İç Çürüme ve Onarım Yolları

Bugün bütün insanlık farklı derecelerde bir bekleyiş içinde; bir nur, bir ziya ümidiyle sabahlayıp akşamlıyor. Öyle ki pek çok göz, sürekli ufuklara bakıyor ve bir “fecr-i sadık” hecelemesi hülyalarına dalıyor; dalıyor da maşrıkta çakan her şimşekte yeni bir şafak hissine kapılıyor. Beklediğini göremeyince de iç içe inkisarla inlemeye duruyor; duruyor ve ümit beklediği ufuklara yönelerek مَتَى الصَّبَاحُ؟ “Sabah ne zaman?” niyaz edalı inkisar nağmeleriyle başını önüne eğip kırık bir intizar heyecanına yelken açıyor. Bir taraftan geçmişin muhteşem günlerini resim resim temaşa ederken, diğer yandan da günümüzün ürperten tablolarıyla ümit-yeis arası gel-gitlere kendini salıyor ve hafakan türküleri mırıldanmaya koyuluyor.

Her yanda üst üste çözülüşleri resmeden ürpertici tablolar; çözülüşlere yeni çözülüşler katan kirlenmiş duygular; erâcif içinde bocalayıp duran mülevves ruhlar; künde künde üstüne devrilmiş ümitler ve olup-bitenleri görmeyen, anlamayan ölü kalbler, felç olmuş ruhlar, ötelere kapalı ufuksuz hurda gönüller… Kulaklar semavî seslere (mesmûât) kapalı; gözler, tekvinî emirleri doğru görüp doğru okumada kendine inat; idrakler, çerçeveleriyle örtüşmeyen pozitivizm, natüralizm, materyalizm yaveleriyle mest ü mahmur ve dolayısıyla en parlak hakikatler küsûf içinde küsuflarla karanlıklara, karanlık ruhlara emanet… Görülen tablo firavunların zift düşünceleriyle simsiyah kesilmiş, âdeta bir leyl-i yeldâyı andırıyor.

Bütün bunlara karşılık, insan muamma ve hakikatini anlayıp anlatmaya teşne ruhlar azlardan az; onların da ağızlarında fermuar, kollarında kelepçe ve başlarında kırbaçlar, ekstra bir inayet beklentisi içindeler. Ümitliler, “Allah bes, bâkî heves!” teslimiyetiyle oturup kalkıyor, yer yer;

“Felek bütün esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,

Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten.”

(N. Kemal)

mısralarıyla nefes alıp veriyor ve “Dert bî hadd ü pâyân, her yanda kaba kuvvet, zulüm ve vahşet nümâyân, oturup kalkıp inlemeyle soluklanan, dört bir yanda sızlanıp duran yığın yığın gariban!” deyip sızlanıyorlar. Fakat bu âh u vâhı ne kalbini şeytana kaptırmış serkârlar, ne de şöyle-böyle mürekkep yalamış, büyüklükleri şekle emanet elitler asla duymuyor, duysalar da nazar-ı itibara almıyor; aksine zulmü alkışlıyor, zalime yahşi çekiyor ve Amnofislere Hâmânlık peşinde koşuyorlar. Gayrı mazluma, mağdura da çekme ve inleme kalıyor.

Allah, insana, neyin ne olduğunu ve varlık hakikatinin iç yüzünü keşif ve tespit etmek üzere akıl ve kalb vermiştir. Şayet o bu dinamiklerle çevresinde olup bitenlerin ne olduklarını, ne ifade ettiklerini bilmez, bilip değerlendirmezse, bilerek-bilmeyerek “Ahsen-i takvîm” çizgisini koruyamamış ve sürçmeler, sapmalar fasit dairesi içinde ömür tüketmiş olur; akı-karayı birbirine karıştırır.. çiçekleri diken görmeye başlar.. güllerin güzelliklerini anlayamaz.. ve bülbül nağmelerini saksağan hırıltıları gibi değerlendirir. Çok defa sıyrılamaz bu çarpık telakkilerden; sıyrılamaz da hata üstüne hatalar irtikâp eder; yaratılış keyfiyetinin çok altında sürüm sürüm olur ve takılır ziftten düşüncelere; sürüklenir ruhta, gönülde iç içe deformasyonlara; kendini bitiren, bitirecek olan çözülmelere ve önlenemez hiçliğe…

