İFFET ABİDESİ HAZRETİ YUSUF ALEYHİSSELÂM

Soru: Günah karşısında, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir.”146 diyen Hazreti Yusuf’un bu tavrı bize ne anlatmalıdır?

Cevap: Hazreti Yusuf’un kıssasına bakılacak olursa, onun hayatının baştan sonra zorluklarla, imtihanlarla kuşatıldığı görülür. Daha çocuk denecek yaşta kuyuya atılmış, bir köle gibi pazarlarda satılmış, yurdundan yuvasından uzak kalmış, iftiraya uğramış, zindanlarda yıllarını geçirmiştir. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere belanın en şiddetlisi başta peygamberlere, sonra da seviyesine göre diğer insanlara gelir.147 Bu yüzden hiçbir peygamber hayatını bela cenderelerinden geçmeden götürememiştir. Eğer bu mümkün olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) götürürdü. Oysaki O, Mekke’deyken tartaklanmış, dövülmüş, türlü türlü hakaretlere maruz kalmış, boykota uğramış ve toplumdan tecrit edilmiştir. Mekke kendisi için yaşanmaz hâle gelince, hicran ve ıstırap içinde yurdunu yuvasını terk etmiş fakat gittiği yerde de rahat bırakılmamıştır. Orada da türlü türlü eza ve cefalara uğramıştır.

Tarihin sayfalarına göz gezdirecek olursanız peygamberlerin yanı sıra bir sürü hak dostunun da hayatlarını bin bir sıkıntı içerisinde geçirdiklerini, türlü türlü işkencelere maruz kaldıklarını görürsünüz. Âkif’in dediği gibi, bir sürü cahil zevk ü sefa içinde yüzerken, arifler hep mihnet-i kahr u belada gezmişlerdir.148 Ehli dünyanın yaşadığı rahat hayata mukabil onlar hayatlarını hep patikalarda yürüyerek geçirmişlerdir. Bir yönüyle bu, insanlığın kaderi olmuştur. Allah’ın hikmetini bilemiyoruz. Belki de sevdiği mümtaz kullarının başından aşağıya ahirette sağanak sağanak nimetler yağdırmak istiyordur.

İmtihanlar Neticesinde Gelen İkramlar

Seyyidina Hazreti Yusuf, marifetullah ve muhabbetullah adına zirveler üstü zirvelere talip olmuş, Allah da “Onun yolu buradan geçer.” diyerek onu farklı farklı imtihanlara tâbi tutmuştur. Fakat o, bunların hiçbirisi karşısında yılgınlık göstermemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına bağlı meseleyi götürecek olursak, ne kendisini kuyuya atan kardeşlerine karşı tek kelime ettiğini görürsünüz ne de haksız yere zindanda kaldığı için hâlinden şikâyet ettiğini. Bilakis o, zindanda kendisine teveccüh eden bir kısım gönüller bulunca, hemen onları hakka davet etmiş ve böylece zindanı bir medrese hâline getirmiştir. Kim bilir orada nasıl bir temel atmış, daha sonra nice insanların imanına yol açabilecek nasıl bir faaliyet başlatmıştı.

Bilindiği üzere Hazreti Yusuf’un maruz kaldığı çetin imtihanlardan birisi de iffetiyle alâkalı olmuştur. Yusuf sûresinde anlatıldığı şekliyle, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan kervancılar tarafından çıkarılıp götürüldüğü Mısır’da köle pazarında satılığa çıkarılmış, Mısır nazırı tarafından satın alınmış, evlatlık edinilmiş, bağra basılmış ve sarayda yetişmişti. Serpilip dikkat çeken bir genç olduğunda nazırın hanımı tarafından yapılan ahlâksız teklif karşısında, مَعَاذَ اللهِ اِنَّهُ رَبّ۪ٓى اَحْسَنَ مَثْوَاىَۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir, bana ihsanlarda bulundu, güzel bir yere yerleştirdi (veya; efendim bana güzel baktı, iyi bir mevki verdi). Şu muhakkak ki zalimler asla felah bulmaz.”149 diyerek bu çirkin teklifi geri çevirmiş, maruz kaldığı bu imtihanı iffetiyle geçmişti.

Âyet-i kerimede yer alan “Rabbim/Efendim” lafzı hakkında iki farklı tevcih vardır. Birinci tevcihe göre bununla kastedilen, nazırdır. Bu durumda mânâ şu şekilde olur: “Efendim beni bağrına bastı, bana yurt yuva verdi. Bu iyiliklerini görmezden gelerek nasıl ona ihanet ederim?” İkinci tevcihe göre ise “Rabbim” lafzıyla kastedilen Cenâb-ı Hak’tır ki, muhatapları ne anlarsa anlasın muhtemelen Hazreti Yusuf bunu kastediyor, hakiki mülk sahibinin kendisine olan nimetlerini zikrediyordu.

