın nasıl büyük bir güç kaynağı olduğunu bilemediklerinden, yapılan bu güzel işlere kuşkuyla bakıyor, hatta bunun da ötesinde bir kısım saldırılarda bulunuyor, karalama faaliyetlerine başvuruyorlar.

Hâlbuki bize göre bütün bunlar öncelikle Allah’ın sevkiyle, inayetiyle, ardından da bu işi makul bulan ve ona gönül veren samimi gönüllerin gayret ve destekleriyle gerçekleşmektedir. Biz inanıyoruz ki Allah’a yakın olduğumuz ve O’nun rızası istikametinde hareket ettiğimiz sürece de O bizi yürüdüğümüz yolda yalnız bırakmayacaktır.

Vehim ve İhtimallere Göre Hüküm Verilemez

Hizmet gönüllüleri aleyhinde faaliyette bulunan kimseleri yanıltan diğer bir nokta ise onların vehim ve ihtimallere göre hareket etmeleri ve hizmet insanlarını başkalarıyla, belki kendileriyle kıyaslamalarıdır. Bazı insanlar, güç ve kuvveti elde edince bunu bir taraftan kendi maddî imkânlarını ve konumlarını güçlendirme, diğer yandan da kendileri gibi düşünmeyen insanları ezme ve bastırma istikametinde kullandıkları için başkalarının da aynı şeyi yapmasından korkuyorlar. Onlar bir dönemde karanlık yollarla milletin kılcallarına kadar nüfuz ettikleri ve sonrasında da kendileri gibi olmayan insanları idare etme adına bir kısım vesayet sistemleri oluşturdukları için meseleyi tamamen kendi duygu ve düşüncelerine göre değerlendiriyor ve herkese bağrını açmaya açık olan hizmet insanlarıyla ilgili bir kısım gizli ajandalar uyduruyorlar. Haramilikle bazı imkânları elde eden insanlar her ne kadar bir şirzime-i kalilden (küçük bir topluluktan) ibaret olsalar da bunlar tavır ve söylemleriyle geniş kitleleri de etkiliyor ve onların da zihinlerini bulandırıyorlar.

Mesela kendileri gibi düşünmeyen insanların devlet içerisinde önemli vazifelere gelmelerinden ciddi rahatsızlık duyan ve onları iflah etmek istemeyen bazı kimseler Hizmet gönüllülerinin devlete sızdığından ve devlet içerisinde kadrolaştığından bahsediyorlar. Hâlbuki bu devletin vatandaşı olan herkesin –hak ettikten sonra– devlet içerisinde istediği görevi alma hakkı vardır. Bunun aksini iddia etmek ayrımcılıktır. Nitekim ben 40-50 sene önce açıktan açığa cami kürsülerinden bunu ifade ettim. Dedim ki, “Niye bu ülkenin dindar insanları çocuklarını sadece Kur’ân kurslarına, imam-hatip okullarına ve ilâhiyat fakültelerine gönderiyorlar? Bu ülkenin başka okulları yok mu? Neden çocuklarınıza tıp tahsili yaptırmıyorsunuz? Neden fizik, kimya gibi fen bilimleri okutmuyorsunuz? Niye çocuklarınızı mülkiyeye, adliyeye, emniyete ve askeriyeye yönlendirmiyorsunuz? Bu ülke, bizim ülkemizdir. Bu okullar da bizim okullarımızdır. O hâlde bu ülke insanı çocuklarını faydalı gördüğü bütün alanlara yönlendirmelidir.”

Ben bu gibi düşüncelerimi cami kürsülerinden defalarca ifade ettim. Bugün de olsa yine aynı şeyleri söylerdim. Fakat buna rağmen birileri hâlâ sızmadan bahsediyorlar. Hâlbuki sızma, yabancı bir unsurun bünyeye gizlice girmesi demektir. Farklı milletlerden olan insanlar bu milletin kaderine hâkim olmak için gizlice onun içine sızabilirler. Fakat ülke insanları kendi okullarına sızmaz, hakkını vererek girer. Bu onun hakkıdır. Öz be öz vatan evladı, bütün önemli müesseselerde yer alabilir ve ülkesinin geleceği hakkında söz sahibi olabilir, olmalıdır. Bunun aksini iddia etmek düşünce özrünün bir alâmetidir.