Aslında, bu sapkınlık ve çarpıklıklardan sıyrılmanın vazıh bir yolu vardır ama gel gör ki, hayatını hevâ-i nefis güdümünde sürdürenler bir türlü bunu görememekteler. Oysaki her şey açık ve net olarak değişik dillerle, bir kısım farklı lisan ve üsluplarla hep o çıkış yolunu seslendirerek bizi o hedefe yönlendirmektedir. Bu yol, bütün eşya ve hâdiselere hâkim o Zât-ı Ecell-ü A’lâ’nın “min haysü hüve hüve” bilinip inanılması; böyle bir marifet merceğiyle eşya ve hâdiselerin tekrar ber tekrar hallaç edilip tahlil ve terkibe tâbi tutulması; topyekün varlığın arka plânlarıyla ele alınması; mahiyet-i insaniyede meknî esrarın, riyâzî analizlerle umum kevn ü mekânların okunup incelenmesi; dünya ve mâfîhânın kendi konumlarıyla doğru değerlendirilmesi; dahası bu tür fikrî aktivitelerin ara verilmeden devam ettirilmesi şehrahıdır.

Böyle bir azm u ikdâm, insanın maddî-manevî anatomisini riyazî analizlerle tahlile müeddî olup, kâinatın bir fihristi olan mahiyet-i insaniyenin bir projektör hâline gelmesine ve bu projektörle kainat kitabının doğru okunmasına vesile olacaktır ki, bu da düşünen bir varlık olan insan için hayatî bir reçete mahiyetindedir. Bu reçete ile insan derlenip toparlanarak, elli türlü düşünce inhirafından korunmuş ve bu sayede kendini fethetmiş gibi olacak.. değişik çarpık düşüncelerden bir bir sıyrılacak.. ilim adına vehim ve kuruntulara sürüklenmekten kurtulacak ve O’na yönelmenin inşirahlarını yaşayacaktır. O’nu sevecek; aşk u iştiyak türküleriyle oturup kalkacak ve sürekli vuslat arzuları mırıldanmaya duracaktır.

Kendini, kendine has derinlikleriyle okuyup keşfedememiş bahtsızların o Biricik Yâr-ı Vefadâr’ı bilip O’na dilbeste olmaları, cismanî ve hayvanî yönlerinden sıyrılarak yaratılış gayeleri istikametinde yol almaları; bütün beşerî vartaları aşarak kanat çırpıp O’na doğru vuslata koşmaları imkânsızdır, özel bir teveccüh inayeti olmadığı takdirde.

***

İnsanın ciddi tefekkür ve tedebbürlerle kendini doğru okuyup değerlendirmesi, o Biricik Doğru’yu bilip O’na yönelmesi adına hayatî bir yol ve yöntemdir. İnsan böyle bir bakış açısı ve bu bakış açısına lütfedilen iman ve marifetle, ne için yaratıldığını, kendinden istenen ve beklenen hususların neler olduğunu ve nebilerin soluklarıyla vicdanlara duyurulan şeylerin neden ibaret bulunduğunu anlar; varlık içindeki yerini, konumunu hecelemeye başlar.. adım adım, fasıl fasıl bütün benliğiyle mihrabına yönelir.. ve yaratılış gayesini idrakle salar kendini Gayeler Gayesi’ne ulaştıracak çağlayana. Yürür bu iç içe keşif yollarıyla; anlar maddî-manevî derinliklerin, varlık muammasının sırlı birer anahtarı olduğunu. Mahiyet enginliklerine her yelken açışında farklı bir kısım çağrılarla daha derinlerden davet mesajları alır; bir sonsuzluk yolcusu mülâhazasıyla bütün faniyât u zailâta sırtını döner; çözülmelere karşı çözülmez seralar oluşturur.. ve sorgulamaya durur nefsini, nasıl yaşaması, nasıl davranması gerektiği hususlarında.. değişik analizlerden geçirir kendini.. farklı sentezlerle katlar metafizik gerilimlerini.. bakıp görenler nezdinde bir “muktedâ bih” görünümü sergiler.. uyarır uykuda olanları sabâ nağmeleriyle.. ve yönlendirir Hakk’a, kibirden, gururdan, ucubdan arınabilmiş gönülleri…

