İkinci Bölüm AİLE

Aile

1. Nasıl Bir Aile?

Bir önceki bölümde cemiyetin en mühim rükünlerinden biri olan aile veya yuvanın dinî prensiplere bağlılığı üzerinde durmuş ve her şeyin en mükemmel şekilde gerçekleştirilebilmesini, mükemmel bir plana bağlayarak, bu fevkalâde önemli işin daha düşünce safhasında iken ciddiyetle ele alınması gerektiğini hatırlatıp geçmiştik. Evet herhangi bir iş plan safhasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa bağlanmazsa daha sonraki dönemlerde altından kalkamayacağımız problemlere sebebiyet verebilir. Şayet bir bina yaptırırken ihtiyaç ve estetiği ile bir plana bağlanmamışsa; sonradan “boz-yap”lardan başımızı kaldıramayız.

Aile, cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı millet ve devletin de sağlamlığı demektir. Öyleyse milletin ve devletin bu temel rüknü kat’iyen projesiz ve plansız bırakılmamalıdır. Zira bu konuda bir ihmal topyekün millet adına bir ihmal sayılır. Onun için biz aile üzerinde ciddiyetle durulması lazım geldiğine inanıyor ve bunu oldukça önemli görüyoruz.. ve meşru olmayan bir araya gelmelerden toplumun yara alacağı inancımızı bir kere daha vurgulamak istiyoruz.

Evet hevesler, keyifler, ihtiraslar, kıskançlıklar üzerine bina edilen hedefsiz bir yuva istikbal vaadetmeyeceği gibi millet bünyesinde de potansiyel bir olumsuzluk unsuru olarak kalacaktır. Böyle bir yuva ihtimal; sürekli sokak serserisi yetiştirecektir. Zira o kurulurken yümün ve bereket getireceği hesap ve planıyla kurulmamıştır. Biz bu plana nikâh diyoruz ve nikâha giden yolda nefsânîlik ve heveslerin bir yana bırakılarak mantığın, fikrin ve kalbin hâkim olması gerektiğini düşünüyoruz ve yine böyle bir izdivaçta dinî duygu, dinî düşüncenin esas alınmasının çok yararlı olacağına inanıyoruz. Kadın ve erkeğin Allah’la münasebeti yoksa, onlardan meydana gelecek çocukların da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli ve sorumluluk duygusu taşıyabileceklerine ihtimal verilemez. Eğer, her şeye rağmen iyi neticeler elde edilirse –ki edilmesi çok zordur– onu da Cenâb-ı Hak’ın fevkalâdeden bir ihsanı sayar ve minnetle iki büklüm oluruz.

Aslında yaşadığımız şu kevn ü fesat içinde her şey, bir sebebe bağlıdır. Sebepleri gözeterek takip ettiğimiz konuları –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– çok defa düşündüğümüz tarzda elde edebiliriz. Teşebbüs ve değişik mualecelerimizi, sebepleri görmezlikten gelerek ele aldığımızda sonuç hiç de arzu edilen şekilde olmayabilir. Bu itibarla eğer haybet ve hüsrana düşmek istemiyorsak, her meselede, sebepleri, mukaddimeleri, kemal-i dikkatle ele alacak, ondan sonra Cenâb-ı Hak’ın lütfuna, inayetine güvenerek sonuçların sıhhatli olmasını da sadece ve sadece O’ndan bekleyeceğiz.. evet, karar verirken Allah’a güven tam olmalı ama bu noktaya kadar da fiilî dua mahiyetindeki davranışlarda, sebeplere tevessülde kusur edilmemelidir. “Esbaba tevessül mâni-i tevekkül değildir.” sözü bunu anlatır ve aynı zamanda İslâmî bir kuraldır. Biz aile gibi ciddî bir müessesenin kuruluşunda da bu prensiplere riayet etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz.

Ailenin bu şekilde kurulması mevzuu benimsendikten sonra mükemmel nesiller elde etme konusundaki prensipler de bir şey ifade edecektir. Ama meselenin temelinde bir bozukluk varsa, daha sonraki mualecelerin tesiri de o nispette azalacaktır. Temelinde yümün ve bereket olan bir ailede; yani mazbut kadın, mazbut erkek, müslim kadın, müslim erkek; mü’min kadın, mü’min erkek; sorumluluklarını yerine getiren kadın ve erkeğin bir araya geldiği bir yuvada her şey yerli yerindedir ve bu yuva cennet köşelerinden bir köşedir. Zannediyorum böyle bir çatı altında meydana gelen o yavruların cıvıl cıvıl bağırıp çağırmaları dahi Allah nezdinde meleğin tesbihi gibi mukaddestir ve dua mesabesindedir.

Kur’ân-ı Kerim, mesut bir toplumu, kadınıyla erkeğiyle ele alırken –ki, yukarıda onun bir-iki mübarek cümlesini iktibas etmiştik– konuyu şöyle resmeder: “Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mü’min erkekler, mü’min kadınlar; taate devam eden erkekler, taate devam eden kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; mütevazı erkekler, mütevazı kadınlar; sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; ırzlarını koruyan erkekler, (ırzlarını) koruyan kadınlar; Allah’ı çok zikreden erkekler, zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için hem bir mağfiret hem de büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”1

Bu erkek ve kadınlar, milletin en küçük hücresi olan ailede mü’min ve müslim olarak bir araya gelmiş, Allah’a güvenmiş, gönülden O’na yönelmiş ve Allah maiyetine ermiş, ibadet ü taat içinde hayatlarını geçirmektedirler.

Evet sözlerinde, davranışlarında sadık olan erkekler, sadık olan kadınların ne ağızlarından çıkan sözler davranışlarını yalanlamakta, ne de davranışları ağızlarından çıkan sözlerine ters düşmektedir. Öyle ki onların teşkil ettiği yuvanın içinde hilâf-ı vâki hiçbir şeye rastlanmaz. O evde her şey doğru, olduğu gibi görünmektedir. Dolayısıyla da bir insan, endam aynasının karşısında kendisine çeki düzen verdiği gibi, çocuk da bu evdeki sıdk (doğruluk) tabloları karşısında hep kendisine çeki düzen verecek, hilâf-ı vâki herhangi bir beyana ve ters sayılabilecek herhangi bir davranışa şahit olmayacaktır. O evde meydana gelen her şey doğrudur. Çünkü o evde sâdık ve sâdıkalar vardır.