Diğer taraftan, gelecekle ilgili bir kısım vehim ve şüpheler ortaya atmak da oldukça yersiz bir davranıştır. Hizmet gönüllüleri –inşaallah– bugün nasıl hareket ediyorlarsa yarın da aynı çizgilerini koruyacaklardır. Zira bütün insanlığa sevgi ve şefkatle yaklaşma, herkese bağrını açma, hatta can düşmanlarına karşı bile insanlık ve mürüvvetten ayrılmama onların temel düsturlarıdır. Kaldı ki –ille de bir ajandadan bahsedilecekse– onların ajandasında nam u nişanın, makam ve mevkinin ve de dünya saltanatının bir yeri yoktur. Onların talip olduğu tek şey Allah rızasıdır. Onlar, bunun dışındaki bütün çıkar mülâhazalarına karşı kapılarını sıkı sıkıya sürgülemişlerdir.

Aslında bırakalım dünyevî makam ve iktidarları, hizmet eden insanlar yaptıkları hizmetleri uhrevî çıkar düşüncesine bağlamayı bile doğru bulmazlar/bulmamalıdırlar. Mesela bir insan Allah rızası yolunda hizmet ederken o yolda bir kısım sıkıntılar çekebilir; takiplere, sorgulamalara, tehditlere ve sürgünlere maruz kalabilir, hapis ve zindanlara tıkılabilir, vatanını terk etmek zorunda kalabilir… Eğer bütün bunların karşılığında, “Ben bunlara mukabil Cennet’e talibim.” derse çok ucuz bir şeye talip olmuş olur. Allah rızası dururken ne diye daha aşağısına talip olalım ki! Evet, bir Müslüman dualarında Cennet’i talep edebilir, Cehennem’den uzak kalmayı isteyebilir. Fakat yaptığı hayırlı işleri ona bağlaması, onu gaye-i hayal edinmesi, daha büyük şeyler istemek dururken daha küçüklerine talip olma anlamına gelir.

Şimdi Cennet bile hizmet adına yapılan güzel faaliyetlerin karşısında küçük kalıyorsa bence dünyevî sultanlıkların onun yanında hiçbir değeri olamaz. Dolayısıyla biz, Rabbimizin rızasını elde etme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile ahirette birlikte olma dururken, ortaya koyduğumuz hizmetleri dünyevî imkânlara ve makamlara ulaşmak için birer vesile yapmayız. Bu yüzden milletvekili olma, bakan olma, başbakan olma, herkes tarafından parmakla gösterilen biri hâline gelme ve alkışlanma gibi hedefler bizlerden çok uzaktır. Biz, bunlara talip olmayı, bulunduğumuz konumdan aşağıya düşme olarak görürüz. Zira harem dairesine alınan ve sultanla muhatap olma imkânına erişen bir insanın koridordakilerin talip olduğu şeylere talip olması doğru değildir.

Düşünce Dünyalarının Farklılığı

Aslında gerek Türkiye’de gerekse dünyanın farklı ülkelerinde vazife yapan Hizmet gönüllülerinin ortaya koydukları olağanüstü fedakârlıklar çokları tarafından bilinmektedir. Özellikle onlarla yakın teması olan insanların yapılan bu fedakârlıkları görmemeleri ve bilmemeleri mümkün değildir. Nitekim bugüne kadar farklı vesilelerle, henüz üniversiteyi yeni bitiren gencecik insanların, ismini dahi bilmedikleri, yerini haritada bulmakta bile zorlanacakları deniz aşırı ülkelere nasıl gittikleri, oralarda burs ölçüsündeki küçük ücretlerle vazife yaptıkları, hatta bazen onu bile bulamadıkları, okul inşaatlarında bir amele gibi çalıştıkları ve benzeri hususlar onları gören farklı insanlar tarafından defalarca anlatılmıştır.

Onların bu fedakârlıkları sadece kısa bir zaman dilimine de has değildir. Bugün yaşları ellilere, altmışlara ulaşan nice hizmet gönüllüsü hâlâ bu fedakârlıklarını devam ettirmektedir.

Bunca fedakârlığın kalan ömrün daha rahat yaşanması veya bir kısım dünyevî makam ve mevkilerin elde edilmesi adına yapılması mümkün değildir. Çünkü bir kısım dünyalık çıkarların elde edilmesi için bu kadar çile çekmeye ve mahrumiyet yaşamaya değmez. Kim kalan ömrünün beş-on senesini rahat yaşayabilmek için bütün bir ömrünü heder eder ki! Demek ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi yapılan fedakârlıkların amacı Allah rızasını kazanmak ve uhrevî mutluluğu elde etmektir. Yani fedakâr gönüller başkalarına el uzatmak ve onları fakirlik, cehalet ve iftirak bataklıklarından kurtarmakla kendi kurtuluşlarını ümit etmektedirler.

