I. “SIRÂTALLEZÎNE…” ÂYETİ

صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

İn’am: Allah’ın bize nimet vermesi, nimetin bize ulaşması demektir. Esasen أَنْعَمْتَ kelimesi harf-i cerre (edat) ihtiyacı olmadan kendinden sonra doğrudan doğruya bir nesneyle kullanılır. Bununla beraber عَلَيْهِمْ derken عَلَى harf-i cerri vardır. Bu, emrin yukarıdan geldiğine, galip ve her şeye hâkim biri tarafından emir verildiğine; bizim tarafımızdan bu emrin yerine getirilmesi gerektiğine bir işaret ve bir remizdir. Evet, bu harf-i cerle bizim mükellefiyetimiz, sorumluluğumuz ve Cenâb-ı Hakk’ın da azamet ve Rubûbiyeti anlatılmaktadır.

a. İn’am ve Nimetten İstifade Etme Nimeti

İn’amda, insanın nimet lezzetinden istifade etmesi ve haz duyması mânâsı da vardır. Allah bize nimet verir, biz de o nimetten lezzet alır ve haz duyarız. İşte buna “in’am” diyoruz. Burada esas itibarıyla işin sebebi anılıp neticesi murad edilmektedir. Şöyle ki, “En’amte” kelimesiyle in’am yani, nimetlendirme işi söylenir. Hâlbuki insana lezzet veren nimettir. Binaenaleyh o in’amdan istifade etme işine de nimet diyoruz. Arap كَمْ مِنْ نِعْمَةٍ لَا نِعْمَةَ لَهُ dediği zaman bunu kastediyor: “Nice nimet sahipleri vardır ki, onların nimetleri yoktur.” Yani nimetten istifade edemezler. Ekmeği, buğdayı, yağı, tuzu vardır da ağzının tadı yoktur yiyemez. Serveti, sâmânı vardır da gırtlağında bir ur çıkmıştır, bundan dolayı da sadece bulamaç içmektedir; nimetten istifade edemez. Erkekse zevcesi vardır, kadınsa zevci vardır, fakat bütün bunlardan istifade edemezler. İslâm ülkesinde doğmuş büyümüştür ama hakikatlere karşı gözleri kapalı ve habersizdir; “O mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.”

Evet, nimetlerin en büyüğü İslâmiyet’tir. Bu öyle büyük bir nimettir ki; daha büyüğü olamaz ama ne acıdır ki o, azametiyle, şümulüyle günde birkaç defa kendisini gösterdiği hâlde, minarenin dibinde, caminin kubbesinin altında yetişen pek çok kimse bu büyük nimetten istifade edememektedir. Kulaklarının dibinde tarrakalarla “Allah” denmektedir ama maalesef bunu duymamaktadır. Nice Ebû Talipler vardır ki, Ezel ve Ebed Sultanı’nın yaktığı sönmez şûlenin yanıbaşında ve kırk sene onu sinesine bastığı hâlde, ondan bir reşha, bir lem’a alamamış ve istifade edememiştir. Onun içindir ki, nimetin mevcudiyeti kâfi değildir. Nimetle beraber, o nimetten istifade yollarının bahşedilmesi de en az o nimet kadar mühimdir.

İşler iç içe o kadar girift ve o kadar karışıktır ki, in’am fiili Allah’a verilmezse hiçbir zaman meselenin altından kalkılamaz. Bundan dolayı biz in’am fiilini Allah’a vererek şöyle diyoruz: صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “Onların yoludur ki, Sen in’am ettin.” İn’amı biz edemeyiz, saltanat sahipleri melikler ve mâlikler de edemezler. Ancak o in’amı, mülk ve milk sahibi, her şeyin zimamı elinde, mekân ve zamanlar O’nun Arş’ının yanında, büyük bir çöle nispeten küçük bir halka kadar kalan Allah edebilir. صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ derken bütün hissiyatımızla bunu duyuyor ve ruhumuza da bunu duyurmaya çalışıyoruz.