Sabreden kadınlar, sabreden erkekler, ibadet ü taatin ağırlığına, başlarına gelen musibetlerin amansızlığına karşı dişlerini sıkıp dayananlar, günahlar karşısında kararlı davranıp iffetlerini koruyanlar, masiyete girmeyi cehenneme girmeye eş kabul edenler kullandıkları hâl diliyle, bütün çevrelerinin yanında, çocuklar üzerinde dahi öyle müessir olacaklardır ki, zannediyorum dilleriyle anlatacakları her şey böyle bir beyanın yanında sönük kalacaktır.

İçleri Allah’a karşı saygıyla dolup taşan, her zaman haşyetle tir tir titreyen, ciddî bir hayatın ve müthiş bir akıbetin kendilerini beklediği düşüncesiyle mükellefiyetlerini en iyi şekilde yaşamaya çalışan, hayatlarının her lâhzasında yolun sonuna erip de, “ahirete gel” davetini bekleyen haşyet ve saygının tüllendiği böyle bir evde çocuğun göreceği şey de hep ciddiyet, vakâr, hassasiyet ve titizlik olacaktır. Böyle bir ailede çocuklar, yüzlerde yumuşak bir endişe ve onu takip eden bir tatlılık, Allah ululuğunun mehâbeti ve cennet ümidinin yüzlerde hâsıl ettiği neşeyi iç içe görecek; rahat fakat temkinli; mutlu ama ufuklu; zevk u sefa içinde fakat istikbalin insanları olarak neş’et edeceklerdir.

Bir evde iyiliğe açık, sadaka veren erkek ve sadaka veren kadın bulunmalıdır; bulunmalıdır ki, çocuklarında cömertlik ruhu gelişebilsin. Evet önce biz cömert olmalıyız ki onlar da olsunlar. Fakir, şöyle bir hâdiseye şahit olmuştum: Sürekli kadın, efendisinden, efendi de hanımından gizli sadaka veriyordu. Karşı karşıya geldikleri zaman birbirlerine ne diyor, nasıl düşünüyorlardı bilemem!? Ama bir şey varsa o da bunlardan biri mütesaddık (sadaka veren erkek), öbürü de mütesaddıka (sadaka veren kadın) idi. Bu ailede neş’et edecek çocuklar mütesaddık ve mütesaddıka olmaya namzet idiler.

Allah’ın emrettiği oruç disiplinini yerine getiren kadın ve erkekten meydana gelen aile, bundan da meydana gelen cemiyet ve millet huzur ve emniyetin başka bir buuduna adaydır.

Bütün bu sıfatlarının yanında bu insanlar, ırz ve namuslarını koruma, iffetlerine toz kondurmama konusunda da fevkalâde hassastırlar. Yaşarlarsa dinleri, namusları için yaşarlar. İşte dünya ve ahirette mesut olanlar da bunlardır. Kur’ân-ı Kerim’in kadın ve erkeği müşterek ele alarak, bu iki varlıkla örgülediği yapı, kanaviçesini bulmuşsa yapıların en mukaddesidir. Bu iki rükünden meydana gelen ailede, millî ruh meltemleri esiyorsa, onların evlatlarında, torunlarında da aynı esintiler hissedilecektir. Bu havanın bütün aile fertlerinde, yani toplumun hücrelerinde devamı nispetinde içtimaî salâh söz konusudur. Aksine bütün beklentiler bir kuruntu olur.

Şimdi bir fezleke mahiyetinde toplum, izdivaç, aile, mesut yuva konularını farklı bir zaviyeden hulâsa etmeye çalışalım.

2. Çocuk Sahibi Olma

Konuya nassların ışığı altında baktığımızda görüyoruz ki, Kur’ân-ı Kerim Allah’ın sevdiği, seveceği, hoşnut olacağı kimselerin çok olmasını istiyor. Aslında, bütün nebiler, salihler ve diğer makbul insanlar da, tertemiz nesillerinin çoğalmasını istemiş ve bu mevzuda sistemler geliştirmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Zekeriyya’nın, en samimî hislerle Allah’a yakarış ve yalvarışını, sûre-i Âl-i İmrân’da şöyle dile getirir: “Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti. Rabbim, bana nezdinden tertemiz bir zürriyet ihsan eyle! Şüphesiz Sen duayı hakkıyla işitensin, dedi.”2

Dikkat edilecek olursa, Hz. Zekeriyya, sadece “zürriyet” değil, “tertemiz zürriyet” diyerek kayıtladı. Bu, “Allah’ı hoşnut, Nebiyi memnun ve babayı mesut edecek, millet içinde mühim bir rükün olacak ‘tertemiz bir zürriyet’ ihsan eyle.” demekti. Hz. İbrahim –Allah’ın salât ve selâmı kâinatın Efendisi’ne ve O’nun üzerine olsun– de oğlu Hz. İsmail’le Kâbe-i Muazzama’yı inşa ederken Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarıyorlardı: “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl! Neslimizden Sana itaat eden bir ümmet çıkar.. bize ibadet usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, O çok merhametli olan ancak Sensin.”3

Onların zürriyetinden yüzlerce nebinin yanında, insanlığın yüzünün akı Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş’et etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bu önemli duayı kabulünün ifadesidir. Ayrıca, bütün sulehâ-yı ümmet de hep şöyle yalvarmış ve Allah’tan salih nesiller istemişlerdir: “(Ve o kullar): ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!’ derler.”4

Bunlar gibi daha değişik nasslarda, aile kurmanın semeresi olarak tertemiz nesillerin istendiğini görmek mümkündür. Evet bu duaların hemen hepsinde, tertemiz masum, günahsız, cürmü olmayan, müslim ve mü’min nesillere dikkat çekilmiştir. Öyleyse konu, hanemizde neş’et edecek kimselerin çokluğu değil, keyfiyet derinlikleri ve mânâ köklerine bağlılıklarıyla, Allah nazarında makbul olmalarıdır. Böyle bir makbuliyete ermenin de belli yolları ve yöntemleri olsa gerek.