Ne var ki sizden farklı kültür ortamlarında yetişen ve sizin düşünce dünyanızdan habersiz olan insanların bunu anlamaları mümkün değildir. Onlar, sizinle oturup kalkmadan ve sizin yürüdüğünüz yolun hususiyetlerini bilmeden, yapılan bu fedakârlıkların ne ifade ettiğini anlayamazlar. Çünkü onlar bugüne kadar her fedakârlığı, kendilerine sağlayacağı çıkarı düşünerek yapmışlardır. Dünya için koşan ve bütün ömürlerini onun arkasında tüketen insanların, hiçbir dünyevî beklentiye kapılmadan ciddi bir adanmışlık ruhuyla yapılan hizmetleri anlamaları mümkün değildir. Çünkü onlar, böyle bir şeyi ne düşünmüşler, ne duymuşlar, ne görmüşler, ne de yaşamışlardır.

Kendimizi Doğru Anlatma

Bütün bunları, onların bu konudaki kuşkularına ve paranoyalarına hak verme ve onları mazur gösterme adına ifade etmiyorum. Bilakis olan biten hâdiselerin doğru okunması ve buna göre yapılacakların doğru tespit edilmesi adına bunları söylüyorum. Zira onlar bunu anlamasalar da biz anlatmaya devam etmeliyiz. Onlar bizden uzak dursalar da biz onlara yakın olmaya çalışmalıyız. Tıpkı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi bir kere, iki kere, üç kere anlatmayı yeterli görmemeli; dördüncü kez, beşinci kez… anlatmaya devam etmeliyiz.

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Cehil diye meşhur olan Amr İbn Hişam’ın ayağına belki elli belki de yüz defa gitmişti. Aslında Ebû Cehil, karakter itibarıyla iman etmesi çok zor olan bir insandı, tamamıyla küfür ve dalâlete kilitlenmişti. Oldukça inatçıydı. Kendisini diğer insanlardan üstün görüyor, herkese tepeden bakıyordu. Benî Mahzum’un efendisi olarak bir gün Mekke halkının başına geçeceği günün hülyalarıyla yaşıyordu. Tam bu sırada madde ve mânâsıyla o toplumu idare edecek bir insanın ortaya çıkması Ebû Cehil’in hazmedeceği bir durum değildi. Esasen Allah Resûlü de bütün bunları çok iyi biliyordu. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük bir fetânet idi. Ne var ki O buna bakmıyor ve anlatmaya devam ediyordu. Çünkü anlatma O’nun vazifesiydi. Kabul ettirme ise Allah’a aitti.

İşte bu sebepledir ki duygu ve düşüncelerimizi anlatma adına yaptıklarımızı yeterli görmemeli, tekrar tekrar anlatmaya devam etmeliyiz. Nitekim yakın zamanda yanıma gelen önemli bir şahıs, “Henüz hareketi, onun ruh ve mânâsını bilmeyen farklı kesimlerden çok insan var.” demişti. Demek ki bugüne kadar bu konuda çok ahesterevlik etmişiz. Kendimizi başkalarına doğru bir şekilde anlatamamışız. Gerek sözlerimizle gerekse hâlimizle ne olduğumuzu ortaya koyamamışız. Onların bizi daha yakından tanımasına fırsat vermemişiz. Yapılan hizmetler dikey olarak yükseldiği hâlde onların başkalarına anlatılması yatay kalmış.

Dolayısıyla bu konuda tembellik yapıp ağır davranmamalıyız. Gerekirse tıpkı doksanlı yıllardaki diyalog sürecinde olduğu gibi tek tek şahısların ayağına gitmeli ve onlarla diyaloğa geçmeliyiz. Eğer yürüdüğümüz yolda problemlerle karşılaşmak istemiyorsak yükselme ve genişleme nispetinde alâkadar olduğumuz çevreyi de genişletmeliyiz. Eğer geçmişten tevarüs edilen kaskatı düşmanlıkların, haset ve çekememezliğe kilitlenmiş insanların veya İslâmî terbiye görmemiş bir kısım kimselerin iç içe daireler şeklinde önümüzü kesmesini istemiyorsak; düşmanlıkları kırma, çevre yapma, sempati duyanları çoğaltma ve dostluklar kurma istikametinde sürekli yeni yeni adımlar atmaya devam etmeliyiz.

İstemez misiniz size ait güzelliklerden başkalarının da haberdar olmasını ve bir gün onların da size yol arkadaşlığı yapmasını? İstemez misiniz sizi karalayanlara karşı onların sizi savunmasını? O hâlde kültür ve düşünce farklılığından ötürü bazıları sizi yanlış tanısa ve haksız ithamlarda bulunmaya devam etseler de size düşen vazife, ısrar ve kararlılıkla beklentisizliğinizi, istiğnanızı, ihlâs ve samimiyetinizi, sevgi ve hoşgörünüzü anlatmaya devam etmektir.

