Hizmet, Gayret, Hicret;

Ya Aileniz?..

Soru: Uzaklara ve uzaktakilere el uzatmaya çalışırken, ailemizin fertlerinden akrabamız olan kimselere, komşularımızdan iş arkadaşlarımıza kadar yakın çevremiz diyebileceğimiz insanları da ihmal etmememiz, inandığımız İslâm’ı, dine ve vatana hizmet duygumuzu onların gönlüne de duyurabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi, din-i mübîn-i İslâm’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimiz’i, Kur’ân’ı, iman esaslarını ve İslâm’ın şartlarını anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada tebliğden daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenâb-ı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı. Enbiyâ-ı İzâm’ın yakınlığı, o mesajı hayatlarının gayesi sayarak insanlığa ulaştırma azim ve gayretinde olmalarından dolayıdır. Öyle ise, Allah’a yaklaşmanın en emin yolu da tebliğdir. İnsanlar bu yola ne kadar yakın dururlarsa, Allah’a da o kadar yakın olurlar.

Ne var ki, dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usûlleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi.. yani; tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesi. Zannediyorum, bizim ashâb-ı kiram ve selef-i salihîn efendilerimizden ayrıldığımız nokta da budur; onlar temsilin gücünü arkalarına alıyor ve Allah’ın izniyle müessir oluyorlardı; ama biz her zaman öyle değiliz, öyle davranmıyoruz; temsil bizde ikinci planda kalıyor, belki bazı şeyleri anlatıyoruz, fakat çoğu zaman anlattıklarımızı hâle yansıtamıyoruz ve uygulamada problemler yaşıyoruz.

Vakıa, ashâb-ı kiram döneminde dil ve beyan da çok önemli bir unsur olarak öne çıkmıştı. Onlar da dili çok iyi kullanıyorlardı. Çok derin bir lisan, beyan ve söz zevkine sahiptiler; Allah onları Kur’ân’ın muhatapları ve tebliğcileri hâline getirmişti. Fakat, dünyanın değişik yerlerinde İslâm’ı sunarken, ulaştıkları her milletin dilini bildiklerini söylemek de mümkün değildir. Hatta, siyer ve megazi kitaplarının anlattığına göre, onlar arasında yabancı dil bilen insan sadece üç-dört taneydi. Onlar da büyük ölçüde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektuplarını tercüme etmekteydi. Fakat, sahabe efendilerimiz yabancı dil bilmeseler de, çok kısa zamanda dünyanın dört bir yanında kendilerini anlatma imkânı bulmuşlardı. Herkes âdeta mum kesilmiş onları dinliyordu.. onlar mum gibi, hayır, projektör gibi gitmişlerdi ve gittikleri her yerde çok mumlar tutuşturmuşlardı Allah’ın izniyle. Temsilin gücündeydi onların etrafa ışık saçmalarının sırrı..

Evet, tebliğ temsilin gücüne inzimam etmezse çok fazla tesirli olmaz. Temsil noktasında eksik kalan bir tebliğ bütün bütün tesirsiz olmasa da beklenen tesiri de gösteremez. Günümüzde dinin anlatılması hususundaki eksik gedik de bundan kaynaklanmaktadır. Bugün, insanlar maksatlarını güzel ifade ediyorlar, süslü püslü sözlere ve beyanın gücüne televizyon, radyo ve gazete gibi gelişmiş teknolojiyle gelen nimetleri de ekleyerek maksatlarını çok güzel seslendiriyorlar. Geniş imkânlar var ellerinde; meseleleri istedikleri gibi kompoze edip câzip hale getirebiliyor ve bir anda milyonlarca insana ulaşabiliyorlar. Fakat, yine de o ilkler seviyesinde müessir olamıyorlar. Demek ki onlarda olup da günümüz insanında bulunmayan bir haslet var; işte o haslet, tebliği temsille destekleme ve derinleştirme hususiyetidir.