Şimdi, bunlardan birkaçına hafifçe kapı aralamak istiyoruz:

3. Aile Reisinin Vazifeleri

a. Çocuğun doğumundan önceki tedbirler

Bunlardan bir kısmı mesken, yiyecek-içecek, giyecek gibi maddiyatla ilgili meselelerdir.

b. Talim ve terbiye

Çocuğa güzel bir ismin verilmesi, süt emzirme, nafaka ve terbiyenin yaşa-başa göre planlanması.

c. Terbiyede sorumluluk duygusu.

d. Aile büyüklerinin yeni nesillere güzel örnek olmaları ve ahlâk-ı âliye-yi İslâmiye’yle mütehallik bulunmaları.

Şimdi de bunları birer birer açmaya çalışalım:

a. Çocuğun Doğumundan Önceki Tedbirler

aa. Tohumun Temiz Olması

Tohumun temiz bir zemine bırakılması, sonra da bırakıldığı yerde gelişirken temiz bir hava ile havalandırılması, temiz şualarla şualandırılması, temiz su ile sulanması ve tımar edilmesi yetiştirilmek istenen neslin kaliteli yetişmesi bakımından çok önemlidir. Bu mülâhazayı teyit sadedinde Resûl-i Ekrem’den nakledilen şu hadis başlı başına bir önem arz eder: “Şaki, daha anasının karnında tâli’sizdir; said, anasının karnında da tâli’lidir.”5

Evet, çocuğun, daha anne karnında iken said ya da şaki olduğu hükmü ifade edileceği ana kadar her türlü tedbir alınmalıdır. Yavrunun sperm ve yumurta buluşması anından itibaren gıdası, annesinin davranışları; anne ve babanın daha önceki ve daha sonraki tavırları da onun şaki ve said yazılmasında önemli vesilelerdir.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, bizim irade ve davranışlarımız hesaba katılmadan hiçbir takdir söz konusu değildir. Bizim nasıl hareket edeceğimiz, nasıl adım atacağımız, bu adımların neleri tevlit edeceği Yüce Yaratıcı tarafından bilinmiş ve iradelerimiz de hesaba katılarak her şey ona göre programlanmıştır. Nice çocuklar vardır ki, neş’et ettikleri ortam ve müsebbipleri açısından dünyaya geldikleri andan itibaren tâli’sizdirler. Ancak, Allah’ın kendi lütfu ve atâsıyla onların hâlini saadete çevirmesi istisnâî bir durum teşkil eder.

Evet her şey daha tohumun atıldığı andan itibaren başlar. O yumurta iken şaki veya saidse, bundan haram bir lokmanın, anne-babanın fücûrunun tesiri küçümsenemez. Tohum besmelesiz atılmışsa, ondan hayırlı bir semerenin meydana gelmesi Allah’ın lütfuna kalmıştır. Eğri bir teşebbüsten doğru sonuç elde etmek muhal olmasa da çok zordur. Mümkün değildir demiyoruz; zira, Ebû Cehil’den dahi İkrime gibi birisi meydana geldiğine göre, yaşantısı çok menfi olan ailelerden bile bazen inançlı insanlar çıkabilir.

Ayrıca “Sizi bir tek candan (Âdem’den) halkeden, ondan da yanında huzura eresiniz diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. (Âdem) Eşi ile (birleşince) o hafif bir yük yükleniverdi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıyıp da hamileliği ağırlaşınca, Allah’a: Andolsun bize (salih) kusursuz bir çocuk verirsen, sana ziyadesiyle şükrederiz, diye dua ettiler.”6 âyeti bir yandan doğum öncesi anne-babanın bir kısım arzu ve isteklerinin olabileceğini ortaya koyarken diğer yandan da onların Allah’a teveccüh edip salih evlat istemeleri gerektiğine irşad ediyor.

bb. Lokmanın Helâl Olması

Anne-babanın vazifelerinden biri de kendi rızıklarına dikkat etmeleri gerektiği gibi çocuklarına da hoş, tayyib, helâl bir rızık yedirmeleridir. Bir Müslümanın aile efradına haram ya da şüpheli şey yedirmesi söz konusu ise, o kimsenin evlenmesinin haram ya da mekruh olduğunu –itiraz yanı açık– hatırlatmıştık. Evet bir kimsenin başkasına haram yedirmeye hakkı yoktur.

Bu itibarla, bakım ve görümüyle sorumlu bulunduğumuz çocuklarımıza ve diğer aile fertlerine hoş ve tayyib nesnelerden yedirme mecburiyetindeyiz. “Umum-i belva” diyerek haram veya şüpheli şeyler yediremeyiz. Zaman değişse, asır başkalaşsa herkes gayr-i meşru yollarda bulunsa da biz yediremeyiz. Aslında, yanlış yollarla elde ettiğimiz kazanç da, o kazançla beslenen çocuklarımız da, cehennem zakkumu gibi bir gün mutlaka bizim başımızı ağrıtır, belki de kan kusturur.

Daha önceki vazifelerimizi yapmış isek dünyaya gelen, her yeni misafirin belli ölçüde şekavetlere kapalı bir said (saadete namzet) olduğunu bekleyebiliriz. Ama, yediğimiz haram, içtiğimiz haram, giydiğimiz haram ve hayatımız haramlarla iç içe ise, çocuğun saadet ihtimalini yok etmişiz demektir.

Evet, haram yiyor, haram içiyor, haramla besleniyorsak, ruh dünyamızı şeytana açık tutuyor sayılırız. “Şeytan insanın damarlarında kanın hareketiyle hareket eder.”7 fehvâsınca o, insanın kan damarlarında dolaşır. Alyuvarlarına, akyuvarlarına biner. Dolayısıyla nesle de nesebe de şerârelerini bulaştırır.

Bu açıdan ta baştan itibaren, çocuğun bakımı-görümü, yiyeceği, içeceği, giyeceği her şey dinin meşru kıldığı daire içinde kalınarak yerine getirilmeli, haram yedirilmemeli, haram içirilmemeli ve haram giydirilmemelidir.

Hadislerde gördüğümüz kadarıyla, Allah’ın Kâbe’sini tavaf ederken, sırtında haramdan elde edilmiş elbise, içinde haram lokma bulunan bir insan, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken –ki bu cümle hac esnasında ve ihramda bulunulduğu müddetçe insanın söyleyeceği mukaddes kelimelerdendir– Allah (celle celâluhu), ona “La lebbeyke ve la sa’deyk!” diyecektir.8 Bunu, “Lebbeyk de, sa’deyk de senin olsun” şeklinde anlayabiliriz.