Bizim nâmütenâhî nimetlere ihtiyacımız olduğu için, Allah’ın bize nâmütenâhî nimetleri olmuştur.. evet, biz ne liyakatımızla ne de iktidarımızla bu nimetleri dört bir yandan celbedemiyoruz. Bütün bunlar ancak Mevlâ’nın lütfuyla oluyor. Nimetlerin O’ndan gelişi bir lütuf olduğu gibi, bu nimetlerden istifade edebilmemizi temin etmesi de ayrı bir lütuftur…

b. Nimet Çeşitleri

Allah Teâlâ’nın bize verdiği nimetleri dünyevî ve uhrevî diye ikiye ayırabiliriz. Bunların bir kısmı vehbî bir kısmı da kesbîdir. Keza bunların da bir kısmı ruhanî bir kısmı da cismanîdir.

Allah (celle celâluhu) bize ruhanî nimet olarak bir hayat bahşetmiştir ki, biz bu hayat sayesinde, yalnız bulunduğu yerle münasebet kurabilen cansızlar gibi olmaktan kurtulmuş oluyor, bütün mekânlarla münasebete geçiyor ve rengârenk zemin yüzüyle alâka kurabiliyoruz. Bu, Allah’ın bize nefhettiği hususî bir eseri ve semeresidir. Yine Allah Teâlâ ruhanî olarak bize akıl, şuur, idrak sonra da bütün bunları anlayıp, anlatabilecek ve kendimizi bulmanın bir adı olan “vicdan”ı vermiştir.

Cismanî olarak da Allah bizlere beden, göz, kulak, burun ve ağız gibi azaları vermiştir. Bütün bunlarla biz, Allah’ın lütfedeceği zâhir nimetlerden ağızla istifade edilebileceklerden ağızla, gözle istifade edilebilecek nimetlerden de gözle istifade ediyoruz.. ve yine Allah kâinattaki seslerle, insan kulağı arasında bir münasebet tesis buyurmuştur ki, çıkan sesler o aşırı gürültüleriyle kulak zarımızı patlatmıyor.

Bu nimetlerin bir kısmı da bize vehbî olarak verilmiştir. Onların içinde bizim hiçbir dahlimiz, hiçbir rolümüz yoktur. Ve bunlara kimse parmak karıştırmamıştır. Şu bedeni meydana getiren uzuvlarımızın verilişi ve şu ruhî fakültelerimizin bahşedilişi hep vehbîdir. Bir mü’min için en büyük nimet olan iman, ancak ve ancak Cenâb-ı Hakk’ın bir atiyyesidir. İnsanın bunda bir tesiri yoktur. İnsan sadece verilen bu nimetlerin artmasına sebep olabilir. Bu husustaki vazifesi de sadece dua, talep ve şükürdür.

Allah’ın bizim ifrat ve tefritlerimizi, kulluğu terk edişimizi, haddi aşmamızı, bize verdiği kabiliyetleri suiistimal veya o kabiliyetleri âtıl bırakıp çalıştırmayışımızı bağışlamasına uhrevî nimetler nazarıyla bakılır. Diğer taraftan kalbimizin imana hazır olması, Cennet’in bizim için hazırlanması, Cennet’e karşı içimizde sonsuz bir iştiyakın bulunması uhrevî birer nimettir. Sen çiçeği, baharı, Cennet’i ve bütün Cennet, cemalinin tek bir cilvesi olan Allah’ın cemalini istiyorsun. Sendeki bu sonsuzluk arzusu, sana, senden olamaz. Bu arzu, her şeyiyle nâmütenâhî olan Allah’tan gelmektedir. Demek Cennet arzusunun senin içinde kabarması, seni şevke getirmesi, Allah وَاللّٰهُ يَدْعُۤوا إِلَى دَارِ السَّلَامِ1 derken, bu âyetin senin ruhunda mâkes bulması ve senin beklenti içinde o yola gitmen ve emin yolla Selâm Yurdu’na varıp ulaşman tamamen Cenâb-ı Hakk’ın hediyesi ve lütfudur, bunlarda senin dahlin de yoktur.

Uhrevî nimetler de vehbî, kesbî, ruhanî ve cismanîdir. Bunların bir kısmı mârifet hâlinde içimizde bize zevk ve lezzetini hissettirmektedir. Bir kısmı da cismanî arzularımıza cevap verecek şekilde; Cennet ve ebedî saadet hâlinde hazırlanmıştır. İşte صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ derken, dünyevî ve uhrevî, cismanî ve ruhanî, vehbî ve kesbî bahşettiği bütün nimetleri, nimetlenmeleri ihtiva edecek şekilde ne kadar Allah’ın nimeti ve lütfu varsa, o nimet ve lütuflara mazhar olmuş ve Allah’ı hoşnut etmiş salih zümrenin yoluna bizleri hidayet eyle Allahım diyoruz.

