İkinci Bölüm KAZA – KADER MÜNASEBETİ

Kaza ve kaderin çeşitli yönleri vardır. Bunları dört ana grupta toplamak mümkündür:

1. İlm-i İlâhî’ye bakan yönüyle kaza ve kader.

2. Kitabete bakan yönüyle kaza ve kader.

3. Meşîet-i İlâhiye (Allah’ın dilemesi) açısından kaza ve kader.

4. Yaratma açısından kaza ve kader.

Bu dört esasa teferru eden birbiri içine girmiş birçok mesele daha vardır. Ancak mevzuu şematiğe boğmamak için onları da ayrı maddeler hâlinde sıralamaktan sarf-ı nazar ediyoruz. Şimdi sırasıyla bu dört ana esası ele alıp kaza ve kader meselesini tahlil etmeye çalışalım:

1. İLM-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA VE KADER

Bu mevzua bir hadis-i şerifle başlamak istiyorum. Yukarıda da geçen bu hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Sizden hiç kimse yoktur ki, Cennet ve Cehennem’deki yeri bilinmiş olmasın.”1 buyuruyor.

Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hak, insanın Cennetlik mi, yoksa Cehennemlik mi olduğunu biliyor. Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arz edelim:

Allah (celle celâluhu), her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (celle celâluhu) atâda bulunur. Hakkımızda hükümler verir. Hususiyle Kur’ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar. Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir. Nefislerimiz onları sevimli bulmaz. Ama Allah (celle celâluhu), her şeyi bilen Allah’tır. Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz’eder. İşte O’nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır. Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir. Biz bilmiyoruz ama Allah (celle celâluhu) biliyor. Allah’ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukarin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir. Her zaman Cenâb-ı Hakk’ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah (celle celâluhu) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O’nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa, hikmeti de aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm’dir, hem de Hakîm’dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.

“Her işte hikmeti vardır, Abes iş işlemez Allah.”

Hikmet daima O’nun ilmine râmdır. Nerede ilim tecellî eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Hâlbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerih görürüz. Bunların, –fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak– hüsün ligayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrak edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır.. şerlere gelince onlar bizim hususî kesbimize bağlıdır…

Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰۤى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰۤى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۚ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟

“Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”2

Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm’ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı. Kitab’ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur. Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerih gelebilir. Ama size bir kanun söylüyorum: Nice kerih görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır. Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir.

Demek oluyor ki, dış yüzüyle çirkin görünen nice şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır. İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat’edip mescitlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, bunlar zâhiren çok zordur; fakat bu zorluğun verâsında adım adım Cennet’e yaklaşmak ve merhale merhale Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yanaşmak vardır. Nefse hoş gelen, insanı şehvet âlemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım Cehennem’e yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmaktır.

Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır. Şöyle der: “Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.”

Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyat etmektir. Evet, bize vacip olan hayra niyet etmek ve hayır istikametinde koşmaktır. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olsun, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmayalım.

Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir. O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur. Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur’ân’ın ifadesi içinde bir “Feth-i Karîb – Yakın Fetih” olarak karşımıza çıkar.

Hakikaten Hudeybiye’nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir. Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir…

Hak uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar Hakk’a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyiç sahabenin Kâbe’yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Kâbe ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi… Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Resûlü’ne sığınan Ebû Cendel’in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi.3

İşte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü. O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu. Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Resûlü, iç âlemi itibarıyla nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor, akıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün mânâsı da buydu. Hz. Ömer’in dahi ilk anda kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu.. neden sonra nazil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve ashabın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti. Evet, Hudeybiye bir fetihti. Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti.

Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Kâbe’nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu. Bu düşünce diğer kabilelerin de cesaretini artırdı.

Hudeybiye’de varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti. Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti. Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabileler akın akın İslâm’a girdiler. Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu.4

Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz. Yusuf’dan (aleyhisselâm): Mısır’a aziz olmak için, evvelâ kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı.5 Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verâsında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.

Allah Resûlü de miraca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü’nün yanında olmayacaklardı. Taif’e gitmiş fakat kabul görmemişti.6 İşte tam bu esnada Allah Resûlü’ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücub arası bir makama erdi. Evet, bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O’nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi.7

Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı. Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı. Sonra Allah (celle celâluhu) onu, hem kendisine hem de Musa’ya en büyük düşman olan Firavun’un sarayına yerleştiriyordu. Bir Kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı.8 Zira İsrailoğulları gibi bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu. Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu.

Hz. Mesih (aleyhisselâm) göğe nasıl yükseldi. Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı. O, korkunç bir tarassut altında sıkışıp kalmıştı. İşte o anda ona gökten bir el uzandı ve doğuşu mucize olan bu zâtın, dönüşü de mucize ile noktalandı.9

Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir. O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hak, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona fereçler, kurtuluşlar ihsan edecektir.

İşte ilm-i ilâhîde her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah (celle celâluhu) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir. Ve kader de O’nun bu ilminin sırlı bir unvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.

2. KİTABET AÇISINDAN KAZA VE KADER

İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait ilâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a’mâliyle alâkalı bir kitabettir. Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır. Biz buna da “yevmî tayin ve takdir” diyoruz.

İmam-ı Mübîn’den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitab-ı Mübîn’e kaydedilen ve Kur’ân-ı Kerim’de:

كِرَامًا كَاتِب۪ينَۙ ۝ يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ

“Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler.”10 şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır.

وَكُلَّ إِنْسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَۤائِرَهُ ف۪ي عُنُقِه۪ۘ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ كِتَابًا يَلْقٰيهُ مَنْشُورًا

âyeti bize bunu anlatmaktadır: “Her insanın işlediklerini boynuna sararız. Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız.”11 fehvâsınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir.

Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz. Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir. Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliğinin dahi olmadığı müşâhede edilecektir. Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır. Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir. Çünkü ikinci kitabet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır.

Mahkeme-i Kübra’da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir. Bu mukabelede melek “Ben şunları yazdım.” diyecek, Cenâb-ı Hak da bir kitap gösterecek ve Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım.” diyecek ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı… Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğeri ise Allah’tır (celle celâluhu). O melekler ki, adı Cenâb-ı Hak tarafından “Kirâmen Kâtibîn” olarak tesbit edilmiştir. Şanı çok yüce meleklerdir. Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler. Kötülük semt-i melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür.

Evet, Allah (celle celâluhu), evvelâ bütün hâdiselerin planını çizer; ilmî bir vücud verir. Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder. Binaenaleyh, evvelâ her şey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır. Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder. Bu defa da onları melekler yazar.

Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izaha çalışalım:

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ

Kasem olsun Biz, Zikir’den sonra Zebur’da da şunu yazdık: ‘Yeryüzüne Benim salih kullarım vâris olacaktır.”12

Zikir, öğüt ve nasihat demektir. Burada Tevrat mânâsına gelir. Ya da daha şümullü bir mânâ ile “Levh-i Mahfuz” demektir. Bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak Benim salih kullarım vâris olacaktır.

Yerin hakikî ve uzun süreli hâkimi sadece salih kullardır. Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir. Yeryüzünde, daimî bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak salih kullar ve salih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş salih milletler ve salih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir. Evet, Hz. Davud’un eline verilen tahrif olmamış Zebur’da böyle ilâhî bir kanun vardır.

Cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrit insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler. Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan ve Kur’ân’da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir. Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hâkimiyettir. Diğerlerinin geçici galebe ve hâkimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir. Bu, ilahî bir kanundur.. ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hâkimi onlar olacaktır. Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız. O bütün bir hayat itibarıyla nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır. Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan, hakikî mânâda salahı da yakalamış olandır.

Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkârını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakikî mânâda aslâ bu hâkimiyeti kuramayacaklardır. Bir gün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır.. ve bir gün mutlaka çizgisini bulacaktır. Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı mânâsına gelir. Hâlbuki Allah (celle celâluhu):

إِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْۘ

“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir.”13 buyurmaktadır.

Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir:

لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ “Allah’ın yarattığında değişiklik yoktur.”14

Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz. Bir millet başlara taç iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez. Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir. Bu, müsbet mânâda da, menfi mânâda da böyledir. Öyle ise evvelâ “Nefsinizi koruyun!” Nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fatih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın. İç dünyasında fatih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur.

Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir. Bu sırrı kavrayanlar, maiyyet-i ilâhiyeye girmiş demektir. Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur. O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır.. ve ferdin, benliğinin esiri olmaktan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır.. dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır. Bir diğer mânâda o, bütünüyle salaha ermektir…

Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik. Asıl meselemiz, Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz’da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır. Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim. Bu âyette de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ۞ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًاۘ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْئًاۘ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَأُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

Allah, içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte onlar fasıkların ta kendisidir.”15

Allah (celle celâluhu), iman edip salih amel işleyenlere vaad ediyor. Bu vaad, sözünden dönmesi muhal olan Allah’ın vaadidir. O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Ve O, her şeyin yegâne hâkimidir. Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını vaad eden Allah (celle celâluhu), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir.

Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi, Levh-i Mahfuz’a kaydedilip yazılanlardır ki, her şey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır. İkincisi ise, teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir. Burada ise eşya ve hâdiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır. Bunlardan iradî olan fiillerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir.

Şu âyet her iki yazılışı da birden zikretmekte ve bir bakıma anlatılanların esasına parmak basmaktadır:

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۘ وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ ف۪يۤ إِمَامٍ مُب۪ينٍ۟

“Muhakkak ki, ölüleri dirilten, işlediklerini ve geride bıraktıklarını yazan Biziz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.”16

İnsanın yaptığı bütün ameller ve geride bıraktığı sadaka-i cariyeler hep bir bir yazılır. İşte bu ikinci yazılıştır. Fakat her şey daha önce ilmî vücuduyla yazılmıştır. İşte: وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ âyeti de bize bunu anlatmaktadır.

Levh-i Mahfuz’da her şeyin yazılmış olduğunu ve hiçbir şeyin ihmale uğramadığını şu âyet de gayet açık bir şekilde izah etmektedir:

وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَۤائِرٍ يَط۪يرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمۘ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلٰى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

“Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir. Kitap’ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rabbilerine toplanacaklardır.”17

Müfessirlerin bir kısmı bu âyette geçen Kitab’ı, Kur’ân şeklinde anlamışlarsa da büyük ekseriyeti, Levh-i Mahfuz mânâsını vermişlerdir.

كَانَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ شَيْءٌ غَيْرَهُ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ وَكَتَبَ فِي الذِّكْرِ كُلَّ شَيْءٍ

“Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Tasavvur ve düşünce olmadığı için, yokluğu düşünmek de yoktu. Arşı ‘mâ’ üzerindeydi. (–Allahu a’lem– Rahmân’ın Arşı esîr maddesi üzerindeydi). Ve Allah Zikir’de her şeyi yazdı, tesbit etti. Sonra o program üzerine de kâinatı yarattı…”18

Bu birinci kitabeti, iradî fiillerde ikinci bir kitabet takip ediyor. Her şey oluş sırasına göre yazılıyor. Bu kitabet de kaderin ikinci veçhesini meydana getiriyor.

3. MEŞÎET-İ İLÂHİYE AÇISINDAN KAZA VE KADER

A. Âyet-i Kerimelerde Meşîet-i İlâhiye

شَاءَ – يَشَاءُ – مَش۪يئَةً (Şâe-Yeşâü-Meşîeten) “dilemek” mânâsına gelen bir kelimedir. Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri de budur. Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır. Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir buudunu meydana getirmektedir.

Eşya ve hâdiselerin zuhur ve vukuunda meşîet-i ilâhiye esastır. Kur’ân birçok âyetiyle bize bu hakikati anlatır. Şimdi meşîet-i ilâhiyeye delâlet eden âyetlerden bazılarını ele alalım:

a. وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًاۙ ۝ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُ۬ وَاذْكُرْ رَبَّكَ إِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰۤى أَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِأَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا

“Herhangi bir şey için ‘Ben onu yarın yapacağım.’ deme. ‘Ancak Allah dilerse…’ de. Unuttuğun zaman hemen Rabbini an ve şöyle de: ‘Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yakın olana eriştirir.’ ”19

Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvelâ meşîet-i ilâhiyeyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın. Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir. İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk hâline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır.

Bu âyet münasebetiyle Allah Resûlü bize şöyle bir şey anlatır: “Hz. Süleyman, ‘Bu gece yüz cariyemle mübaşerette bulunacak, bunların her biri de Allah yolunda savaş eden bir erkek çocuk doğuracak.’ diye yemin eder. Fakat ‘İnşâallah’ demeyi unutur. Neticede sadece bir kadın düşük meydana getirir.” Ve Allah Resûlü ilave olarak şöyle der: “Eğer ‘inşâallah’ deseydi yemininde hânis olmaz ve her bir kadın Allah yolunda savaşan bir çocuk meydana getirirdi.”20

Evet, insan kat’iyen inanmalıdır ki, Allah dilemedikten sonra hiç kimse hiçbir şey yapma güç ve kuvvetine malik değildir. Eşya ve hâdiselerin ledünniyatına vâkıf olan ve kendi iç âlemini dinlemesini bilen bir insan bu gerçeğe, hem de aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanır, inanmalıdır da.