Onun için bir elbisenin ipliğinin bile haram ve şüpheli olmamasına dikkat etmeli, bilmeyerek olanından da Allah’a sığınmalıyız ve gönlümüz her zaman tir tir titremelidir. Kat’iyen bilmeliyiz ki, ektiğimiz her tohum ya zakkum olup başkalarını zehirleyecek ya da kökü yerin derinliklerinde, dalları semaları tutan mübarek bir ağaç gibi meyveleriyle, gölgesiyle, dallarıyla, yapraklarıyla insanlığa, hatta daha başkalarına nesiller boyu hizmet edecek; insanın mutluluğuna ve yeryüzünün imarına katkıda bulunacaktır.

b. Talim ve Terbiye

Allah Resûlü’nün tavsiyeleri çerçevesinde, çocuğa, sevimli, mânâsı düzgün iyi bir isim koymak, anne-babanın ilk vazifelerinden biridir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) isim koymaya özel önem vermişlerdir, “Peygamberlerin isimleri ile isimleniniz. Ayrıca Aziz ve Yüce olan Allah nezdinde isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahman’dır. İsimlerin en doğrusu Hâris (kâr getiren, ahireti kazanan) ve Hümâm (himmetli, azimli)dir. En çirkini de Harp (savaş, şiddet) ve Mürre (cimrilik, acı) isimleridir.”9 buyurmuş ve aynı zamanda “Âsiye” (isyan eden) gibi savaş ve düşmanlık ifade eden isimleri iptal etmiş yerine “Cemile” (güzel) ismini koymuştur.10

Daha sonra süt emzirme ile ilgili hukukî prosedür ve ardından da sütten kesildiğinde çocuğun nafakasının temini ve terbiyesinin deruhde edilmesi meseleleri gelir.

Her yeni doğan çocuk temiz bir fıtrat üzere doğar.11 Evet âdeta o, yazısız bir kâğıt gibidir. Ona her şeyi siz yazacaksınız; ama Allah’ın hoşuna giden hususları yazacaksınız. Bunlar, meleğin değer verdiği, mahşerde geçerli olan, hesapta mizanın sağ kefesine konunca kıymet ifade eden nakışlar olacaktır. Allah’ın hoşnutluğu istikametinde ve peygamber çizgisinde nakışlar..

Anneye-babaya düşen, bu yazı ve nakışları mevsiminde, hem de silinmeyecek şekilde çocuklarının ruhuna yazıp nakşetmektir. Evet çocuk sahibi olan her anne ve baba, günlük hayatlarının bir bölümünü çocuklarının talim ve terbiyesine ayırma mecburiyetindedirler. Talim ve terbiyenin diğer mahfillerini daha sonraki bölümlerde ele alacağız.

Aile, talim ve terbiyede en birinci ocak, en birinci mektep, en birinci okuldur. Anne ve baba talim ve terbiye için ayırdıkları zamanı, evrâd u ezkârlarına ve diğer şahsî vazifelerine mutlaka tercih etmelidirler. Çocukların yetiştirilmesinde, Allah’ın öğretilmesi, onların yaşlarına ve kültür seviyelerine göre Allah’a iman fikrinin kalblerine yerleştirilmesi, anne-babanın maddî-mânevî füyuzat hislerinin önünde geldiği gibi pek çok şahsî vazifenin de önünde gelir. Bu itibarla siz, evinizde âsi-tâği ya da âsiye-tâğiye çocuklarınızı ihmal ederek Kâbe-yi Muazzama’yı ziyarete gitseniz, vazife size arkadan seslenecek ve “Buradaki ciddî ve ehem vazifeyi bırakmış nereye gidiyorsunuz?” diyecektir.

Ayrıca babası çocuğa dinini diyanetini, okuyup yazmasını, Kur’ân okumasını, hatta biniciliği, yüzmeyi ve devrine göre atıcılığı da öğretmelidir. Beyindeki güç ve kuvveti sadece pazulara hasreden sporları değil, hayat ve sıhhat için faydalı ve yarınlarına mukaddime nevinden her biri kendi sahasında önem arz eden bütün sporları öğretecektir.

c. Terbiyede Sorumluluk Duygusu

İmamiye kaynaklı bir alıntıyı bu konuya serlevha yapmak istiyoruz. İmam Zeynu’l-Abidin “Risaletü’l-Hukuk”unda şu tavsiyelerde bulunuyor:

“Sa’yinin semeresi çocuğunun senden olduğunu, hayrının ve şerrinin de sana raci olacağını bileceksin.”

Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâma vefatından bir süre önce vefat edeceği hissettirilmişti. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün sahabe topluluğuna, “Kul, dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakıldı da O, ahireti tercih etti.” deyivermişti.. bu işaretle anlatılmak isteneni hemen kavramış olan Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh): “Anam, babam, sana feda olsun ya Resûlallah!”12 demiş ve ağlamıştı.. evet o, kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamada gecikmemişti. Bundan başka Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Veda Haccı esnasındaki bir hutbesinde de yine: “Yakında beni sizden soracaklar, tebliğ vazifemi yaptım mı, nasıl cevap vereceksiniz?” buyurmuşlardı; buyurmuşlardı, zira O, önemli bir vazife yapmıştı ama, bunu hakkıyla yapıp yapmamış olmanın endişesi içinde bulunuyordu. Böyle bir endişeye mahal olmadığını icraatı haykırıyordu; oradaki bütün gönüller de hep birden haykırdı, koca meydan onunla yankılandı ve her yanda: “Sen vazifeni yaptın, risaletini tebliğ ettin, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirdin.” itirafları duyuldu. O da parmağını yukarıya doğru kaldırdı ve üç kere: “Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol!”13 dedi.

O, ümmet dairesinde genişliği olan bir sorumluluğu derin bir endişe ile dile getiriyor ve ashabının, şehadetini alıyordu. Şimdi acaba bizler de, kendi sorumluluğumuz altında bulunan ve bakıp görmekle mükellef olduğumuz çocuklarımıza karşı; “yakında beni sizden soracaklar, nasıl cevap verirsiniz?” diyebilecek durumda mıyız? Ya da onlardan, “vazifenizi yaptınız” cevabını alabileceğimizi ümit edebiliyor muyuz? Değilse vay hâlimize… Onun için büyük İmam Zeynü’l-Abidin, “Allah huzurunda sen, onlardan sorguya tâbi tutulacaksın.” diyor, sonra da titreyerek, Cenâb-ı Hakk’a yönelerek:

“Allah’ım, çocuklarımın terbiyesi, te’dibi ve onlara iyilik yapmam hususunda bana yardımcı ol!” diyor. Zira bir insanın en mühim, en ciddî meselesi, aile efradını evc-i kemalât-ı insaniyeye yükselterek onlara ebedî var olmanın hazlarını duyurmaktır.