Bizler her an Cenâb-ı Hakk’ın, başımızdan aşağı yağdırdığı binlerce lütfuna mazharız. Bunlardan pek çoğu da bizim için hayatî değer arz etmektedir.

Bizler için tanınan hayat hakkı, ferdî ve içtimaî şuur ve bu şuurun sevkiyle teşkil edilen cemiyet ve bu cemiyetin salâhı, şükrünü eda etmekten âciz olduğumuz büyük ve çaplı nimetlerdir. Ayrıca, şahsî hayatımızı donatan sayısız nimetlerin yanında, hayatımızı ilim ve salih amelle süslememize müsaade buyrulması ve neticede de Cennet ve Cemal-i Bâki’yle müşerref olma gibi nimetlerin bizi beklemesi, takdir ve hayranlıkla sinelerimizi coşturacak büyük atiyyelerdir. Hele bu saadete erebilmemiz için “lütfen” hürriyetin ihsan edilmesi, kelimelerle anlatılacak gibi değildir.

Evet, hürriyet büyük bir nimettir. Hakikî mânâ ve tonunu da Allah’a kullukta bulur. Biz kayıt ve prangalarımızın bir ucunu Cenâb-ı Hakk’a teslim ettiğimiz zaman gerçek hürriyete kavuşmuş oluruz. Mevlâna’nın: “Her köle azad olduğu zaman sevinir. Ben ise, Sana köle olduğum zaman şâd ve mesrurum.” ifadesi bu hakikati ne güzel izah eder.

Cenâb-ı Hak bizi kendine bağlamakla bize hürriyet vermiştir. Hürriyet; insanın kendi hukukuna mâlik olması demektir. Kendini idare edecek bir hukuka mâlik olmayan insan esir ve köledir. Binaenaleyh vaz’-ı ilâhî olan kanunlarla idare edilmeyen ve bu kanunları tahrip edip değiştiren, beşerî kanunlarla insanı idare etmeye çalışan kimseler, bizi, kayıt ve esaret altına alıyorlar demektir. Onun içindir ki, Allah’a kulluğu kavrayamamış bir kimsenin hürriyetinden de söz edilemez. “Ben hürüm ve Allah’ın kuluyum.” diyebilme, vahdetin ifadesidir. “Başkalarının görüp gözetmesi altında hayatımı düzenliyorum. Başkalarının koyduğu kanunlarla idare ediliyorum.” mânâsına gelen bir ifade ise, esaret ve köleliği itiraftır.

Hürriyet, asla Allah’a kulluktan ayrı düşünülemez. İkisi arasında telâzum (birbirini gerektirme) vardır, yani gerçekten Allah’a kulluğunu tam hissedememiş, yani O’nunla doyamamış bir kimse, hürriyetin de ne demek olduğunu kat’iyen bilemez. Onun gönlünde o kadar mevhum ilâhlar vardır ki, kahramanlaştırılan herhangi biri ona ilâh olabildiği, olabileceği gibi, herhangi bir kuvvetli adam da ona ilâh olabilir. Çünkü o, kalb birliğine varamamış, kalbini tek noktaya teksif edememiş ve hürriyet havasını soluklayamamıştır. İşin en acı yanı da, böyle fertlerin meydana getireceği cemiyetin de devamlı esaret altında olacağıdır. Bugün çevremizdeki milletlerin bütünü esaret altındadır ve bunun sebebi de hürriyet nimetine karşı nankörlüktür. Evet, hürriyet nimetinin kıymetini bilmeyenlerden Allah da hürriyet nimetini almıştır.

c. Nimete Erdirilenlerin Yolu

اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ derken bu cümlede iki şık düşünüyoruz:

Birincisi اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ , ikincisi de اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ بِهِ عَلَيْهِمْ şeklinde بِهِ zamirinin takdiridir. بِهِ (o) zamiri takdir edilirken, bu “o”, صراط ’a işaret eder. Fakat herhâlde dikkatli araştırmacıların nokta-i nazarı olarak صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ demeyi tercih etmekte fayda var. Fakat zamiri kinaye olarak kullanmak da faydadan hâlî değildir. بِهِ zamirinin işaret ettiği صِرَاط kelimesiyle biz şu mânâyı anlamış oluyoruz: “Sen o belli yolda ol. Bu yol gelişigüzel yol değildir.” Bir bakıma harf-i tarifi ahd için kabul edersek, mânâsı şöyle olur: Bu yol, bizden evvel gelen en meşhur ve en namdâr insanların birer ay, birer güneş, birer yıldız gibi doğup battığı yoldur. Bu yol; binlerce münevver insanın gelip geçtiği güzergâhtır. Bu yol; İslâm uğrunda, şeriat ve din adına kurulan yüzlerce devletin yoludur. Bu yol; Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar beşerin yaşadığı yoldur.

Eğer harf-i tarife cins mânâsı verecek olursak; bu defa da belirsiz yol mânâsına gelir. Binaenaleyh biz bütün benliğimizle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor ve diyoruz ki: “Allahım, asıl mahiyetlerini, ulviyetlerini bilemediğimiz, fakat Senin katında büyük değer ve kıymetleri olan o kimselerin yoluna bizi hidayet etmeni istiyoruz ki, bizden sonra gelen kimseler de onların adlarını anarken, onlarla beraber bizi de ansınlar.” Bilhassa bu noktaya parmak basıyoruz. Yani bir gün gelecek bugün camileri dolduran cemaatlerin de adı anılacak ve اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ۝صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dendiğinde biz de onun içine girmiş olacağız. Binaenaleyh bu cümleyi söylerken insanın içinde bir iştiyak, bir şevk uyanır. Ben, beni hayırla anmaları, benim için dua etmeleri, hatta dualarında beni vesile tanımaları için benden sonraki neslime öyle bir miras bırakmalıyım ki, o sevabı kesilmeyen güzel işten daima istifade edilebilsin.

Harf-i tarifi ahd için kabul ettiğimiz zaman; صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetiyle murad, وَمَن يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَأُۨولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُۨولٰۤئِكَ رَفِيقًا âyetiyle kastedilen zümrelerdir. “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar Allah’ın in’am ettiği nebi, sıddîk, şehit ve salihlerle beraberdir. Bu ne hoş bir arkadaşlık, ne hoş bir kardeşlik, ne hoş hemdem olma, ne hoş beraber bulunmadır.”2

Demek ki أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile anlatılan nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihlerdir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraca yükselirken her peygamberi kendine has bir keyfiyette gördüğünü dile getirmekte ve Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf ve diğer peygamberlerin neler yaptığını ve nasıl bir hareket içinde bulunduklarını, ona bağlılıklarını ve münasebetlerini anlatırken, kendinden evvel kendi yolundan gelip geçenleri anlatmaktadır.3 Bu tablo, aynı zamanda camiye gelen cemaatin nasıl nuranî bir zümrenin arkasından gittiğini anlatma bakımından da çok önemli ve onların yoluna teşvik edicidir.

Bu tablo öyle bir tablodur ki, cemaat bunu ruh ve hayaliyle hissedip kavrayabilse Allah’a karşı zevk ve şevkle kulluğunu yapacaktır. Çünkü o, nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin, salihlerin arkasındadır.

Eğer harf-i tarif cins için olursa غَيْرِ الْمَغْضُوبِ kelimesi bundan bedel olur. Eğer ahd ise sıfat olur. Arapça’da sıfatla, sıfatlanan isim arasında uygunluk şarttır. صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ kelimesi arasında bir uygunluk olması lâzımdır. İkisi de belli mânâsına malum veya ikisi de belli olmayan mânâsına nekre olması, ikisi de tekil veya çoğul olması gerekir. Sıfatla mevsuf (sıfatlanan isim) arasında bu mutabakat olmazsa bunlar birbirinin sıfat ve mevsufu olmazlar. Arapça’da bir de izafet terkibi (isim tamlaması) vardır. İzafet-i mâneviye tarif ifade eder. Fakat muzaf (tamlayan); gayr, şibih ve misil kelimelerinden birisi olursa tarif ifade etmez. غَيْرِ kelimesi mârifenin (bilinen ismin) başına da gelse yine tarif ifade etmez. Gayr, tam zıddına muzaf olursa bir ölçüde tarif ifade eder. غَيْرِ ’dan sonra gelen kelime ona asla mârifelik kazandırmayacaktır.

