İKİNCİ BÖLÜM
KUR’ÂN’IN ÜSLÛBUNDAKİ MUCİZELİK
Kur’ân-ı Kerim’in tertip ve düzeni, âhenk ve insicamı, onun mucizevî buudlarından bir kısmını teşkil ettiği gibi, ifade tarzı ve anlatım keyfiyeti de beşer idrakini aşan, insan kudretini âciz bırakan onun bir başka mucizevî buudunu teşkil etmektedir. İsterseniz şimdi bu mücerred fikrimizi bir-iki misalle müşahhaslaştırmaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, muhataplar karşısında, parça parça olarak ve peyderpey inmesine rağmen onun sûreleri, âyetleri ve hatta kelimeleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Bir solukta söylenmiş şiir gibidir âdeta onun bütünü. Bu ise ancak, 23 seneyi bir “an” gibi gören.. geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada nazara alan.. hâsılı, zamandan ve mekândan münezzeh bir Zât’ın kelâmı olmakla açıklanabilir.
Her ilim ve fennin kendine göre bir terminolojisi, bir üslûbu, bir ifade tarzı ve bir dili vardır. O ilim ve fen, ihtiva ettiği mevzu ve konuları kendine has bu dil ve bu üslûpla ifade eder. Bu açıdan hukuk diliyle şiir ve edebiyat dili arasında, onunla mühendislik dili arasında mutlaka bir kısım farklılıklar vardır ve olacaktır. Meselâ, hukuk dili kesinlik ve netlik gerektirir. Meseleler gayet geniş ve teferruatlı anlatılır. Hangi suça hangi oranda ve ne ceza verileceği mutlaka açık açık ifadeye dökülür. Yoksa en küçük bir yanlışlık ve iltibas, hukukun ana prensibi olan adalete gölge düşürür ve haksızlığa sebep olabilir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:
Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerinden biri de, onun bir hukuk kitabı oluşudur. Kur’ân’da ahkâmla ilgili yüzlerce âyet vardır. Ancak Kur’ân’ı, yüzde yüz haklılık ve isabetlilik özelliğinin yanında diğer hukuk kitaplarından ayıran önemli bir husus da, bu bapta onun kullandığı üslûp keyfiyetidir. Kur’ân bu âyetlerde de muhtevası değişik diğer âyetlerdeki üslûp ve ifade tarzını kullanır. Ama yine de konunun tamamiyetine ve bütünlüğüne zerre kadar halel gelmez. Vecizdir Kur’ân-ı Kerim; anlatımı da gayet özlüdür. Ancak aynı zamanda Kur’ân’ın ifadelerinde insanı hayrete düşürecek ölçüde bir zenginlik mevcuttur.
Meselâ, miras âyetini ele alalım. Esasen miras, fıkıh kitaplarında ciltler dolusu malumatla anlatılan bir meseledir veya meseleler mecmuasıdır. Hâlbuki Kur’ân, bu uzun ve muğlak konuyu beş-on satırda hem de hiçbir eksik yan bırakmadan öyle bir üslûpla anlatıp takdim etmiştir ki, dahası olamaz. Sadece anlatmakla da kalmamış, anlattıklarını edebî bir dille ve şiirimsi bir âhenkle ortaya koymuştur.
Bu tür muhtevalı anlatımlar esasen erbabınca birkaç kere okunsa sıkıntı verir ve okumada da devamlılık ve süreklilik çok zor olur. Hâlbuki Kur’ân’daki bütün ahkâm âyeti yüzlerce, binlerce defa okunmakta ve onları okuyanlar zerrece bir bıkkınlık ve usanma hissetmemektedirler. Bu da yine Kur’ân’ın mucizevî yönlerinden birini teşkil etmektedir ve hiçbir beşer kelâmının bu konuda Kur’ân’a benzemesi ve hele onunla boy ölçüşmesi mümkün değil demektir.
Kur’ân ilk nazil olduğunda, karşısında farklı bir kültür ve medeniyet buldu. Ancak o, hiç çocukluk dönemini geçirmedi ve kekeleme nedir bilmedi. Yani ekmeğe “mama” demedi. İptida ile geldi, fakat meseleleri en müntehiyâne bir üslûpla ortaya koydu. Evet, o yeni bir filizdi, ama asırlık çınarlar kadar muhteşem ve çalımlıydı. Ve kendini kabul ettirirken de bu şekliyle kabul ettiriyordu. O, Arap edebiyatının sesini soluğunu kesen öyle bir üslûpla doğdu ki, birden hepsinin önüne geçerek onlara kudve ve imam oldu. Bundan böyle şairler onu taklit edebildikleri nispette güçlü kabul edilecekti. Evet, Kur’ân âdeta edebiyatı teslim almıştı. Şair ve ediplere düşen de, onun karşısında serfürû ve inkıyat etmekti. Özetle, Kur’ân muhteşemdi ve şairler de ona teslim olmuştu.
İşte Kur’ân’ın ifade ve üslûbundaki çarpıcılığı böyle bir perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde, onun büyüklüğüne kapalı kalmak bizim karartılmış kaderimiz olur.
Şimdi bu noktadan çıkış yaparak Kur’ân’daki örneklerden birkaçına bakmaya çalışalım. Bu misallerin hemen hepsi, Arap Yarımadası’nda yaşayan insanların tasavvur ve hayal dünyalarının çok ötesinde gerçekleşmiş şeylerdir. Kur’ân’ın sadece bu özelliği bile, onun Allah kelâmı olduğuna açık bir delildir. Zira o muhitte büyümüş, yetişmiş bir insanın, biraz sonra arz edeceğimiz misallere benzer temsiller getirmesi imkânsızdır.
Ayrıca nazara alınması gereken diğer bir husus da şudur: Sahrada yaşayan insanların hayatları beş-on kelime etrafında dönüp durmaktadır. Bunların hayat standartları medeni bir dünyayı ve böyle bir dünyanın standartlarını kavramaya müsait değildi. Hâlbuki Kur’ân’da yapılan tasvirlerin pek çoğunda mükemmel bir dünya canlandırılıyordu. Hem de kullanılan ifadeler gayet yerindeydi, mübalağadan arındırılmıştı ve gerçekleri olduğu gibi yansıtıyordu.
Diğer taraftan Kur’ân’da, korkutan, ürperten, insanların gönlünü hoplatan bir kısım tasvirlere de yer veriliyordu ki, bu tür tasvirlerde kullanılan üslûp konuyla fevkalâde bir bütünlük içindeydi ve okuyanların gönlünde ürperti hâsıl ediyordu.
İsterseniz şimdi Nûr sûresinden bir misalle konuyu müşahhaslaştırmaya çalışalım. Sonra da sırasıyla yukarıda saydığımız özelliklere ait misalleri arz edelim:
Nûr sûresinin 39. âyetinde şöyle deniliyor: “İnkâr edenler(e gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah’ı bulur; Allah onun hesabını tastamam görür, evet O, hesabı çabuk görendir.”
Âyet, küfür içine düşmüş bocalayan bir insanın hayatını ve tasavvurlarını dile getiriyor. Dünyada devamlı surette kuruntular arkasında koşan, dünyevî yarınlarını iyi etme düşüncesiyle bütün bir hayat boyu çırpınıp duran ama neticede perişaniyetin pençesine düşen bir kâfirin zavallı akıbetidir bu. Ebed için yaratılan, ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle tatmin olamayan zavallı insan böylece fenâ bulup gidecektir. Onun bütün çırpınışları hiçi aramaktan farksızdır.
İşte kâfir böyle bir neticenin tâli’siz yolcusudur. O, işte böyle yorgun, bitkin ve de sefil bir hâlde hayat yolculuğunu devam ettirirken bir gün ömür şeridi kopacak, o da aniden Mevlâ’nın gazabıyla ve şiddetli bir hesapla karşı karşıya kalacaktır. İşte Kur’ân-ı Kerim, kâfirin bu durumunu tablolaştırırken öyle malzemeler kullanıyor ki, biz Kur’ân’ın kullandığı kelimeler arasında o kâfirin perişan vaziyetinin resmedildiğini görüyor gibi oluyoruz.
Evvelâ, çölde yaşayan insanın anlayabileceği bir teşbih ve tasvirle meseleye giriş yapıyor. Serap, hiç bitki örtüsü bulunmayan çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde, yakında veya ufukta su ya da yeşillik varmış gibi görünme hâdisesidir. Çöldeki insan bu tür görüntülerle sık sık karşılaşır ki, Kur’ân kâfirin duygu ve düşüncelerini onunla resmediyor.
“Susayan onu su sanır” ifadesi, tasviri daha da derinleştirir. Serabı gören herhangi bir insan değil, özellikle susamış insandır. İşte böyle bir insan, susuzluğun canına tak ettiği bir demde su zannettiği serabın peşinden koşar, ama “Yanına gelince onun hiçbir şey olmadığını anlar.” Bu tasvir, onun hayat karelerinin bütününü ele veren görüntülerdir. O, her defasında suyu buldum zannedecek, koşup yorulacak ama sadece bir hiçle karşılaşacaktır. Bu iş o kadar sürüp gidecektir ki, o insan Allah’ın huzuruna da dünyada yaşadığı bu şekille varacaktır. Zira hadis diye rivayet edilen bir sözde, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.”1 buyrulmaktadır.
Evet, kâfir işte böyle durmadan serap kovalayan bir zavallıdır. Bu hâliyle o, değil hayallerinin bütününü bulmak, onların en küçüğünü dahi elde edemeyecek ve hayalleri bir bir serap olup onun önünden kaçacaktır. Hâlbuki insan, yeryüzüne Allah’ı bulmak için gönderilmiştir. Ama sanki kâfir bu hayatî neticeyi ahirete bırakmış gibidir. Onun için de o, ahirette Cenâb-ı Hakk’ı, lütfuyla değil kahrıyla bulacaktır. Allah da ona göre hesabını görecektir.
İşte her seviyeden insana kendini dikkatle takip ettirecek net, kesin ama muhayyilenin cevelanına da mâni olmayan, abartısız fakat çarpıcı ve etkileyici bir tasvir ve temsilin eşsiz örnekleri.! Biz böyle bir tasvir karşısında içimiz dolu dolu: “Ey Kur’ân, sen ancak Allah kelâmı ve bir mucize olabilirsin!” diyor ve inançla soluklanıyoruz.
Şimdi bir de Kur’ân’da, kâfirin genel durumunu aksettiren şu tasvire bakın: “Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer. Öyle bir deniz ki, onu, dalga üstüne dalga kaplamakta… Üstünde de koyu bulut.. ve üst üste binmiş karanlıklar… İçinde bulunan insan, elini uzatsa, neredeyse kendi elini bile göremiyor. Öyle ya Allah birine nur vermezse artık onun için ışık olamaz.”2
İşte böylesine karanlık ve vahşet içindedir kâfir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde kâfirin bütün kâinatı nasıl kapkaranlık gördüğünü ve buna sebep olan âmilleri derin bir tetkik ve tahlile tâbi tutar. Küfrün kaybettirdikleri ile iman ve mârifetin kazandırdıklarını salahiyetli bir kalemden öğrenmek isteyenler, mutlaka o eserlere müracaat etmelidirler.3
Evet, insanın gözünde iman gözlüğü, kalbinde iman nuru olmaz, o da eşya ve hâdiselere iman nuruyla bakamazsa onun göreceği sadece birbiri üstüne yığılmış karanlıklar olacaktır. Onun altında kendisini tehdit eden korkunç dalgalar, o dalganın üstünde yine dalgalar.. ve üstünde insanın canını gırtlağına getirecek, onu bunaltacak zifiri karanlıklar.