Evet, eşya ve hâdiselere ve kendimizin bunlarla olan münasebetlerine baktığımız zaman kat’î bir yakîn ile görür ve biliriz ki, Allah dilemedikçe bizler yerden bir çöp kaldırmaya dahi muktedir olamayız. Hatta bazen bir iş için bütün mukaddemeleri hazırlar, enine boyuna etraflıca düşünür, planlar ve bize göre bütün şartlar tamam deriz; ama bir de bakarız ki, belirli-belirsiz bir yerde küçük bir ihtimal, bir sızıntı her şeyi berbat edivermiş. Hatta her şey tamam. Ancak meşîet-i ilâhiye bizim istediğimiz gibi taalluk etmediği için veya Allah (celle celâluhu) o işi bizim istediğimiz istikamette dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiş ve böylece bizim planlarımız altüst olmuştur. Zaten âyet de bunu anlatmıyor mu?

وَمَا تَشَۤاؤُۧنَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُۘ

“Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.”21 Dileseniz de O istemezse, sizin gayretleriniz bir şey ifade etmez. O dilemedikçe, her türlü sa’y ve gayret boşunadır. Ne var ki, O çok defa âdet-i sübhaniyesiyle esbap ve sizin iradelerinizi birer dua kabul edip lütufta bulunabilir. İşte meşîet-i ilâhiyenin eşya ve hâdiselere taalluku her şeyle bu kadar iç içedir.

Evet, meşîet hayatın bütün cephelerinde ve insanın hayatının hemen her safhasında kendini gösterir. Bunu ifade eden ikinci âyet ise şöyle:

b. تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۘ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۘ وَلَوْ شَۤاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَۤاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰـكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۘ وَلَوْ شَۤاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟

“İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan, Allah’ın kendilerine hitap ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik. Onu Ruhü’l-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah istediğini yapar.”22

Allah’ın meşîeti olmasaydı siz hiçbir şey yapamayacaktınız. Meselâ, eğer Allah dileseydi, siz aranızda mukatele yapmayacaktınız. Ama yapıyorsunuz. Öyle ise sizin müsbet veya menfî mukatele hayatınız, sizin leh veya aleyhinize olması yönüyle tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır. Allah neyi murad buyurursa onu yapar. O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sormaz. Zaten: مَا شَاءَ اللّٰهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah ne dilerse o olur. O’nun dilemediği ise asla olmaz.”23 hadisi bir kaide-i mukarreredir.

Allah neyi dilerse o keynûnet kazanır, oluverir. Neyi dilemezse, yani neyin olmamasını dilerse o da olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. O da Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve yok’a da taalluk etmesi meselesidir. Durum böyle olunca, Allah (celle celâluhu) neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur. Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz. Evet, meşîet-i ilâhiye yok’a da var’a da taalluk eder.

Yoksa, bazılarının dediği gibi, “Meşîet-i ilâhiye taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz.” gibi bir düşünce doğru değildir. Yani meşîet-i ilâhiyenin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır.

Mutezile ve Cebriye Allah Resûlü’nün ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi. Zira her iki durumu da Efendimiz “Keynûnet” ile anlatmaktadır.

İman ve hidayet hususunda da meşîet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır.”24 Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak. Evet, o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içteki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. İşte delili:

c. وَلَوْ شَۤاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعًاۘ أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ

“Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”25

Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle her şeye hâkim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi. Ve bu konuda bir diğer âyet:

d. وَإِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَۤاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍۘ وَلَوْ شَۤاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ

“Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sen cahillerden olamazsın!”26

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir. Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu. Vicdanı apaydın olan bu insanlar iman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi. Ama meşîet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı.

e. وَأَنْزَلْنَۤا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَۤا أَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَۤاءَهُمْ عَمَّا جَۤاءَكَ مِنَ الْحَقِّۘ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۘ وَلَوْ شَۤاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَۤا اٰتَاكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۘ إِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَم۪يعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَۙ

“Ey Habibim! Kur’ân’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahit olarak gerçekle sana indirdik. Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir. O hâlde hayırda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.”27

Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı. Fakat meşîet-i ilâhiye bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi. Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler hâlinde zuhur ettiler…

Devletlerin hâkimiyeti, hâkimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşîete bağlıdır. Bunu gösteren âyet ise şöyle:

f. إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۘ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَۤاءَۘ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ

“Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahitler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah zulmedenleri sevmez.”28 âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Her ne kadar bu âyette, meşîet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşîeti ifade ediyor. Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz.” diyor. İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir.

Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Fakat şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşîet-i ilâhiye ile alâkalı yönünü inceliyoruz. Meşîet-i ilâhiye hakkında bir başka âyet:

g. إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ أَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِاٰخَر۪ينَۘ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى ذٰلِكَ قَد۪يرًا

“Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir. Allah buna kadirdir.”29

Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir. Allah buna muktedirdir. Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi… Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi. Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mâni olmuştur? Meşîet-i ilâhiyenin vaz’ettiği şart-ı âdilere riayet nispetinde var olma, hâkim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır. Bu da değişmez ilâhî bir kanundur.

Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür. Ancak mevzuumuzu aşması itibarıyla o hususa temas etmeyeceğiz.

Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en ulvî bir düşüncedir. Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir. İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir. Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır.

İnsanların, hakikî ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter. Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir. İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler.

Dinden yüz çevirmiş kavimler mânevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibarıyla da altüst olmuşlardır. Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir. Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz. Zira meşîet-i ilâhiyenin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir. İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:

h. يَۤا أَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَ۬ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍۘ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kâfirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler. Bu, Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah Vâsi (her şeyi kuşatan)dir ve Alîm’dir.”30

Ayette geçen اِرْتَدَّ – يَرْتَدُّ (İrtedde-Yerteddu) fiili, geriye dönmek, dinden rücu etmek mânâsına gelir. Bu duruma göre Kur’ân’ın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı mânâlara gelir.

Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya topluluk bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme mânâsının bir tehdit olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder. Çünkü dine hizmet mazhariyeti Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu, bir ihsanıdır. Eğer o şahıs veya topluluk şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya şahs-ı mâneviye gördürür.