Evet, bu önemli vazifeyi yüklenenler ve peygamberlik mesleğinde yürüyenler, ihsân-i ilâhî olarak omuzlarına konan mukaddes bir yükün taşıyıcıları olduklarını çok iyi bilmelidirler. Nasıl bir eczacının ya da bir doktorun kendine göre bir kıyafeti oluyorsa, nasıl bir ameliyatta insanlar değişik kılık kıyafete giriyorlarsa, bu önemli vazifenin tebliğcilerinin de kendilerine göre tavır ve davranışları olmalıdır. Onların, çok samimi, çok sadık, çok vefalı ve vazifelerinde ısrarlı olmaları gerekir.

Nefsinizi Allah’tan Satın Almaya Bakın!..

Cenâb-ı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ “Önce en yakın akrabalarını uyar.”1 buyurarak, Allah Resûlü’nün önce akrabalarından başlamasını emretmiştir. Bu âyet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar, “Evet inanırız.” deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.”2 Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” demişti. “Ebû Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da.”3 mealindeki âyet-i kerimeyi ihtiva eden “Tebbet” (Mesed) sûresinin indirilmesiyle de teselli olan Efendimiz, Ebû Leheb gibi kimselerin mâni olmaya çalışmalarına rağmen Allah’ın emrini yerine getirmiş, her fırsatta aile ve akrabasına da tebliğ ve irşatta bulunmuştu. Bir defasında, kavim ve kabilesine seslenerek şöyle buyurmuştu:

“Ey Kâ’b b. Mürre oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!

Ey Abdimenâf oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ahirette sizin adınıza bir şey yapmak elimden gelmez!

Ey Abdülmuttalip oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira, ahirette sizin adınıza da bir şey yapamam!”

Efendimiz kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp en yakınlarına gelmiş ve: “Ey Allah Resûlü’nün halası Safiyye, sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak, zira ahirette senin adına da bir şey yapamam!”4 buyurmuştu.

O Safiyye (radıyallâhu anha) ki, Hazreti Hamza’nın kız kardeşiydi. O Safiyye ki, Allah Resûlü’nün “Havarim” dediği Zübeyr’in anasıydı. O Safiyye ki, zâlim Haccac’a karşı Kâbe’yi müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehit olan Abdullah b. Zübeyr’in babaannesiydi. Ve bütün bunlardan öte, o Safiyye ki, Allah Resûlü’nün öz halasıydı. Buna rağmen İki Cihan Serveri, ona da “Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak, zira ahirette senin adına da bir şey yapamam!” demişti.

Efendimiz sözlerini o kadarla da bitirmemişti, son olarak kendi kızı ve ciğerpâresi Hazreti Fatıma’ya (radıyallâhu anha) “Ey Muhammed’ın kızı Fatıma! Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira ahirette senin adına da bir şey yapamam.”5 demişti.

O Fatıma (radıyallâhu anha) ki, gözüne ve hayâline hiçbir günah girmeden, Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) ile evlenmişti. Zâten yaşı 25 olmadan da vefat edip gitmişti. Arkadan gelen bütün evliyâ, asfiyâ onun nurlu neslinin semeresiydi… O ki, sağanak sağanak vahiy yağan Nebi evinde yetişmişti. O ki, Allah Resûlü, onun hakkında “Fatıma benden bir parçadır.” buyurmuştu… Ve yine o ki, Cennet kadınlarının efendisi olduğu bildirilmişti. Ama Allah Resûlü ona da, evet bu Fatıma’ya da, “Kendini Allah’tan satın almaya bak! Nefsinin ipoteğini çözdürmeye çalış!” demişti.

İşte, Allah bir emir ferman buyuruyor; وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ diyor. Sonra o âyetin mânâsını, murad-ı sübhanisini de Efendimiz’in gönlüne duyuruyor. Birinci vahye “vahy-i metluv” diyoruz, ikincisine de “vahy-i gayr-i metluv”. Emir ve emrin mânâsı, Cenâb-ı Hakk’ın o emirden muradı Allah’a aittir. Onun üzerinde sonsuzun şebnemi vardır, ebediyetin çiği vardır. Onu ortaya koyma mevzuundaki ifadelerse Efendimiz’e aittir. Berikinin üzerinde de, Efendimiz’in sidre kadar muallâ mübarek kalbinin ışığı vardır, ziyası vardır, rengi vardır, deseni vardır. Efendimiz, emri çok iyi anlıyor ve yerine getiriyor; yakınlarından başlayarak hem inzar ediyor, hem de tebşir de bulunuyor. İnzar ederken, ev halkına ve can parçası kızına da söyleyeceğini söylüyor.