Kur’ân’da yer alan bu tür tasvirler o günkü Arabın aklının köşesinden bile geçiremeyeceği orijinalliğe sahiptir. Zira Arap Yarımadası’nda yaşayanların Kur’ân’da tasvir edilen bu ölü dalgaları bilmeleri imkânsızdır. Çünkü bu dalgalar ancak büyük okyanuslarda görülmektedir. Şöyle ki, denizin üstünde olduğu gibi altında da dağlar cesametinde dalgalar mevcuttur. Kızıldeniz kenarında veya hiç suyun bulunmadığı bir çölde yaşayanlara bu tasviri anlatmak bile çok müşkil olsa gerek. Nerede kaldı ki onlardan biri bu tasviri yapabilmiş olsun. Zaten, adına ölü dalgalar denilen denizaltı dalgalarını, çok daha sonraları büyük okyanuslarda araştırma yapanlar keşfedebilmişlerdi.
Bu enfes tasvirler, Kur’ân’ın hayat ve kâinatın içine vâkıf olduğunu gösterir ki, o da, kâinatı tek bir nokta gibi gören ve bilen bir Zât’ın kelâmı olmakla izah edilebilir.
Şimdi gelin, bir de bu tasvirin, kâfirin ruh hâlini aksettirmedeki gücüne bakın: Kâfir, dünyası kapkaranlık bir insandır. Bir de o, adım adım ölüme doğru sürüklenmektedir. Hâlbuki ölüm, onun için bir hiçlik, bir yokluk demektir. Tabiî kabir de yılanların, çıyanların, akreplerin yuvalandığı bir zindandır. Bütün bunlarla beraber o, bütün yakınlarından, maziden ve istikbalden kopmuş ve böylece de çökmüş bir ruh hâleti içindedir. Yer, onu yutmakla tehdit etmekte.. mazi, onun için büyük bir mezar görünümünde.. istikbal ise onu hiçlik gayyasına çekmekte… Evet, kâfir öylesi bir karanlıklar anaforuna kapılmıştır ki, elini çıkarsa kendi elini dahi göremeyecektir.
Şimdi soruyoruz: Hayatında bir kere dahi olsun okyanuslara açılmamış, oralardaki ölü dalgaları müşâhede etmemiş, İskandinav ülkelerinde olduğu gibi, aylarca süren karanlık günleri bir mevsimlik dahi olsa yaşamamış olan bir insanın böyle bir tasvire gücü yetebilir mi? Asla. Öyleyse bu tasvir ve bu tasvirdeki güç Peygamber Efendimiz’in şahsına izafe edilemez. Ve yine öyleyse bu kelâm, Cenâb-ı Hak’tan başkasının olamaz.. evet, o, Allah kelâmıdır; mucize olduğu da gayet açıktır.
A. Kur’ân’da Bağ-Bahçe Tasvirleri ve Bunun Mucizelik Yönü
Kur’ân’ın, temsil getirmedeki mucizeliğini ifade eden bağ-bahçe misalleri de üzerinde durulmaya değer.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’de bağ ve bahçe tasvirleri sıkça yer alır. Hâlbuki Kur’ân’da yer alan bu tasvirlerin pek çoğunu Arap Yarımadası’nda müşâhede etme imkânı yoktur. Zira bu tür bağ ve bahçeler Arap Yarımadası’nda bulunmamaktadır. Öyleyse bu tasvirleri, Arabistan’da doğmuş, büyümüş, yaşamış ve irtihâl-i dâr-ı bekâ etmiş ve bu arada, dünyanın bu tasvirleri canlı olarak gösterecek yerlerine hiç seyahat etmemiş bir Zât’a, yani Efendiler Efendisi’ne vermek elbette mümkün değildir. Hâlbuki bu tasvirler Kur’ân’da vardır. Dolayısıyla Kur’ân, yeri göğü yaratan; keza bahis konusu bağ ve bahçeleri o keyfiyette donatan Müteâl bir Zât’ın kelâmıdır. Tasvirlerdeki mucizelik yönünü anlamada bu husus çok önemlidir.
Diğer taraftan da, tasvirlerdeki edebî güç ve kuvvet de yine Kur’ân’ın mucizeliğini ele vermektedir. Gelin şimdi bu mânâdaki bazı tasvirlere hep beraber bakalım: فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ إِلٰى طَعَامِهِأَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّاثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّافَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّاوَعِنَبًا وَقَضْبًاوَزَيْتُونًا وَنَخْلًاوَحَدَۤائِقَ غُلْبًاوَفَاكِهَةً وَأَبًّامَتَاعًا لَكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ “İnsan (şu) yiyeceğine bir baksın! (Nasıl) Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da orada daneler bitirdik. Üzümler, yoncalar, zeytin ve hurmalar; iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler, çayırlar… (hepsi) sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.”4
Mevlâ, evvelâ insanı yaratıyor. Ve onu nimetleriyle perverde ediyor. Sonra da bu nimetleri idrak etmesi için onları bütün teferruatıyla kitabında anlatıyor, nazara veriyor. Bütün bu nimetler karşısında duygusuz ve hissiz kalan insan acaba gerçek mânâda insanlığını kavrayabilmiş midir, mânâsına getiriyor.
“İnsan bir kere kendisine gönderdiğimiz rızka baksın.” Onları sebeplere ve kör tabiata vermenin imkânı var mı? “Yağmuru gökten öyle bir döküşle döktük ki!..” Bir tek mevsim o yağmur yeryüzüne dökülmeseydi acaba ne olurdu? Allah (celle celâluhu) nimetinin büyüklüğünü burada صَبَبْنَا kelimesiyle anlatıyor. “İndirdik” ya da “yağdırdık” demiyor da, صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا “Bir döküş döktük!” diyor. Hele düşünün bir kere, bir sene yağmur yağmasa ya da bulutlar kaçıverse, buharlaşan deniz suları uçup gitse, insan yeryüzünden fışkıracak bir damla su bulamadığı gibi gökten yere düşecek bir damla yağmur da bulamasa, o zaman her taraf çöle dönmeyecek mi? Öyleyse bu büyük nimet birkaç damla suyla değil de, bardaktan boşanırcasına dökülen sularla anlatılmalıdır.. zaten Kur’ân da böyle anlatıyor ve “Bir döküş döktük ki!” diyor.
“Sonra, taş gibi o toprak tabakasını ince, narin filizlerle delip parça parça yarıverdik.” Oysa o filizler, el ucuyla dokunsan eğilecek kadar narin yapılıdır. Ama Biz kudretimizle onu o sert taş gibi toprağa galip kıldık.
“Üzümler, yoncalar, yeşillikler, çemenler bitirdik. Zemini bir çemenzâr hâline getirdik. Ve sonra iri ve sık ağaçlı iç içe girmiş bahçeler, meyveler, çayırlar hâsıl ettik.”
Bir tarafta hayvanların, kuşların, tavukların vs. yiyecekleri olan tohum ve taneler حَبًّا kelimesi ile anlatılırken, devamında da insanın yiyeceği ve içeceği şeylere değiniliyor. Bunlar iç içe işleniyor. “Üzüm ve yonca:” Biri insanın, diğeri hayvanın yiyeceği.
“İç içe girmiş bahçeler…” Evet, gölgesinde günlerce yürüyeceğiniz ağaçların uçları birbiriyle sarmaş dolaş olmuş bağlar ve bahçeler verdik. Dağında-deresinde, ovasında-obasında yürüdüğünüz zaman çamın çamla, çınarın çınarla, kavağın kavakla baş başa verip (tasvir budur) halka-i zikirde bulunuyor gibi salındıklarını görebileceğiniz bağlar ve bahçeler.. zeytinlikler, hurmalıklar…
“Bir de bol bol meyveler.” Önce tek tek isimlerini zikrettikten sonra burada da umumî olarak “Meyveler verdik.” diyor. Bugün var olanıyla, yarın var olacağıyla meyveler…
أَبًّا kelimesi çayır ve yonca olarak tefsir edilmişse de kesin değildir. Belki hayvanlara verilen tabiî ve sun’î yemlerin, belki de tarlalara, bağ ve bahçelere atılan sun’î gübrelerin umumuna bakan bir ifadedir… İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Hz. Ömer bu âyeti minberde tefsir ederken أَبًّا kelimesine kadar okumuş ve şöyle demişti: “Bunların hepsinin mânâsını biliyoruz. Ama bu أَبًّا nedir ki?” Sonra da, “Ey anasının oğlu! أَبًّا’nin ne demek olduğunu bilmesen sanki ne olur? Vallahi bu bir tekellüftür.” demiş ve elindeki asâyı kırıp attıktan sonra da, “Bu kitapta beyan olunanı talep ve onunla amel edin. Bilmediklerinizi de Allah’a havale edin.” buyurmuştu.5
“(Bütün bunlar) siz ve hayvanlarınız içindir.” Evet, hem size hem de hayvanlarınıza nimetlerimizdir ki, sizler verdiğimiz bu nimetlerle ayakta duruyor ve hayatınızı idame ettiriyorsunuz. Bunlar olmasaydı hayatınız sönerdi ve yok olurdunuz.
Şimdi gelin düşünün, bu tasvir edilenleri Mekke vadisinde yaşayan bir insanın bilmesi, anlaması mümkün mü? Evet, o gün itibarıyla büyük ölçüde mahsulü hurma, karpuz ve hıyardan ibaret olan Arap Yarımadası insanının bunları gerektiği ölçüde ve tasvir edildiği şekliyle bilmesine, anlatmasına imkân ve ihtimal var mı? İşte, Kur’ân’da böylesine zengin, parlak ve öylesine cazip bir tasvir gücü var ki, dahası olamaz.
B. Nâsih-Mensûh Âyetlerdeki İnsicam
Nesih, lügat itibarıyla, bir şeyi değiştirmek, yani bir şeyin yerine diğer bir şeyi ikame etmek mânâlarına gelir. Aynı zamanda bu kelimede ilgâ, izale mânâları da melhuzdur.
Istılah olarak neshe gelince o, herhangi bir şer’î hükmün, diğer bir şer’î delilin delâletiyle nihayete erdiğini beyan etme ve bizim açımızdan zâhiren mevcut olan hükmü tağyir ve değiştirme demektir ki, biz burada konunun usûl-i tefsirle alâkalı bu yanından daha ziyade birbirinden farklı görünen âyetler arasındaki insicam üzerinde durmak istiyoruz.