Bir ikram-ı ilâhî, bir keramet-i rabbaniye olarak Allah (celle celâluhu) onu böyle bir günahtan kurtarmıştı. Allah bazı kimselere çok geniş maddi imkanlar verebilir, bazılarını sokaktan alıp önemli mevkilere getirebilir, bazılarına hayırlı evlatlar bahşedebilir. Bunlar, göz ardı edilemeyecek önemli birer ikram-ı ilâhidir. Fakat bunların hiçbirisi bir insanın iffetini, ismetini ve izzetini koruması kadar büyük değildir. Bütün bir hayatı iffetle yaşama, gözüne kulağına kir bulaştırmama, namusunu lekelememe ve tertemiz bir hatime ile Allah’ın huzuruna yürüme, Allah’ın bir insana lütfedeceği en büyük ihsan ve ikramlardan biridir.

İşte Cenâb-ı Hak, Hazreti Yusuf’a böyle bir ikramda bulunmuş, iffetinin haleldar olmasına meydan vermemişti. Hazreti Yusuf, yüz yüze geldiği günah çağrısından bütün nezahetiyle sıyrılmasını bilmişti. Daha sonra kadınların matmah-ı nazarı olduğunda işin daha da çetrefilli hâle geleceğinden endişelenmiş ve رَبِّ السِّجْنُ اَحَبُّ اِلَىَّ مِمَّا يَدْعُونَن۪ٓى اِلَيْهِۚ وَاِلَّا تَصْرِفْ عَنّ۪ى كَـيْدَهُنَّ اَصْبُ اِلَيْهِنَّ وَاَكُنْ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ “Ya Rabbi, bu kadınların beni çağırdıkları şeydense zindanı yeğlerim. Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.”150 sözleriyle fitneden, günahtan uzak kalabilme adına zindana girmeyi tercih etmişti. Dolayısıyla bir kere daha iradesinin hakkını vermiş, günah karşısında mukavemet göstererek, bir iffet abidesi olarak dimdik durmasını bilmişti.

Hapishane Hazreti Yusuf için Allah’ın bir ikramı oldu. Zira hem orada sıyanet edildi hem önemli bir misyon eda etti hem de yüksek bir mevkiye giden yol kendisine açıldı. En başta Cenâb-ı Hakk’ın ikramını iyi değerlendirdiği için daha sonra ikramlar salih dairesine mazhar oldu. İkram, ikramı doğurdu. İkramlar öyle enginleşti ki gün geldi Mısır halkına bir meşale ve bir ışık kaynağı olup onların dünyalarını aydınlattı. Öyle ki o aydınlığın tayfları ta Seyyidina Hazreti Musa dönemine kadar gelip ulaştı.

İffet-İman İlişkisi

Keşke biz de günahlar karşısında aynı duygu ve düşünceye sahip olabilsek. Günahlara dalmaktan ve Allah’a isyan etmektense zorluklarla karşı karşıya kalmayı göze alabilsek. Fakat bu, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Taklidî bir imanla, nazarî plândaki bir inanmayla yakalanacak ufuk değildir. İnsan, içinde yetiştiği kültür ortamının etkisiyle âmentü” esaslarını kabul edip söyleyebilir. Fakat salih amellerle desteklenmeyen ve tefekkürle derinleşmeyen bir imanın, insanı günahlardan koruması çok zordur. İmanı, vicdanlarına mâl edemeyen ve tabiatlarının bir derinliği hâline getiremeyenler, birer iffet abidesi hâline gelemezler.

Eğer bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’min” isminin gölgesi altında hayatını emniyet içerisinde sürdürmek istiyorsa, ihsan ufkunu yakalamaya çalışmalı; yani ibadetlerini ve kulluğunu Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirmelidir. Her an O’nun gözetimi altında olduğu şuuruyla hareket eden, yani imanını, ihsan şuuruyla vicdanî müktesebat hâline getiren biri, günah kirlerine bulaşmadan tertemiz bir şekilde yaşama imkânına sahip olacaktır. İman, ibadet ve ihsanda zirveleri ihraz etmiş bir insan elbette kendisine bir fenalık teklif edildiğinde, “Allah’ım, ya bunların hilelerini, komplolarını, fitne ve fesatlarını sav ya da beni zindanlara koy. Orası benim için daha sevimlidir.”diyecektir.