Bunun aksine, kendilerini keşfedememiş bir kısım tıkanık ruhlar ve bakmayı, görmeyi birbirine karıştıranlar vardır ki, bunlar duymazlar varlığın hâl diliyle dört bir yanı velveleye verdiğini.. bilemezler eşya ve hâdiseler içindeki müstesna yerlerini.. sürekli kulak tıkarlar metafizik ses ve nağmelere.. hep körler, sağırlar gibi sürdürürler hayatlarını.. ve anlamazlar varlığın her bir harfinin “Hû!” deyip O’nu işaretlediğini. Bu his ve heyecan mahrumu bedbahtlar, canlı cenazeler gibi oturur-kalkarlar; oturur-kalkarlar da sürekli tenakuzlarının hâsıl ettiği iç burkuntularıyla yutkunup dururlar…

Oysaki insanın kendini keşfetmesinden geçer vuzuh ve inkişaf bekleyen hususların bilinip tanınması, farklı tahlil ve terkiplerle eşya ve hâdiselerin gerçek mahiyetlerinin anlaşılması. Bu analiz ve sentezlerle akıl, ruh ve insan letâifi birer mercek hâline gelir; insanda “Daha, daha!” deme hislerini harekete geçirir ve onu, bulacaklarını bulma yoluna yönlendirir. Ve bir gün gelir bu mütemadi aramaya mutlaka lütuf tecellî boyundan neler ikram edilir neler!.. İşte o zaman; “Kendini bilen Ben’i bilmeye koyulur.. Ben’i arayan mutlaka bulur.” hakikati şule-feşân olur ki, ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği de budur…

Bilakis, kendini, Allah karşısındaki konumu itibarıyla bilip tanımayan, sürekli düşünce sürçme ve çelişkileri yaşar.. ömrünü alt tabakadaki varlıklar gibi sürdürür.. yer, içer, yan gelir kulağı üzerine yatar. Dolayısıyla da bir gün mutlaka tuz-buz olup eriyip gitme streslerinden sıyrılamaz.. iç içe hafakanlar yaşar.. oyun-eğlence ve sarhoşlukla, değişik tenvîm yöntemleriyle kendinden kaçar.. ve hiçbir şey elde etmeden nakd-i ömrünü boşuna harcamış olur ki, günü geldiğinde hayat mumu söner, o da kendini hep korkup titrediği o acı akıbetin âğûşunda bulur.

Günümüzde böyle aklını yitirmiş ve tamamen şeytanın güdümüne girmiş nefs-i emmârenin azat kabul etmez bendelerinin ve isyan çağlayanına yelken açanların hadd ü hesabı yok. Başlarında hevâ kırbacı, dimağlarında bir sürü kirli düşünce, cismanî ve hayvanî hislerle oturup kalkanların sayısı belli değil. Kalbe ve ruha inat mesâvî alkışlanıyor, mezalime yahşî çekiliyor, düşünceler meflûç, kalbler şeytana emanet, yıkılmış semavîliğe ait ihsaslar ve iplik iplik sökülüp gitmiş insanı insan yapan bütün değerler.

“Haya sıyrılıp gitmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde…

Ne çirkin yüzleri örtermiş meğer o incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bîmedlûl;

Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Ne tüyler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman serâb olmuş.

Mefâhir kaynasın gitsin de kesilsin vicdanlar lâl…

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!”

(M. Âkif)

mısraları dört bir yanda toplumdaki bu iç içe çözülüşleri seslendiriyor gibi –aslında gibisi de yok ya!..– Yığınlar konumlarından habersiz ve çok alt alanlardakilerle yarış içinde.. varoluş esprisini umursamayanların adedini Allah bilir.. yığınların en az tanıyıp bildikleri yine kendileri.. bugünü, yarını birbirine karıştırarak geceliyor ve sabahlıyor en meşhur dimağlar.. kimsenin varlık ve eşya hakkındaki esrar ve mânâyı anlamaya tahammülü yok.. binler-yüz binler “ahsen-i takvîm”e mazhariyetini bütün bütün unutmuş ve sere serpe yaşıyor.. kendini ve varlık içindeki konumunu heceleyen/heceleyebilen insanların sayısı azlardan az.. sırtlarını hayat meltemlerinin esip geldiği kapıya dönüp yaşayanların hâlleri yürekler acısı.. çoklarının dimağı bugüne kilitli ve peylenen peylenene yürüyorlar bir kahredici meçhule doğru.. kalmamış pek çoğu itibarıyla yığınlarda kalbî ve ruhî hayat düşüncesi. Tam resmedilmese/edilemese de tablo, “urve-i vüskâ”yı elden kaçıran bahtsızların göze çarpan ahval-i pürmelallerinden sadece birkaç satır; tamamı, tarihin yüz kızartacak sayfalarına emanet…

