Huşû ve Hürmet
İnsanın nefis ve enaniyet cihetiyle bütün bütün yok olması ve kendi uzaklığını aşarak gidip “vuslat” ve “üns billâh”a ulaşması önemli bir mazhariyet ve başarıdır; ancak her muvaffakiyet ve başarı gibi bunun da insan letâifi üzerinde bir kısım menfi tesirlerinin olabileceği göz ardı edilmemelidir; zira bu ufuk, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, her türlü tasavvur ve tahayyülleri aşkın en derin mânâların, fizik ötesi esrarın başları döndüren emare ve işaretlerinin tamamen ayân olduğu ufuktur. Böyle bir zirveye ulaşan artık ne o güne kadar görüp duyduğu, bilip işittiği nesneleri, hâdiseleri birbirinden ayırt edebilir ne de bu konuda sağlam bir muhâkeme yürütebilir. Dolayısıyla da, böyle birinin her zaman bazı iltibaslara girmesi söz konusu olduğu/olacağı gibi, hakikat-i hâle uymayan bazı beyanlarda bulunması da kaçınılmazdır. Her adımda Cenâb-ı Hakk’ın inayetine sığınıp selâmeti Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) vesâyetinde yürümeye bağlamış olanlar bu konuda istisna teşkil etseler de, bu hep böyle olmuştur; böyle olmuştur zira, görülme, duyulma, bilinme ve yâd edilme hakkı olan Sultanlar Sultanı kurbet, vuslat ve ünsüyle Kendini tam hissettirdiğinde hürmet, hudû ve huşû gibi şeylerle donanımı ve şuuraltı müktesebâtı tam olmayan hiç kimsede kendini ifade etmeye, kendi olarak görünmeye mecal kalmaz. Evet, böyle bir zirveye ulaşan müntehî, arş-ı kemalâtının irtifaı ölçüsünde sürekli bir sermestî yaşadığından, her zaman olmasa da, gayr-i iradî ihtisaslarının güdümünde hareket eder; bilmez sağını-solunu ve önünü-arkasını…
İşte pek çok garip ahvâlin kapı araladığı böyle olağanüstü bir durumda tabiatları sekir ve istiğraka açık kimi ruhlar edeb, hürmet ve huşû gibi şuuraltı müktesebât serhaddini aşıp, سُبْحَانِي مَا أَعْظَمَ شَأْنِي1 diyebilmiş; kimileri, Hakk’ın envâr-ı vücudu ile her şeyin muzmahil olup gitmesini, sadece hâl ve zevk mizanlarıyla değerlendirerek Cenâb-ı Hakk’a karşı edeb ve saygıyla asla telif edemeyeceğimiz “Ene’l-Hak” türünden sözlerde bulunabilmiş; kimileri, hâl ve zevkini ifadenin yanında temkin ve saygının da sesi-soluğu kabul edeceğimiz:
مَكَانَمْ لَا مَكَانْ بَاشَدْ نِشَانَمْ بِي نِشَانْ بَاشَدْ
نَه تَنْ بَاشَدْ نَه جَانْ بَاشَدْ كِه مَنْ أَزْ جَانْ جَانَانَمْ
دُو دِيدَه چُونْ پِـيرُونْ كَرْدَمْ دُو عَالَمْرَا يَكِي دِيدَمْ
يَكِي دَانَمْ، يَكِي گُويَمْ، يَكِي جُويَمْ، يَكِي خَوانَمْ
“Mekânım lâmekân, nişanım da bînişan oldu; zira ben Cânân iklimindeyim; iki gözümü de kaldırıp attım, iki âlemi bir görmeye başladım. Artık sadece Bir’i biliyor, Bir’i söylüyor, Bir’i arıyor ve (her şeyde) Bir’i okuyorum.” (Mevlâna) gibi sözlerle nefes alıp vermiş; kimileri, cezbin büyüsü, huzurun haşmeti, belki de tecellînin dehşetiyle: “Bana Hak’tan nida geldi, gel ey âşık ki, mahremsin / Bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefa gördüm / Mekânım lâmekân oldu, bu cismim cümle cân oldu / Nazar-ı Hak ayân oldu; özüm mest-i likâ gördüm.” (Nesimî) misillü beyanlarıyla sermest-i câm-ı aşk bir tavır sergilemiş; kimileri de:
“Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı
Cümlesinden el yudum pes du cihanım kalmadı;
Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine
Açtı gönlüm gözünü artık humarım kalmadı.”