Bütün bunları şu hususu anlatabilmek için arz ediyorum: Burada, sıfat düşünmek biraz zor olacak, bedel ise hepten uzaktır. Bedel olsa ne olur, sıfat olsa ne olur? Bedelde mübdelün minh (kendisine bedel olunan kelime)’den ziyade ondan sonra gelen kelime kastediliyor. O zaman mânâ şöyle olur. –Sanki burada أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ kelimesi hiç kastedilmiyor.– Yani, “Allahım, bizi öyle bir yola hidayet et ki; o yol, mağdûbîn ve dâllînin yolu değildir.” Hâlbuki burada hükme esas teşkil edecek kelâm غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ değildir.

Bu iki cümle arasındaki münasebeti kurduktan sonra غَيْرِالْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ ’e geçmek istiyoruz:

d. Gazaba Uğratılmayanların Yolu

Gazap; öfkelenme, şiddet, hiddet gösterme ve hışımlanma demektir. Başlangıç itibarıyla ona; şiddet, hiddet, hışım gösterme denmez. Belki ondan bunların neticesi olan intikam alma veya bir belâ gönderme gibi fiiller kastolunur. Demek ki غَيْرِالْمَغْضُوبِ dediğimiz zaman, “Allah’ın belâsı başlarına gelmemiş ve Allah’ın intikamına mâruz kalmamışların yolu.” mânâsı anlatılmak isteniyor.

Burada ayrıca şu hususa da dikkat edilmelidir: Her gazap, her şiddet, her öfke ve her hiddet muhakkak belâ ve musibet demek değildir. Bir şeyde gazab bulunur ama altında rahmet de olur. Her gazap rahmetin bittiği noktada başlamaz ve her rahmet de gazabın başladığı noktada sona ermez. Hatta bazan gazabın içinde de rahmet bulunabilir. Meselâ: Bir adam birini öldürür. Bu kâtil hakkında şeriatın –tabir caizse– gazap tezahürü vardır; öldüren öldürülecektir. وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَۤا أُۨولِي الْأَلْبَابِ “Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri.”4 İşte, o kâtile karşı şeriat adına hıncımız vardır. Kur’ân ona karşı şiddetli ve hiddetlidir. Fakat buradaki şiddet ve hiddete rahmetsizlik diyemeyiz. Çünkü bu hükümde mazlum ve hakkı çiğnenene, ayrıca cemiyete ve toplum hayatına bir rahmet de vardır. Demek oluyor ki, gazabın içinde gizli bir merhamet var. سُبْحَانَ مَنْ جَمَعَ الرَّحْمَةَ وَالْغَضَبَ “Gazap ve rahmeti cem eden Allah’ın şânı ne yüce, ne mukaddes ve ne münezzehtir!”

Kur’ân bu mânâdaki gazaba şu âyetle de işaret eder: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “And olsun ki sizleri korku, açlık, mal, ekin, kazanç ve evlât noksanlığıyla imtihan edeceğiz.”5

Evet, bütün bunlar, gazab-ı ilâhîdir. Fakat bu gazaba uğrayan ne mel’un, ne Yahudi, ne de Nasranidir. Onun içindir ki her gazapta rahmet mutlaka kesintiye uğramaz. İnsan ruhî hayatıyla, kalbî âlemiyle Allah’a müteveccih olduktan sonra gazaplar, Allah Resûlü’nün de ifade buyurduğu gibi onun hakkında ayn-ı rahmet olur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu muştu dolu beyanıyla bize büyük bir hakikati anlatmaktadır:

“Mü’min ne bahtlı, ne tâli’li kimsedir! Evet, onun bütün işleri hayırdır. Bu, mü’minden başkası için de söz konusu değildir. Kendisine varlık isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur. Darlık isabet ederse sabreder, bu da onun için hayır olur.”6

İşte biz غَيْرِ الْمَغْضُوبِ derken, Allah’ın gazabına uğramış ve Allah’ın yolundan çıkmış insanlardan olmamayı O’ndan talep ediyoruz.