Anlatmanın yanında onların sizi daha iyi tanımaları, insanlık adına ne tür duygulara sahip olduğunuzu görmeleri için uzun süre onlarla birlikte oturup kalkmanız gerekir. Şunu bilmelisiniz ki kendinizi insanlara doğru bir şekilde anlatacağınız âna kadar onların sizin hakkınızdaki şüphe ve tereddütleri devam edecektir.

İnsanların size yürüyerek gelmesini istiyorsanız, ilâhî ahlâk gereğince siz onlara koşarak gidin. Size bağırlarını açmalarını istiyorsanız, bağrınızı açın onlara karşı. Onlardan bir tebessüm bekliyorsanız öncesinde siz onları gökçek ve mütebessim bir yüzle karşılayın. Kalbinizi herkese açın ki sizin için binlerce kalb açılsın. Gönülleri fethedin ki hiçbir yerde reaksiyon görmeyin. Herkese karşı yakın durun ki insanlar da size yakınlaşsınlar…

Bütün bunların yanında eğer başkalarının bizi doğru anlamasını ve iyi tanımasını istiyorsak son derece şeffaf ve herkese açık olmalıyız. İçimizdeki samimi duygularımızı her zaman dışarıya vurmalıyız. Fakat bunu yaparken insanların anlayış seviyelerini göz önünde bulundurmalı ve asla üslupta hata etmemeliyiz.

Ayrıca, yapacağımız bütün işleri, bulunduğumuz ülkelerin kanun ve mevzuatına uygun olarak yapmalıyız. Hatta hizmet adına bir adım atmadan önce, bulunduğumuz yerdeki yetkililerle görüşmeli ve onlardan izin almalıyız. Yaptığımız faaliyet ve programlara onları da davet etmeliyiz. Bizi yakından tanımaları adına meclislerimizi herkese açık tutmalıyız. Emniyet ve güven insanı olduğumuzu, bizden kimseye bir zarar gelmeyeceğini herkese göstermeliyiz.

Dolayısıyla başkalarını endişeye sevk edecek ve rahatsız edecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmalıyız. Öyle ki hiçbir hareketimiz başkaları tarafından yanlış yorumlanmaya açık olmamalı veya onlarda gizli bir şeyler çevrildiği hissini uyarmamalı. Şunu unutmamalısınız ki siz bu konularda bir hata yaptığınızda sadece dünyanın dört bir tarafında sizinle aynı çizgide hareket eden insanların hizmetlerine zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda hem sizin düşüncenize yakın olan dostlarınızın hem de arkanızdan gelecek haleflerinizin de işini zorlaştırmış olursunuz.

Elbette bütün bu konularda başarı sağlanması birdenbire gerçekleşmeyecektir. İlk başlarda ciddi zorlanacaksınız. Karşı tarafa kendinizi doğru bir şekilde ifade edeceğiniz âna kadar şüpheyle karşılanacaksınız. Fakat muhataplarınız uzun yıllar sizi test ettikten ve sizin ne kadar güvenilir insanlar olduğunuzu gördükten sonra bu defa onlar sizi başkalarına anlatmaya başlayacaklar. “Bu insanlara güvenebilirsiniz, onlardan size hiçbir kötülük gelmez.” diyecekler. Onların sizi anlatıp müdafaa etmeleri sizin adınıza çok önemli bir referans olarak görülecek ve bu da sizin kendi kendinizi anlatmanızdan çok daha tesirli olacaktır. Her zaman bir kısım Ebû Cehiller, Utbeler, Şeybeler mevcudiyetlerini devam ettirecek olsalar da maşerî vicdanın sesi, soluğu ve heyecanı onların nefeslerini kesecektir.

İşte böyle bir neticeyi elde etmek için insan neye katlansa değer. Çünkü bugün katlanılan ve hazmedilen rahatsız edici şeyler daha sonra bizi sevindirecektir. Şunu unutmamak gerekir ki sizin yaptığınız iş, insana yatırımdır. İnsana yatırımın geriye dönüşü ise en az çeyrek hatta bazen yarım asır ister.

Hazımsızlık ve Kıskançlıklar

Bazı kesimlerin Hizmet gönüllülerine karşı antipati duymalarının önemli sebeplerinden birisi de haset ve kıskançlıktır. Nitekim bir zaman bana üç sayfalık mektup yazan bir zat sanki koskocaman dünyada hizmet yapılacak başka bir alan kalmamış gibi, “Öyle bir alan işgali var ki başkalarına hiç alan bırakılmıyor.” demişti. Hâlbuki insanlığın problemlerine çare bulunacağı ve onlara hak ve hakikatin anlatılacağı dünyada bir sürü yer var. Afrika’ya gidin, Uzak Doğu’ya gidin, Çin’e gidin, Rusya’ya gidin, Amerika’ya gidin. Nereye giderseniz gidin ve siz de zengin kültür dünyanızı onlara taşımaya ve onların da zenginliklerinden istifade etmeye çalışın. Dünyada tohum saçılabilecek ve meyve alınabilecek o kadar çok bakir alan var ki!