(Ahmedî)
diyerek daha müteyakkızâne bir üslûpla “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”a işaretlerde bulunmuş ve şuuraltı donanımına göre ayrı bir hâl sergilemiştir…
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri ve emsâli asfiyâ, seyahatlerini her zaman mişkât-i nübüvvetin ziyası altında gerçekleştirdiklerinden temkinle oturup kalkmış, huşûyla soluk alıp vermiş, hudûyla gözlerini açıp kapamış ve nâehillerin fitneye düşmesine sebebiyet vermemişlerdir. Şiblî ve aynı mizacı paylaşan Hak dostları, meşrep ve tabiatlarının gereği ihsaslarını açıklamış, ağyâra sır, belki de koz vermiş; ama hürmet ve saygıda da asla kusur etmemişlerdir. Hallac, Sühreverdî ve İbnü’l-Fârıd çizgisindeki kalb erleri ise aşk u iştiyaklarında samimî, cezb u incizaba mazhariyetleriyle seviyeli olsalar da, sürekli sekr ve istiğraklarından ötürü temkinli davranamamış, başkaları için fitne olabilecek sözler söylemiş ve kendileri öyle düşünmeseler de laubalilere mesnet teşkil etmişlerdir. Peygamber yolunun hakikî mirasçılarına gelince, onlar, her zaman temkin yörüngeli yürümüş, ledünnî müşâhede ve iç ihsaslarını Sünnet mizanlarıyla test etmiş; Kur’ân mantığına ters gibi görünen bütün keşfiyatlarını şer’-i şerif esaslarına göre yorumlayıp ortaya koymuş ve ellerinden geldiğince düz yığınları iltibasa düşürmemeye fevkalâde gayret göstermişlerdir. Bunlar Hakk’a yakın durmaya önem verdikleri kadar Zât-ı Ulûhiyet’le münasebetlerinde de olabildiğine saygılı olmaya çalışmış ve hep edeb, hürmet, huşû içinde bulunmuşlardır. Tamamen bir kalb ameli olan huşû ve haşyet, zamanla onların düşünce, söz ve tavırlarına da aksederek, Hak karşısında da halk karşısında da onları numune-i imtisal birer temkin ve temsil kahramanı hâline getirmiştir.
Onların kalbleri, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, celâl ve ceberûtu ile kendilerinin acz ü fakr, ihtiyaç ve küçüklüklerinin müşterek mülâhazaya alınması sayesinde hep saygı ve tazimle atmaktadır; hâl ve beyanları da bu telakkiye tam bir tercüman gibidir. Onlar yolun başında da sonunda da her zaman edebli davranmış, saygıyla oturup-kalkmış, haşyet soluklamış; meleklerle atbaşı hâle geldiklerinde bile her zaman mahviyet ve tevazu mırıldanmışlardır.. evet, bu yolun yolcuları umumî mânâda hep böyle düşünmüş ve böyle davranmışlardır; ama yine de, kendi aralarında mârifet ufukları itibarıyla bir hayli farklılıklar söz konusudur: Bunlar arasında Allah’ı hatırladıkça kendine çeki düzen verip haşyetle iki büklüm olanlar bulunduğu gibi; her tavır ve davranışında O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla temkin ve teyakkuz soluklayanlar ve ömrünü derin bir ihsan şuuruyla hep O’nu görüyormuşçasına tir tir titreyerek geçirenler de vardır.
Hangi seviyede olursa olsun, huşû ve hudû sâlikin her hâlinde, seyr u sülûk-i ruhanî yolunun her menzilinde ve yakînin her mertebesinde olmazsa olmaz temel düşünce ve temel tavır olmalıdır. Şunu da hemen arz etmeliyim ki, hâşi’ olmak hâşi’ görünmekten farklıdır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Allah’ın, kullarından her zaman istediği, derin bir mahviyet ve acz ü iftikarla kendilerini nefy ve O’nu isbat azm u cehdidir. Yoksa, kalbinde olandan daha fazla saygılı görünmek ve bir kısım huşû tavırları sergilemek düpedüz riya ve O’na karşı da hürmetsizliktir. Eğer huşû Hakk’a kul olmanın gereği ise –ki öyledir– o, hakikate yürüme konusunda yolcunun kolu-kanadı, serası-zırhı, emniyet kemeri ve “urvetü’l-vüskâ”sıdır. Böyle bir kol ve kanatla Hakk’a yürüyen, başını seraya sokup o zırhı ilâhî hıfz u inayetin vesilesi olarak iyi kullanan, o kemeri hep yanında bulunduran ve o sağlam kulp ve halkaya sımsıkı sarılan –biiznillâh– her zaman yürür, ama kat’iyen kaymalar yaşamaz; temkinli davranır ve Hak yolunda Hakk’a saygısızlıkta bulunmaz.. gidip vuslat ve üns billâh ufkuna ulaştığında da hep, tabiatının önemli bir derinliği hâline getirdiği bu şuuraltı müktesebâtın tesir alanı içinde kalır. Zira, o bilmiştir bilmesi lâzım gelen şeyi, bildiği gibi hakikat ilminin mârifet kahramanları. Zaten إِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰۤؤُۨا “Allah saygısını tam olarak ancak O’nu tam bilenler duyar.” 2 fehvâsınca, Allah’a karşı gerekli hürmet ve tazimi de ancak O’nu sıfât-ı sübhaniyesi ve esmâ-i hüsnâsıyla tanımaya muvaffak olmuş ihsan ufkunda seyahat edenler bilebilir.. tabiî bilmeleri de herkesin kendi mârifet ufku seviyesine ve yakîn mertebesine göre farklı farklıdır.
