İkinci Bölüm DÜŞÜNCE BOYUTU

DEVLET-İ EBED MÜDDET

Soru: Osmanlılardaki devlet-i ebed müddet fikrini nasıl değerlendiriyorsunuz? Osmanlı’nın bu düşünceyi ne derecede hayata geçirdiğine inanıyorsunuz?

Devlet-i ebed müddet bir ideal ve bir mefkûredir. Bunun tam gerçekleşmesi ise imkânsızdır. Bu açıdan ona bir gaye-i hayal demek daha doğru olur zannediyorum. Çünkü ferden-ferda herkesin öldüğü gibi, devletlerin de ölümü mukadderdir. Ali Şeriati’nin ifadesiyle, herkes için yürüyeceği yolda yuvarlanıp içine düşeceği ve bir daha da çıkamayacağı bir çukur vardır. Ama yol, bazen oksijen çadırında, nebatî bir hayatla uzar, bazen de toplumun bütün dinamizminin devreye girmesiyle.. tıpkı sadakanın ömrü uzattığı gibi.

Osmanlı bunların hepsini görmüştür. O, hiçbir millete müyesser olmayan uzun bir ömür yaşamıştır. Evet, dünya tarihinde tek sülalede böylesine uzun bir ömür, hiçbir millete müyesser olmamıştır. Firavunlarda, Roma’da 150-200 sene arayla aileler değişmiş olmasına rağmen, Osmanlılarda bu müddet altı asırdır ve bunun dört asrı da hep zirvede geçmiştir.

Söğüt’ten başlayıp devamlı helezonik olarak yükselen ve zirveleşen bir devletin gaye-i hayalinin “ebed müddet” olması, onların himmetlerini âli tutmaları ve canlı kalmaları adına çok önemlidir. Hayalleri hafife almamak lâzım. Bilmem kaç sene evvel haritada işaretlediğiniz yerlerin sizin üzerinizde tesiri çok büyüktür. Öyle ki o, sana uzaktan göz kırpan bir yıldız gibi sürekli gel der, siz de ona doğru hep yürürsünüz. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, olmazsa çeyrek asırda veya yarım asır sonra ulaşılması gerekli olan bir zirveye ulaşmış olursunuz. Böyle bir hedef olmayınca, insan bir yere kadar çalışır; çalışır ve artık yeter der. Sonra Üstad’ın ifadesiyle ezhan “ene”lere döner, etrafta gezmeye başlar.

Diğer bir tabirle mesele, hatt-ı müstakim üzerinde bir yol takip etmekten çıkar, dairevî bir hâl alır. Sonra insan her şeyi kendi etrafında örgülemeye başlar. İşte bu, bir ufuksuzluk ve mefkûresizlik demektir.

Evet, Osmanlılar da, gaye-i hayale ulaşmak için acaba her zaman ilk dönemlerde olduğu gibi, hususi ile de ilk dört asırda olduğu gibi, ona ulaşma yolunda strateji, politika üretebilmiş midir? Burada eskilerin “Fîhi nazar” dedikleri gibi “Fîhi nazar” deyip geçeceğiz… Sadece acı bir zem olmaması ve biraz da “Ölülerinizin kötü yanlarını anmayın.” disiplinine bağlılığımdan dolayı, bunlar olmamıştır demiyorum. Geçmişimizi ne kadar hayırla yâd etsek de, içimizin o mevzuda çok rahat olmadığı da muhakkak. Bir Fatih döneminden sonra ilim düşüncesi bitmiştir. Hatta onun dönemindeki şeyler de eskinin hızından ibarettir.

Selçuklular, Osmanlılardan daha çok gaileli, curcunalı bir dönemde yaşamışlardır. İster Şark’tan gelen azgın tecavüzler, ister Garp’tan gelen mütecaviz saldırılar karşısında, bir türlü kafalarını dinleyememişler ve bir gaye-i hayale yönelememişlerdir. Bu açıdan meseleye bakacak olursak, Selçuklulara nispetle Osmanlılar daha avantajlı sayılırlar. Buna rağmen Osmanlı’nın ister ilim, ister “devlet-i ebed müddet” fikrinde istenilen oranda başarılı oldukları da söylenemez. Belki ilk kabilevî fütuhat döneminde bu olmamıştı ve olamayabilirdi de, ancak devlet, devlet olarak sistemleşip oturaklaşınca bir ilim düşüncesi ve bir Rönesans gerçekleştirilebilirdi. Vâkıa, medeniyet tarihi yazarları, genelde o fütuhat dönemini müteakip bir ilim döneminin başladığını, bunu medeniyet ve kültür dönemlerinin takip ettiğini söylerler ama, meselenin arzu edildiği şekilde gerçekleşmediği de bir vâkıadır.

Dolayısı ile bir taraftan “Devlet-i ebed müddet derken ne kadar samimi idik?” diğer taraftan “Buna ulaşma adına yapılması gereken şeylerin ne kadarını yapabildik?” gibi mülâhazalarımı henüz aşabilmiş değilim.

Gerçi daha sonra acı acı yerimizde saydığımızı hissetmeye başladığımız an çırpınmalarımız söz konusudur ama, o zaman da batı o parlak durumu ile gözlerimizi kamaştırmış biz de kendi değerlerimiz adına sarsılmışızdır. Bunun ardından, şaşkınca, el yordamıyla bazı kararlar alıp değerlendirme dönemi başlamıştır. Bu ise bizde, inhitat döneminin başlangıcı olmuştur. Tanzimat da bunun bir sendrom hâlinde ortaya çıktığı dönemin adı.

Biz bu dönemde ille de Fransa demişizdir ve Fransa bizim yaklaşık bir asır boyunca âdeta mihrabımız olmuştur. Bundan da bir netice alınamayınca Meşrutiyet’e ümitler bağlanmıştır. Daha sonra İttihatçı toy delikanlılar devreye girmiş, kumarbazın devamlı kaybedip en sonunda “Bütün kaybettiklerimi istirdat ederim!” mülâhazasıyla en pahalı bir şeye son zarını attığı gibi, biz de Almanlarla birlikte macerâvârî dünya savaşına girmiş ve “Eski saltanat ve debdebemizi istirdad ederiz!” diye şansımızı son bir kere daha denemişiz ama, koca bir devleti pâyimâl etmişizdir.

Onlar bir çürük ipliğe hülya dizmişlerdi ve bu hülyaya, maalesef devlet içinde üç hayatî mekanizma da iştirak ediyordu: Askeriye, sadâret ve maliye. Rıza Tevfik, İttihatçılar içinde yer alan bir insandır. Ama daha sonra onların tavrının yanlış olduğunu anlamış ve “Abdülhamit’in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirinde pişmanlığını ifade etmiştir.

Bu değerlendirmeler ışığında günümüze bakacak olursak fırsat henüz fevt olmamıştır. Devlet yine ebed müddet ve bu yine gaye-i hayaldir. Fikir seviyemiz ne olursa olsun duygularımızın temiz ve bu hedefe müteveccih olduğu kesindir. Bazen Allah çok edna nefislerden, a’lâ işler çıkarabilir. İşi yapan, planlayan O olduktan sonra, çok da esbab-ı âdiye üzerinde durmamak lâzım.

Biz, niyetlerimizin sadık kullarıyız. Bir insanın, birkaç neslin, birkaç asrın tahakkuk ettirmeye ömrünün yetmeyeceği koskocaman bir gaye-i hayalin peşindeyiz. Ama akıllı isek, şimdiden buna sahip çıkar, niyetimize göre onun mükâfatını alabiliriz. Çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.

-+=
Scroll to Top