Bu yapılmayıp açıktan açığa ortaya konulan hizmetlerden şikâyet edilmesi, sinelerdeki hazımsızlığın ne kadar büyük olduğunun göstergesidir. Demek ki onlar kendi aralarında da bu tür mevzuları konuşuyor ve yapılan hizmetlerden duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar. Hazımsızlık ise insana küfrün bile yaptırmadığı tahribatı yaptırabilir. Bazı hazımsız kimseler size karşı gösterilen teveccühü kırmak ve tesir alanınızı daraltmak için ellerinden geleni yapar, her türlü yalan, iftira ve karalamaya başvururlar. Hatta sizinle uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan bir kısım suçları bile size mâl etmeye çalışırlar. Sizi devletle karşı karşıya getirmeye ve sanki devlet düşmanıymışsınız gibi göstermeye çalışırlar.

Şimdiye kadar çok defa bu tür gailelerle karşı karşıya kalındığı gibi maalesef şimdilerde de bunlara maruz kalınıyor. İnsanlardaki rekabet duygularını ve kıskançlıkları kırmaya gücümüz yeter mi, yetmez mi bilemiyorum. Fakat biz, bize düşeni yapmakla sorumluyuz. O da, oldukça şeffaf hareket etmek, hiç kimsenin gıpta damarını tahrik etmeme adına son derece hassas olmak, dahası hedeflerimizi başkalarının hedefi hâline getirerek yürüdüğümüz yolu onlara da açmaktır. Everest tepesinin üzerine mi çıkmak istiyorsunuz, size haset eden farklı düşünceden insanların da elinden tutarak, “Gelin beraber çıkalım.” deyin. Ayrı-gayrı gütmediğinizi ortaya koyun. Dahası farklı düşüncelere sahip olan insanların size katkısı olabileceğini unutmayın. Meseleyi sadece falana filana bağlamak suretiyle İslâm’ın ortaya koymuş olduğu genişliği daraltmayın. Hedefe ulaşma adına önünüzde duran çok geniş yolları patikaya çevirmeyin. Yoksa takılır yollarda kalır ve varmanız gerekli olan yere varamazsınız.

Özellikle bazı kimselerle Kur’ân ve Sünnet’in muhkematı etrafında bir araya gelebiliyorsanız, detay sayılabilecek bir kısım mevzularda ihtilaf ve çatışmalara girmeyin. Herkesin yürüdüğü yola, takip ettiği usûle fevkalâde saygılı olun. Saygı, sihirli bir anahtardır. Siz başkalarına karşı saygılı olursanız başkalarında da size karşı saygı hislerini tetiklemiş olursunuz. Başkalarına karşı saygısızca davranırsanız bir yönüyle kendi değerlerinize saygısızca hücum edilmesine sebebiyet vermiş olursunuz. Hatta onlara karşı takdir hislerinizi dile getirin. Bunu da birilerini idare ediyor olma mülâhazasıyla değil inandığınız ve içinizden öyle geldiği için yapın. Sizi çok farklı zamanlarda çok farklı vesilelerle elli defa dinlediklerinde hep aynı sesi duysunlar. İşte bu sizin samimiyetinizi gösterecektir. Çünkü bir şeyi söylemekle onu devam ettirmek ve tabiata mâl etmek ayrı şeylerdir.

Elbette bunu yaparken çok zorlanacağınız yerler olacaktır. Başkalarının yürüdüğü yol sizin anlayış ve fıtratınıza ters gelecektir. Bazen işin içine bencillikler girecek ve hatta bu bencillikler aidiyet mülâhazasıyla daha sağlam ve sarsılmaz hâle gelecektir. Fakat bilmelisiniz ki iradenizin hakkını vererek bu tür zorlukları aşmanız, size nahoş gelen durumlara katlanmanız, hatta icap ettiğinde iki adım geriye çekilmeniz bir taraftan size ibadet sevabı kazandıracak, diğer yandan da muhataplarınıza “Bunlarla yol yürünür, bunlarla aynı sofraya oturulur.” dedirtecektir. Dahası uzun yıllar sizden bir yanlışlık görmeyen insanlar size güvenmeye ve itimat etmeye başlayacaktır.