Bazen çocuğumuza hediyeler alır ve onu sevindirmeye çalışırız. Hatta hacca gidip Kâbe veya Resûlullah’ın huzurunda bulunduğumuz zamanlarda dahi onları hep gönlümüzde duyarız. Mukaddes işler, en önemli hizmetler bile onları unutturamaz. Aslında çocuklarımızı en iyi hatırlama şekli, onlara âdâb-ı İslâmiye ve âdâb-ı Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermek olmalıdır. Ahirette onların, ebedî sevinmesine vesile olan böyle bir armağan ölçüsünde başka bir hediye olmasa gerek. Yine İmamiye menşeli bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onları en güzel şekilde terbiye edin.”14 Evet, Resûl-i Ekrem’in yolunu ihya istikametinde bir terbiye, çocuğa sunulmuş en büyük armağandır.

d. Güzel Örnek Olma

Her mü’min anne-baba, çocuklarını gayet tabiî olarak Kur’ân-ı Kerim’e göre çerçevelemeye ve resmetmeye çalıştığımız, o en ideal toplumun sıhhatli ve mükemmel bir parçası şeklinde yetiştirmeyi düşünürler. Ne var ki onların bu hisleri, pratik hayatlarına aksetmez ve namaz, hac, oruç, zekât… gibi ibadetlerle derinleştirilmez ya da daha doğrusu, ağızlarıyla söyledikleri güzel sözler sonradan güzel davranışlarla pekiştirilmezse; pekiştirilip davranışları sözlerinden daha doğru görülmezse; söyledikleri sözlerin tesiri şöyle dursun, bazen aksü’l-amel yapması bile söz konusudur. Sözlerinin çocukların üzerinde nüfuzunu arzu eden bütün babalar ve anneler, söylemek istedikleri şeyleri evvelâ kendileri kemal-i hassasiyetle yaşamalı, sonra onu başkalarından istemelidirler.

İmam-ı A’zam’a atfedilen bir menkıbeyi, konumuza ışık tutması bakımından zikredip geçeceğim:

O dönemde bir çocuğa bal dokunuyordur; çocuğa onca “yeme” tavsiyelerine rağmen, o yine bal yemeye devam eder. Derken bir gün elinden tutup Hz. İmam’ın huzuruna getirir ve “Bu çocuk bal yiyor; biz yememesini istememize rağmen o yemeye devam ediyor.” derler. Hz. İmam: “Götürün, bu çocuğu 40 gün sonra bana getirin.” der. Kırk gün sonra yeniden getirilir. İmam çocuğu karşısına alır ve bal yememesini tavsiye eder. Çocuk kalkarken babasının elini öper ve “Babacığım, bir daha bal yemeyeceğim.” der. Oradakiler: “Ya İmam, ilk getirdiğimiz zaman niçin nasihat etmeyip de, bizi kırk gün beklettiniz?” diye sorduklarında, İmam onlara şöyle cevap verir:

“Siz, çocuğu bana getirdiğiniz gün ben bal yemiştim. Eğer kendi yaptığım bir şeyden onu vazgeçirmeye çalışsaydım ihtimal nasihatim mâkes bulmayacaktı. Bu kırk gün içinde, ben onu vücudumdan atıp da öyle nasihat etmek istedim.”

Doğru sözün yanında doğru hareket çok mühimdir. Çünkü çocuğun nazarında, davranışlarımızla sözlerimiz arasındaki tezat, onun bize olan güvenini sarsar. Hayatta, bir kez olsun yalanınızı ya da davranış ve söz çelişkinizi yakalayan çocuk, bunu zihninde taşıdığı sürece, siz onun nazarında güvenilmez biri olarak kalırsınız. İleride küçük bir hoşnutsuzluk hâsıl eden davranışınızda o husus, şuurüstüne çıkar ve siz evladınızın nazarında tiksinti duyulan biri gibi algılanırsınız. Dolayısıyla da sözleriniz onda hiç mi hiç mâkes bulmaz. Öyleyse, davranışlarımızı öyle ayarlamalıyız ki, onlar bizi evlerinin içinde baba, anne değil de birer melek farz etmeliler. Bizde ciddiyet, bizde vakar, bizde hassasiyet görmeli ve sonuna kadar bize güvenmelidirler. İşte duygu ve düşüncelerin böylesi bir yolla intikalini başaran anne ve babalar en başarılı muallim sayılırlar.

4. Anne-Baba Sorumluluğu

Herkes kendi sorumluluk alanının mesulüdür ve elinin altındakilerden sorumludur. Bakıp görme, görüp gözetme mevzuunda bütün başarılar onun hasenat hanesine, bütün olumsuzluklar da seyyiat hanesine yazılacaktır.

Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) Buhârî ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Her birerleriniz râî ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve râiyetinden mesuldür. Kadın beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz râiyetinden sorumludur.”15

Mevzu, çocukların birer emanet kabul edilmesiyle alâkalı olunca şu hadisin de konumuzla irtibatlı olduğu söylenebilir: “Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Hristiyanlaştırır, Yahudileştirir veya Mecusileştirir.”16

Evet her doğan çocuk, her şey olmaya müsait temiz bir fıtratla doğar, doğar ve kabiliyetlerini inkişaf ettirmek üzere size teslim edilir; yani onları terbiye etme işi size bırakılır. Sonra o çocuklar anne-babasına tabi olarak ya Yahudi, ya Nasranî ya da Mecusi olurlar. Tabiî burada şu hususu ilâve etmek de mümkündür: Kimisi de anne-babaya veya içinde bulunduğu ortama göre mürted ve dinsiz olur. Öyleyse neslin yetişmesi hususunda, anne-babanın din ve diyaneti çok mühim olduğu gibi, terbiye mevzuunda da din ve diyanetin esas alınması o kadar önemlidir.