Kur’ân-ı Kerim, bazen muvakkat kaydıyla, nazil olduğu çevrenin anlayışını ve müşâhedelerini nazara alır; alır ve o insanları, daha sonra bütün vuzuhuyla anlatılacak hakikatlere, o hakikatlere bağlı hükümlere alıştırır, ısındırır. Ne var ki yine de başlangıçla netice arasında zerre kadar zıddiyet görülmez. Sanki biri diğerinin hazırlayıcısı, öncüsü, diğeri de onun mütemmimi ve tamamlayıcısıdır. İşte bu durum da yine Kur’ân’a ait mucizevî özelliklerden biridir.
İsterseniz bazı örneklerle konuyu biraz daha açalım. Gelin evvelâ içki ile ilgili âyetlere kısaca ve meal çerçevesinde bir göz atalım:
“Hurma ağacı meyvelerinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.”6
Dikkat edilirse, burada bir atıf yapılmıştır. Bir sekr (içki), bir de rızk-ı hasen (güzel rızık)… Henüz içkinin yasak olduğuna dair hiçbir şey gelmemiştir. Daha sonra başka bir âyet geliyor:
“Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: O ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları faydalarından büyüktür..”7
Evet, bunların zâhiren bir kısım faydaları var gibidir ama, hakikatte ise günah ve zararı daha çoktur. Bu ikinci tenbihten sonra ise:
“Ey inananlar! Sarhoşken ne dediğinizi bilmedikçe namaza yaklaşmayın.”8
Bu üç devrede mesaj, bir kısım tenbihlerle fertlerin kafalarında içki ile alâkalı değişik soru işaretleri belirmiştir. Artık bunca ima ve işaretten sonra son ve kesin hükmü ortaya koyma zamanı gelmiştir:
“Ey inananlar! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), (üzerinde yazılar yazılmış) şans okları (çekmek ve bunlara göre hareket etmek) şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”9
Şimdi gelin bir de yukarıdan beri üzerinde durduğumuz bu âyetler arasında, belirli fasılalarla inmiş olmasına rağmen, aradaki sıkı münasebete kuşbakışı bir göz atalım. Evet, farklı zamanlarda, farklı mazmunlarla inen bu âyetler arasında en küçük bir zıtlık olmadığı, aksine, içkinin yasaklanması istikametinde adım adım aynı hedefe doğru gittiklerini görürüz. Şöyle ki, birinci âyette: “Hurma ağacının meyvelerinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.”10 deniliyor. Yani, “Üzümler, hurmalar Allah’ın size birer nimetidir. İsterseniz onları tane tane yer, isterseniz sizi sarhoş edecek içkiler imal edersiniz.”
Ancak Kur’ân, içkiye rızk-ı hasen, hoş bir rızık demiyor. Demek ki evvelâ içki, rızk-ı hasen değildir. Hele Allah’ın hoşuna gidecek bir şey asla değildir. Dikkat edilirse, bu âyetin hükmü kaldırılsa bile, son hükümle arasında herhangi bir tezat yoktur. Sadece o günün cahiliye insanına, neticede yasağa varacak yolda biraz müdârât söz konusudur. Yani en doğruya, kapalı bir şekilde işaret edilmiştir. Gerçi ondan sonra gelen âyette de tam kesinlik yok; zira onda da: “Sana şarap ve kumardan soruyorlar. De ki, o ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları faydalarından daha büyüktür.”11 şeklinde bir ifade ile işin üzerine gidilmektedir.
Yani, alâküllihâl içkide, insana ciddî zararlar var ama, âyetin devamında bulunan لِلنَّاسِ kelimesindeki harf-i tarifi “ahd” için alırsak “Onda bazı kimseler için faydalar da var.” mânâsına gelir ki, bu da içki imal eden, satıp para kazanan kimseler için bir fayda söz konusu olduğu mânâsına gelir. Aklı gözüne inmiş rical-i devlet ve içki müptelası olmuş bir kısım zevat için belki fayda var! Ama haddizatında bir vebal, bir günah, bir zarar olduğu ortada. Demek ki âyet hükmü kesip atmamış ama insan iyi dikkat edip âyetin ruhuna nüfuz edebildiğinde, içki içenin suratına inen tokadı hemen hissedecektir.
Bu arada içki kesin yasak edilmediği için hâlâ ona devam edenler vardı ki, kısa bir süre sonra “Ey insanlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın!”12 âyeti nazil oldu. Bundan anlaşılan da, Cenâb-ı Hak, sarhoş veya içkili olarak huzuruna gelmeyi kabul etmiyordu. Hâlbuki her mü’min sık sık O’nun huzuruna gitme durumunda idi. Evet, günde beş defa Mevlâ’nın huzurunda teneffüs etme, kırk defa başını secdeye koyup deşarj olma onun hem vazifesiydi hem de buna ihtiyacı vardı. Mevlâ ise, “Benim huzurumda deşarj olacaksanız, aklınız başınızda gelin!” diyor. Öyleyse aklı başında olanlar, bu zararlı şeyi terk etme mecburiyetinde idi. Bu âyetin ruhuna inebilenlerin pek çoğu bu âyetle içkiyi terk etti. Ancak aynı derinliğe erememiş ve bu ufku yakalayamamış bir kısım insanlar hâlâ içki içiyorlardı.
Evet, Kur’ân, fikir ve vicdanları bu kadar hazırladıktan sonra bile meseleyi henüz kavrayamayanlar vardı. Nihayet son noktayı koyma zamanı gelmişti ki, Kur’ân: “Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”13 diyerek içkinin de diğerleri gibi bir şeytan işi olduğunu ifade etti ve kesin olarak yasakladı.
Evet, içki ve benzeri fiillerin hepsi o mel’unun işidir, cahiliyenin köhne âdet ve kalıntılarıdır. Şeytan, içki ve sarhoşluğu kullanarak insanları birbirine düşürmüştür ve düşürmektedir ki, Kur’ân da işte buna işaret ediyor.
Aynı âyetten şu hükmü çıkaran fakihler de olmuştur: İçki içmiş bir insan ağzını yıkamadan, içkinin bulaşığı dudağında ve dilinde olduğu hâlde bir kaptan su içerse o kap pis olur ve üç defa yıkanması gerekir. Zira âyet bunu رِجْسٌ “pislik” kelimesiyle anlatıyor. Kur’ân’ın, konuyla alâkalı beyanını: “Öyleyse bu pislikten sakının ki kurtuluşa eresiniz!.” ifadeleriyle noktalaması da ayrıca üzerinde durulmaya değer.
Görüldüğü gibi, bu âyetler –ki bunlar, ahkâm cihetiyle birbirini nesheden âyetlerdir– arasında bile esas itibarıyla herhangi bir zıddiyet, bir çelişki söz konusu değildir. Ve yine görüldüğü gibi bu âyetler bile birbirleriyle çok ciddî bir insicam ve münasebet içindedir. İşte Kur’ân’ın bütün âyetleri arasında böyle bir tertip ve insicam söz konusudur. Aynı tertip ve insicamı bir başka eserde ve bir başka kelâmda bulmak mümkün değildir.
C. İki Kelimeye Sığdırılmış Büyük Mucize
Kur’ân’ın bir diğer hususiyeti de, az sözle çok mânâ ifade etmesindeki îcazî üstünlüğüdür. O, kelime ve harfleri öyle yerli yerinde ve öylesine veciz kullanır ki, ona ait kelime ve harflerden birini kaldırsanız veya kelimelerin takdim-tehir ile yerini değiştirseniz, zebercet bir gerdanlığın yerine çocuk oyuncağı kolyeyi koymuş olursunuz.
İsterseniz bir örnekle konuyu müşahhaslaştıralım: وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَۤا أُۨولِي الْأَلْبَابِ “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.”14 mealiyle ifade edeceğimiz âyet de kısasta caydırıcılığı ifade adına veciz bir beyandır. Toplumdaki her türlü saldırganlığın, tecavüzün, her türlü ızrarın önünü alma konusunda iki kelime ile ifade edilmiş hayatî bir müeyyidedir. “Kısasta hayat vardır.” müeyyidesi ki Kur’ân-ı Kerim bunu sadece iki kelimeden ibaret bir ifade ile فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ der ve bağlar. Bu hükme karşı nazire getirmek isteyen Arap edipleri Kur’ân nazil olduğu günden beri kendilerine göre veciz cümlelerle bunu taklit edegelmişlerdir ama heyhât! O zebercet gerdanlığın dengini ortaya koyamamışlardır.
İşte bunlardan birisi: قَتْلُ الْبَعْضِ إِحْيَاءٌ لِلْجَمْعِ “İnsanların bazısını öldürmek, cemaati ihya etmek demektir.”
Kur’ân’ın iki kelimeyle ifade ettiğini, yukarıdaki ifadenin sahipleri dört kelimeyle dile getirmek istemişlerdir. Ne var ki, bu ifadede, âmi bir insanın dahi rahatlıkla görebileceği boşluklar mevcuttur. Bu itibarla da Kur’ân’ın ifadesiyle bu sözün mukayesesini yapmak zait ve münasebetsiz görülmüştür.
Âyetin örneği gösterilmeye çalışılan ikinci cümle ise şudur: أَكْثِرُوا الْقَتْلَ لِيَقْتُلَ الْقَتْلَ “Çok öldürün ki, öldürmeyi öldürmüş olasınız!”
Görüldüğü gibi bu cümlede de birçok boşluklar mevcut. Bu cümlenin mânâsında ne kısas var ne de öldürülenlerin öldürülüş sebebi. Ayrıca bu mânâ, “insanların öldürülmesini meşrulaştırma” gibi değişik iltibaslara sebebiyet verecek mahiyettedir.
Son olarak –ki edipler bu cümleyi, benzerleri arasında en veciz ve en seviyeli olarak kabul ederler; o da– اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ “İnsan öldürmeyi nefyetme bakımından en gerekli şey yine katildir.” cümlesidir.
Bu da üç kelimeden ibarettir. Ayrıca bir kısım iltibaslara yol açacak mânâ eksiklikleri vardır. Şöyle ki, öldürmeyi engellemek için öldürmek, yanlış anlam ve tatbikata sebebiyet verebilir. Ayrıca mesele daha başka yönleriyle aşağıda ele alınacağı üzere, böyle bir söz savaşta öldürmeyi akla getirir. Kısas, böyle bir öldürme değildir ve kısasla ilgili olarak böyle bir sözün söylenmesi yanlıştır.
Şimdi nazire olarak söylenilen bu sözlerin en vecizi durumundaki son cümle ile Kur’ân’ın فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ âyeti arasında bir mukayese yapmaya çalışalım:
Mesele veciz olma yönüyle ele alınırsa görülür ki, Kur’ân âyeti bu cümleye nispetle çok vecizdir. Çünkü âyet فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ “Kısasta hayat vardır.” hükmünü iki kelime ile anlatmıştır. Hâlbuki اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ “İnsan öldürmeyi nefyetme bakımından en gerekli şey yine katildir.” ifadesinde üç kelime vardır.