Evet, kulun, Allah hakkında bilgi ve mârifeti ne nispette ise, tazim, temkin ve edebi de o seviyede olur. Âlimlerin en âlimi, âriflerin en ârifi: إِنِّي لَأَخْشَاكُمْ لِلّٰهِ وَأَتْقَاكُمْ لَـهُ “Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı en fazla saygılı olanınız benim.”3 beyanlarıyla bu hususu hatırlatıyor olmalıdırlar..! Aslında bunun böyle olduğunu yukarıdaki âyetin fezlekesinde görmek mümkündür. Bu âyetin sonunda, إِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ “Allah hem Azîz’dir hem de Gafûr’dur.”4 ferman edilerek, sadece Gafûr olmanın bazı mizaçlarda mutlak emniyet, nazlanma, hatta gururlanma gibi düşünce ve tavırlara sebebiyet verme ihtimaline binaen, “Gafûr” olmanın yanında yegâne galip, her şeyin hakkından gelebilen kudret-i kâhire sahibi, mağlup olma ihtimali bulunmayan ve hâkimiyet tahtının biricik sultanı demek olan “Azîz” ism-i şerifinin zikredilmesi, tergîble beraber terhîb, havfla beraber recâ gibi insan ruhunda haşyet, saygı ve tazim duygularını harekete geçirmek içindir. Ne seviyede olursa olsun, bence, hak yolcusunun yapması gerekli olan da işte budur. Kur’ân, وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ “Gaybda dahi Hazreti Rahmân’a derin bir saygı besler.”5 buyurur ki, henüz O’nun huzuruna varıp perdesiz, hâilsiz müşâhede ile şereflendirilmeden önce bile hep Hakk’ın celâl ve azametini mülâhazaya alır, ürperir ve kat’iyen “Nasıl olsa O bir Rahmân.” deyip kendini salmaz; O’nu Gafûr u Rahîm olarak düşündüğü aynı anda “Ben Gafûr u Rahîmim ama azabım da can yakıcıdır.”6 beyanıyla irkilir ve hemen her zaman hudû ve huşû duygusuyla soluklanır.
Böyle bir duygu henüz yolun başlangıcında bulunanlar için bir emniyet atkısı olduğu gibi, otağını vuslat ufkuna kurmuş üns billâh kahramanları için de laubalilik ve değişik türden şathiyyâta karşı güçlü bir tenbih ve sinyal dinamosudur. Mübtedîler, ancak bu duygu eşliğinde en tehlikeli yolları hiçbir şeye takılmadan, en az zahmetle katedebilir. Müntehîler de ulaştıkları zirvede konumlarının ve mazhariyetlerinin hakkını eda ederek vuslatı firkate, ünsü de yeni bir vahşete çevirme durumuna düşmekten kurtulurlar.
Kim olursa olsun, bir kimse, ruhuna hudû ve huşû hissini duyurabildiği ölçüde ne başkalarının kasâvetli korkularıyla sarsılır ne de herhangi bir endişe ile şuna-buna serfurû etme zorunda kalır. Zaten Cenâb-ı Hak da, evvelen ve bizzat Kendisini sevmemizi emrettiği gibi, korku hissimizi de Zât’ına karşı havf u haşyete çevirmemizi istemektedir. فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ “Onlardan korkmayın, sadece Benden korkun.”7 ferman-ı sübhanîsi bu konuda gayet açık ve nettir.
Lücce sahibi, kendi üslûbuyla bu hususa farklı bir ses katma sadedinde:
بَاشْ دَرْدِينْ أَزْ تَرْس زِقَهْرِ حَقْ كِه يَا
كَرْدَه مُحْكَمْ دَرْ زَمِينْ عَرْعَرْ زِبِيمِ صَرْصَرَاسْتْ
“Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbitkadem ol, ağaçlar şiddetli rüzgârların korkusuyla köklerini bulundukları yerde daha bir sağlamlaştırırlar.” der ki, bu da oldukça latîftir.