Çok tekrar edildiği gibi Allah’a giden yollar, mahlûkatın solukları sayısınca çoktur. Bu, fıtratın gereğidir. Eğer ana konularda ittifak etme imkânı varsa teferruatta ihtilafa düşmek cinayettir. Eğer siz en güzel yolu takip edeceğim diye birilerinden kopuyorsanız o zaman büyük bir yanlış içindesiniz demektir. Çünkü Hazreti Üstad’ın ifadesiyle söyleyecek olursak kendisinde ittifak edilen hasen (güzel), ihtilafa düşülen ahsenden (en güzel) daha güzeldir.122 Bu itibarla vifak ve ittifaka çok ihtiyaç duyulan günümüzde sinlerdeki haset veya tenâfüs duygularının ele alınarak, yoğrularak makul bir çizgiye çekilmesine ve ihlâs kalıbı içinde ortaya konmasına ciddi ihtiyaç vardır. Yoksa siz ne kadar fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla hareket ederseniz edin, bu prensiplere dikkat edilmediği takdirde yol güzergâhı tehlikeye atılmış ve hiç beklenmedik şekilde trafik kazalarının yaşanmasına sebebiyet verilmiş olacaktır. Sonra da iki yıllık bir yolu kat edebilmek için on yılınızı harcamak zorunda kalacaksınız.

Münafıkların Fitne ve Fesatları

Bütün bunların yanında sürekli fitne ve fesat tellallığı yapan münafıkların rollerini de göz ardı etmemek gerekir. Eğer onlar, din ve diyanetinizden, yol ve yönteminizden, büyüme ve inkişafınızdan dolayı size karşı antipati duyuyorlarsa, sürekli sizin aleyhinizde bir kısım entrikalar çevirecek, komplolar hazırlayacaklardır. Bugüne kadar dine karşı tavır alan, ülkemizin genel yapısını bozmak ve onu bir kargaşanın içine çekmek isteyen ve sürekli ülke insanları içerisinde ihtilaf ve iftiraklar çıkaran insanların varlığı hiç eksik olmamıştır. Kötülük düşüncesine kilitlenmiş bu tür insanlar, ülkeye faydası dokunan olumlu her hamle karşısında rahatsızlık duyacak, bunu bozmak ve bulandırmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.

Onlar, bazen yönetimdeki insanların kulağına sizin aleyhinizde uydurdukları bazı şeyleri fısıldayarak, bazen aleyhinizde ürettikleri bir kısım argümanlarla sizi maşerî vicdanda suçlu gibi göstererek, bazen de değişik kesimlerden insanları sizin aleyhinizde kışkırtarak sürekli faaliyetlerde bulunacaklardır. Hatta çıkardıkları bu tür fitnelerle amaçlarına ulaşamazlarsa bu sefer toplumdaki iki farklı kesimi karşı karşıya getirip birbiriyle çatıştırmaya çalışacak; bir kesim diğerini yok ettikten sonra onlar da bunun tepesine bineceklerdir.

Onların bütün bu işleri yapmak için özel olarak kurdukları think-tank kuruluşları ve strateji merkezleri vardır. Oralarda sürekli kendileri gibi düşünmeyen insanların nasıl haklarından gelineceğiyle ilgili plân ve projeler üretirler. Onlar hakkında türlü türlü yalan ve iftiralar uydururlar. Öyle ki bu tür insanların ortaya çıkardıkları fitne ve fesat rüzgârları –daha doğrusu fırtınaları– devletleri bile yıkabilir. Çünkü tamire nispetle tahrip çok daha kolaydır.

Burada şunu da ifade etmek gerekir ki Hizmet aleyhine dile getirilen mevcut iddiaların hepsinin altı boştur. Bunlar tamamen iftira ve karalamalardan ibarettir. Esasında bunların doğru olmadığını bu iftiraları atanların kendileri de biliyorlar. Hele hizmet insanlarına terörist deme ve onları vatan haini gibi gösterme tamamen onlara karşı duyulan kin ve öfkenin eseridir. Çünkü Hizmet hareketi içerisinde bulunan ve dünyanın dört bir yanına sevgi mesajları ile giden insanların arasından bugüne kadar şiddete başvuran ve suça bulaşan hiç kimse çıkmamıştır.

Bırakın şiddeti, terörü, silahı; yanlarında bir çakı bile taşımadıklarını bu iftiraları atanlar da gayet iyi bilmektedirler. Sevgiye kilitlenmiş olan bu insanlar bilerek bir karıncaya basmazlar. Bunca tahrik ve baskıya rağmen hizmet insanlarının bugüne kadar çizgilerini korumuş olması ve hiçbir şekilde sokağa dökülmemesi de onların masumiyeti adına yeterli bir delildir. Ve yine neredeyse yarım asırdır ortada olan ve farklı alanlarda faaliyet gösteren Hizmet gönüllüleri, değişik gizli servisler tarafından takip edilmesine rağmen bugüne kadar onlar aleyhinde tespit edilmiş herhangi bir suça rastlanmamıştır. Bunun için de dünyanın birçok ülkesinde Hizmet gönüllüleri tarafından kurulan müesseselerin bugüne kadar faaliyet göstermesine izin verilmiştir.