Ayrıca bu ifadede “katil” kelimesi iki kere tekrar edilmiştir ki, üç kelimelik bir cümlede böyle bir tekrar hiç de beliğ değildir.
Hem söz konusu cümle insanın kendi kendisini katletmesine de açıktır. Böyle bir imayla da yanlış anlayışlara açık bir kapı bırakılmıştır. Kaldı ki suç ortaya çıkmadıkça ceza tatbik edilemez. Ama sözün ruhunda bütün bu nevi iltibasların girebileceği boşluklar bulunmaktadır.
“Kısas” kelimesine gelince, isminden de anlaşıldığı gibi bu bir mukabeledir ve sadece katil hâdisesiyle sınırlı değildir. Dövme, yaralama, kırma ve her türlü zarar verme bu mânâya dahildir. Evet, kısas, bütün bunlara karşı mukabele demektir. Fakat önceki söz tamamen “katil” ile sınırlıdır ve katil dışında yaralama, zarar verme gibi herhangi bir cezaî müeyyideyi ihtiva etmemektedir. Bu noktada kısas tabiri bütün bunları câmi iken, “katil” kelimesi dar ve sınırlı bir mânâ ifade etmektedir.
Bir diğer önemli husus, فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ ifadesinde öldürme, yaralamadan ziyade bir hayattan söz edilmektedir. Burada esas olan ne öldürme ne de herhangi bir şekilde zarar vermedir. Bilakis gerek ferdin ve gerekse aile ve cemiyetin bu nevi zararlara karşı sigorta edilmesi, emniyete kavuşturulması mevzuubahistir. “Hayat vardır”dan kasıt budur. Ayrıca, bu âyeti meydana getiren her iki kelimede hukukun en temel prensiplerinden olan hayatın kudsiyeti vurgulanmaktadır. Böylece âyette gerek terkibi cihetiyle ve gerekse mânâ yönüyle herhangi bir eksik ve gediğin olmadığı açıktır. Ayrıca âyet her yönüyle fevkalâde yumuşaktır. Öyle ki, okuyanın aklını, kalbini ve vicdanını aynı anda doldurmakta ve güven hissi vermektedir.
Görüldüğü gibi, Arap ediplerinin asırların birikimiyle dillerinden süzüle süzüle ifade edebildikleri en veciz cümleler, Kur’ân’ın bir âyeti karşısında, güneş karşısındaki mum gibi sönük kalmaktadır. Bu sebeple, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmişlerdir. Onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.
D. Kur’ân’ın Maksatlarını İfadedeki Harikulâdelik
Şimdi de bu hususla alâkalı bazı misaller irad etmeye çalışalım:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ “O hâlde sen, emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir (ve onların deyip ettiklerine aldırma).”15
Elbette âyetin sadece mealine bakıldığında bahis konusu edilen mucizeliği hemen sezmek mümkün değildir. Onun için burada önce âyetin Efendimiz’e hitaben ne demek istediğini kısaca arz etmekte yarar var. Kullanılan malzemenin keyfiyeti, daha sonraki bir konu.
Evet, âyet sanki Efendimiz’e şöyle demektedir: “Artık hak ve hakikati topluluklara apaçık ve doğrudan doğruya anlat.” Bu ifadeden anlıyoruz ki, daha önceleri bir sırriyet ve ketûmiyet dönemi yaşanmıştır. O dönemde hak ve hakikatin diline bir mânâda kilit vurulmak istenmiş, tebliğ ve irşadın aleni yapılması engellenmiş ve İslâm’ın sesi soluğu kesilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden de onun âvâz-ı bülendi, istenen ölçüde çıkmamış, daha doğrusu duyulmamıştır. Ancak bir süre sonra öyle bir dönem gelmiştir ki ruhlarda, yüreklerde ve sinelerde magmalaşan imanı artık baskı altında tutmanın imkânı kalmamıştır; kalmamıştır ve tebliğin açıktan yapılması mevsimi gelmiştir. Mademki tebliğin açıktan yapılmasına ilâhî müsaade çıkmıştır, öyleyse ses ve sada da davanın büyüklük ve azametiyle orantılı olmalıdır.
İşte âyet bütün bu mânâları tek kelime ile, فَاصْدَعْ “(Kafalarını çatlatırcasına) anlat!” beyanıyla ifade etmektedir. صَدْع kelimesinin karakteristik yapısı ve mûsıkîsi âyetin ifade ettiği mânâya tam mutabıktır. Zira bu kelimeyle şu mânâlar nazara verilmektedir: Bir şeyi yarmak, yarıp çıkarmak, bir şeyi açıktan söylemek, halkın içinde hakikatleri açık açık haykırmak, kayyim gibi bir meselenin başına dikilip hâkimiyetini ilan etmek ve kafaların içine sokarcasına anlatmak. صَدْع kelimesinde ayrıca ağırlık, ciddiyet ve vakar mânâları da vardır. Evet, فَاصْدَعْ emrinde bütün bu mânâlar göz önüne alınmış ve bu kelime buraya özellikle seçilerek konulmuştur.
Âyette dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, بِمَا تُؤْمَرُ “Emrolunduğun şeyi” ifadesidir. Belki sen, kendine ait şeyleri anlatmada sıkılır, pasif davranır, hatta müsamaha edalı bir ihmalde bulunabilirsin. Ama sana emrolunanlar, Allah’ın vahyi olan Kur’ân âyetleridir. Bu sebeple, emre itaatteki inceliğin gereği Allah’ın emrettiğini, sen de onlara emredip anlatmalısın.
Âyetin ifadesindeki derinlik ve üslûbundaki ihtişama bakın ki bedevi bir şair, Müslüman olmadığı hâlde bu âyeti duyar duymaz secdeye kapanır. Etrafındakiler büyük bir şaşkınlıkla yanına gelip ona “Yoksa Müslüman mı oldun?” diye sorarlar. O ise: “Hayır! Ben bu âyetin belâgatine secde ettim.” der.16 Yani bu, âdeta beni çepeçevre kuşattı ve sesimi soluğumu kesti; zira bu kadar derin hakikatleri iki kelime ile ifade etmek bir beşer için mümkün değildir. Bu yüzden ben de, ifadedeki bu ihtişam ve saltanata secde ettim.
Âyet, “Müşriklerden yüz çevir, onlara aldırma!” diyerek devam ediyor. Artık sen kendi yolunu takip et. Hakikatleri kendi üslûbunla anlat. Yarasaları kendi başlarına bırak, onların küfür ve dalâletleriyle meşgul olma. Sen, nur ve aydınlık yolun yolcususun. Zulümatlı ve zulümlü yollardan uzak dur. Kur’ân’ın derinliğine uygun bir üslûp ve eda ile sana emrolunanları tam bir cesaretle tebliğ et.
İşte Kur’ân-ı Kerim bütün bu mânâları tek bir cümleye, hatta tek bir kelimeye sığdırmış ve bununla da mucizeliğini herkese ilan etmiştir. Azıcık belâgat ve fesahatten anlayan her insan, aslında o bedevi Arap gibi secdeye kapanıp Kur’ân’ın mucizeliğini kabul etme mecburiyetinde kalacaktır ama onun bu inceliklerinin duyurulmasına ihtiyaç vardır.
E. Kur’ân’ın Delil Getirmedeki Harika Üslûbu
Kur’ân-ı Kerim, ispat sadedinde ele aldığı konuları delillerle ortaya koyar; bunu yaparken de felsefenin başvurageldiği mugalâtalar nevinden sun’î ve sığ iğfal oyunlarına girmez ve ele aldığı meseleyi sadece bir sınıfın mevzuu hâline getirmez. Ondaki derinlik, dupduru bir suyun derinliği gibidir. Baksanız, onca derinliğine rağmen dibini görüyor gibi olursunuz. İçine girince de, başınızdan çok aşkın olduğunu müşâhede edersiniz.
Dupduru suyun derinliği neyse, Kur’ân’ın derinliği ve besâteti de odur. Kur’ân felsefî oyunlarla, diyalektikle, mantık cerbezeleri ile insanların zihinlerini ve kalblerini iğfal etmez. Onda her şey apaçıktır ve yine mantık oyunları yoktur. Doğrudan doğruya hakikatin ifadesi nümâyândır. Öyle ki, bu üslûbu Kur’ân’ın hemen her yerinde görmek mümkündür.
Evet, o, yok yere, insanların âşinâ bulunduğu meseleleri, onların ürkeceği ve vahşet duyacağı, yabancı bulacağı meseleler hâline getirmez. Her şeyi onların ruhuna, anlayışına göre tatlı bir üslûpla arz eder.
Oysa felsefe, en açık meseleleri dahi arz ederken, insanın ruhunu sıkar. Her şeyi âdeta karanlıklaştırır. Akıl ve zihinleri alt üst ederek fikir karmaşasına ve düşünce kargaşasına sebebiyet verir. Onun üslûbunda ruh ve canlılık yoktur. Derin mânâ ve mahiyetten uzak ve beşerin pratik hayatından, mâşerî vicdanın hüsnükabulünden de kopuktur. Hayattan kopuk olduğu için de, hayata girmeye yeltenince fıtrat-ı selimede tepkiler meydana getirir.
Hâlbuki Kur’ân, beşer hayatıyla iç içedir. Verdiği misaller, daima hüsnükabul görür. Çünkü o fıtrata hitap eder, yaratılışa seslenir. İnsanın ruhunda mündemiç bulunan his ve duyguları görmezlikten gelmez ve kendine yönelen hiçbir teveccühü ihmal ve göz ardı etmez.
Şimdi meseleyi bazı misallerle biraz daha açmaya çalışalım:
Öteden beri akıl yolu ile bu kâinatın hâdis (sonradan yaratılmış) olduğu anlatılmaya çalışılır. Felsefecilerin akılcı yaklaşımlarına karşı kelâmcılar da bir nevi Aristo mantığından yola çıkıp bu mantığın kıstaslarını kullanarak, hayır istikametinde bildikleri o büyük davayı ispat için bir kısım deliller ortaya koymuşlardır. Nitekim kelâmcılar, kâinatın sonradan yaratıldığını, değişip durduğunu ve değişip durmadan münezzeh ve mukaddes olan Allah’ın kâinatı yarattığını anlatırken derler ki: “Âlem mütegayyirdir. Yani bu kâinat, her şeyiyle tahavvül etmekte ve durmadan değişmektedir. Zerreler, sistemler hareket hâlindedir. Yaz, kış, bahar birbirini takip etmekte ve her gelen yeni bir şeyle gelmektedir. Binaenaleyh kâinatta her zaman ciddî bir değişme, tegayyür ve tebeddül göze çarpmaktadır. Öyle ise bu tegayyür ve tebeddül, hâdis ve sonradan meydana gelmiş olmanın ifadesidir. Her tebeddül ve tegayyür eden, inhilale uğramakta, çözülmekte ve adım adım gidip bir sona dayanmaktadır. Evet, her şey değişmektedir, değişken olan ise hâdistir; her hâdis bir muhdise muhtaçtır. O muhdis ise Allah’tır.”