Böylelerinden pozitif bir şey beklemenin aptallık olduğunda şüphe yok.. böylelerinden bir şeyler bekleyenlerse ümitleri alıp götürecek kadar, çoklardan çok.. hak urbası içinde sahne sahne sergilenen bâtıl, bütün gönüllere otağını kurmuş gibi.. kendilerinden hakka tercüman olup doğruyu anlatmaları beklenen şeklî elitler ve din bezirgânı ham ruhlar ise dillerini yutmuş dilsiz şeytanlık girdabında ve bâtıla çanak tutmakta.. hak kisvesiyle sahnelendirilen ve kitleleri sürüleştiren ayak oyunları, şeytanları bile utandıracak mahiyette.

Bütün bu negatif şeyler toplumun/toplumların hakiki kimliklerini yitirdikleri meş’ûm bir zaman diliminde başlamıştı; şansımıza veya şanssızlığımıza günümüzde kavaklar gibi boy atıp gelişti. İç ve dış dünyamız itibarıyla kendimiz olmaya döneceğimiz âna kadar da devam edecek gibi görünüyor. Hiçbirimiz öyle olmasını istemeyiz ama mahiyet-i insaniyenin maddî-manevî anatomisiyle dosdoğru okunup değerlendirileceği, eşya ve hâdiselerin bütüncül bir nazarla yeniden tahlile tâbi tutulacağı, peşi peşine kaçırılan fırsatlar telafi edilip birkaç asırlık yırtıkların uygun yamalarla yamanacağı ve yeni bir diriliş faslının yaşanacağı/yaşatılacağı bir kutlu bayram gününe kadar da devam edeceğe benzer.

***

Bu konudaki o mübarek “ba’s ü ba’de’l-mevt”in ilk basamağı, Hazreti Allah ile Hâlık-mahlûk münasebetinin gerçekleşmesine; varlık içinde insan olarak yerimizin doğru tespit edilmesine; mahiyet-i insaniyenin bir fihrist gibi yanlışsız okunup kevn ü mekânları temaşada bir mercek, bir rasathane gibi kullanılmasına; eşya ve hâdiselerin tekrar tekrar tahlil edilmesine vâbestedir. Bütün bu hususların realize edilmesiyle dirilişe erip, arkamıza aldığımız mihrabı tam tespit ile sinelerimizde, sis ve dumanla belirsizleşmiş Kâbe-i hakikiyi müşahede sayesinde, kıble birliği unvanıyla vifak ve ittifaka açık hâle gelecek ve bunu tevfîk-i ilâhîye bir çağrı, bir niyaz sayarak yürekten “vâ gavsâh” deyip gerçek konumumuzu düşlemeye çalışacağız/çalışmalıyız…

Sistematik düşünce, mahrûtî bakış, bildiğimiz şeylerin bir kere daha sorgulanması, taklit cadısının tesirinden sıyrılma, kibir, gurur, ucb, bencillik levsiyâtının ayaklar altına alınması bu oluşum ve bu dirilişte olmazsa olmaz esaslardandır. “Ben” deyip oturup-kalkanların, büyüklük taslama maraz ve hummasıyla kendilerine takılanların ve kendilerini aşamayanların, alkış ve takdir beklentisiyle ufuklarını karartanların, çıkar ve menfaat uğruna bir kısım sefil ruhlara takılıp onlara zangoçluk yapanların kendileri olmaları imkânsızdır ve böylelerinden bir şey beklemek de beyhudedir. Zira sayılan bu hususların hemen hepsi, gözü kör, kulağı sağır, kalbi iğrenç bir et parçası hâline getiren onmaz birer marazdır ve tedavileri de iradelerin hakkının verilmesiyle ekstra bir inayete kalmıştır. Eğer onlardan bu ölçüde bir gayret ve ötelerden de bir lütuf ve utûfet eli imdada yetişmezse, insanın manevî anatomisine musallat olmuş bu emraz-ı manevîye mezara, hatta daha ötelere kadar elini bunların yakasından çekmeyecektir. Böyleleri bütün diriliş yollarına rağmen o iç içe fasit daireler girdabında gidip kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla yokluğa yuvarlanacak ve zincirleme deformasyonlarla en alt tabakadaki varlıklar seviyesine düşeceklerdir.