Fakat bütün bunlara rağmen, zikrettiğimiz/zikretmediğimiz muhtelif sebeplerden dolayı Hizmet gönüllülerine düşmanlık yapan bazı kesimler, bir kısım uydurma deliller üretiyor, “bitirme plânları” hazırlıyor ve tatbikata koyuyorlar. Milletin geleceğine, ülkenin menfaatine, dinin esaslarına, cumhuriyet ve demokrasinin gereklerine ve dünya huzurunun sağlanmasına ters hiçbir faaliyeti olmayan, bilakis bunları sağlamak için çalışan, bunları destekleme ve geliştirmeyi hayatına gaye edinen hizmet erlerinin yaptıkları faaliyetleri bitirmek için olanı çok farklı gösterme gayreti içindeler. Bu yüzden bize düşen en önemli vazife, tekrar tekrar bunların anlatılmasıdır.

Yola Devam

Başkaları kötülük adına her ne yaparsa yapsınlar, bunlar, –Akif’in ifadesiyle– Allah’a inanmış, hikmete râm olmuş, sa’ye sarılmış ve bu sayede gerçek yolunu bulmuş insanları tereddüde sevk etmemeli, şaşırtmamalı ve duraksamalarına yol açmamalıdır. Gerek milletimiz gerekse dünya insanlığı adına güzel neticeler vaat edecek bir yolda yüründüğüne inanılıyor, yolun her menzilinde durup bir kere daha genel kıstaslar ve evrensel değerler açısından bulunulan yerin doğru olup olmadığı test ediliyor ve yanlış bir şey yapılmadığı görülüyorsa, sağdan soldan gelen lakırdılara kulak asılmaması ve paniğe girilmemesi gerekir.

Nitekim Hazreti Nuh taşlanmış, Hazreti Hûd tehdit ve tazyiklere maruz kalmış, Hazreti Salih ölümle tehdit edilmiş, Hazreti Musa vatanını terk etmek zorunda bırakılmış, Hazreti Mesih çarmıha gerilmek istenmiş, Hazreti Zekeriya testere ile biçilmiş ve daha nice peygamber nice zulüm ve baskıya maruz kalmıştır. Fakat onlardan hiçbiri yürüdüğü yoldan geriye dönmemiştir. Allah’ın en şerefli kulları, kendilerini çekemeyen ve dine karşı düşmanlık yapan zalim ve mütecavizler tarafından akla hayale gelmedik eziyetlere maruz bırakılmışsa, onların yolunu takip eden kutluların bundan kurtulmaları mümkün değildir.

Zira bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: يُبْتَلَى الرَّجُلُ عَلَى قَدْرِ دِينِهِ فَمَنْ ثَخُنَ دِينُهُ ثَخُنَ بَلَاؤُهُ وَمَنْ ضَعُفَ دِينُهُ ضَعُفَ بَلَاؤُهُ “Herkes dinî yaşantısının kadrine kıymetine göre belalara maruz kalır. Dini güçlü olanın maruz kaldığı bela da güçlü; dini zayıf olanın maruz kaldığı bela da zayıf olur.”123

Bu açıdan insanlığın geleceğini ihya etme vasıtasıyla Allah’ın rızasına ulaşmayı hedefleyen adanmışlar, yolun herhangi bir yerinde ölüm çukurlarına da atılsalar neticede kazanmış sayılırlar. Bu açıdan onlar, yürüdükleri yolun bir yerinde kaldırılıp dünyadan ukbâya atılmalarına değil, asıl kendilerine bu zulümleri yapan insanların ahiretlerini mahvetmelerine üzülmelidirler. Abdullah İbn Zübeyr, Haccac tarafından asıldığında onun annesi Esma Validemiz, Haccac’ın karşısına çıkar ve sarsıcı bir konuşma yapar. Söylediği sözlerden birisi de şudur: Haccac! Sen oğlumun dünyasını mahvettin ama o senin ahiretini mahvetti.”124 İşte bizi üzen de bu olmalıdır.