Kelâmcılar mantıkî böyle bir yol takip ederek gidip bu neticeye ulaşırlar. Ulaşırlar ama avam halk bundan bir şey anlamaz. Zira onun tasavvuru ve aklı bunları kavramaktan âcizdir. Topyekün koca bir baharı göz önüne getiremeyen, elektronların dönüşünü hissedemeyen, çekirdek, nötron ve protonu bilemeyen kimse kâinattaki akışı da bilemez ve kavrayamaz. Hele umumî hareketi ve bu hareketin neticesini asla idrak edemez. Dolayısıyla da hareketlerden, tagayyür ve tebeddüllerden Allah’ın varlığına istidlallerde bulunamaz.
Kur’ân’a gelince o, bütün sadeliği ve besâteti ile bunları anlatırken, avam-ı nâsın dahi müdrikesinde bir şeyler şekillendirecek bir üslûpla anlatır.
Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan akılcı bir filozof tam istifade ettiği gibi, sıradan bir insan da ondan tam yararlanır. Meselâ Kur’ân, Hz. İbrahim’in Nemrut karşısında müdafaasını verir ve şöyle dediğini nakleder: “Benim Rabbim O’dur ki, yaşatır ve öldürür.”17 Evet, ihyâ ve imâte eden O’dur. Yani hayatı da ölümü de yaratan O’dur. Aslında hayat da bir muammadır, ölüm de… Yani hayat bir kısım uzvî fonksiyonların icrasından ibaret olmadığı gibi, ölüm de bu mekanizmanın ta’til-i eşgâl etmesi demek değildir. Hayat, bir sırr-ı ilâhîdir. Hayatın esas cevheri ruh, Allah’ın bir nefhası ve cansızlar âleminde rahmet tecellîsidir.
Ölüm ise Allah’ın Mümît ismiyle tecellîsinden ibarettir. Yoksa ölüm, Allah’ın “Hayy” ismiyle tecellî etmemesinin neticesi, yani bir çözülme ya da inhilal değildir. Allah ile mahlukat arasındaki irtibat daimîdir. O bir an bile mahluklarından inayetini eksik etmez. Burada Kur’ân’ın hükmü çok açıktır. Onun için Nemrut bunu çok iyi kavramıştır. Fakat inat ve küfürde ısrar edip diyecektir ki, “Ben de diriltir ve öldürürüm.”18
Dikkat edilmezse burada bir kısım avam kimseler aldanabilirler. Yani Nemrut ufak tefek gözbağcılığı ile öldürme ve diriltmeyi taklit etmeye yeltenerek, halkı kandırabilir. Hz. İbrahim bunu sezerek müteakiben taklidi imkânsız olan bir hususa dikkat çeker. Öyle ki, Allah’tan başkasının bunda herhangi bir müdahalesi kat’iyen söz konusu olamaz.
“İbrahim: ‘Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!’ deyiverdi.”19
İhyâ ve imâte cüz’î bir dairede tecellî ettiğinden dikkatle tetkik etmeyen, hayat ve memâtın hakikatini tam mânâsıyla anlayamayabilir. Onun içindir ki burada cüz’î bir daireden küllî dairedeki bir tecellîye geçilmiştir. Bunu, en müdakkik, mütefekkir ve mütefennin biri anlayabileceği gibi, en âmi çoban dahi rahatlıkla anlayabilir. Güneşin doğup batması, esasen yeryüzünde bir hayatın var olması ve yok olması demektir. Bu çarkın ve zembereğin hareketi, güneşin doğup batmasıyla çok ilgilidir. Keza insanın ömrü de…
Biraz daha öteye gidersek, sistemimizin ömrünün de güneşin hareketleriyle alâkalı olduğu görülür. Günlerin ve mevsimlerin birbirini takip etmesiyle, yerde milyonlarca ve milyarlarca hayat ve ölüm hâdisesi söz konusudur. Allah’ın iradesi hep bu şekilde tecellî eder durur yeryüzünde. Öyle ki günlerin, ayların, mevsimlerin deveranı ile Allah birdenbire koca bir baharı bütün ihtişamıyla insanın önüne serer. Yazı bütün letafetiyle, hazan mevsimini de hüznüyle ortaya koyar. Ardından upuzun bir kış mevsimiyle de binlerce, milyonlarca ölüm sahneleri sergiler. Bunların hepsi güneşin doğup-batmasıyla yakından alâkalıdır. Bütün hayata gelişler ve veda edişler; ihyâ ve imâteler böylesine bir tecellî temadisi neticesindedir.
İşte böyle bir üslûpla Hz. İbrahim, küllî bir dairede cereyan eden delille kâfirin sesini soluğunu kesiverir. Kur’ân, kâfir Nemrut’un bu delil karşısındaki şaşkın tavrını beyan ederken; “Kâfir yutkundu ve sesini kesiverdi.”20 der. Avamca tabiriyle kâfir “gık” bile diyemedi ve apışıp kaldı. Ortaya atılan delil çok açıktı. Hiç kimse “Acaba ne demek istedi?” şeklinde sormadı; soramazdı da.
İşte Kur’ân bu kadar açık alıyor, besâtet içinde işliyor her meseleyi. Mütefennin bir insan müdakkik nazarıyla baktığı zaman, güneşin doğuşu ve batışıyla, baharda neler olur, kışta neler meydana gelir, bunu detaylarıyla anlar. Aynı âyetlerden sıradan bir insan, hatta âmi bir çoban dahi bir şeyler çıkarır; çıkarır ve kamet-i kıymetince belli değerlendirmelerde bulunur. Ne seviyede düşünürse düşünsün hayattan ve memâttan bir mânâ çıkarabilir. İhyâ ve imâteyi o dar düşüncesi içinde kendine göre değerlendirebilir.
Yaratıcı ve yaratılış meselesi, tarih boyunca bütün mütefennin, mütefekkir ve müdakkik akılları meşgul edegelmiştir. O kadar ki, bu mevzuda binlerce eser ortaya konmuştur. Kelâmcıların “burhan-ı temânu” dedikleri bir delil ve istidlâl çeşidi vardır ki, bu, kâinatta iki elin aynı anda tasarrufunu reddeden, ona imkân vermeyen, diğer yandan mevcudattaki vahdet ve nizamın menşûruyla müşâhede edilen bir delil-i kadim u kavîdir.
Diğer bir yaklaşımla, kâinatta bir “redd-i müdahale” (gayrin müdahalesini reddetme) kanunu mevcuttur. Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde de sık sık tekerrür eden izah tarzıyla, “Bir yerde iki amir, bir köyde iki muhtar, bir kazada iki kaymakam, bir vilayette iki vali olmaz; olsa karışıklık çıkar.” ve nizam zîr ü zeber olur.21
Bu misaller, mevcut kanunu en âmi akıllara dahi anlatacak keyfiyette irad edilmiş örneklerdir. Biz bu redd-i müdahale kanununu devlet mekanizmasının işleyişinde her zaman müşâhede edebiliriz. Nasıl ki devlet idaresine, idari mekanizmanın dışında başkalarının karışması ile sık sık hercümerçler meydana gelir. Öyle de, kâinatın sevk ve idaresine ikinci bir elin karışması, orada öyle hercümerçler meydana getirir. Oysaki kâinat, o muhteşem nizam ve intizamı ile tıpkı denizlerde rahatlıkla yüzebilen bir gemi gibi varacağı sahile doğru âhenkle yol almaktadır. Bu da bize, kâinatın idaresine karışan ikinci bir elin olmadığını gösterir. İşte kelâmcılar bunu “bürhan-ı temânü” dedikleri bir delile dayanarak ispatlamaya çalışırlar ki, erbabınca bu önemli bir istidlal yoludur.
Gerek Müslüman filozofları ve gerekse kelâmcıları asırlarca meşgul eden bu mesele, Kur’ân-ı Kerim’de öyle bir sadelik içinde ele alınıp anlatılmıştır ki, âdeta her şey iki-üç kelimenin büyülü ifadesine emanettir. Evet, Kur’ân, bütün kelâmcıların ve filozofların söyleyeceği/söyleyebileceği şeyleri işte böyle bir yarım âyetle söyleyivermiştir. Bu itibarla denebilir ki, eğer insan aklı, Kur’ân’ın anlatmış olduğu bu yüce hakikate ulaşmışsa, sadece ve sadece Kur’ân’ın dediği şeyi, ama farklı ve değişik bir ifade ile tekrarlayıp duracak; ulaşamamışsa, ömür boyu hayret içinde kalacaktır.
Evet, ezelden ebede kadar hepimizin müstenedi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki şu âyettir: لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, (yer ve gök) ikisi de bozulup gitmişti.”22
Evet, eğer göklerde ve yerde Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak’tan başka tasarruf ve müdahale edici biri olsaydı, yer gök fesada giderdi. Bu açıdan şu nizam ve intizam, bu âhenk ve binlerce hikmet dolu kitap gösteriyor ki, kâinat sayfalarına müdahale eden ikinci bir varlık yoktur.
Âyetin bizzat kendi mantığı içinde derinleşecek olursak, onun hakikatine biraz daha yaklaşmış oluruz. Şimdi diyelim ki, –farzımuhal– göklerin ve yerin yaratılmasında iki el tasarruf etmiştir. O takdirde bu iki el, aynı eser üzerinde ya eşit kudrete sahip bulunacak veya biri daha güçlü olacaktır. Biri o eseri yapmaya kadirse, diğerinin bulunması abes, eğer kadir değilse, o zaman o da âciz sayılır. Acz ise, hilkate müdahale edemez; zira hilkat nâmütenâhî kudret ister. Müsavî iseler ve birincinin yaptığını diğeri yapmıyorsa “içtima-i zıddeyn” olacak, biri ihyâ ederken öbürü imâte edecektir. Buna göre de her halükârda bir kısım düzensizlik ve noksanlıklar ortaya çıkacaktır. Âciz olan ise Allah sayılmaz. Zira Allah (celle celâluhu) zaaftan, iktidarsızlıktan, aczden müberrâ ve münezzehtir.
F. İhlâs Sûresindeki Mucizevî Besâtet
Tevhid-i Ulûhiyet’e ait bir sûre olan İhlâs sûresinin icmâlî meali şöyledir:قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌۚاَللّٰهُ الصَّمَدُۚلَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙوَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ “De ki, O Allah birdir. Allah Samed’dir (Her şey varlık ve bekâsını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi (değildir ve) olamamıştır.”23
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, tevhid-i ulûhiyeti ifade eden bu mübarek sûrede, Allah’ın varlığını, O’nun kâinatta tek tasarruf sahibi olduğunu, herkesin ve her şeyin O’na müteveccih bulunduğunu, O’na dayanmadan hiçbir şeyi izah etmeye imkân olamayacağını gayet veciz olarak anlatır: “De ki, O Allah birdir.” Evet, Allah birdir çünkü “Allah Samed’dir.”
Bu cümleler birbirinin hem delili hem illeti durumundadır. Allah ki, her şey O’na muhtaç, ama O hiçbir şeye muhtaç değil; O haşr u neşretmezse baharın gelmesi mümkün değildir. O canlıları yaratıp dört bir yana yaymazsa, herhangi bir canlının kendi kendine gün yüzüne çıkma ihtimali yoktur. Baharın gelmesi de, canlıların vücud bulması da O’na muhtaçtır.