e. Haktan Sapmayanların Yolu

اَلضَّالِّينَ kelimesine gelince; Arapça’da ضَلَال sapıklık demektir. اَلضَّالّ de sapık insana denir. اَلضَّالِّينَ ise “sapıklar” mânâsına bir çoğuldur. Dalâlet bazen şaşkınlıktan olur, bazen de şaşkınlık dalâletten olur. Dalâlet; körlük, aklı kullanmama ve hayrette kalmadır ki, bunlar bazen de dalâlete sebeptir. Bazen de insan dalâlete düşer, sonra da arkasından akılsızlık, bunaklık, şaşkınlık, hayret ve dehşet gelir. Bunlar bir bakıma birbirinin lâzımıdır. Âdeta aralarında bir telâzum ve devir var gibidir. Evet, biz غَيْرِالْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ derken Cenâb-ı Hakk’a, şaşkınlık ve hayret içinde dalâlette bulunan, hak ve hakikatin berrak yüzünü göremeyen kimselerin yoluna atmaması için rica ve niyazda bulunuyoruz.

Burada ayrı bir husus da şudur: غَيْرِالْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ âyetindeki اَلْمَغْضُوبِ ve اَلضَّالِّينَ kelimelerinin başında harf-i tarif vardır. Arapça’da harf-i tarifin; ahd-i zihnî, ahd-i haricî, cins ve istiğrak gibi mânâlara geldiği malumdur. Burada lâm-ı tarifi cins mânâsına alacak olursak; ne kadar dalâlete girmiş ve ne kadar Allah’ın gazabına uğramış varsa hepsini kasdetmiş ve onların gittikleri yola düşmemek için, Allah’ın hidayetine sığınmayı talep ettiğimizi ifade etmiş oluruz.

Eğer lâm-ı tarife istiğrak mânâsını verecek olursak; teker teker her fert ne çeşit dalâlete girmişse onların gittikleri dalâlete gitmekten Allah’a sığınıyor ve O’nun hidayetini talep ediyoruz demektir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: اَلْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ: اَلْيَهُودُ وَالنَّصَارَى “Allah’ın gazabına uğramış, Yahudiler; sapıklara gelince onlar Nasârâdır.”7 buyurmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerim, gadaba uğramışları ve dalâlete düşmüşleri, Yahudi ve Hristiyanlar olarak gösterdiği gibi, bazen de onların dışındakileri kasdetmektedir. Binaenaleyh bu âyetlerle, sanki şöyle denilmek istenmektedir: “Müslümanların en yakın zıddı Yahudi ve Hristiyanlardır. İşte kâfirler de dahil ne kadar Allah’ın gazabına uğramış ve dalâlete düşmüş varsa, onların yoluna itilip atılmadan Allahım Sana sığınıyorum.”

Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de, Yahudiler hakkında şöyle buyuruyor: وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَۤاؤُۧا بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ “Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu ve onlar Allah’ın gazabına uğradılar.”8 Böylece Allah, Yahudilerin Kendi gazabına uğradığını anlatıyor. Hristiyanlar hakkında: قُلْ يَۤا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَاتَتَّبِعُۤوا أَهْوَۤاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَأَضَلُّوا كَثِيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَۤاءِ السَّبِيلِ “Ey Ehl-i Kitap! Dininizde yok yere aşırılığa girmeyin! Bundan önce şaşmış, pek çoklarını da şaşırtmış ve doğru yoldan sapmış bir kavmin heva ve heveslerine uymayın!”9 demek suretiyle onların taşkınlık yaptıklarını, dalâlete düşüp başkalarını da idlâl ettiklerini, yani sapıp saptırdıklarını, sapıklığı şiâr hâline getirmiş olduklarını yüzlerine vuruyor, onları da Yahudiler gibi damgalıyor. Bu açıdan denebilir ki, en hafif kâfirden en katı kâfire kadar, hepsi bir nevi Allah’ın gazabına uğramış ve bir çeşit dalâlete düşmüşlerdir.

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun devrindeki sahabeye hatta kıyamete kadar gelecek bütün cemaatlere mel’un olarak anlatılan Yahudi ve Hristiyanlar, acaba o zaman ne haldeydi ve niçin gazaba uğramış, dalâlete düşmüşlerdi? Ve niçin onlara “sapık” deniyordu? Şimdi kısaca buna da bir göz atalım:

O dönemde bir kısım yahudiler Tevrat’ı tahrif etmişlerdi. Kendi yazdıkları şeylere “Allah’ın Kitabı” diyorlardı. Ruhanî reisleri arzu ve isteklerine göre kitaplara şerh koyuyor ve halka “Allah kelâmı” diye anlatıyorlardı. Nazarlar tamamen maddeye yönelikti; Gönüllerden Allah’a iman sökülüp atılıyor ve onun yerine maddî refah, huzur ve saadet yerleştirilmeye çalışılıyordu. Böylesine sefilleşen bir düşünceyi çokluktan birliğe, sondan başa ve fâniden Bâkî’ye çevirmek için bütün güçleriyle savaşan peygamberler, onların eliyle hunharca şehit ediliyor; evleri basılıyor, dağa kaldırılıyor, haklarında ölümler kesilip biçiliyor ve testerelerle ikiye bölünüyorlardı.