Evet, Allah Resûlü’nün saadet hanesinde sürekli bir haşyet tüter dururdu. Orada oturmalar, kalkmalar hep haşyet televvünlüydü. Allah Resûlü’nün bakışlarını yakalayabilenler, o bakışlarda her zaman Cennetlerin imrendiriciliğini veya Cehennemlerin ürperticiliğini görüp hissederlerdi. Namaz kılarken O’nun titreyip ürpermeleri, kâh ileriye kâh geriye gidip gelmeleri; Cehennem endişesiyle sarsılmaları; Cennet arzusuyla üveyikler gibi kanatlanmaları O’na bakan herkese Allah’ı hatırlatırdı. İmam Nesaî naklediyor: “Allah Resûlü namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu.”6 Daima ağlamalı bir hal ve kaynayan bir içle Allah’a teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Peygamber hanesinin sakinleri O’nu hep Rabbisinin huzurunda, başı yerde, titreyerek ve irkilerek secde eder vaziyette görürlerdi. Tabiî ki, O’nun bu hali bile tek başına bir inzardı. Efendimiz’in örnek hayatı ev halkına da müspet yönde tesir ediyor ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allah’tan çok korkan Nebiler Sultanı’nın, hanım ve evlatlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Resûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla misallendiriyordu.

Allah Resûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün kazurattan temizliyor, dâmenlerine dünyevî tozun toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”7 diyen Hazreti Muhammed’i seviyorsanız, yolunda olacaksınız; çünkü, ancak yolunda olanlar ötede O’nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Resûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı ahiret hesabına çok iyi değerlendiriyordu.

Kızcağızım, Sen de Nefsini Allah’tan

Satın Almaya Bak!..

Mevzuyla alâkalı bildiğiniz bir hâdiseyi hatırlatmak istiyorum: Hazreti Fatıma, bütün ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorlardı. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Değirmen taşını çevire çevire eli nasır bağlamış, su taşıya taşıya da, Erzurumluların tabiriyle, sırtı “yağır” olmuştu.

Bu arada bir harp dönüşü Medine’ye esirler getirilmişti. Allah Resûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Hazreti Fatıma da, ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemek için babasına gitmiş, Efendimiz’in yanında oturanlardan hicap ederek hiçbir şey söyleyemeden evine dönmüştü. İnce kızının bir maksatla geldiğini anlayan Nebiler Nebisi oradaki maslahat hâsıl olduktan sonra kalkıp onun evine gitmişti. Hazreti Fatıma anamız der ki “Yatağa uzanmıştık ki, Allah Resûlü çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istediysek de O buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben durumu anlatmaktan hicap edince, Ali dedi ki “Yâ Resûlallah, değirmen taşı çeke çeke kızınızın elleri nasır bağladı, su taşıya taşıya omuzu yağır oldu, ev süpüre süpüre toz toprak içinde kaldı. Lütfederseniz yeni gelen esirlerden bir hizmetçi istiyoruz.” Allah Resûlü bu istek karşısında memnun olmadı, mübarek kaşlarını çattı ve şöyle dedi: “Kızım, Medine fakirlerinin hakkını size veremem. Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın, omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana istediğinden daha hayırlı bir şey söyleyeyim: Yatağına gireceğin zaman, otuz üç defa ‘Sübhanallah’, otuz üç defa ‘Elhamdülillâh’, otuz dört defa da ‘Allahü ekber’ de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.”8 Bunun mânâsı şu idi: Kızım, değirmen taşını yine kendin çevir, suyunu kendin taşı, evini de kendin süpür ama nazarlarını uhrevî âlemlerden sakın ayırma, senin ihtiyacın budur. Allah indinde kıymet ve derinliğini arttırmak istiyorsan, tesbihe yapış, tahmîde sığın ve tekbîre tutun. Sizin istediğiniz şey fânî dünya hayatına ve onun rahatına bakıyordu. Hâlbuki ben sizin ahirette mesut ve bahtiyar olmanızı istiyorum.