Bugün pek çok dallarıyla ilimler de aynı şeyi söylüyor; sebepsiz ve failsiz bir şeyin vücuda gelmesi mümkün değildir. Yani hem değişik ilim dalları hem de topyekün varlık ayrı ayrı delillerle Allah’ın yegâne yaratıcı ve güç sahibi olduğunu, eşi ve menendi olmadığını ifade ediyor. Hem de aklı başında erbab-ı basiret için başka delile ihtiyaç duyulmayacak şekilde ifade ediyor. Çünkü Kur’ân’ın bu sade ve anlaşılır dili, başka bir delile ihtiyaç bırakmayacak ölçüde açıktır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, felsefenin o anlamsız mugalâta ve kupkuru diyalektiğine de hiç mi hiç ihtiyaç duymamaktadır.
“Ne doğurmuş ve ne de bir başkası tarafından doğurulmuştur.”
Etrafımızda, nebatat, hayvanat ve insanlar âleminde mütemadiyen doğan ve doğuran şeyler görürüz. Her sınıfın kendilerine göre anneleri ve babaları vardır. Bunlar bir bakıma sebep-müsebbep, illet ve mâlul münasebeti içinde, şart-ı âdi unvanıyla kendi nev’ilerine dâyelik yaparlar. Bunlar, biri olmazsa diğeri olmayan ya da her ikisi olmadan bir üçüncüsünün varlığı esbap planında mümkün bulunmayan şeylerdir.
Bütün bu hususiyetler ise, arazların, cevherlerin ve yok olabilecek şeylerin hâssalarıdır. Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya gelince O, bunların hepsinden münezzehtir. O, her an görüp durduğumuz nesneler cinsinden ya da mahluk ve varlıklardan bir varlık değildir. O, sebepler ve illetler neticesinde de meydana gelmiş değildir.
İşte âyet bir taraftan bunu anlatırken, diğer taraftan da Allah’a (celle celâluhu) evlat isnat eden bütün muharref din ve telakkileri temelinden sarsmaktadır. Hz. İsa, Allah’ın oğlu değildir, çünkü Allah evlattan münezzehtir. Ayrıca Hz. İsa ilâh da olamaz, zira o, bir anneden doğmuştur. İlâh odur ki, o, doğmamış ve doğurmamıştır. Hz. Üzeyir de O’nun oğlu değildir. (Bütün bunlar, kendini bilmezlerin türrehatındandır.)
İllet-mâlul, sebep-müsebbep kavramları gerek kelâm ilminde ve gerekse felsefede çok uzun bahisler ve misaller ile ancak anlatılabilmiştir. Hâlbuki Kur’ân, fevkalâde bir sadelik içinde her seviyeden aklın kavrayabileceği kolaylıkta, sadece yarım âyet ile bu önemli hakikati anlatmış ve dünya kadar problemi birden çözmüştür.
G. Haşri İspat Eden Âyetlerdeki Sadelik
İbn Sina’ya demişler ki: “Bize öldükten sonra dirilmeyi ispat ediver.” O da, “Oraya akıl yoluyla gidilmez.” cevabını vermiş.24 Oysa Kur’ân-ı Kerim’de haşirle alâkalı, akla hitap eden onlarca âyet vardır. Bu âyetler, alabildiğine sadelik içinde ve aklen imkânsız gibi görünen haşir meselesini gayet kolay izah etmektedirler.
Evet, Kur’ân’da haşir, uzun ve derin düşünmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar kolay ve anlaşılır bir üslûp ile ele alınmıştır. Misaller çoğu defa insanın pratik hayatından seçilmiş ve herkesin gözle müşâhede ettiği, hemen her mevsim görüp izlediği eşyanın ölüp dirilmesinden örnekler verilerek istidlalde bulunulmuştur. Yani, insanoğlunun da içinde bulunduğu ve hayatı beraberce yaşadığı, ölmeyi dirilmeyi paylaştığı nebatat âleminin ölüp dirilmesinden; onun da dirilmesine intikali sağlayacak pek çok tefekkürî ve tasavvurî koridorlar açılmıştır.
Bunların hemen hepsi, seviye farklı olsa da, akla hitap eden misallerdir. Kur’ân okuyan bir mü’minin bu âyetleri görmemesi mümkün değildir. Meselâ, öldükten sonra dirilmeyi kendine ait üslûp ve besâtet içinde şu âyet ne kadar kolay ve az kelimeyle ifade eder: كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ “İlkin sizi O yarattığı gibi, dönüşünüz de yine O’na olacaktır.”25
Evet, nasıl daha önce Allah (celle celâluhu) sizi yeryüzünde hayata mazhar kıldı; öyle de, siz de mutlaka tekrar dirilip, O’na döneceksiniz. Kemikleriniz çürüse ve siz toz-toprak olsanız da, aynen bidayette var olduğunuz gibi tekrar varlığa ereceksiniz. Bu ifadeyi bir çobana da ifade etseniz ne denilmek istendiğini hemen anlayacaktır.
Bu meseleyi biraz daha açıp şöyle misallendirebiliriz: Bir mâbet düşünelim ki, muhteşem kubbesiyle, büyüleyici kolon ve direkleriyle, iç-dış tezyinatıyla bir şaheser ve sanat harikasıdır. Şimdi bu muhteşem sanat âbidesini taş üstünde taş bırakmayacak hâle getirip, sonra da onun mimarına, bu camiyi aynıyla yeniden inşa et deseniz, herhâlde o mahir sanatkârın, aynı plan ile o camiyi yeniden inşa edip yükselteceğinde tereddüde düşmezsiniz. Çünkü caminin bir planı vardır. Ayrıca, bir defa inşa edildiği için de, hayal ve tasavvurda mimari yapı iyiden iyiye şekillenmiş ve billûrlaşmıştır.
İşte Kur’ân bu espri içinde diyor ki: O, sizi ilk defa nasıl yarattı ve hayata mazhar ettiyse, sonra da aynı rahatlık ve kolaylıkla yeniden ayrı bir hayata mazhar kılacaktır/kılmaya muktedirdir.
Evet, mesele en basit şekliyle işte bundan ibarettir. Bunu, ilmî kariyere sahip bir ilim adamına götürseniz o, meseleye biraz daha derinlemesine bakarak, kendi ufku ve tasavvuru içinde, muhteva hakkında zannediyorum şöyle diyecektir: Biz yeryüzünde hayatın meydana gelişini hâlâ bir muamma olarak kabul ediyoruz. İnsanlık hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, yine de canlıların sahip olduğu hayat iksirini meydana getiremeyecektir.
Pastör’ün “İlk canlı kendi kendine meydana gelmez.” düşüncesi, Müller’in uzun denemeleri sonucunda bir şey elde edememesi, Rusya’da kırk senelik bir çalışmadan sonra, “Kimyahaneler canlı icat edemez.” diyen Oparin’in itirafı, bu kaziyenin canlı şahitlerinden sadece birkaçı. Evet, ister fezada ve isterse yeryüzünde olsun, araştırmacılar, canlı organizmaya ait bütün şartları ve unsurları bir araya getirseler de, Allah yaratmadıktan sonra kimya mârifetiyle herhangi bir canlı meydana getirememişlerdir ve getiremeyeceklerdir.
Şunu bir kere daha hatırlatmakta yarar var; yeryüzünde bir canlı organizma vardır. Bu canlı ister başka gezegenden gelmiş olsun, isterse burada yaratılmış bulunsun, mutlaka bunun bir başlangıcı olmalıdır. İşte Kur’ân, burada, en mütefennin ve müdakkik kimselerden en âmi insanlara kadar herkesin anlayıp kanaat edeceği bir üslûpla şöyle demektedir: Allah sizi yeryüzünde, aklınızın alamayacağı, kıstaslarınızla izahını yapamayacağınız ve ilmî kanunlarınızla bir ad koyamayacağınız harika bir tarzda meydana getirmiştir. Ölüp toprağa gömüldükten sonra da o ilk yaratılış gibi sizi yeniden varlık sahnesine çıkaracaktır; bunda şüpheniz olmamalıdır.
Hayat iksirinin nasıl bir sır ve muamma olduğunu derinlemesine bilmek ve bu iksirin yeryüzündeki sonsuz cilvelerini görmek isteyen müdakkik nazarlara ise şu âyetler yepyeni ufuklar açmaktadır:
“De ki, yeryüzünde gezin, bakın o yaratılış nasıl başladı! Sonra Allah, ahiret dirilişini de işte öyle gerçekleştirecektir. Çünkü O, her şeye kadirdir.”26
Evet, yeryüzünde gezin dolaşın, hayatın nasıl başladığını görmeye çalışın. Bu mevzuda ilmî araştırmalarda bulunun. İlkbahardaki dirilişi, yaz günlerindeki gelişmeleri ve kıştaki ölümleri tetkik edin. Değişik yönleriyle hayatın sırrını keşfetmeye çalışın; başlangıçta hayat, yeryüzünde nasıl başladıysa Rabbiniz sizi öteki âlemde de öyle diriltip ebedî hayata mazhar kılacaktır.
“Allah’tır ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırır, derken Biz onu ölü bir beldeye süreriz, ölmüş olan yeri onunla diriltiriz. İşte (ölülerin) dirilip kalkması da böyledir.”27
Ölü bir rüzgâr ve ölü bir belde.. derken yağmur yüklü bulutlar. Ve tabiî, Allah’ın iradesi tecellî etmeyince, hayattan ve var olmaktan bahsetmek mümkün değil. Evet, “Arz ölmüş, toprak çoraklaşmış, beldeler kupkuru hâle gelmişken bu sebepleri hazırlayarak onu ihya eden ve canlandıran Biziz Biz!” diyor Kudret-i Sonsuz. Ondan sonradır ki, zerreler ve küreler âdeta bir hayat iksiri ile harekete geçiyor ve umumî bir ölümün ardından O her şeye canlılık üflüyor. “İşte (öldükten sonra) dirilme de böyle.”
Gerçek bu iken ne diye koca bir hayatı ademe mahkûm ediyoruz? Binlerce, milyonlarca dirilmeleri görmezlikten gelerek “ebedî ölüm” teraneleri ile bu tatlı hayatı zehir hâline getiriyoruz? Etrafımızda olup bitenlere, ölüp de tekrar ve tekrar dirilenlere bakıp yeni bir diriliş mülâhazasıyla hayatımıza hayat katmalıyız…
Evet, kendi dirilişimizi düşünerek, hayat felsefemizi, inanç ve akide yapımızı buna göre tanzim ederek yeni ihsaslara, yeni duyuşlara ulaşabiliriz. “Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır.”28 Nasıl ölen yaprak canlanıyor, ağaçlara taptaze bir hayat akıp geliyor ve bitkiler fışkırıp yerden çıkıyor; siz de kabirlerinizden öyle taptaze bir can bulup çıkacaksınız. Yani bugün yeryüzünde su ile hayatı meydana getiriyoruz, yarın da bir başka şeyle aynısını yapacağız. Ama bir gerçek var ki, öyle ya da böyle siz, haşir için kabirlerden diri olarak çıkacaksınız.