Mahiyet-i mübeccelesiyle melekleri bile imrendirecek potansiyel bir konumu haiz bu “ahsen-i takvîm” âbidesinin bu ölçüdeki su-i akıbeti, ruhanîlere faikiyetine rağmen şeytanları bile tiksindirecektir. Kendinden, donanımından ve Allah karşısındaki konumundan habersiz bu tipler kendilerini hakir duruma düşürdükleri gibi, yaratılış itibarıyla ulvi mahiyetlerini dejenere ettiklerinden dolayı da yer-gök ehlince lanetle yâd edileceklerdir. Evet, bu, Hak nezdindeki yer ve kıymetini bilememe ve kendini hakir görmenin neticesidir. Ne hoş dillendirir mahiyet-i insaniyeyi milli şairimiz:

“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

‘Muhakkar bir varlığım!’ diyorsun ey insan, eğer bilsen.

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir;

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

Ne var ki bunun böyle bilinmesi de bütüncül bir bakışa, her şeyi gerçek mahiyetiyle görüp değerlendirmeye, oldukça derin bir tefekkür, tedebbür ve teemmüle vabestedir. Ancak bu yol ve yöntemlerle insan kendini doğru okuyabilir; okuyabilir ve bu konuda düşünce enginliğiyle gider otağını tâ “Mustafeyne’l-Ahyâr” zirvelerine kurar; kurar ve sıyrılır bir hamlede dünya ve mâfîhâdan, onun ziynet ve debdebesinden.. kanat çırpar üveyikler gibi sonsuzluk semalarına doğru.. iç âlemini kendine has derinlikleriyle müşahedeye koyulur.. ve latîfe-i rabbâniyesini göz kamaştırıcı renk ve deseniyle okumaya durur.. salar kendini satır satır var oluş gayesini mütalaaya.. atar sırtındaki benlik semerini; “Hak” der, yürür kendi uzaklığını aşma istikametinde.. ruhanîlerin teşrifatçılığıyla öylesi erişilmezlere erer ki, tükürür her türlü dünyevî debdebe ve ihtişamın kirli yüzüne.. kendini keşfedip bulmanın şehrâyinlerini yaşar ve yudum yudum Hak tecellilerinden kâse kâse kevserler yudumlar.. an olur, aşk u iştiyak meltemleriyle selviler gibi salınmaya durur.. zaman gelir, güller dalında şakıyan bülbüller gibi çevresine bayıltan nağmeler sunar.. silinir gider gözünde dünyanın yalancı güzelliklerinin yanında cennetlerin hûri-gılmanı, köşkü-sarayı ve balı-kaymağı.. “Hû” der oturur-kalkar, Yunus diliyle “Bana Seni gerek” der inler.

Anlamaz bunları “Dünya, dünya!..” deyip inleyenler; bu yalancı âlemin süs ve ziynetinden sıyrılamayanlar; tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyet yanılgılarıyla ukbayı görmezlikten gelerek saray saray üstüne inşa edenler; akıllarını ve kalblerini villalara ve filolara ipotek hâline getirenler. Bütün bunlara “Yuf!” demek dilimin ucuna kadar geliyor ama ifade kirliliğinden uzak durma mülâhazasıyla denecekleri tarihin kirli sayfalarına emanet ederek konuya bir nokta koyup geçiyorum; geçiyorum, zira ışık süvarilerinin bekledikleri başka şeyler var. Evet, onlar ellerinde nur meşaleleriyle ziya avlama peşindeler. Karanlık ruhlar zulmetler sarmalları içinde kalakalsınlar, onlar;

“Hak şerleri hayr eyler,

Sen sanma ki gayr eyler;

Ârif ânı seyr eyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!..”

(İbrahim Hakkı)

deyip topluca tefvîz atmosferine ermeyi hecelemekteler…

Çağlayan, Haziran-Ağustos 2019

-+=
Scroll to Top