Nefse Muhalefet

Yukarıdaki âyette görüldüğü üzere Hazreti Yusuf, abide bir şahsiyet olmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmıyor ve “Yâ Rabbi! Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” diyor. Yine sûrenin devamında, وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪ىۚ اِنَّ النَّـفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ىۜ اِنَّ رَبّ۪ى غَفُورٌ رَح۪يمٌ “Doğrusu ben nefsimin masum olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir.”151 sözleriyle nefs-i emmareye güvenilemeyeceğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلٰى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Ya Hayyu ya Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvalimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma.”152 buyurmuştur. Çünkü nefsiyle baş başa kalan bir insan, çocukluk yapabilir, kayıp düşebilir, şeytanın kündesine gelebilir. Allah bu türlü düşmelerden bizi muhafaza buyursun.

Bu itibarladır ki Allah’a sağlam bir kullukta bulunmanın yolu, nefsin heva ve heveslerine muhalefet etmekten geçer. Nefsin oyunlarından salim kalabilmek ve onun kurduğu tuzaklara düşmemek için de murad-ı ilâhîye muvafakat yollarının aranması, samimiyet ve ihlâsa çok önem verilmesi gerekir. Eğer bütün işlerinizi Allah’ın emir ve yasaklarına muvafakat içinde götürmeye çalışırsanız, nefsin tuzaklarına, ağlarına düşmezsiniz. İmam Bûsîrî de Kaside-i Bürde’sinde şöyle der:

وَخَالِفِ النَّفْسَ وَالشَّيْطَانَ وَاعْصِهِمَا … وَاِنْ هُمَا مَحَضَاكَ النُّصْحَ فَاتَّهِمِ

“Sürekli şeytan ve nefse muhalefet et ve onlara karşı gel. Tamamen senin iyiliğine çalışıyor görünseler bile zinhar onlara güvenme!”

Bir başka beyitte ise şöyle der:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ … عَلَى حُبِّ الرَّضَـــــاعِ وَإِنْ تَفْـطِمْهُ َنْفَطِــمِ

“Nefis, çocuk gibidir; eğer sütten kesmezsen, büyür delikanlı olur da hâlâ süt emmek ister. Ama vaktinde sütten kesersen, kesilir.”

Evet, çocuk bir kere sütten kesilir ve bu konuda kararlı olunursa artık bir daha onu talep etmez. Fakat zamanında sütten kesilemeyen bir çocuğa daha sonra laf anlatmak hiç de kolay olmaz. Bu açıdan mü’min, nefsin arzu ve hevesleri karşısında daha baştan kararlı olmalı ve bu konuda hiçbir taviz vermemelidir. Öyle ki o, bütün hayatını, şeytana ve nefse muhalefet esasına göre tanzim etmelidir. Özellikle günümüz dünyasında günah çok yaygın hâle geldiği için ondan uzak durmak hiç de kolay değildir. Bu açıdan sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaya ve emin olunmayan zeminlerden uzak durmaya ihtiyaç vardır.

Nefse Karşı Surlar Oluşturma

İnsan nefsin güdümünde olmamak ve onun etki alanına girmemek için sürekli günahlarla arasında bariyer ve surlar oluşturmalıdır. Bunun dinî terminolojideki adı sedd-i zerâî’dir. Usûl uleması, وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ى هِىَ اَحْسَنُ “Yetim malına en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın, el uzatmayın.”;153 وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى “Zinaya yaklaşmayın.”154 gibi âyetlerden yola çıkarak böyle bir disiplin ortaya koymuşlardır. İnsan; el, ayak, göz, kulak ve dil gibi organların işlemesi muhtemel olan günahlara giden yolu en başta kapamalı, günahın sebep ve vesilelerine karşı sürekli teyakkuzda bulunmalı ve “ne olur ne olmaz” diyerek sürçme, düşme ihtimali olan yerlerde dolaşmamalıdır ki daha sonra nefsinin kendisini dize getirmesine kapı aralamasın. Buzda yürüyen bir insanın düşmesi, çamurda gezinen bir insanın batması veya yüzme bilmeden derinliklere dalan kişinin boğulması mukadder olduğu gibi, günaha yakın duran bir kişinin de onun içine düşmesi muhtemeldir. Zira günah yoluna girdikten sonra nefsin arzularına karşı koyarak geriye dönebilmek çok daha zordur.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde tek başına yolculuk yapan veya iki kişi hâlinde yola çıkan kimseleri şeytana benzetmiş; üç kişinin ise cemaat olacağını ifade buyurmuştur.155 Bununla bizlere, günahlara ve fenalıklara karşı sur ve siper oluşturulması, daha baştan uyanık olunması gerektiğini öğretmektedir. Zira tek kişinin günah işleme ihtimali yüksektir. Tek kişiye göre daha düşük bir ihtimal olsa da iki kişinin de bir fenalık üzerinde anlaşması mümkündür. Üç kişinin bunu yapması ise ihtimal hesaplarına göre oldukça düşüktür. Zira onlardan her biri diğerini kontrol eder; onun gözünün, dilinin, el ve ayaklarının bekçisi olur. Birisi sürçecek veya düşecek olsa hemen diğerleri tarafından tutulur.