Kur’ân, daha onlarca âyetinde hep öldükten sonra dirilmeyi anlatır. Sadece zikredilen şu üç-beş âyetin bile, Kur’ân’ın haşri ispat etmede takip ettiği üslûp bakımından bizi aydınlattığı/aydınlatacağı kanaatindeyim.
Görüldüğü gibi Kur’ân, kesinlikle felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları cerbeze ve diyalektiklere girmemekte; getirdiği deliller ile en âmi bir insandan en muannit akılcıya kadar herkesi ikna edecek keyfiyettedir. Bu âyetleri, üzerlerinde uzun uzadıya düşünmeden, sadece hızlı bir okumakla bile bir insan, kolayca muhtevaya intikal edebilmekte ve yeryüzündeki dirilmeler ile öldükten sonraki dirilme arasında irtibatlar kurabilmektedir. Demek ki, mebde-i hilkat perspektifiyle, haşrin ve neşrin çok kolay meydana gelebileceğini, uzun uzadıya aklî deliller serdetmeye lüzum duymadan bu kadar besâtet içinde ispat edebilme, sadece ve sadece Kur’ân’a has bir özelliktir. Ama idraki Kur’ân anlayışına kapalı, kafası felsefe hastalığı ile müptela ve mâlul kimseler, ya İbn Sina gibi diyecek veya çok sapık yollara düşeceklerdir. Bu yüzden müceddit ve büyük mürşitler her meseleyi Kur’ân metodu ile ele aldıkları gibi, onlar haşir mevzuunda da dolambaçlı yollara sapmadan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın solmaz ve pörsümez beyanlarını esas almışlardır.
Her şeyden evvel Kur’ân, göklerin ve yerin yaratılışı gibi büyük bir meseleyi nazara vererek, haşr ü neşrin rahatlıkla olacağını dile getirmek sadedinde şöyle buyurur: “Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? O, her şeyi yaratan ve her şeyi bilendir.”29
Yani Kur’ân diyor ki: Gökleri sayfa sayfa açan, sistemler hâlinde birbirinden ayıran, belli bir nizam ve âhenk ile onları birbirine bağlayan, sonra da yeri bir döşek gibi hazırlayıp istirahatınıza sunan, orada ayrı ayrı ve çeşit çeşit nimet sofralarını getirip önünüze koyan, sonra da buyur eden Allah’ın, sizi öldükten sonra diriltmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Hâlbuki şu muhteşem kâinat, sayfa sayfa her mevsim ayrı bir güzellik, ayrı bir eda ile ve sürekli birbiri ardınca gelip giden nesillerle, her mevsim binlerce var ve yok olmalarla, tefekkür sahiplerine bir şeyler fısıldamakta, aklı ve vicdanı duru gönüller için neler ve neler anlatmakta.. hatta, çalışma melekesini yitirmiş beyinlere ne sırlı mesajlar fısıldamakta.
Evet, en bedevi ve müptedi bile, insana uzaktan göz kırpan yıldızlarla donatılmış şu müzeyyen sema âlemine, şu elvan elvan zemin yüzüne bakabilse, bunları böylece yaratan.. dahası gözümüz önünde her baharda pek çok âlemleri yaratan O zatın öldükten sonra, insanı tekrar diriltecek güce ve kudrete sahip bulunduğunu kabul etmemesi için kör, sağır ve kalbsiz olması lazımdır.
Evet, kâinatın mutlak hâkimi Allah’tır (celle celâluhu). İnsan, ister ışık hızıyla milyon kere milyon sene ötede bulunan nebülözleri, galaksileri ve sistemleri gösterebilecek bir teleskopla makro âlemi temâşâ etsin, ister elektro mikroskop ya da X ışınlarıyla mikro âlemlere baksın, en küçük âlemden en büyük âleme kadar her yerde ve her şey üzerinde Allah’ın tasarrufunu ve O’nun mutlak hâkimiyetini görecektir.
İşte beşer aklının idrak ve ihatasını aşan böyle geniş bir sahada hâkimiyetini her an insanlara duyuran Hz. Allah’ın (celle celâluhu), öldükten sonra insanı diriltmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!.. Böyle bir tasavvurdan insan vicdanı ürpermeli ve ürperir…
Evet, O, Hallâk-ı Âlem’dir. Her şeyi başta yaratan, sonra bu geniş dairede baş döndürücü bir düzen kuran O’dur. Bilerek ve planlanarak icra edilen şu sırlı yaratılış vetiresi ve bu muhteşem varoluş hâdisesi hiçbir zaman kör tabiatın işi olamaz. Zira bu yaratılış ve varoluş, her şeyi bilen, gören ve ihata eden bir ilme muhtaçtır. Öyle bir ilme de sadece ve sadece Hallâk-ı Âlem olan Allah sahiptir.
Bu ilim, yerin derinliklerindeki en gizli bir ihtiyacı olandan, kuruyan ve bir karbon yığını hâline gelen ağaçların yere düşen yapraklarına kadar her şeyi gören Zât’ın ilmi olabilir. Keza insanın kendisinin dahi duyamadığı ve haberdar olamadığı benliğinin derinliklerinde gizli bulunan niyet ve hislerine muttali olan bir Zât’ın ilmi olabilir. O ilim ki, aynı zamanda kâinatın derinliklerinde olan galaksilere, nebülözlere de nigehbandır. Evet, ebedî ve ezelî ilmiyle Allah (celle celâluhu), her şeyi ihata etmiştir. Kâinatın biricik Hâkim-i Mutlak’ı O’dur. Dünyaya hükmettiği gibi ahirete hükmedecek de O’dur.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan daha bunlar gibi pek çok hakikati nazar-ı itibara sunarak, akıl ve vicdanları uyanık tutmak için bir hayli misal irad eder. Vicdanları, uzun bir kış uykusuna yatan hevam ve haşerat gibi uyuyan düşünce ve duyguları uyuşukluktan kurtarır ve onları yeryüzündeki hayatı ve hayat sırrını kavramaya davet eder. Nebatatın kış mevsiminde ölmeleri ve bahar mevsimiyle de dirilmelerini tablo tablo gözler önüne serer ve bunları insanın hayatına, ölümüne ve öldükten sonra dirilmesine birer benzer olarak sunar; sunar ki insan, en basit bir teemmül ile haşir hakikatini rahatça kavrayabilsin.
Gerçekten de insan, insafla Kur’ân’ın esrarına yönelse ve aklı da kalbiyle, vicdanıyla münasebete geçip onlara kulak verse, kâinat ve ondaki esrar karşısında büyülenmemesi imkânsızdır. Evet, böylelikle o, dünya hayatına ait yakîni kadar, ölüm hakikatine ve öldükten sonra dirilmeye de yakîn hâsıl edecektir.
H. Kur’ân Âyetlerindeki Çok Yönlülük
Geçmiş kitaplar, değişik felsefî akımlar, ilmî ve fikrî gelişmelere ve gelişmiş toplumların fikir ve ruh hayatındaki seviyeye ayak uyduramadığı için hayat dışı kalmışlardı. Hükümleri askıya alınmış, tesirleri de yok olup gitmişti. Oysa Kur’ân, bütün hayatı kucaklama ve en küçük meselelere kadar her şeye ışık kaynağı olma vaadiyle gelmişti. Onun nâsihinde, mensûhunda, muhkeminde, müteşabihinde; mütefekkir, fakih ve mütefennin… hemen herkes için geniş bir mütalaa zemini mevcuttu. Evet insan, çok rahatlıkla, hiç sürçmeden onun enginliklerinde dolaşabilir ve rahatlıkla ondan yararlanabilirdi.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da birbirini nakzeden ifadeler yoktu.. evet, insafla bakan bir kimse, onda herhangi bir tenakuz olduğunu söyleyemez. Yirmi üç senede, ayrı ayrı hâdiselerle alâkalı inmiş olmasına rağmen onun âyet, makta’ ve sûrelerinde omuz omuza, yüz yüze ve diz dize bir vahdet müşâhede edilmektedir.
Kur’ân’da muamelata ait nazil olan ilk âyetler –alışveriş, şirketler ve feraiz gibi– İslâm’ın içtimaî yapısını hazırlayan âyetlerdir. Bir hazırlık mahiyetinde olduğu için de bunlardan bazılarıyla alâkalı sonradan daha şümullü âyetler de nazil olmuştur. Önce nazil olan âyet ile sonra nazil olan âyet arasında bazen bir tenakuz olabileceği akla gelse de dikkatle tetkik edildiğinde herhangi bir zıtlık olmadığı hemen müşâhede edilecektir. Hatta zıtlık şöyle dursun, bunların arasında her zaman tam bir mutabakat ve birbirini tamamlayıcılığın var olduğu görülecektir.
Meselâ, vasiyet ile ilgili şu âyete bakın: “Sizden öleceğini anlayan biriniz, geriye mal bırakacaksa; anası, babası ve akrabaları için, münasip bir tarzda vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, haksızlık yapmaktan korunan takva ehli üzerine borçtur.”30
Arap Yarımadası’nda anne ve babanın tanınmadığı, bunların hukukunun ayaklar altına alındığı, insanların mallarında keyfemâyeşâ (diledikleri gibi) tasarruf ettikleri ve anne-babaya hak ayırmayı akıllarından bile geçirmedikleri bir dönemde âyet, evvelâ bir başlangıç olarak anneye-babaya vasiyette bulunulması gerektiğini hatırlatıyor. Bu âyet, daha sonra nazil olan ve anneyi-babayı “Ashab-ı feraiz” arasına alan âyete bir zemin hazırlamaktadır.
Evet, o güne kadar hakkı-hukuku gözetilmeyen ebeveyn üzerine ilk defa bu şekilde dikkatler çekiliyor. İnsana bu kadar hizmeti ve faydası dokunan, zâhirî esbap açısından onun varlığının sebebi olan ebeveyn hakkında Kur’ân ilk bu vasiyet âyetiyle, hürmet ve mürüvvet kapılarını aralamış oluyor. Derken belli bir süre geçtikten sonra da şu âyet nazil oluyor: “Anne-babaya gelince, ölenin çocuğu varsa, onun terikesinden her birine altıda bir hisse vardır. Eğer çocuğu yoksa ve kendisine ana-babası vâris oluyorsa annesine üçte bir hisse vardır…”31
Görüldüğü gibi âyetler, evlat vefat ettiği zaman anneye-babaya ne düşer, başka evlâdı olursa payı ne olur, dede-nine olma durumunda ne düşer, bir bir hepsine temas ediyor ki, bu, evvelki âyetin hükmünün nesh olması demektir. Şimdi burada zâhiren de olsa bir zıtlık göze çarpıyor gibi olabilir; oysa hükmün kalkmasına rağmen, işin ruhu hiç örselenmemiştir. Anne-baba yine muallâ haklarıyla yerlerini korumaktadırlar.