Şu bir gerçek ki, her şey olmaya müsait ve müstait dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı, kendi ruh ve mânâ köklerimize göre şekillendirmezsek ayrı bir kalıbın insanı olarak yetişmeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla da hiç farkına varmadan mürted babası olabilirsiniz. Öyle ise mevsiminde onlara mutlaka kendi ruhumuzun özünü, usâresini aşılayarak onların yabancılaşmalarını önlemeliyiz. Bağ ve bahçenizdeki ağaçlara aşı yapıyor, ilmin ve tekniğin gereklerine göre varlığa müdahale hakkımızı kullanarak daha iyi semere almaya çalışıyoruz. Odundan, taştan, ağaçtan, topraktan daha aşağı olmayan çocuklarımıza bu kadar olsun, kendi esaslarımız çerçevesinde ihtimam göstermemiz gerekmez mi? Onlar, alâkasızlığın bodurlaştırması ve bozma gayretlerinin azgınlaştırması gibi iki dezavantaja karşılık, ebeveynin vereceği iyi şeyler gibi tek avantaja sahip bulunuyorlar. Evet, olumlu müdahale olmazsa kokuşurlar, başkalarının elinde de fesada uğrarlar. Her iki hâlde de bize rağmen bir çizgi takip ederler. Hususiyle günümüzde anne-baba bütünüyle dünya işlerine daldıklarından evlatlarını tamamen ihmal etmişlerdir. Hatta bu asır ölçüsünde çocukların ihmal edildiği ikinci bir asır göstermek mümkün değildir.

Yine İmamiye menşeli bir hadiste,17 Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman ediyor: “Ahir zamanda babalarından ötürü evlatların vay hâline!” Bu söz üzerine sahabe şaşkınlık içinde sorar:

– Müşrik babalardan ötürü mü onlara kıyıldı da heder oldular?

– Hayır mü’min babaları onlara kıydı.

– Nasıl oldu ya Resûlallah?

– Babaları onlara ferâiz-i dini, yani dinin temel rükünlerini öğretmediler.

Bu hadis-i şerifi biraz tasarrufla şöyle açabiliriz: Şu küçük dünya hayatı adına ferâiz-i din terk edildi. Sorumlular, din eğitim ve öğretimini bütün bütün ihmal edip sadece maddî hayatı nazara verip himmetlerini o noktada yoğunlaştırdılar. Küçük bir dünya menfaati uğrunda kalbî ve ruhî hayatlarını ihmal ettiler.

Kur’ân okutmak, onun ruhunu öğretmek, din ve diyaneti talim etmek vaktini alır diye, dinî bilgileri öğretmeyi önemsemediler.

Yukarıdaki hadisin mânâsı şu âyetle de tam bir uyum arz etmektedir: “Yoo yoo siz ücreti ve lezzeti peşin olanı çok seviyor, ahiret (veya neticeyi) umursamıyor (görmezlikten geliyor)sunuz.”18

Allah Resûlü sözlerini şöyle devam ettiriyor: “Ben onlardan berîyim, onlar da benden berî olsunlar.”

Yani, “Evladını ihmal eden, çocuğunun heder olup gitmesine göz yuman, dahası bir neslin mahvolması karşısında titremeyen anne-babalardan ben uzağım; onlar da benden uzak olsunlar.” Ruhen ölmemiş bütün babalar zannediyorum bu sert uyarı ve tembih karşısında ürperir ve tir tir titrerler; titremelidirler de. Böyle önemli ve hayatî bir sorumluluk kendisine anlatıldığında Halife Ömer bin Abdülaziz bayılıyor ve yirmi dört saat kendine gelemiyordu. Hatta vefat edecek diye oturup başında Kur’ân okuyorlardı. Kendine geldiğinde de hıçkırarak Allah’tan korktuğunu söylüyordu. Evet o, elinin altında bulunanların mesuliyetini omuzlarında hissediyor ve hukuklarına tecavüz ettim endişesiyle sarsılıyordu.

Ya biz? Şu şahsî zevklerini esas alarak kurduğu yuvada vücutlarına sebebiyet verdiği yavruların ruh ve kalblerini ihmal eden anne-baba şeklindeki merhametsizler… Acaba, ne kadar ayılıp-bayılmalı ve ne kadar titremeliyiz!?

Gerçi bu mevzudaki bütün hadisler, tergib ve terhib nevinden olup; sevdiren ve ürküten prensipler türünden irâd buyurulmuştur. Biz de konuya bu açıdan yaklaşıyoruz. Ama bu mevzuda tabiî ki yapacağımız bir kısım şeyler de var; çocuklarımızı yetiştirme, şekillendirme konusunda İslâm’ın ve Kur’ân’ın bize yüklediği sorumluluklar var. Daha önce prensipler hâlinde sıraladığımız ve ileride açmayı düşündüğümüz hususlar ki, çocuklarımızın hisli, derin, ahlâklı ve dindar olmaları ve bizim de o hanede, aziz bir peder, azize bir valide olarak duyulup hissedilmemiz, kabul edilip saygı görmemiz; hatta her hâlimizle bir bilge gibi algılanmamız gibi sorumluluklarımız, oldukça önem arz etmektedir.

a. Çocuklar Arasında Adaleti Muhafaza Etme

Bu konuların başında da çocuklarımızdan birini diğerine tercih etmeme prensibi gelir. Evet, bu konudaki küçük bir kusur, bizi, çocuklarımız üzerinde tesirsiz hâle getirmeye yeter. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konudaki şu irşatları ne manidardır:

Numan ibn Beşir’in (radıyallâhu anh) babası yani Hz. Beşir –baba da, evlat da Müslümandı ve Ashab-ı Bedir’dendi– geldi ve dedi ki:

– Ya Resûlallah, başka çocuklarım da var; ama Numan başka. Müsaade ederseniz servetimin şu kadarını Numan’a vermek istiyorum.

Hz. Peygamber;

– Diğer çocuklarınıza da o kadar verdiniz mi, diye sordu. Beşir,

– Hayır, dedi.

Allah Resûlü bu defa, umuma tevcih-i kelâm ederek şöyle buyurdular:

– Allah’tan korkun ve evlatlarınıza karşı âdilane muamelede bulunun.

Sonra da Beşir’e dönerek:

– Sen, çocuklarının hepsinin sana aynı derecede hürmet etmelerini ister misin?