Dini, hayata hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdit bütün bir milleti alâkadar eder. Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, baş aşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir. Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar…

“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır. Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir. Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir. Ancak onların belli vasıfları vardır. Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır. Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kastedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir. O kavmin vasıfları şunlardır:

Birinci vasıf: “Allah onları sever.” Yeryüzünde onlar için hüsnü kabul va’zeder. Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum, sen de sev!” demiştir. Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor, siz de sevin!” diye nida etmiştir. Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur. Hadisin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur.31 Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar… Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir. Teklifleri emir kabul edilir. Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda mâkes bulur.

İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever.” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmektir. Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor demektir. İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır.

Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler.” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler. Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir.

Dördüncü vasıf: “Kâfirlere karşı olabildiğince onurlu ve azizdirler; aslâ onlar karşısında bel kırıp boyun bükmezler ve onlarla devamlı bir mücadele içindedirler.” Mü’minlere karşı ne derece mütevazi iseler, kâfirlere karşı da o derece onurludurlar.

Beşinci vasıf: “Allah yolunda mücadele ederler.” Burada meselenin fiil cümlesiyle anlatılmasında –Allahu a’lem– şöyle bir nükte var: Onlar bu cihadlarını her zaman değişik bir buudda ve yenileyerek sürdürürler. Evet, Arapça’da fiil cümleleri daima teceddüt ve yenilenme ifade etmesi itibarıyla, onların cihadları da daima yenilenme içinde ve günün şartlarına, zaman ve zeminin durumuna göre cereyan eder, yani onlar basiretli ve firasetli davranırlar, demektir.

Altıncı vasıf: “Kınayanların kınamasına aldırış etmezler.” Çünkü onlar, sadece Allah’tan korkarlar. Başkalarının onlar hakkında diyecekleri, onların hiç umurunda değildir. Onlar, her zaman Allah’ın emir ve hoşnutluğunu düşünürler.

İşte ideal cemaatin altı vasfı bunlardır. Kim bu vasıflarla vasıflanırsa Allah kudsî emaneti onlara verecektir. Bu ilâhî bir kanundur, hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir.

Arap sahip çıkarsa bu emanet onundur. Türk sahip çıkarsa bu emanet ona verilir. Kürt, Boşnak, Arnavut, kim sahip çıkarsa bu emanet onlarındır. Sahip çıkmanın ilk şartı da yukarıda sayılan altı vasıfla vasıflanmaktır.

Bu konuda çok umumî kaideleri ve evrensel prensipleri ihtiva eden bir diğer âyet-i kerime:

ı. قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ۬ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَۤاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَۤاءُۘ بِيَدِكَ الْخَيْرُۘ إِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“Ey Habibim de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Bütün hayır, Senin elindedir. Doğrusu Sen her şeye kadirsin.”32

Bir milletin, onları temsil edebilecek melikleri yok ise, o millet dağılmaya mahkûmdur. Melikler kalblerini, Mâlikleri olan Allah’a bağlamamışlarsa yine o millet uzun süre ayakta duramaz. Burada, sanki, bir taraftan irade göstermeme zilleti, diğer taraftan da sadece iradeyle ortada kalma gibi bir mahrumiyet ifade edilmiş oluyor. Öyleyse gösterilen irade, hâkimiyetimizin simgesi olacak ve her işte Cenâb-ı Hakk’a iltica ile de hâkimiyetimiz korunacak. İşte bu dengeyi bulma, kader ve irade meselesini ve bilhassa kaderin üçüncü buudu olarak söylediğimiz meşîet-i ilâhiye meselesini tam anlayıp kavramaya bağlıdır.

Buraya kadar naklettiğimiz âyetlerde gördük ve anladık ki, meşîet bütün hayatı çepeçevre sarmış ve ihata etmiştir. Evet, O’nun dilemesi ve meşîeti her şeyi kuşatmıştır. Yokluk dahi O’nun meşîetinin, o yönde tecellî etmesine bağlıdır. O فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُۘ33 yani istediğini yapan tek hâkimdir. O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey olamaz.

Meşîet bazen merhamet, bazen de azap istikametinde tecellî eder. İşte şu âyet bize bu hakikati ders veriyor:

j. رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْۘ إِنْ يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ أَوْ إِنْ يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْۘ وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَك۪يلًا

“Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder. (Ey Habibim) Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.”34

“Rabbiniz sizi herkesten daha iyi bilir. Çünkü insanı O yaratmıştır.. ve O, insana şah damarından daha yakındır.”35 “Kalbî meyilleriniz ve başkasından gizlemeye muvaffak olduğunuz düşünceleriniz Allah katında malumların en malumudur. Sizin arzu ve isteklerinizi bildiği için O, zâhire göre değil sizin bu durumunuza göre muamele eder. Bu durumda da isterse size azap eder isterse sizi rahmetiyle yarlığar.”36

Nebiler, hep meşîet-i ilâhiyeyi terennüm edip dile getirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, nebilerin bu terennüm ve şehadetlerine şöyle şahitlik etmektedir:

k. قُلْ لَۤا أَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَۤاءَ اللّٰهُۘ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوۤءُ إِنْ أَنَاۨ إِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟

“De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim.”37

Ben kendime ne zarar ne de fayda getirebilirim. Değil başkasına faydalı veya zararlı olmak, kendi öz nefsime dahi fayda veya zararım söz konusu değildir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği müstesna. Yani her işte olduğu gibi, benim kendime fayda veya zarar getirmemde de esas olan, Allah’ın meşîetidir…

Allah Resûlü, meşîet-i ilâhiyeye o kadar teslimdir ki, bir gün şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz.” Sahabi sorar: “Sen de mi yâ Resûlallah!” Cevap verir: “Evet, ben de; ancak; Rabbim’in beni rahmetiyle kucaklaması ve her tarafımı rahmet ve fazlıyla sarması neticesinde kurtulabilirim.”38

İşte Allah Resûlü’nün ölçüsü ve bize öğrettiği budur. Herkes kendi mânevî enini ve boyunu bu ölçüye göre değerlendirmelidir.

Evet, bir peygamber dahi “meşîet” karşısında böyle olursa, diğer insanlar nasıl olmalıdır, düşünülsün… Bu anlayış ve teslimiyet iledir ki insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve başı semanın ufuklarında dolaşır.

Şimdi “Dünya kadar hayır işledim. Yerim herhâlde Cennet’tir.”, “Cennet’e bizim gibiler girmeyecek de kimler girecek?”… gibi kibir ve gurur ifadelerini tekrar edip duranlara, yukarıdaki hadisi ve Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir peygamber olduğu hâlde sergilediği tavrı örnek almalarını tavsiye ederiz. Demek ki meşîete gösterilen teslimiyet, insanı kibir ve gururdan da kurtarmaktadır. Öyleyse mü’min, bütün işlerini meşîet ağırlıklı, meşîet yörüngeli kabul etme mecburiyetindedir.