Resûl-i Ekrem azim şefkati ve engin merhametiyle mü’minlerin akıbetinden çok korkuyor, onları yer yer ikaz, inzar ve irşad ediyor; bu işi de yine kendi ailesinden başlayarak yapıyordu. İşte O, böyle bir aile reisiydi; bazen rahmet dolu bulutlar gibi tatlı bir yüz ekşiliği olurdu çehresinde; ama bu yüz ekşiliğinin arkasında rahmet vardı, belliydi ki, yağmur yağacaktı ve sulayacaktı etrafını ahiret hesabına, bir gülşen olacaktı çevresi. Çoğu zaman da, tebessüm eder, sinesini açar, onları bağrına basar ve iltifatlar yağdırırdı aile fertlerine. Onlar da bu tatlı havayı kaybetmekten korkar ve O’nun ahiret hesabına olan isteklerini yerine getirirlerdi.

İşte, Hazreti Fatıma her an vahyin sağanak sağanak yağdığı bu atmosferde neş’et etmiş ve yaşamıştı. Gözlerini açar açmaz Peygamberler Sultanı’nı görmüş ve Peygamber’in dava-yı vilayette vâris-i hâssı olan Hazreti Ali’nin evinde de aynı havayı teneffüs etmişti. Efendimiz’in dâr-ı bekâya yolculuğundan altı ay sonra o da göçüp gitmişti. Efendimiz de Hazreti Fatıma da ayrılığın uzun sürmeyeceğini biliyorlardı. Çünkü bir gün Allah Resûlü sevgili kızının kulağına “Kızım, artık baban yolcu, ötelere yolculuk var!” deyince Hazreti Fatıma bir çığlık koparıvermişti. Onun ağlamasına dayanamayan Şefkat Peygamberi kızını tekrar yanına çağırmış ve kulağına “Kızım, ben gidiyorum ama Ehl-i Beytimden bana ilk kavuşacak olan da sensin. Yanıma herkesten önce sen geleceksin.”9 demişti. Bu sözü bir müjde olarak bağrına basan Hazreti Fatıma artık tebessüm ediyor ve O’na kavuşacağı günü beklemeye duruyordu.

Siz, arz etmeye çalıştığım şu birkaç misaldeki duruluğuyla tanımaya çalışın Fatıma annemizi, şu karelerde onun ne kadar duru ve ne kadar nezih yaşayan nasıl bir nezihe ve nasıl bir pâkize olduğunu anlayın. Fakat, Efendimiz, işte o pâkize annemize bile diyor ki; يَا فَاطِمَةُ! اِشْتَرِي نَفْسَكِ مِنَ اللّٰهِ فَإِنِّي لَا أُغْنِي عَنْكِ مِنَ اللّٰهِ شَيْئًا “Kızcağızım, sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira ahirette senin adına da bir şey yapamam.”10 Efendimiz, bu sözüyle, إِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılık olarak Cennet’i verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.”11 mealindeki âyete telmihte bulunuyordu. Bulunuyor ve en yakınlarından başlayarak herkese ahiretin yamaçlarını işaret ediyordu.

Yakın ve Uzak Komşu

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez.”12 Âyet-i kerimede, ilk önce Allah’a kulluk ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek nazara veriliyor. Daha sonra, anne-babaya iyilikle muamele etmek, akrabalara ihsanda bulunmak, yetimleri ve yoksulları görüp gözetmek sıralanıyor. Ve sonra da, evi yakın olan veya akrabadan olan yakın komşuya iyilik ve evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da Müslüman olmayan uzak komşuya iyilik zikrediliyor. Merhum Hamdi Yazır, tefsirinde13 bu âyetle alâkalı olarak şu hadis-i şerifi hatırlatır: “Komşu üç kısma ayrılır. Birincisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu Hristiyan, Yahudi ve müşrik komşudur.”14 Demek ki, komşu Hrıstiyan ya da Yahudi de olsa, Müslüman olmadığı halde ona da iyilik yapmak bir komşuluk hakkıdır ki iyiliklerin başı da tebliğ ve irşattır. –Bütün bunlara rağmen, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkanların kulakları çınlasın!..–