Beşir de:

– Evet isterim, deyince,

– O hâlde, böyle yapma.19

Yani sen de sadece bir evladını değil hepsini gözet. Sen onlardan birine teveccüh ve ihtimam göstersen, ona hediye verip atiyyede bulunsan bu defa diğerlerinin sana karşı birr (iyilik) duygusu azalır ve itimadı sarsılır.

Allah Resûlü, meseleye esaslı bir çözüm teklif ediyor ve muhtemel bir problemi temelden hallediyor. Evet, aynı hanedeki çocuklardan birinin diğerlerine tercihi, evvelâ diğer çocuklarda tercih edilen kardeşlerine karşı kıskançlık hissini uyarır ve kardeşleri birbirine karşı düşman hâline getirir. Bu meseleleri, psikolojinin dar prensiplerine dayanarak izah etmeye çalıştığımızı düşünmeyiniz. Biz burada, Kur’ân-ı Kerim’in ruhlarımıza duyurmak istediği gerçeklerin evrenselliği, insan tabiatına uygunluğu, mâkuliyeti, mantıkiyeti ve insaniliği üzerinde duruyoruz.

Bilindiği üzere Yusuf (aleyhisselâm) rüyasında yıldızların, ayın ve güneşin kendisine secde ettiğini görmüştü. Bu sevinilecek ve iftihar edilebilecek durumu babasına açtığında, babası, “Evladım, bunu kardeşlerine anlatma!”20 demişti. Nübüvvet derinliğiyle insan tabiatını bilen bu büyük insan, böyle bir meselenin kardeşlerinde kıskançlık hissini uyaracağını hissetmiş ve böyle bir rüyayı anlatmanın, henüz tezkiye-yi nefse erememiş kimselerde kıskançlığa sebebiyet vereceğini düşünmüştü. Maalesef neticede endişe ettiği şeyler gerçekleşmiş, kardeşleri Yusuf’u (aleyhisselâm) ölmek üzere bir kuyuya atmış ve bu olayla peygamber hanesinde bile çekememezliğin insanı ne hâle getireceğini ortaya koymuşlardı.

Evet, çocuklardan birini diğerlerine sevgi vb.. hususlarda tercih etme, kardeşlerde kıskançlık hissi uyaracağı ve hiç de farkına varılamayacağı şekilde baba ve annenin farklı muamelelerinden ötürü, şuuraltı bir nefret duygusu uyaracağı açıktır.

Bu mülâhazaları, sevgilerimizin-nefretlerimizin, dostluklarımızın-düşmanlıklarımızın sebep, saik ve şuuraltı kaynaklarıyla düşündüğümüzde daha iyi anlarız: Çok samimî ve sıkı fıkı olduğunuz bir arkadaşınız vardır. Ama, her nasılsa bir defasında size îsar hissi izhar edememiş ve bir noktada hodkâmlığıyla hiç de beklemediğiniz bir davranış sergilemiştir. Siz, isteyerek veya istemeyerek bunu hafızanızın bir tarafına yerleştirirsiniz. Hemen her hâdise, insan dimağında bir iz bırakır geçer, sonra başka hâdise ile hortlayıverir. İşte siz şuuraltınızda sessiz sessiz uyuyan o sevimsiz duyguları çağrıştıracak ve ateşleyecek bir hâdise karşısında birdenbire hırçınlaşır ve şöyle dersiniz: “Zaten ben sizin böyle olduğunuzu önceden anlamıştım.”

Şimdi bir de bu türden menfi olayların üst üste yığıldığını, birkaçının birden hortladığını düşününüz. Uzun bir maziden gelen bütün bu bulantıların hemen hepsini birden o insanın yüzüne vurur, sonra da nefsinizi müdafaa etmeye durursunuz. İşte çocuğun dimağına veya hafızasına ya da şuuraltına yerleşen düşünceleri depreştirecek, sizin çocuklar arasındaki herhangi bir olumsuz tavrınız, o çocuğu size karşı hırçınlaştıracak sonra da onun sizleri bütün bütün dinlememesini netice verecektir.

Aslında bu, konunun sadece bir yönünü teşkil etmektedir. Meseleyi çocuğun bütün hayatını içine alacak şekilde ele alacak olursak iş daha da karmaşıklaşır. Hele bir de siz her şeyi onun çocukluğuna verir de duygularının ileride nasıl bir hâl alacağını hesaba katmazsanız, bir gün hiç farkına varmadan kendi yanlışlarınızın altında ezilir gidersiniz. Çocuğun evde şahit olduğu hilâf-ı vâki davranışlar, sözler, mütenâkız hareketler –ki siz çocuğun bunları çoğu zaman anlamadığını düşünürsünüz– oysaki bunlar bir deftere kaydediliyor gibi onun hafızasının bir tarafına silinmeyecek şekilde kaydedilir. Zamanı geldiğinde de onlar bütünüyle birden ortaya çıkar. Bu bazen öyle bir çıkış olur ki aileyi, anne ve babayı da önüne katarak sürükler.

Binaenaleyh anne-baba olmak isteyen herkes, belli bir seviyede psikoloji, pedagoji ya da en azından Kur’ân’ın bu mevzudaki mücmel prensiplerini bilmeli ve ondan sonra yeni bir hayata “bismillah” demelidirler.

Evlat, çocuk yetiştirme basit bir mesele değildir. Ben arıcılığa merak ettiğim bir devrede, gittim arıcılık kursu gördüm. Arılarla uğraşmanın bile ne kadar zor olduğunu müşâhede ettim. Bunun gibi insan, mutlaka iyi nesiller yetiştirmenin yolunu öğrenmeli topluma iyi elemanlar kazandırmalıdır. A’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne kadar gelgitler yaşayan potansiyel büyük bir varlığın terbiye edilip insanlığa yükseltilmesinin ne denli önemli olduğunu hiç kimse unutmamalıdır.

b. Çocukları Ciddiye Alma

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) çocuklar üzerinde çok ciddî dururdu. Çocuklar kendisini istikbal edince, o da bir büyük insan gibi onlara iltifatta bulunur; kimisini sırtına, kimisini kucağına alır ve müsavi muameleleriyle hemen hepsini hoşnut edecek bir tavır sergilerdi.