Zira Cenâb-ı Hakk’ın meşîeti, her şeyi zâhir ve bâtınıyla kuşatıp içine almıştır. O’nun meşîeti haricinde bir şey düşünmek imkânsızdır.

Evet, ilâhî meşîeti, istenen ölçüde anlamak da belli bir seviye işidir. Bu seviyeyi yakalayamayanların “meşîet” meselesini anlayıp idrak etmeleri imkânsız denecek kadar zordur. Zaten bütün peygamberlerin, içinde yaşadıkları toplumlarla çatışmaya düştükleri hususlardan birisi de bu meseleyi o toplumların anlayamamaları değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet, “meşîet”i değişik vecheleriyle peygamberler ve kavimlerden misaller vererek izah etmektedir. Kur’ân’a göre bu konunun itikadî, tasavvurî ve amelî pek çok buudları vardır. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da bu konuda ayrı bir misaldir. Kur’ân Hz. Nuh’a başkaldırmış bir cemaati, onun tehditlerini hafife alanları bizlere anlatırken der ki:

l. قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَۤا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

Dediler ki: ‘Ey Nuh, bizimle mücadele ettin. Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getir!”39

Bunun üzerine Hz. Nuh onlara şu karşılığı verdi:

قَالَ إِنَّمَا يَأْت۪يكُمْ بِهِ اللّٰهُ إِنْ شَۤاءَ وَمَۤا أَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ ۝ وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْح۪يۤ إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنْصَحَ لَكُمْ إِنْ كَانَ اللّٰهُ يُر۪يدُ أَنْ يُغْوِيَكُمْۘ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَۘ

“Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O sizin Rabbinizdir. O’na döndürüleceksiniz.”40

İşte bu ifadeleriyle Hz. Nuh, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesinin her şeyin üstünde olduğu hakikatine işaret ediyor ve kavmine şöyle demek istiyordu:

O azabı, başınıza musallat edecek ben değilim. Zaten ben dilediğime azap edebilseydim –ki bu elimden gelmez– hiç kimsenin itiraza takati kalmaz ve imtihan sırrı yok olurdu. Hâlbuki siz, Allah’ın verdiği cüz’î iradenizi kullanarak ya teslim-i silah edecek veya yüz çevireceksiniz. Ayrıca, eğer O sizi imtihan ederek saptırırsa, benim sözlerim birer cevher olsa da –ki aslında her nebinin sözleri birer cevherdir– yine de size faydası olmayacaktır. Çünkü O’nun meşîeti bütün takdir ve tekliflerin üstündedir. O, Rabbinizdir. Dilediğini, dilediği gibi evirir çevirir. Siz istemeseniz de neticede O’na döneceksiniz. Bana gelince, benim tebliğ ve irşaddan öte elimden bir şey gelmez. Meşîet karşısında ben de sizler gibiyim…

Bu ve benzeri âyetler, peygamberlerin meşîet ufkunu elvan elvan resmetmektedir.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de kavmine tevhid dersi verirken meşîet-i ilâhiyeyi talim ediyordu:

m. وَحَۤاجَّهُ قَوْمُهُۘ قَالَ أَتُحَۤاجُّونّ۪ي فِي اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينِۘ وَلَۤا أَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِه۪ۤ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ رَبّ۪ي شَيْئًاۘ وَسِعَ رَبّ۪ي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۘ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ

“Kavmi onunla tartışmaya girişti. (O onlara) dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğerki Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?”41

Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden endişe edici değilim. Ben ancak Rabbimin dilediği şeylerden korkarım. Yani ben O’nun, hakkımda korkulacak bir hüküm vermesinden korkarım. Yoksa, bütün kâinat belâ olsa başımda patlasa beni zerre kadar korkutamaz. Çünkü biliyorum ki, Rabbim dilemedikçe bana zerre kadar dahi olsa hiç kimse zarar veremez.

Hz. İbrahim de verdiği bu tevhid dersinde meşîet-i ilâhiyeye parmak basmaktadır.

n. Hz. İsmail, babasının teklifine karşı: يَۤا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ۬ “Babacığım, emrolunduğun şeyi hemen yerine getir!”42 dedikten sonra, yine meşîet-i ilâhiyeye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: سَتَجِدُن۪يۤ إِنْ شَۤاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ينَ “İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın.”43 Yani Hz. İsmail de sabredebilmeyi, Cenâb-ı Hakk’ın meşîetine bağlıyor. Ancak O dilerse ve ancak O’nun dilediği ölçüde sabredebiliriz demek istiyor.

o. Hz. Musa, Hz. Hızır ile seyahate çıkarken, Hz. Hızır’ın: إِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا “Sen benimle seyahate güç yetiremezsin!”44 demesine mukabil hemen meşîet-i ilâhiyeyi dile getiriyor ve şöyle diyordu:

سَتَجِدُن۪يۤ إِنْ شَۤاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَۤا أَعْص۪ي لَكَ أَمْرًا

“İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.”45

Görüldüğü gibi peygamberlerin ifadeleri ne kadar da birbirine benziyor. Hemen hepsi de aynı duygu ve düşünceyi paylaşıyor, aynı şeyleri dile getiriyor ve her şeyi aynı ritimden söylüyorlar. Çünkü onların meşîet-i ilâhiyeye karşı tavır ve teslimiyetleri aynıdır.

p. Ve Hz. Yusuf (aleyhisselâm) senelerden sonra kavuştuğu anne ve babasını şehre davet ederken, şöyle demiş ve meşîet-i ilâhiyeyi nazardan uzak tutmamıştı:

اُدْخُلُوا مِصْرَ إِنْ شَۤاءَ اللّٰهُ اٰمِن۪ينَۘ

“Allah’ın dileğince güven içinde Mısır’da yerleşin.”46

Nebilerden hangisine baksanız, onun itikat ve düşünce silsilesi içinde meşîetin gergef işlenir gibi ele alındığını ve işlendiğini görürsünüz. Tabiî bunu nebilere de Cenâb-ı Hak talim etmiştir.

İlâhî meşîet her şeydir ve insan iradesine göre esastır. Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir.

B. Hadis-i Şeriflerde Meşîet-i İlâhiye

a. Ahmed İbn Hanbel’in, Hz. Âişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var. Tufeyl diyor ki:

“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum. Onlara: ‘Siz kimsiniz?’ diye sordum. Onlar da ‘Biz Yahudi cemaatiyiz.’ dediler. Ben de ‘Siz ne güzel bir cemaatsiniz. Keşke Üzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz!’ dedim. Bunun üzerine onlar da: ‘Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke إِنْ شَاءَ اللّٰهُ وَإِنْ شَاءَ مُحَمَّدٌ (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz.’ cevabını verdiler.

Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm. Onların yanına gittim. Kim olduklarını sordum. Nasârâ olduklarını söylediler. Ben de yine: ‘Siz ne güzel cemaatsiniz. Keşke Mesih Allah’ın oğlu, demeseydiniz!’ dedim. Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, ‘Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz.’ dediler.

Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz. Âişe’ye naklettim. O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış. Efendimiz beni çağırarak, ‘Bu rüyayı kimseye anlattın mı?’ diye sordu. Ben de anlattığımı söyledim. Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitte toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: ‘Ey insanlar, şimdiye kadar size bir meseleyi hayâ ifadesi olarak söylememiştim. Sizin bu sözünüz beni mesul etmese de sizi sorumlu hâle getirir. Sakın bundan böyle, ‘Allah ve Muhammed dilerse.’ demeyin. Belki ‘Allah dilerse’, deyin. ‘O tektir ve O’nun şeriki yoktur.’ dedi.”47

Bu hâdise ve hadisten de anlıyoruz ki, meşîet-i ilâhiye esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz. Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir.

b. Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi. Efendimiz hemen ona: “Böyle deme. Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de!” diye ferman etti.48

İşte Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği hatalı bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu.

c. Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ي عَلَى د۪ينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım. Kalbimi dininde sabit kıl.”49

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Resûlü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor. Aldığı cevap aynen şu oluyor: اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمٰنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir.”50

Nevvas b. Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir:

مَا مِنْ قَلْبٍ إِلَّا بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمٰنِ إِنْ شَاءَ أَقَامَهُ وَإِنْ شَاءَ أَزَاغَهُ

“Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır.”51

Zaten Cenâb-ı Hak da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir:

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ

“Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.”52

Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşîetini ispat eder. Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz. Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşîetini itiraf mânâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşîettir. Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz…

C. Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer’î Meselesi

Aynı konuyla ilgili ayrı bir hususa daha temas etmek istiyoruz. Böyle bir televvünle yorucu bu mevzuu da mümkün mertebe avamîleştirip bir kere daha anlatmak niyetindeyiz. Anlatmak istediğimiz hususa şu âyet bir mukaddime olabilir. Âyette şöyle denilmektedir:

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُۘ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ

“Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.”53

Emir ve yaratma Allah’a aittir. Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur. Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır.

Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî.

İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î.

Kâinatta cebrî emir hâkimdir. Cenâb-ı Hak yarattığını hep cebrî olarak yaratır. Hiç kimse bu cebir karşısında bir şey diyemez. Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir.

Cenâb-ı Hak, Mâlikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur. O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar.

Emr-i dinî ve şer’îde ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafî bir yetki ve salâhiyet verilmiştir. Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin mânâ ve muhtevasını da anlamış oluruz.

Âyât-ı tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar. Emr-i şer’îde ise, Cenâb-ı Hak, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Her iki emirde de hem O’nun meşîeti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur.

Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir. Peygamberlerin yaptıkları da öyledir. Salih kulların salihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir. Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hak, hoşnuttur, razıdır.

Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur. Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir.

وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ “Allah, kullarının küfre girmesine razı değildir.”54

إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ “Allah, fesat çıkaranları sevmez.”55

إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَۙ “Allah, müsrifleri sevmez.”56

إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ Allah, haddi aşanları sevmez.”57

إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًاۙ “Allah, cimri ve kibirlileri sevmez.”58 gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir.

Allah (celle celâluhu) fesadı yaratır. Yaratması meşîetinin taalluku ile olur. Fakat O’nun fesada rızası yoktur. Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır. Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız. Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zaviyeden bakalım:

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَإِذَۤا أَرَدْنَۤا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَف۪يهَا فَفَسَقُوا ف۪يهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْم۪يرًا

“Biz bir beldeyi helâk etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”59

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını, hatta onların içlerindeki en zalimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhta, mânâda ayak takımıdır. Ama başlara taç edilmiş ayak takımıdır ve onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur. İşte bu mütrefîn sınıfı, halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvînî emirdir. Yoksa şer’î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hak hiçbir zaman emr-i teşriî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.

إِنَّ اللّٰهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَۤاءِۘ

“Allah fuhşiyatı emretmez.”60 âyeti bunun en açık delilidir. Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’î, diğerinin ise emr-i tekvînî olması keyfiyetinde gizlidir.

إِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْۘ

“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.”61 mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvînî bir emri dile getirmektedir.

İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimaî hayat ve medeniyet dünyasının da tali’i tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere gerisin geriye döner ve söner giderler.

Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor. Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkâr etmiş ve sapık bir yola düşmüştür. Mutezile de iradeyi esas alarak, “Kul kendi fiilini kendisi yaratır.” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır. Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki:

Emr-i tekvînîde de emr-i şer’îde de esas olan, meşîet-i ilâhiyedir. Fakat emr-i şer’îde kulun iradesine, şart-ı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir. Ona meşîet taalluk etmezse hiçbir şey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir. Hatta kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşîeti taalluk eder. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur. Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker.

Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşîetine bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir:

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ أَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَۤاءِۘ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyet’e açar. Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır.”62

İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir. İnsan böylece huzur ve saadeti tadar. Bu da ona, doyumu mümkün olmayan bir haz verir.. ve sadrı genişledikçe genişler. O bu imanı sayesinde, insanlığın kemal noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi hâline gelir. İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir. Belki gücü her şeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır. Zira akıl ve zekâca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behimî arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar. Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil. Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşîetin hikmet yüklü bir eseridir.

Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz. Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hilkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz. Evet, Cenâb-ı Hak bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir. Mümkün görünen şeyleri bazen gayri mümkün kılan; gayri mümkün görünenleri de imkân sahasına sokan yegâne kuvvet O’dur. O’nun güç ve kuvveti zâtındandır. Onun için de biz O’na, kuvvetin ta kendisi olarak bakıyoruz. Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur. Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşîet ve dileme sadece O’nun hakkıdır. Hidayet ve dalâlet hususunda da durum aynıdır. Hâdi ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır.

O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Resûlü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz. Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir.63

Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet arayan A’şâ gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır.64 Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı bir şey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir.

Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur. Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur. Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir. Ayrıca, bu binanın planını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu planı Levh-i Mahfuz’a kaydetmiştir. Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir. Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir, onun gönlünü İslâmiyet’e ısındırır ve hakikatin tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür. Görünür de hakikate karşı hâhişkârlık duyar. Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir. Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez. Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar65 ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır.

Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır. O da insanın iradesi yani bir şey yapma veya yapmamaya karar verme duygusudur. Esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir. Dolayısıyla da vicdanen kendisini mesul sayar. Evet, irade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir. Cenâb-ı Hak yaratacağı her şeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır.

Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz. Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız, servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız. Her şeyinizi o yolda sarf ettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü.. ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız.. yani iradeden beklenen her şeyi ortaya koydunuz. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşîeti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir. Evet, sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir. Bu ilâhî bir kanundur ve asla değişmeyecektir.

Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz. Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır. Hiç kimse de O’na bir şey sorma hakkına sahip değildir. Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez. Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hak’tan isteyeceksiniz. Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait her şeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (celle celâluhu), sizin mâkus tali’inizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır.

Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hak da ona şehitlik bahşediyor. Bu pâyeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşâhede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor. Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor.

Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, harikulâdeden ne Heraklit ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin. Cenâb-ı Hak, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanîsini sizler için değiştirecek değildir. Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur.

Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür. O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır. Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir… Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır.” denmiştir. Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَۤاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۘ أَلَۤا إِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ

“Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”66

Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, üzerinde istirahat edilecek bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede.. evet, işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır.” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız. Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır. Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır. Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman küllî irade kendine düşeni yapacaktır. Yani idbarınız ikbale, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir.

Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır. O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını ters yüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır. Mademki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz. Zira ilâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir…

Kaderin meşîet-i ilâhiye açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:

Cenâb-ı Hak, her şeyi kuşatan ilmiyle, ileride bizim iradelerimizle yapacağımız her şeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor.. sonra da bunları birer plan hâlinde Levh-i Mahfuz’a kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor, böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor. Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor. Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, “Allah dilerse bir şey olur, Allah bir şeyin olmamasını murad buyurursa o şey de olmaz.” kanaat ve inancını taşıyoruz.

4. YARATMA AÇISINDAN KAZA VE KADER

Her şeyi yaratan Allah’tır. “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi O’nun mahlukudur. Biz de amellerimiz de buna dahiliz. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır.”67 buyrulmaktadır.

Efendimiz de bir hadislerinde: إِنَّ اللّٰهَ يَصْنَعُ كُلَّ صَانِعٍ وَصَنْعَتِه۪ “Her sanatkârı ve sanatını yaratan Allah’tır.”68 ihtarında bulunmaktadır.

Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır. Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır. Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir?

İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur. O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenasüb-ü illiyet” prensibine göre bir nisbet bulmak mümkün değildir. Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanı başımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür.

Yaratan, Allah’tır. Kur’ân, Sünnet ve inkişaf etmiş vicdanlar, bunun böyle olduğuna şahitlik etmektedir. Bu sebepledir ki, Allah Resûlü ve O’nun ümmeti olarak bizler, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için iyi şeyler yaratmasını, kendi irademize dayalı olarak değil de rahmet kaynaklı olmasını isteriz.. sadece bir fikir vermek için burada bir iki duayı zikretmek istiyorum:

Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz, istihare duası olarak bize şu duayı talim etmektedir:

اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ي أَسْتَخ۪يرُكَ بِعِلْمِكَ وَأَسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ وَأَسْئَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظ۪يمِ. فَإِنَّكَ تَقْدِرُ وَلَا أَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وَلَا أَعْلَمُ وَأَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ. اَللّٰهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هٰذَا الْأَمْرَ خَيْرٌ ل۪ي ف۪ي د۪ين۪ي وَدُنْيَايَ وَمَعَاش۪ي وَعَاقِبَةِ أَمْر۪ي أَوْ عَاجِلِ أَمْر۪ي وَاٰجِلِه۪ فَاقْدُرْهُ ل۪ي وَيَسِّرْهُ ل۪ي ثُمَّ بَارِكْ ل۪ي ف۪يهِ وَإِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هٰذَا الْأَمْرَ شَرٌّ ل۪ي ف۪يِ د۪ين۪يِ وَدُنْيَايَ وَمَعَاش۪ي وَعَاقِبَةِ أَمْر۪ي أَوْ عَاجِلِ أَمْر۪ي وَاٰجِلِه۪ فَاصْرِفْهُ عَنّ۪ي وَاصْرِفْن۪ي عَنْهُ وَاقْدُرْ لِيَ الْخَيْرَ حَيْثُ كَانَ ثُمَّ رَضِّن۪ي بِه۪

“Allahım, Senin ilmine danışıyor ve Senin kudretinden yardım diliyorum.. istediğimi de Senin büyük fazlından istiyorum.

Senin her şeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez. Sen her şeyi bilirsin, ben ise hiçbir şey bilmem. Sen “Allâmü’l-Guyûb” (Bütün gizlilikleri bilen)sin.

Allahım, eğer bu iş (burada işini zikreder) benim dünya ve ahiret kazancım adına, başlangıcı ve neticesi itibarıyla hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdir buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl. Ve yine Sen biliyorsun ki, bu iş benim din, dünya ve ahiretim hesabına başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdir et. Sonra da takdirine beni hoşnut eyle…”69

Efendimiz bu dualarıyla bize, kadere ait bazı sırları öğretmenin yanında bizi hayra kavuşturacak ve yine bizi şerden uzak tutacak yegâne güç ve kuvvet sahibinin Allah (celle celâluhu) olduğunu gösteriyor. O’dur ki, şerrin kötülüğünü vicdanımıza acı acı duyurur ve bizi ondan uzaklaştırır. Hayır hakkında da içimize bir inşirah, bir meltem salar ve vicdanımız bu inşirahla dolar taşar ve biz de bütün benliğimizle o hayrı kucaklamaya çalışırız. Zaten بِيَدِهِ الْخَيْرُ “Hayır O’nun elindedir.”70 Başkasının bize hayır vermesine veya gelmekte olan hayrı bizden uzaklaştırmasına imkân ve ihtimal de yoktur.