Ayrıca siz ne kadar hoşgörü ve sevgi derseniz deyin, şeytanın kapıkulları olan ve onun yönlendirmesiyle hareket eden bazı kimselerin size düşmanlıktan vazgeçmeyeceğini de görmezlikten gelmemeli, temkin ve teyakkuzla yolunuza devam etmelisiniz. Allah size lütuflarda bulundukça Allah ve Peygamber düşmanlarının bu mevzuda rahatsız olacağını ve tertemiz hizmetleri kirletme istikametinde bir kısım komplolar çevireceğini hiçbir zaman kulak ardı etmemelisiniz. Aslında hizmet adına yapılan işlere bakıldığında Allah katından kovulmuş olan şeytandan başkasının bunlardan rahatsız olması mümkün değildir. Ne var ki şeytanın da çok temsilcileri vardır. Bunlar her zaman kötülük yapabilirler. Bu açıdan yılmadan ve paniklemeden yola devam etmenin yanı başında fevkalâde basiretli davranmalı, tedbir ve temkinle hareket etmelisiniz.

Bu kadar geniş bir dairede bu işlerin ferdî mülâhazalarla halledilmesi mümkün olmadığı için de mutlaka meselelerinizi istişareye ve kolektif şuura bağlı olarak götürmek zorundasınız. Haybet ve hüsran yaşamak istemiyorsanız en küçük meselelerinizi bile meşverete sunmalı ve oradan çıkan kararlara bağlı kalmalısınız.

Muhasebe

Son olarak hemen her zaman tekrar ettiğimiz bir hususu bir kere daha hatırlatmakta fayda görüyorum. Üstad Hazretleri bir yerde ehl-i dünyanın kendisine saldırmasının sebebi olarak, içinden geçen ve kendince doğru bulmadığı duyguları gösteriyor.125 Bizim de mutlaka bu konuda nefsimizi muhasebeye tâbi tutmamız gerekir. Allah rızasına kilitlendiğimizi ve onun en büyük vesilesi olan i’lâ-i kelimetullah gibi çok yüce bir gayeye bağlandığımızı söylüyoruz. Acaba baştaki bu duygu ve düşünceyi sürekli olarak hayatımızın her ânında koruyabiliyor muyuz? Acaba aklımızın köşesinden azıcık dahi olsa dünyanın nimetlerinden faydalanma ve dünyada rahat etme mülâhazaları geçiyor mu? Acaba gelecek adına bir kısım beklentilere girmek suretiyle şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışıyor muyuz? Acaba yapılan hizmetlerin genişliğine bakarak ve bunları bir güç kaynağı gibi görerek dayanılıp güvenilmesi gereken asıl güç kaynağını, yani Zât-ı Ulûhiyet’in havl ve kuvvetini unutuyor muyuz?

Soruları artırmak mümkündür. Siz bunların daha ötesini de düşünebilir ve kendinizi bu zaviyeden sorgulayabilirsiniz. Çünkü bir şeyi ifade etme başkadır, öyle olma başka. Eğer bu konularda herhangi bir eksik ve hatanız varsa tokat yiyebilirsiniz. Dolayısıyla yapmanız gereken şey, günah işlemiş gibi bir an önce Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek tevbe ve istiğfarda bulunmaktır. Hiçbirimiz müzekkâ (arınmış, tertemiz) olmadığımıza göre duygu ve düşüncelerimizin her zaman temiz kaldığını iddia edemeyiz. Tıpkı değirmen taşları arasından çıkan ve ambara dökülen unun bir kısmının dışarı gitmesi gibi bizim düşüncelerimizin bir kısmı da istemediğimiz yerlere akabilir. Şeytan da bu boşluğumuzdan istifade ederek bir kısım insanları aleyhimize sevk edebilir. Bu aynı zamanda Allah’ın bize verdiği bir cezadır.

Bu itibarla, Allah’la münasebetimizde hiçbir boşluk kalmamasına çok dikkat etmeliyiz. Sık sık kıvamımızı koruyup koruyamadığımızı kontrol etmeli ve eğer varsa bir kısım eksik ve gediklerimiz bir an önce onları tamir etmeliyiz. Eğer biz, bize düşeni yapar ve O’nunla irtibatımızı güçlü tutarsak, O da bizi düşmanların her türlü saldırı ve zulmünden muhafaza edecektir. Eğer biz nefis ve şeytanımızın belini kırabilirsek aleyhimizde olan kişilerin düşüncelerinin de beli kırılacaktır. Çünkü birilerini aleyhimizde kışkırtan onlardır. Kısacası biz, bir iç deformasyona maruz kalmadığımız sürece Allah da nimetlerini devam ettirecektir.


122 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 784 (Lemeât).

123 Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67.

124 Müslim, fedâilu’s-sahâbe 229.

125 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.667 (Konuşan Yalnız Hakikattir).

-+=
Scroll to Top