Bazen bir sokaktan geçerken, çocuklar oyun oynuyorsa, Allah Resûlü onları büyük insan yerine koyar, onore eder ve onlara “Es-selâmu aleyküm” derdi; onlar da “Ve aleyküm selâm ya Resûlallah”21 mukabelesinde bulunurlardı. Allah Resûlü çocuklara oldukça fazla değer verirdi. Şayet bir çocuğa, “Sana filan zaman şunu vereceğim.” diye söz vermişse, bir büyük insanla ahitleşmiş, sözleşmiş gibi, vaadettiği vakitte mutlaka sözünü yerine getirirdi.

c. İtimat Duygusu Kazandırma

İnsanlık adına utandırıcı düşüncelerden biri de, “Babana dahi itimat etmeyeceksin.” felsefesidir ve yanlıştır. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), hep “itimat etmek” fikrini telkin eder ve çevresindeki çocuklar onunla alâkalı âdeta “itimat” dışında hiçbir şey bilmezlerdi. O, herkesin, nazarında “Emin” bir insandı; çocukların nazarında da… Elbette böyle fertlerin teşkil edeceği millet de emin olacaktı.

Ayrıca Allah Resûlü: “Allah, çocuğuna merhamet etmeyene merhamet etmez.”22 buyurur ve ümmetini kalb ve gönül insanı olmaya çağırırdı; “Onları seviniz, onlara söz verdiğiniz zaman behemehal yerine getiriniz; onlar sizin sözlerinizle davranışlarınız arasında zıtlık görmesinler; çocuk böyle bir şeye şahit olmasın.” mealine bağlı tavsiyeleriyle, terbiyede en ideal noktalara işaret buyururdu.

Yine İmamiye menşe’li bir hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü: “Sizden biriniz çocuğuna bir şey vaadederse behemehal onu yerine getirsin.”23 buyurur ki; bu, “Çocuktur, yalan söylesem, aldatsam da bir şey olmaz.” demenin ne kadar yanlış olduğunu tasrihtir.

Evet, her aldatma ve hilâf-ı vâki her beyan, birer tohum hâlinde onun kafasında, bugün olmasa da yarın birer zakkum ağacı gibi zuhur edecek ve sizin terbiye gayretlerinizi tesirsiz hâle getirecektir. Anne-baba her zaman müstakîm olmalıdır. Zaten sırat-ı müstakîm erbabı olan sizlerin her davranışından sadece doğruluğun dökülmesi de bir esastır.

Evet çocuklarınızın sizin hakkınızda “yalan söyledi”, “ahdinden döndü”, “dünya malına tamah etti” vb. şeyler söylemesine veya düşünmesine kat’iyen meydan vermemelisiniz. Onlar sizi her zaman îsar (başkalarını kendine tercih) hasleti içinde, mutasaddık, mü’min, müslim, sâbir, hâşî, iffetli görmeli ve tanımalıdırlar.

d. Terbiyede Tedricilik

Çocuk; bilmesi lazım gelen şeyleri bilmeli, bilmemesi gereken hususları da öğrenmemelidir. Kalbî, ruhî hayatı itibarıyla bilmesi gereken dinî, millî şeyleri bilmeli ve yaşına-başına göre faydalı bilgilerle meşbû bulunmalıdır. Bu konuyu ileriki bölümlerde daha etraflıca ele almayı düşünüyoruz.

Tıpkı dünyaya gelen çocuğun beslenmesinde, çocuk doktorlarına müracaat edip “Şu haftanın, şu ayın gıdası nedir?” diye konuyu bir rejime bağladığımız gibi bu mevzuda da ehil kimselere müracaat ederek, “Beş yaşında çocuğum var ne yapayım?”; “On yaşında çocuğum var ne yapayım?”; “On beş yaşında çocuğum var ne yapayım?” hâl arziyle uzmanların düşüncesi alınmalı ve her mevzu onların mütalaalarına bağlanmalıdır.

Evet her anne-baba ehline, mütehassısına giderek, reçete alıp çocuğunu o reçete ve kurallarla yetiştirmeye çalışmalıdır. Çocuğunuz lise seviyesine gelmişse, delilsiz, mesnetsiz “Allah vardır.” demeniz, bazen Allah’ı inkâr etmesinden başka bir şeye yaramayabilir. Belki o noktada biraz da felsefe ile memzuç ilimle dinî bilgiler müşterek verilmelidir ki, tesir icra etsin. Ama, çocuğunuz daha ilk mektepte iken felsefe dersi vermeye kalkarsanız, onun kafasını bütün bütün bulandırmış olursunuz. Öyleyse bir hekim gibi çocuğun seviyesini, devrini, kültür muhitini bilerek ona göre bir şeyler verme mecburiyetindesiniz.

1 Ahzâb sûresi, 33/35.

2 Âl-i İmrân sûresi, 3/38.

3 Bakara sûresi, 2/128.

4 Furkan sûresi, 25/74.

5 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/107, 8/323. Yakın ifadeler için bkz.: İbn Mâce, mukaddime 7.

6 A’râf sûresi, 7/189.

7 Buhârî, i’tikâf 11, 12, bed’ü’l-halk 11, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23, 24.

8 el-Bezzâr, el-Müsned 15/221; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/251.

9 Ebû Dâvûd, edeb 61; Nesâî, hayl 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/345.

10 Müslim, âdâb 14; Tirmizî, edeb 66; Ebû Dâvûd, edeb 62.

11 Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25.

12 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 45, fezâilü ashâb 3; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 2.

13 Buhârî, hac 132; Müslim, hac 147; Ebû Dâvûd, menâsik 57.

14 Bkz.: İbn Mâce, edeb 3; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/389.

15 Buhârî, ahkâm 1, cum’a 11; Müslim, imâret 20.

16 Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25.

17 Zeynü’l-Abidin’e atfedilen hadisler, hususiyle Kütüb-ü Sitte’de bulunmadığından, her defasında böyle bir izahta bulunmada tenkitçilere karşı fayda mülâhaza etmekteyiz.

18 Kıyâmet sûresi, 75/20.

19 Buhârî, hibe 12; Müslim, hibât 9.

20 Yûsuf sûresi, 12/5.

21 Ebû Dâvûd, edeb 135, 136; İbn Mâce, edeb 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/235.

22 el-Bezzâr, el-Müsned 12/15.

23 Bkz.: Ebû Dâvûd, edeb 80; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/447.

-+=
Scroll to Top