Bu sebepledir ki heva ve heveslerinin arkasından sürüklenmek istemeyen bir insan kendisini yalnızlığa terk etmemelidir. Kendini yalnızlığa terk eden, bir yönüyle kendini terk etmiş, kendini önemsememiş sayılır. Eğer kendimizi önemli görüyorsak, yola çıkarken yanımızda bir kısım muhafızlar bulundurmalıyız. Ta ki sahip olduğumuz değerleri şeytana çaldırmayalım, nefse kaptırmayalım, heva ve heveslere feda etmeyelim.

Evet, cemaat yani duygu düşünce birliği olan bir topluluk içinde bulunmak çok önemli bir seradır. Allah bir cemaat içinde bulunan fertleri daha çok korur, sıyanet buyurur. Allah’ın heyete teveccühü çok farklıdır. Bir heyet içerisinde yerini alan bir kimse ya sürçmez ya da çok az sürçer. Zira heyet içerisindeki fertler kubbedeki taşlar gibidir. Nasıl ki onlar baş başa verip düşmeden, dökülmeden bir arada durabiliyor; aynen öyle de insanlar da baş başa vermek suretiyle bir birlik oluştururlarsa sürçme ve düşmelerden korunmuş olurlar. Hele bir de sohbet-i cânanla meclislerini derinleştirir, sürekli birbirlerine hayırhahlık yapar ve irtibatlarını güçlü tutarlarsa, Allah da onları sıyanet ve himayesi altına alır ve kaymalardan korur. Onun için mutlaka bir heyet içerisinde yer almak lazım.

Meşru Daire Keyfe Kâfidir

İffetli bir hayat yaşayabilme adına dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de fıtrata ters bir yola girilmemesi; meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı kapıların kapatılmamasıdır. Şeytanın bizim zayıf yanlarımızdan istifade etmesine karşı kapıları kapama ve arkasına da sürgüler sürme adına bu oldukça önemlidir. Meşru dairedeki lezzetlerden istifade etmeyen, yani ihtiyacı ölçüsünde yiyip içmeyen, vakti geldiğinde evlenmeyen veya daha başka nimetlerden faydalanmayan bir insanın, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı mukavemet etmesi çok zorlaşabilir. Meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmek suretiyle bazı olumsuzluklardan kendimizi sıyanet etme imkânı varken, herhangi bir mücbir sebep olmaksızın kendimizi bir kısım mahrumiyetlere mahkûm etmek doğru değildir.

Bazı kimselerin bu tür konulardaki bazı özel durumlarının bizim için örnek olamayacağını burada hatırlatmak gerekir. Bizim için her yönüyle örnek alabileceğimiz tek insan vardır; o da İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), dünyaya, yeme-içmeye, evliliğe, yuvaya, mala mülke nasıl bakmışsa bize düşen de bu bakış açısına sahip olmaya çalışmaktır. Bize düşen, öncelikle Efendimiz’in, arkasından sahabenin, sonrasında da selef-i salihînin, ulemanın, fukahanın yoluna uymaktır. Yol onlarındır, yöntem onların. Biz, bu yol ve yöntemi takip etmek suretiyle nefsin arzularına gem vurmalı, nefsimizi meşru daire içindeki zevk ve lezzetlerle frenlemeli ve harama giden bütün yolları tıkamalıyız.


146 Yûsuf sûresi, 12/33.

147 Bkz.: Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23.

148 M. Akif Ersoy, Safahat, s.515 (Terkib-i Bend).

149 Yûsuf sûresi, 12/23.

150 Yûsuf sûresi, 12/33.

151 Yûsuf sûresi, 12/53.

152 en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; el-Bezzâr, el-Müsned 13/49.

153 İsrâ sûresi, 17/34.

154 İsrâ sûresi, 17/32.

155 Bkz.: Ebû Dâvûd, cihâd 79; Tirmizî, cihâd 4.

-+=
Scroll to Top