Bu açıdan denebilir ki, önceki âyet mevzua zemin hazırlıyor ve âdeta bir nevi efkârı yumuşatıyor. İkincisi de, onların haklarını tayin ve tespit ediyor. Tabiî evvelki mesele de tamamen rafa kaldırılmıyor. Hatta bu açıdan bazı ulemâ Kur’ân’da neshi kabul etmemişlerdir. Cumhurun nokta-i nazarı neshin var olduğu istikametinde ise de, bu iki görüşü telif etmek de mümkündür. Evet, nesih vardır, ama mensûh olan da nâsih olana tebaiyetle, insanlığa, meveddete ve mürüvvete vesile olabilecek bir hüküm ihtiva ediyor olabilir. Bu takdirde de, evvelki âyetten faydalanmak her zaman mümkündür.
Kur’ân’ın getirdiği hayat nizamına, o günkü cemiyet alışık olmadığından her şey birdenbire ortaya konmamış, istenen şeyler âheste âheste gerçekleşmiştir. Evet, o gün, henüz beşerî ve içtimaî durum tam mânâsıyla tekâmül etmemişti. Bu yüzden Kur’ân’da, gerek bu başlangıç devreleriyle ve gerekse daha sonraki geçiş dönemleriyle alâkalı farklı hükümler ihtiva eden birçok âyet vardır.
Evet, onda, genel yapısı itibarıyla tahsise, ta’mime, takyide ve ıtlaka açık pek çok emir bulmak mümkündür. Kur’ân bir bütün olarak incelendiğinde, beşerin terakki ve tekâmülü ile çok yakından ilgili olduğu görülür. Asıl hükümlerin yanında, aynı seviyeden farz, vacip ya da haram gibi kesin hükümler ihtiva etmediği hâlde, tebeî olarak bir kısım hükümler vardır ki, bunlar, beşerin fıtratı ve toplumların karakterlerine ait gelişmelere ışık tutucu mahiyettedir.
Yine meselâ, Kur’ân’ın, değişik zamanlar itibarıyla farklı toplumların farklı anlayışlarına hitap ederken, zamanla meydana gelecek gelişmelere göre bir üslûp takip ettiği hemen fark edilir. Söz gelimi, daha henüz İslâm’ın ruhunu kavrayamamış, Kur’ân’ın ifade semasına yükselememiş ve bir çoban gibi körü körüne itikadında ısrar edenlere “Sizin dininiz size, benimki de bana.”32 ölçüsünü getirmiştir. Bazıları bunu laiklik olarak anlayabilirler. Ama bir zaman sonra o, kavl-i fasl ederek önceki âyetten ne anlamamız lazım geldiğini ortaya koyacaktır.
Evet, herkesin dini kendine ama kobra gibi zehirlemekten lezzet alan, hayat-ı içtimaiye için bir semm-i kâtil olan, vicdanı tefessüh etmiş ve kâinattaki âsâr-ı ilâhiyeyi görmezlikten gelen, hatta Allah’a (celle celâluhu) başkaldıran, İslâm’a ve Müslümanlara harp ilan eden müşriklere karşı tavır alınması gerektiğini ifade edecektir. Demek ki bu, bir dönemde böyle uygulanacak, bir başka dönemde de karşı tarafın genel durumuyla alâkalı farklı bir uygulamaya geçilecektir.
İşte örneği: “Önceleri kendilerine kitap verilenlerden o Allah’a, ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan, O’nun hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verecekleri ana kadar mücadele edin.”33
Önce verilen emir ve mesaj ne olursa olsun burada her şey belli bir şart ve zamana bağlanmıştır. Yani onlar, İslâm’ı kabul eder, tecavüz ve şirretliği bırakır ve İslâm’ın intişarına mâni olmazlarsa, onlardan, Müslümanlardan alınan zekât türü, onların inkıyatlarını ifade eden bir cizye alarak musalahada (barış antlaşması) bulunmak suretiyle, artık mücadeleden vazgeçebilirsiniz, demektir.
Mesele bu seviyede mütalaaya alınınca insan, “Bu, kat’iyen Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdır, başkasının olamaz!” der.
Beşer, bundan sonra da Kur’ân’ın anlattığı bu devrelere şahit olacaktır. Evet, bir zaman olmuş, Müslümanlar, وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِأَمْرِه۪ إِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imandan sonra küfre döndürmek isterler. Allah, yeni bir emir verinceye kadar, affedin, hoş görün.”34 âyetindeki فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا emrini daha engince anlamış ve afv u safhta bulunarak, herkese tolerans göstermişlerdir. Ta Allah’ın (celle celâluhu) o diğer emri gelinceye kadar. Sonra o diğer emir gelerek, onlara bâdemâ daha farklı muamele yapılmasını emir sadedinde: “Cizye verir, hâkimiyetinizi tanıyarak inkıyat ederlerse, oturup onlarla anlaşma ve sulh yapabilirsiniz.” diyerek, kalıcı hükmünü ortaya koymuştur.
Mü’minler zayıf durumda olduklarında nasıl, güç ve kuvvet sahibi olduklarında nasıl davranacaklar, bunların hepsini Kur’ân’da bulmak mümkündür. Bu itibarla da âyetlerin hepsi de fert, cemiyet, dava ve irşad adına binlerce hikmet ve maslahat ihtiva etmektedir.
Peşi peşine gelen ve birbirinin hükmünü nesh ya da takviye eden âyetler, esasen İslâm’ın genel karakteristik yapısını da göstermektedir. Meselâ, sadece otoriteyi tesise matuf nazil olan emirler esas alınarak hareket edilecek olsa, ihtimal dini sevdirmek asla mümkün olmayacaktır. Evet, böyle bir emre göre hareket edildiği takdirde, Müslümanların işi bundan ibaretmiş gibi bir vehme kapılınacaktır. Dolayısıyla da Müslümanlar, başkalarının vehmettiği gibi, vuran-kıran bir toplum zannedilecek ve onlara, önüne geleni kesip biçen gaddarlar nazarıyla bakılacaktır. Oysa bir kısım kimselerden zekât mahiyetinde “cizye” unvanıyla vergi alarak sulh yoluna gidilse, zimmî hukuku icra edilerek azınlıklar vesâyet altına alınsa ve İslâm’ın güzel muameleleri insanlığın nazarına arz edilebilse, ihtimal ki birçok insan İslâm’ın güzellikleri karşısında ihtida edecektir. Tarihte bunun binlerce misalini görmek, göstermek mümkündür.
Mekke ahalisi Fetih günü İslâm’ın ve Resûlullah’ın afv u safhı sayesinde İslâm’a dehalet etmişti. Atalarımızın, Müslümanlığı kabulleri de –hem de kabileler hâlinde– böyle olmuştu. İslâm’ın çeyrek asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde Afrika’dan Orta Asya steplerine kadar intişar etmesi, yine onun bu engin ve evrensel muamelesi sayesinde gerçekleşmişti.
Bu açıdan diyebiliriz ki, beşer fıtratına seslenen Kur’ân âyetleri her zaman ciddî bir vahdet sergilemektedir. Evet, gerçi Kur’ân’ın içinde nâsih ve mensûh vardır ama bütün bu ayrı ayrı gibi görünen âyetler değişik zaviyeden farklı farklı şeyler anlatmış ve her devirde değişik bir dalga boyunda nurlarını neşretmişlerdir. İnsanlık, afv u safh devresinde ona müracaat etmiş.. harp-sulh devresinde ona yönelmiş.. ve değişik problemler karşısında hep ona sığınmıştır. Kâfirin, münafığın, müşriğin iç ve dış dinamiklerini, onların bu dinamikleri küfür ve nifak hesabına nasıl kullandıklarını, toplumu nasıl ifsat ettiklerini de yine en çarpıcı yönleriyle ve misalleriyle bulmak, görmek için Kur’ân âyetleri emsalsiz ve tükenmez bir irşat hazinesidir.
Evet, insanı her hâliyle en güzel tarif eden Kur’ân’dır. Değişik toplumları, bidayet ve nihayetleriyle, her devirdeki gelişip güçlenme keyfiyetleriyle tahlil eden biricik kitap yine odur. Sapık idealleri, ideolojileri, toplumların tabiî tekâmülleri içinde ve herhangi bir komplikasyona sebebiyet vermeden söküp atan veya tadil eden de yine odur. O, her zaman dinamik bir güç kaynağıdır. Hâlbuki beşerî sistem ve müesseselerin en karakteristik yapısı, bunların tamamen esnekliğe kapalı olmalarıdır. Bu sistemlerde, insanın ruhî, fikrî ve hissî tekâmülü bir noktada takılıp kalmakta ve daha sonra da yozlaşmaktadır.
Evet, fıtrat, tekâmülünü, yani Yaratıcı’nın kendisine çizdiği kemalini tamamlayamazsa tefessüh eder ve zamanla güdükleşir. Fıtrattaki hareket ve canlılık beşerî tekâmülün önemli bir dinamiğidir ve Kur’ân sürekli bu dinamiğin değerlendirilmesini salıklar. Beşerî ideolojilerin kısa bir süre sonra insan idrakine dar gelmesi, insanları yeni arayışlara zorlamasına karşılık, Kur’ân’ın, her zaman sıkıntı ve ihtiyaçlarımızla bizi kucaklaması onun bu dinamiğinin ifadesidir.
1 Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431.
2 Nûr sûresi, 24/40.
3 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.297 (Yirmi İkinci Söz), s.331 (Yirmi Üçüncü Söz), s.643 (Otuz İkinci Söz), s.712 (Otuz Üçüncü Söz), Asâ-yı Musa s.92 (Âyetü’l-Kübrâ).
4 Abese sûresi, 80/24-32.
5 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/136; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 1/181.
6 Nahl sûresi, 16/67.
7 Bakara sûresi, 2/219.
8 Nisâ sûresi, 4/43.
9 Mâide sûresi, 5/90.
10 Nahl sûresi, 16/67.
11 Bakara sûresi, 2/219.
12 Nisâ sûresi, 4/43.
13 Mâide sûresi, 5/90.
14 Bakara sûresi, 2/179.
15 Hicr sûresi, 15/94.
16 Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/149; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 14/86.
17 Bakara sûresi, 2/258.
18 Bakara sûresi, 2/258.
19 Bakara sûresi, 2/258.
20 Bakara sûresi, 2/258.
21 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.743 (Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere), Şualar s.14 (İkinci Şua, İkinci Makam).
22 Enbiyâ sûresi, 21/22.
23 İhlâs sûresi, 112/1-4.
24 Bkz.: İbn Haldun, Mukaddime s.519.
25 A’râf sûresi, 7/29.
26 Ankebût sûresi, 29/20.
27 Fâtır sûresi, 35/9.
28 Kaf sûresi, 50/11.
29 Yâsîn sûresi, 36/81.
30 Bakara sûresi, 2/180.
31 Nisâ sûresi, 4/11.
32 Kâfirûn sûresi, 109/6.
33 Tevbe sûresi, 9/29.
34 Bakara sûresi, 2/109.