Esasen Yahudi daha Hz. Süleyman’ın ardından mânevî saha ve plânda tamamen yıkılıp gitmiş ve iflas etmişti. Ve bu mânevî yıkılışı, maddî yıkılış takip etti. Artık Hz. Süleyman’dan sonra gelen devlet idarecileri Yahudiyi idare edemez hâle gelmişlerdi. Maddeleri mânâya bağlıydı. Derken üst üste esaret dönemleri başladı. Yahudi her yerde horlanıyor ve hakaret görüyordu. Bunun için de, varlığını, gizli cemiyetler kurarak muhafazaya çalışıyordu. Böyle yanlış bir yola girdiğinden dolayı da kendine en yakın olan kimseleri dahi kuşkulandırıyordu. Böylece, o hem madde plânında, hem de mânâ plânında rahmete liyakatını ve rahmetten istifade hakkını kaybediyordu.

İşte bu tabloyu seyredin ve غَيْرِالْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ damgasının o insanların alnına vuruluşunu görün; sonra da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olarak, geçmiş o ümmetin düştüğü çukura düşmemek için; sakın sakın maddeyi mânânın yerine koymayın! Gönüllerde Allah yerine ekonominin, iktisadın, maddî refah ve saadetin yerleştirilmesine taraftar olmayın! Resûl-i Ekrem’in getirdiği yolda, anlattığı hakikatler içinde halkı hakikî yol olan tarik-i müstakîme hidayet etmeye çalışın! Çünkü insanlar hep aynı yerden düşer, aynı şeylerle bozulur ve aynı şeylerle Allah’ın gazabına uğrarlar. Nitekim sizin en yakın zıddınız olan Yahudiler de bu yollarla düştü ve helâk oldular.

Hristiyanlar da İncil’i tahrif etmiş, İncil sayısını yüzlerceye çıkarmışlardı. Evet; İznik Toplantısı’nda dörde indirileceği âna kadar, birbirini yalanlayan yüzlerce İncil vardı. Mezhep mücadeleleri ve iç kavgalar, Hristiyanlığı yiyip bitiriyordu. Nasıl olmasın ki, mantık azledilip, akıl da hapsedilmişti. Mantık ve akla “yasak!” damgası vurulmuştu. İkisi de, ibadethaneye giremiyordu. Ruhanî reisin yanına gelen, akıl ve mantığıyla gelemiyordu. Mantıksızca teslis akidesine inanıyordu. Ona göre ilâh hem birdi hem üçtü. İşi böylesine raydan çıkaran ruhanî reisler, rahatlıkla ibadethanede cennet satıyor ve insanları cehennemden kurtardıklarını iddia ediyorlardı. Böylece o insanlar da sapmış ve sapıklar hâline gelmişlerdi. Tarik-i müstakîm çoktan unutulmuş ve Hz. İsa’nın yolu çoktan terkedilmişti. Binaenaleyh, bunlar dünyanın bütün nimetleri içinde gark olsalar dahi yine sapıklık ve dalâlet içindeydiler.

Ve işte bizi bunların yoluna atılıp itilmeden de muhafaza buyurması için Allah’a niyaz ediyor ve “Allahım, bizi onların yoluna da itme.” diyor, sonra da bu umumî duanın kabulü için “âmin”lerle gürlüyoruz.

1 “Allah insanları mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir.” (Yûnus sûresi, 10/25)

2 Nisâ sûresi, 4/69.

3 Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264

4 Bakara sûresi, 2/179.

5 Bakara sûresi, 2/155.

6 Müslim, zühd 64.

7 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/378, 5/32, 77.

8 Bakara sûresi, 2/61.

9 Mâide sûresi, 5/77.

-+=
Scroll to Top