Evet, âyet-i kerimenin işaretiyle, nasıl maddî iyilik ve ihsanda anne babanın ve yakın akrabanın hakk-ı evveli var, öncelikle onları görüp gözetmek gerekiyor, tebliğ ve irşatta da hak önce onlarındır. Öyleyse, uzağa gitmeden evvel çevrene bakmalısın, başkalarına anlatmadan evvel ailene, akrabana, komşularına anlatmalısın. Cennet’e gitme yollarını evvela yakınların için açmalı; kalblerin Allah’la buluşması mevzuunda ilk defa yakınlarınla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmeli, onların gönüllerini Allah’la buluşturmalısın. Daha sonra da komşularından başlamak üzere bu vazife alanını daha da genişletmelisin.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâka dairesini gayr-i müslimleri de içine alacak kadar geniş tutmuştur. Fakat, işe evvela yakınlarından başlamıştır. Risalet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, önce Hazreti Hatice validemize, daha sonra da Hazreti Ali, Hazreti Ebû Bekir gibi akraba ve dostlarına tebliğde bulunmuştur. Zamanla daireyi genişletmiş ve Hristiyan, Yahudi ya da müşrik komşularının da ilâhî mesajdan istifade etmeleri için çalışmıştır. Meselâ, bir gün bir Yahudi komşusu, oğlunun vefat etmek üzere olduğunu söyleyip hüznünü ifade edince Allah Resûlü hemen kalkıp ölüm döşeğindeki genci ziyarete gitmiştir. O hiçbir zaman ve hiçbir yerden eli boş dönmediği ve Allah’ın izniyle her yerde gönüller kazandığı gibi oradan da o gencin kalbini kazanarak dönmüştür. Efendimiz, acılar içinde kıvranan genci görünce onun hâline acımış ve ona şehadet getirmesini tavsiye etmiştir. O, babasının yüzüne “İzin ver.” dercesine bakınca ve babası da “Ebû Kasım’a itaat et oğlum.” deyince gencin dudaklarından لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ sözleri dökülüvermiştir. Evet, Efendimiz oradan da tebessüm ederek ayrılmış, orada da bir kalb kazanmış ve bazı gönüllerin İslâm’ı kabul etmesi için de zemin hazırlamıştır. –İşte yakın durmanın hâsıl ettiği netice ve semere!..–

Hâsılı, bizler yakınlarımızdan başlayarak, uygun bir üslûp içinde dinimizi yakına da uzağa da anlatmakla mükellefiz. Çünkü, herkesin Müslüman olması söz konusu değilse bile, vukuu muhakkak gibi görülen gelecekteki korkunç fırtınaları ancak tebliğ ve temsil kahramanlarının diyalog ve hoşgörü anlayışıyla oluşturdukları dalgakıranlar durdurabilecektir. Dünyanın dört bir yanında olması arzulanan beyaz adalar, ışık ve sulh adacıkları ancak böyle bir anlayış sayesinde meydana gelecektir.

1 Şuarâ sûresi, 26/214.

2 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (26) 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/307.

3 Tebbet sûresi, 111/1.

4 Buhârî, vesâyâ 11, menâkıb 13; Müslim, îmân 351.

5 Buhârî, vesâyâ 11, menâkıb 13; Müslim, îmân 351.

6 Ebû Dâvûd, salât 156, 157; Nesâî, sehv 18.

7 Buhârî, edeb 96; Müslim, birr 165.

8 Buhârî, farzu’l-humus 6, daavât 11; Müslim, zikr 80.

9 Müslim, fezâilü’s-sahâbe 97; Tirmizî, menâkıb 60.

10 Buhârî, vesâyâ 11, menâkıb 13; Müslim, îmân 351.

11 Tevbe sûresi, 9/111.

12 Nisâ sûresi, 4/36.

13 Bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 2/1355.

14 et-Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 3/339; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 5/207.

-+=
Scroll to Top