Hz. Yusuf’a musallat olan belâyı Allah defetmiştir. Gördüğü burhan nedir? Burada onun münakaşasını yapacak değiliz. Ancak ihlâsın özü hâline gelmiş bir peygamberi Cenâb-ı Hak, bir kadının şerrinden korumuş ve muhafaza buyurmuştur. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’de meselenin bu yönü anlatılırken şöyle denmektedir:

كَذٰلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوۤءَ وَالْفَحْشَۤاءَۘ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَص۪ينَ

“İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik. Doğrusu o bizim muhlasîn (ihlâsa erdirilmiş) kullarımızdandı.”71

İşte burada, kötülükle, iradenin meyli arasına Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı giriyor ve ferdi, kötülüğe meyletmekten kurtarıyor. Şu kadar var ki, Hz. Yusuf hakkında söylenen “O bizim ihlâs sahibi kullarımızdandı.”72 ifadesi, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanını celbeden Hz. Yusuf’un ihlâsıdır. Bu mânâyla irtibatı bakımından Efendimiz’in şu mübarek sözleri de çok mânidar ve çok mühimdir; O, şöyle buyurmaktadır:

أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ

“Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğunda bütün beden iyidir. O bozulduğunda da, bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalbtir.”73

Evet, kalbin ihlâsa ermesi ve Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbetle, saygıyla dolup taşması, üst üste kavisler hâlinde gelen belâları defetmeye bir vesile ve vasıta sayılmaktadır.

Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadiste, Efendimiz, bir dualarıyla, her şey gibi fiilleri yaratanın da Allah olduğu hususunu dikkatle hatırlatır. Bilhassa sabah namazlarında bazı imamların iftitah duası olarak okudukları bu duanın bir bölümü şöyledir:

اَللّٰهُمَّ لَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلَا يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ

“Allahım, Senin verdiğini geri çevirecek yoktur; Senin menettiğini de verecek.. Senin yanında iltimas olmaz. Bütün şeref Senindir ve Sendendir.”74

Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimsenin geriye çeviremeyeceği, bu duada talim edilmiş bulunuyor. Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir.

Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır. Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır. İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz. İşte bizdeki bu teslimiyet, meşîet-i ilâhiyenin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve mârifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor. Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz. Cenâb-ı Hak, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! Âmin.

Sözün başında da dediğimiz gibi, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir ve bunların vücud bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve yaratmasına bağlıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de bu husus tafsilatıyla ele alınmıştır. Biz sadece misal olması bakımından bir iki âyete temas edeceğiz:

مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا۟

“Kimi Allah hidayete erdirirse o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.”75

مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ “Allah kimi hidayete erdirirse ancak o hidayettedir.”76

وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُضِلٍّۘ أَلَيْسَ اللّٰهُ بِعَز۪يزٍ ذِي انْتِقَامٍ

“Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur. Allah aziz ve intikam alıcı değil midir!”77

Allah kime hidayet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vaiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak her şeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidayete erme liyakati selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur. Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum.

Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidayet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibarî dahi olsa, onları mevcut iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdi ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (celle celâluhu) da, hidayet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha sûresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ “Allahım, bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme!”78 deriz. Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, dâllîn de Hıristiyanlardır.”79 buyurmuşlardır.

Mevzuu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidayetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir. Ta ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!

1 Buhârî, kader 6, tevhîd 54, cenâiz 82; Müslim, kader 6-8.

2 Bakara sûresi, 2/216.

3 Buhârî, şurût 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/325-330.

4 Bkz.: Buhârî, şurût 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/325-330; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/287-293.

5 Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/9-35.

6 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/133-136.

7 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/107-116.

8 Bkz.: Kasas sûresi, 28/1-35.

9 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/157-158.

10 İnfitâr sûresi, 82/11-12.

11 İsrâ sûresi, 17/13.

12 Enbiyâ sûresi, 21/105.

13 Ra’d sûresi, 13/11.

14 Rûm sûresi, 30/30.

15 Nûr sûresi, 24/55

16 Yâsîn sûresi, 36/12.

17 En’âm sûresi, 6/38.

18 Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhîd 22.

19 Kehf sûresi, 18/23-24.

20 Buhârî, cihâd 22, nikâh 119; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/275.

21 İnsan sûresi, 76/30.

22 Bakara sûresi, 2/253.

23 Ebû Dâvûd, sünnet 6; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/6.

24 el-Alûsî, Rûhu’l-meânî 26/63

25 Yûnus sûresi, 10/99.

26 En’âm sûresi, 6/35.

27 Mâide sûresi, 5/48.

28 Âl-i İmrân sûresi, 3/140.

29 Nisâ sûresi, 4/133.

30 Mâide sûresi, 5/54.

31 Buhârî, bed’ü’l-halk 6, edeb 41, tevhid 33; Müslim, birr 157.

32 Âl-i İmrân sûresi, 3/26.

33 Hûd sûresi, 11/107; Bürûc sûresi, 85/16.

34 İsrâ sûresi, 17/54.

35 Bkz.: Kaf sûresi, 50/16.

36 Bkz.: Bakara sûresi, 2/284.

37 A’râf sûresi, 7/188.

38 Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 71-78.

39 Hûd sûresi, 11/32.

40 Hûd sûresi, 11/33-34.

41 En’âm sûresi, 6/80.

42 Sâffât sûresi, 37/102.

43 Sâffât sûresi, 37/102.

44 Kehf sûresi, 18/67.

45 Kehf sûresi, 18/69.

46 Yûsuf sûresi, 12/99.

47 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/72; Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ 11/28.

48 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/214, 224, 283, 347.

49 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, dua 2.

50 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/315; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/168.

51 İbn Mâce, mukaddime 13.

52 Âl-i İmrân sûresi, 3/8.

53 A’râf sûresi, 7/54.

54 Zümer sûresi, 39/7.

55 Kasas sûresi, 28/77.

56 En’âm sûresi, 6/141.

57 Bakara sûresi, 2/190; Mâide sûresi, 5/87.

58 Nisâ sûresi, 4/36.

59 İsrâ sûresi, 17/16.

60 A’râf sûresi, 7/28.

61 Ra’d sûresi, 13/11.

62 En’âm sûresi, 6/125.

63 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/268; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/186-188.

64 Bkz.: el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 3/56.

65 Bkz.: Müddessir sûresi, 74/48-51.

66 Bakara sûresi, 2/214.

67 Sâffât sûresi, 37/96.

68 el-Buhârî, Halku ef’âli’l-ibâd s.46; el-Beyhakî, el-İ’tikâd s.144.

69 Buhârî, teheccüd 25; daavât 48, tevhîd 10; Ebû Dâvûd, vitr 31.

70 Tirmizî, daavât 36; İbn Mâce, ticârât 40; Dârimî, isti’zân 57.

71 Yûsuf sûresi, 12/24.

72 Yûsuf sûresi, 12/24.

73 Buhârî, îmân 39, büyû’ 2; Müslim, müsâkat 107.

74 Buhârî, ezân 155; Müslim, mesâcid 137-138.

75 Kehf sûresi, 18/17.

76 İsrâ sûresi, 17/97.

77 Zümer sûresi, 39/37.

78 Fatiha sûresi, 1/7.

79 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/378, 5/32, 77.

-+=
Scroll to Top