Kimileri hiçbir şey bilmez ve yürüdüğü yolun kendini nereye götürdüğünün farkında da değildir; yer-içer, yan gelir kulağı üzerine yatar; sonra da yaşadığı çizgide bir ölüm çukuruna –bu onun kanaatine göre bir üslûp– yuvarlanır gider.
Kimileri ilmi de, ameli de, akıbeti de buğulu bir cam arkasından temâşâ ediyor gibi sisli-dumanlı görür; mebde ve müntehâ hakkında ne mârifeti vardır ne de havf u haşyeti; mevsimi gelince o da, düşe-kalka hayatına benzer şekilde, sürüklenir yıkık-dökük inanç ve ameliyle kendine göre acıklı âkıbetine.
Kimileri ilm ü amelle yürür kendi sonuna doğru; mârifetle oturur-kalkar. Yer yer muhabbetle soluklandığı olur; ama hudû ve huşû bilemediğinden, amelini de ihlâs-ı etemmle bezeyemediğinden akı-karayı birbirine karıştırır ve çok defa kazanma kuşağında haybetler yaşayarak göçer gider bu dünyadan.
Kimileri tam tekmildir ilim, mârifet ve muhabbet adına. İhlâsla yürür yürüdüğü yolda; ne var ki, bunların da bazılarının, havf u haşyet, hudû ve huşû donanımları yeterli olmadığından bir kısım mazhariyetlerle başları dönebilir; bir şekilde durdukları yerin hakkını verip konumlarını korusalar da söz ve tavırlarından dökülen laubalilik, şathiyyât ve kulluk keyfiyetine münâfî değişik iddialar gibi ubûdiyetin esası olan mahviyet, tevazu ve hacâletle telifi imkânsız beyanlarda bulunarak gayri ciddî ruhlara malzeme ürettikleri de bir gerçektir.
Bu itibarla bütün mü’minler, hususiyle de Hakk’a adanmış ruhlar her durumda ve her kademede mehâfet ve mehâbet mülâhazalarını kontrol etmeli, huşû ve hudû adına şuuraltı müktesebâtlarını gözden geçirmelidirler ki, laubaliliğe düşmesinler ve kazanç yolunu hüsranlarla karartmasınlar.. Mizanü’l-İrfan sahibi sade bir üslûpla bu konuda çok hoş şeyler söyler:
“Korku öğret nefsine ey sâlikâ
Ol korkuyla gele nefsine bükâ;
Öyle korkmalı ki Hudâ’dan nefs-i dûn,
Havf-ı Hak’tan ola dem be dem zebûn.
Lâubali olmasın nefs-i denî
Sevk eder serbestliğe her dem seni.
Ehl-i iman lâubali söylemez
Terk-i teklife cesaret eylemez.
Havf-ı Hakk’a ol mülâzim dâimâ,
Kalbde olsun her an irfan rûnümâ.”
Aslında hudû u huşû ve bu duyguların insan ruhunda hâsıl ettiği mehâfet ve mehâbet hissi herkes için fevkalâde önemli; hakikî imanın en ehemmiyetli semeresi ve ilâhî teveccühlerle insana lütfedilen yakînin de en kıymettar neticesidir. Böyle bir semereyi derebilen ve bu neticeleri elde eden bir hakikat eri artık her şeye mâlik sayılır; zira o, her şeyin zimamı elinde bulunan Zât’a sıdkıyla teveccüh ettiğinden O’nun bütün ihsanlarına da namzet demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kudsî hadis diye rivayet edilen hoş bir sözle şunları ifade buyururlar:
“Cenâb-ı Hak kuluna: ‘Sen gönlünün huşûunu ve gözünün yaşını Bana armağan et, sonra hâcetin ne ise onu Benden iste ki, Ben de icabet edeyim; zira Ben yakınım ve her duada bulunana icâbet ederim.’ ferman etmektedir.”
اَللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
وَنَسْأَلُكَ مِنَ الْخَيْرِ كُلِّهِ عَاجِلِهِ وَاٰجِلِهِ
وَنَعُوذُ بِكَ مِنَ الشَّرِّ كُلِّهِ عَاجِلِهِ وَاٰجِلِهِ
وَنَسْأَلُكَ الْجَنَّةَ وَمَا قَرَّبَ إِلَيْهَا مِنْ قَوْلٍ وَعَمَلٍ
وَنَعُوذُ بِكَ مِنَ النَّارِ وَمَا قَرَّبَ إِلَيْهَا مِنْ قَوْلٍ وَعَمَلٍ اٰمِينَ.
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
1Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb 2/144; el-Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ 1/154.
2Fâtır sûresi, 35/28.
3Buhârî, nikâh 1; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/20; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/25.
4Fâtır sûresi, 35/28.
5Yâsîn sûresi, 36/11.
6Hicr sûresi, 15/49-50.
7Âl-i İmrân sûresi, 3/175.