İkinci Bölüm
ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER ÇAĞINDA TİCARÎ ORTAKLIKLAR
Soru: Türkiye’de kurulmuş bulunan ticarî ortaklıkların, yabancılar seviyesinde başarılı olamamalarının sebebi nedir? Bu konuda başarılı olmak için neler yapılabilir?
Dünya, ticarî, siyasî, kültürel vb. alanlarda, süratle işlerin büyük ölçekli olmanın geçerli olduğu bir döneme doğru kaymaktadır. Böyle bir dönemin arifesinde, gelecekte ticarî ve iktisadî hayatta bir “natürel seleksiyon” yaşanacağını, küçüklerin dökülüp biteceğini, büyük ölçekli olanların hayatlarını devam ettireceğini; dolayısıyla da sermayeler ve gayretler bir araya getirilerek büyük iş merkezlerinin tesis edilmesinin gerektiğini defaatle dile getirdiğimi hatırlıyorum. Ne var ki, bugüne kadar istenildiği ve arzu edildiği seviyede bunun gerçekleştiğini de söyleyemeyeceğim.
Evet, günümüzde ticarî hayatla iştigal eden her müteşebbisin, küçük küçük, köşe başlarında yer alan bakkal dükkânlarıyla, yarınlara yürünemeyeceğini bilmesi gerekir. Öyle ise, güvenilir ve piyasayı bilen, kabiliyetli, kapasiteli insanların önderliğinde büyük ortaklıkların tesis edilmesi mutlaka gereklidir.
Gümrük Birliği’ne girme, Orta Asya ülkelerine açılma.. gibi yeni gelişmelerle Türkiye’nin ufku açılmakta ve ticarî hayatta yeni bir dönem başlamaktadır. Bu gelişmelerin ülke ve insanımız adına geniş imkânlar sağlayacağı kanaatindeyim.
Bütün bu fırsatların yerinde ve zamanında değerlendirilmesi için de, büyük sermaye ortaklıklarının kurulması, yerinde bazı banka veya finans kurumlarının garantörlüğünde dış dünyaya açılmanın vaktinin gelip-geçtiği düşüncesindeyim.
İkinci olarak; yapılacak işler, mutlaka uzman bir kadro ile yürütülmelidir. Sermaye ortakları bu işin ehli değillerse, iş behemehal ehline tevdi edilmelidir.
Bazı müteşebbislerin her ne kadar daha önceden küçük çapta ticarî tecrübeleri olsa da, idareye müdahalesi önlenmeli ve iş, tamamen salahiyetli bir kadro tarafından yönetilmelidir. Yoksa “İştirakim kadar, müdahalem olmalıdır.” düşüncesiyle hareket edilirse, neticenin fiyasko olacağı kaçınılmazdır.
Üçüncü önemli bir husus da; bana göre bir ortaklık esnasında, şahsın bütün mal varlığını ortaya koymamasıdır. Evet, Shakespeare’in ifadesiyle “Ya olma ya da olmama” deyip, balıklamasına işin içine girilmemesi gerekir. Herkes kendi malından, maişetine esas teşkil edecek bir miktarını geride bırakmalı ve geri kalanını sermaye olarak vermelidir. Bunun, o teşebbüsün geleceği adına birtakım yararları olacaktır. Çünkü böylesi büyük yatırımlar, hele bir de dışa açılma söz konusu ise, belki 5-10 sene gibi uzun bir dönem kâr etmeyecek, etse bile sermayedârlara dağıtılamayacaktır. Bu kadar zaman içinde belli bir gelir olmadan geçinilemeyeceğine göre, bir kısım sıkıntılara maruz kalınacak ve bir beklenti içine girilecektir. Öyle ise, yapılan ortaklık, âdeta bir ek iş konumunda olmalıdır.
Diğer taraftan başta ne karar alınmışsa, mutlak o uygulanmalı ve vaz’edilen kurallara sadık kalınmalıdır. Meselâ, işe başlarken “Şirketimiz rekabete hâvi hâle gelinceye kadar, kâr dağıtılmayacak.” denmişse, müessese bulunduğu yer itibarıyla rekabete hazır hâle gelinceye, pazar ve piyasalarda yer tutuncaya kadar kâr dağıtılmamalıdır. O iş, nasıl bir seyir gerektiriyorsa, her şey o usûl içinde takip edilmeli; icabında belli bir sisteme oturması için 20-25 sene beklenilmelidir. Mü’min, hırsla zenginleşme ve birden çok kazanma anlayışından uzak durmalıdır. Aksine böyle bir düşünceden mutlaka zarar görebileceği akıldan uzak tutulmamalıdır.
Dördüncü bir husus ise; dünyevî işler, sırf dünyevî avantajlar nazar-ı itibara alınarak tesis edilmelidir. Ticaret hayatı, ibadet kuralları içinde ele alınmamalıdır. Ticaret etrafında vaz’edilen kuralların birçoğu ne Kur’ân, ne de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından söylenmiştir. Onlar, genel itibarıyla fukahanın koymuş olduğu kurallardır. Bu, kat’iyen ticaretle iştigal ederken, İslâm’ın yasak ettiği şeyler içine girilebilir mânâsında anlaşılmamalıdır. Eğer birileri şu ya da bu yolla zengin olmuşlarsa, o yollar alınıp kullanılmalı; ancak, bunların Kitap ve Sünnet’in ruhuna aykırı olmamasına dikkat edilmelidir.
Bu kapsamda dışarıdan bazı firmaların bayilikleri alınabilir. Buna tevessül ederken de, satılacak malda toplumların yapı farklılıkları gözardı edilmemelidir.
Ayrıca Japonya, Amerika.. gibi ülkelerde insanların ürettiği malların, devlet kanalıyla dış piyasaya sürülmesi nedeniyle, pazar problemi yoktur. Tabiî ki, bu onlar için, emin bir şekilde kepçeyle kazandıklarını kaşıkla yeme demektir. Dolayısıyla bu husus, ticarette bir aşk u şevk olup, onda devamlılığı sağlayacaktır. Bizim insanlarımız ise, hem üreticilik, hem de ürettiği malın pazarlamacılığını yapmaktadır ki, bu da yukarıda arz ettiğim şeyin tam tersidir ve kaşıkla kazanılan şeyin kepçeyle tüketilmesi demektir.
Servet, günümüzde Kur’ân’ın ifadesiyle “Yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç”1 olmakta ve hayır hasenat adına da bundan bir kuruş harcanmamaktadır. Her ülkenin belli bir kapasite ve servet limiti vardır. Onu birileri, sadece kendi ellerinde tutmakta ve çeşitli engellemelerle başkalarının ondan istifade etmelerine imkân tanımamaktadırlar. Belli güçler tarafından oluşturulan bu zincirin de, yine teşkil ettirilecek bu tür ortaklıklarla kırılabileceği ümidini taşıyorum.
1 Haşir sûresi, 59/7.